19.yüzyılda yıllar ilerledikçe ve Osmanlı hıristiyanları arasında ulusal bilinç geliştikçe, Osmanlı azınlıklarının ulusçuluğu İtalyan ve Alman ulusçuluğunda da görülen ırkçı karaktere büründü, ama dinle (milliyet fikri arasındaki) bağ hiçbir zaman yok olmadı.
Rum/Yunanlı'ların, Bulgarın ve Ermenilerin ulusal bilincinde etkin olan, geniş ölçüde, belki de en ağırlıklı olarak, dinsel kimlik tanımlaması temelinde oturan duygu idi. Bunun şaşılacak yanı yoktu, çünkü yüzyıllardan beri hıristiyan kilise örgütleri her bir hıristiyan toplumunun ulusal kültürünün korunduğu bir ocak işlevini görümüşlerdir. Hıristiyanlar müslüman Türklerle aynı yemekleri yiyor olabilirlerdi, aynı türden konutlarda yaşıyor olabilirlerdi, hatta aynı dili konuşuyor olabilirlerdi, ama dinsel tapkı törenleri ve dinsel inançları ayrı idi.
Osmanlılar, uzun süre boyunca ve hiç sapmadan izledikleri hoşgörü geleneği nedeniyle hemen hemen hiç övgü almadılar. Kaderin cilvesi (tam tersine), bundan dolayı pek ağır bir bedel ödediler. Yabancılar, Osmanlıların iç işlerine karışmak için bahane olarak, hıristiyan 'millet'lerin koruyucusu olarak davrandıklarını ve hıristiyan kardeşliğini öne sürdüler. Hıristiyan 'millet'lerinin mensupları, Osmanlı düşmanı bir ulusçuluk yaratmak için bu ayrı dinden olmak duygusundan yararlandılar.
Osmanlı imparatorluğunda 19.yüzyılda kendini gösteren ekonomik ve toplumsal değişimler, hırsityanlara bir üstünlük duygusu kazandırdı ve müslüman yöneticilere karşı hınçlarını derinleştirdi. Avrupadaki hıristiyan devletlerle bağlantılarından ve daha üstün bir eğitim düzeninden yararlanıyor olmaktan güç alarak , hıristiyanlar 19.yüzyılın ekonomik gelişmelerinden, oransız ölçüde yarar sağlayabildiler. Misyonerler ve başkaları, onlara bir üstünlük duygusu ve Avruğanın (güçlü) imparatorluklarıyla aynı toplumdan olma inancı aşıladılar.
Pek çok hıristiyan ekonomik açıdan ileri duruma geldikçe, bunlar , doğal olarak ekonomik alanındaki başarılarının yanına, politik (kendilerini iktidarda pay sahibi edecek) bir kudret de eklemek isteği duyar oldular. Bu isteklerine karşı çıkıldı (ÇN).
Osmanlı imparatorluğu, üzerinde hıristiyanların yaşamasına izin verilen bir müslüman devleti idi. Nüfusbilimsel açıdan olsun politik açıdan olsun, egemenlik, müslümanlardaydı. Bu politik duruma karşı duyulan hınç, hıristiyan etnik toplumlarının ulusçuluğunda hayli etkili bir güç olmuş bulunsa gerektir. Hıristiyanlar ekonomik yönden ilerledikçe, hıristiyan gururu, kendisi de din (hak dininin mensubu olmak inancı) temeline ve yüzyıllar sürmüş egemenliğine dayanan geleneksel islam gururu (kibilenmesi) ile çatıştı. Levhaları tersyüz etme fırsatı çıkar çıkmaz, bu fırsat hevesle değerlendirildi.
Azınlıkların ulusçuluğundaki dinsel öge, iki yönden önemliydi. Birincisi olarak, o ulusçuların amacının ödün vermez çoşkunluğuna ve açık seçik olmasına katkıda bulunuyordu. Düşmanlar yalnız ulusal beklentilerin karşısında durmakla kalmıyorlar, bir yandan da Tanrıya karşı çıkmış oluyorlardı. Bu kişinin, kendi halkına düşman diye gördüklerine saldırmasını (ve asıp kesmesini) kolaylaştırıyordu. Görüleceği üzere, müslümanlara, bu kimlikleriyle, her bir ulusçu toplulukça, ulusal düşman gözüyle bakılıyordu. Onlara, aynı ulusun bireyleri diye hoşgörü gösterilemezdi, çünkü onlar (bu ulusçularla) aynı ulustan kardeşler değillerdi; dahası onlar "kafir" idiler. Bu her bir ulusal ayaklanmaya eşlik etmiş bulunan, müslümanların (topluca) göçe zorlanmasının, temel nedenlerinden biridir.
19.yüzyılda, yeni ulusçuluk nedeniyle müslümanların uğradığı kayıpların öyküsü 1821 Yunan ayaklanmasıyla başlar. daha önce Sırplar da ayaklanmışlardı, ama onların başlangıçta (sadece) Sırbistanda konuşlandırılmış yeniçerilerin zulmüne karşı yönelmiş olan ayaklanması, bunu izleyecek yüzyıllarda başgösterecek ulusal ayaklanmaların özelliklerinden çoğunu göstermemiştir.
Yunan ayaklanması, kendine özgü niteliğini müslümanların (topluca) öldürülmesi ve sürülmesi ile belli eden hareketlerin (Osmanlı devletindeki ,bu tür süreç başlatan ulusal ayaklanmaların) ilkidir. Yunan ayaklanması, daha sonra Osmanlılara karşı girişilen ulusal ayaklanmalarda izlenen bir modeli ortaya koydu.
Yunan bağımsızlık savaşı 1861'de tarihçi George Finlay şöyle yazıyordu:
"1821 Nisanında , 20.000 kişi toplamına yakın bir müslüman nüfus Yunanistanda (*) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. (Ayaklanma çıkmasının üzerinden) Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirdiler; adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. (Günümüzde) Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip gezginlere, "işte şurada Ali Ağa'nın pyrgos'u, kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkarlarını öldürdük" diye anlatırlar ve bunu anlatan yaşlı adam yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa'nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi ve onun vereceği sıkıntılar ne olursa olsun bu sıkıntılar, bir ulusun vicdanında duyulmak gerekir; bu günahı bağışlayacak davranışlar da o ulusça yapılmalıdır." (1)
Osmanlı İmparatorluğuna karşı Yunan ayaklanması 1821 yılının Mart ayında bazı Osmanlı memurlarının, özellikle vergi toplayıcıların öldürülmesiyle başladı. Bunu Nisan ayında Güney Yunanistandaki Mora'da bulunan Türkler üzerine bir genel saldırı izledi; bu saldırıda Yunanlı çeteciler ve köylüler, düpedüz , buldukları her Türk'ü öldürdüler. Türk ya da Arnavut, Osmanlı askerleri üzerine saldırıldı ve bunlar öldürüldü. Müslümanlardan bazısı, örneğin Kalavryta ile Kalamata'dakiler, kendilerine öldürülmyecekleri sözü verilince, Yunanlılara teslim oldular. Bunlar da öldürüldü. Kaçanlardan birçoğu, örneğin Lakonia bölgesindeki Türkler, yollarda kıyımdan geçirildiler. (2)
"Bu arada hıristiyan halk, yarımadanın her bölgesinde, müslüman halka saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere sığınanların (sığınabilenlerin) geriye dönüş umudunu yok etmek için müslümanların kule2leri ve kırsal evleri yakıldı, mülkleri tahrib edildi. Martın 26'sından 1821 yılında Nisanın 22'sine düşen paskalya Pazarına kadar, göz kırpmadan 15.000 (msülüman) kişinin can verdiği ve yaklaşık 3.000 çiftlik evinin ya da (başka) Türk konutunun oturulmaz hale getiriildiği sanılmaktadır." (3)
Yunanlı Başbiskopos (Patris Başpiskoposu) Germanos'un ağzından çıkan ayaklanmanın ulusçu sloganı, "Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!" idi. (4)
Türklerden sadece, berkitilmiş yerlere sığınabilenler sağ kaldı. Bunlar, Osmanlı garnizon birliklerinin elinde bulunan, Atina akropolis'i gibi tek tük birkaç yere, aileleriyle birlikte kaçtılar. Böyleleri ya kuşatmaya alındı ve sonradan öldürüldü, ya da pek az örnekte, Osmanlı güçlerince kurtarıldı. Yunan ayaklanması süregittikçe yeni bölgeler de (yöredeki Yunanların ayaklanmasıyla) saldırıya uğardı ve Türklerin kıyımdan geçirilmesi tekrarlandı. Missolonghi'de müslümanların çoğu çabucak öldürüldü, ama Türk kadınları zengin Yunanlı ailelerince köle olarak alındılar. (**) Varkhori'de Türkler , işkenceyle öldürüldüler. Yunanların kafir saydığı yahudiler de , müslümanlar kadar hevesle kıyımdan geçirildiler. (5)
Çoğunluğu Rum ortodoks dininde olan Romanya'da da, Alexandros Ypsilantes önderliğinde Rum asilerin, Osmanlılara karşı, tüm Balkanlara yayılabilecek bir ayaklanma başlatmak girişimi sırasında 1821 Martında benzer olaylar görülmüştü. Rusyadan geleceğini varsaydığı desteğe güvenerek , Ypsilantes, desteklicileri ile, Galatz ve Yaş kentlerinde yönetime el koymuştu. ( O dönemde, hatta 1878'e kadar, Romanya Osmanlının yüksek egemenliğini tanıyan yarı bağımlı bir dominyon statüsündeydi. Ülkenin ötesinde berisinde Türk ya da Tatar azınlık dağılmış durumda bulunuyordu)
Her iki yerde "Tüm toplumsal katmanlardan Türkler, esnaf, gemiciler, askerler, gafil avlandılar ve soğukkanlılıkla öldürüldüler" (6) Kentlerde ve dağlık yörelerde Osmanlı memurlarının, askerlerinin ve yerli halkının kıyımdan geçirilmesi, bunu izledi.
Ne var ki, Ruslar, belki Viyana Kongresi'nin devrim (ve ayaklanma) karşıtı havasından etkilenerek, Ypsilantes'e askeri destek sağlamayı reddettiler ve Osmanlılar, kıyımlara karşı çabucak tepki gösterdiler. Ypsilantes kaçmak zorunda kaldı; ayaklanma girişimi, başarısızlıkla sonuçlandı. (7) Bu ayaklanmanın başabildiği tek iş, Türklerin kıyımdan geçirilmesi idi.
Yunanistan’daki Türklerin telef edilmesi, savaş zamanının olağan telefatı değildi.
Türklerin hepsi, kadınlar ve çocuklar da o arada olarak, Yunan çetecilerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyordu; tek istisna, az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesi idi.
Türkler bazen, ayaklanmanın çoşkunluğu içinde ve eski efendilerin şimdi alt edildiğini görmenin mutluluğu ile, hemen (anında ortaya çıkan gelişmelerle, önceden tasarlanmış olmaksızın) öldürüyorlardı, ama çoğu kez işlenen cinayetler önceden tasarlanarak ve soğukkanlılıkla işleniyordu. Kasabaların Türk halkının tümü toplanıp kasabadan, uygun bir yere yürütülüyor ve orada kıyımdan geçiriliyordu. (8) Örneğin, Tripolitza’daki olay:
“Üç gün boyunca zavallı (Türk) yerleşimciler, bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlarla çocuklar (dahi) öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Kıyım öylesine büyük ölçekteydi ki, (çetecilerin sergerdesi) Kolokotrenes’in kendisi bile, kasabaya girdiğinde yukarı hisar kapısından başlayarak atının ayağı hiç yere değmedi demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, cesetlerden bir örtüyle döşenmişti. İki gün geçince, Müslümanlardan sağ kalabilmiş perişan durumdaki insanlar, her yaştan ve cinsiyetten aşağı yukarı iki bin kişi, çoğunlukla da kadınlar ve çocuklar, gaddarca toparlanıp bitişik dağlardaki bir dere yatağına götürüldüler ve orada koyun gibi boğazlandılar.” (9)
İşlenen cinayetler, görülüyor ki, sırf bir nefret patlaması değil, hesaplı kitaplı siyasal eylemler niteliğinde idi. Yunanistandaki Türkler , sadece Yunanlılara ait ve bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda bir engel olarak görülmekte idiler. Ayaklanmacılar, Yunanistandaki Türklerin bağlılığını “Yeni bir Yunanistan”a değil, Osmanlı imparatorluğuna yönelmiş olacağını, isabetle, varsayıyorlardı.
Bir Türk azınlığının varlığı, gelecekte Osmanlıdan yana duyguları bulunacak bir odak oluşturacaktı ve belki, yine gelecekte, Osmanlının bir saldırısı için Yunanista Türklerine yardıma gelmek bahanesini sağlacaktı. Türkler hiç kuşkusuz Yunan ayaklanmasına karşı bir beşinci kol işlevini göreceklerdi. (10)
Bu sorunları çözümleyecek çare, kökten kazıyıp yok etme idi. İşin sonunda Avrupanın büyük devletleri Osmanlıyı (1830 yılındaki Londra Protokolü ile) Mora’da bir Yunan krallığının yaratılmasına razı olmak zorunda bıraktıklarında, bu (ortaya çıkan), orada yüzyıllardır yaşayan Türklerden arınmış bir Yunan krallığı idi. (11) Her ne kadar ölümlerin sayısı hakkındaki hesaplamalar kesin belirlilik göstermiyorsa da, Yunan ayaklanmacıları tarafından öldürülmüş Müslümanların sayısının 25.000’i geçtiği anlaşılmaktadır. (12)
Yunan ayaklanması, Balkanlarda daha sonraki ayaklanmalar için bir model ortaya koydu. Ulusal bağımsızlığı sağlamak uğruna, bölgeleri Türk nüfusundan arındırmak politikası; 1877-78 ; 1912-13 ; 1919-23 (13) savaşlarında yeniden kendini gösterdi. Daha sonraki savaşlarda amaç, 1821’deki Yunan ayaklanmacılarının amacıyla aynı idi; yol üzerinde bir engel olarak duran etnik ve dinsel toplumu yok ederek, kendi içinde birlik gösteren bir ulus yaratmak. Türklerden nefret ediyor olmak, yapılan kıyımlarda gerçek bir etkendi, ama bu etken, bağımsızlık ve ulusçuluk hedeflerine doğru yönlendirilmişti. Kuşkusuz, Türklerin çiftliklerini ve mallarını mülklerini sahiplenmek isteği de, görmezlikten gelinemeyecek bir etken olmuştur.
Yunan ayaklanmasının başlangıçtaki nedenleri gerçekte ulusçuluğa dayanıyor sayılamazlar (14). Daha 1821’de ve hatta öncesinde birçok Rum/Yunanlı kendilerini bir “halk” olarak görüyordu. İlkçağ Hellenlerinin tarihi ve görkemli geçmişi, benzersiz bir öğretici olarak, Rum/Yunanlı’lara, ayrı bir kimlik sahibi bulunduklarını öğretmişti.
Ne var ki, ayaklanmanın ardındaki itici güç, ilke olarak dinseldi. Ayaklanmacılar, tüm Ortodoks Rumların, giriştikleri başkaldırmaya katılacakları ve olasılıkla da , kuracakları yeni devlette yer alacakları duygusu içindeydiler. Piskoposlar ve papazlar, ayaklanmanın ön saflarında kendilerini göstermişlerdi ve eğer sıradan halk, Tanrı adına bir eylem yaptıkları inancı içinde olmasa idi ayaklanmanın kayda değer başarı kazanabileceği pek kuşkuludur.
Yine de, ayaklanmada dökülen kan ve sonuçta elde edilen başarı, bir Yunan ulusçuluğunun doğumunu sağlayabildi. Bu ulusçuluğun yönlendirici ilkeleri, henüz kurtarılmamış bölgelerin kurtarılması ve başkenti İstanbul olmak üzere daha büyük bir Yunanistanın kurulması, yani Bizans imparatorluğunun yeniden doğuşu idi. Bu yeni imparatorluk için göz dikilen bölgelerin çoğunda, özellikle de Trakya’da ve Batı Anadolu’da, halkın çoğunluğu, Müslümanlardı. Ulusçuluğun (Yunanlılara) çağrısı, bu Müslümanların oralardan atılmasını buyuruyordu.
Görüleceği üzere, bir ulus yaratmak uğruna Türkleri ve diğer Müslümanları sürmek, ileride Bulgarlar, Ruslar ve Ermeniler tarafından da izlenen bir ilke olmuştur. Yeni ulusçulukların yürüyüş yolu üzerinde duruyor olmak, Balkanlardaki, Anadaoludaki ve Kafkasyadaki Müslüman toplumlarının kadersizliği idi. Onların bu kadersizliği, dayandıkları devletin yani Osmanlı imparatorluğunun onları savunacak yeterli güce sahip bulunmaması yüzünden daha da ağırlaşıyordu.
Başlarına gelenler, kaderin bir kalleşliği idi, çünkü Türkler kendilerinin güçlü günlerinde Yunan ulusçuluğu türünden ulusçuluk gütmüş olsa idiler, baştan sona Müslüman egemenliğindeki ülkelerden sürülenler, hıristiyanlar olacaktı.
Oysa Osmanlılar böyle yapmayıp hıristiyanların eskiden yaşadıkları yerlerde kalmalarına katlandılar. Onlar hıristiyanlara çok kez iyi davrandılar, çok kez de kötü davrandılar, ama onların varlıklarını sürdürmelerine ve dillerini, geleneklerini, dinlerini korumalarına izin verdiler. Böyle yapmaları da (insanlık ve adalet açısından) doğru olmuştu; ne var ki, eğer 15.yüzyıl Türkleri böyle hoşgörülü olmasa idiler, 19.yüzyıl Türkleri kendi yerlerinde yurtlarında yaşamayı sürdürüyor olabilirlerdi.
1923’de ise Müslüman ülkesi durumunda kalan yalnızca Anadolu, Doğu Trakya (Türkiye Trakyası) ve Güneydoğu Kafkasya’nın bir kesiminden ibaretti. Balkanlardaki Müslümanların çoğu gitmişti; ya ölmüşler, ya da göç etmek zorunda bırakılmışlardı; kalanlar, Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve Yugoslavya’da cep (adacık) durumundaki yerleşim bölgelerinde yaşıyorlardı. Kırım’ın, Kuzey Kafkasya’nın ve Rusya Ermenistan’ının Müslümanlarını aynı yazgı haklamıştı; onlar da, kısa söyleyişle, gitmişlerdi (yok olmuşlardı).
Çoğu Türk olan milyonlarca Müslüman ölmüştü; milyonlarcası da bugünkü Türkiye’ui oluşturan ülkeye sığınmıştı. 1821 ile 1922 arasında, beş milyondan fazla Müslüman, ülkelerinden sürülüp atılmışlardı. Beş buçuk milyon Müslüman, kimi savaşlarda öldürülerek, diğerleri sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüşlerdi.
Ölüm ve Sürgün
Justin McCarthy
(ÇN) Söylenen geniş ölçüde doğrudur, ama tam doğru değildir. Osmanlı tanzimat sonrasında yerel yönetim örgütlerinde hıristiyan uyrukların da yöneticiler arasında bulunmasını kabul ettiği gibi; merkezi mülkiye örgütünde de nice hıristiyan vatandaşımız, adlarını ve dinlerini değiştirmeleri hiç gerekmeden, Bakan, Büyükelçi vb. düzeyinde yöneticilik görevinde bulunmuştur. Tıbbiye-, Şahane Nazırı sevimli Marko Paşa'mız (Markos Apostolides), Maliye Nazırı Agop (Kazasyan) Paşa ilk akla gelen örneklerdir.
(*) Finlay, Yunanistan derken bugünkü Yunanistan ülkesinin anakaradaki güney yarımını kasdediyor. 1861'de Yunanistan Krallığı ülkesi yalnız o kadardı.
(1) George Finlay History of the Greek Revolution, London 1861,s172. (Yaptığımız yollama, kendisinin özgün Yunan Ayaklanmasının Tarihi kitabınadır, sonra Tozer'in yayınladığı, Yunanistan Genel Tarihi kitabına değildir.) Yunan ayaklanmasın anlatan tarih kitaplarının birçoğu Türklerin kıyımdan geçirilmelerine değinmez ya da bu konuya pek az önem verir (örneğin Eduard Blaquiere, The Greek Revolution: Its origin and progress, london,1824 ve John Lee Comstock, History of the Greek Revolution,hartford,1851) Okuyucu, bu konuların o yazarlarca benimsenmiş ideolojik tutuma (özgürlükten, insanlıktan yana tutuma) hiç uymadığını, elinde olmasa da, hissetmektedir. Müslümanların geçirildiği kıyımları vurgulayan bir anlatım için bkz. Alfred Lemaitre , Muslumans et Chretiens. Notes sur la Guerre de l'Independance Greque, Paris,1895.
(2) Finlay
(3) Finlay
(4) Thomas Gordon History of the Greek Revolution, Edinburgh and London,1832, Türklere Ölüm sloganının ardında yatan yaygın duyguyu tasvir edecek bir örnek W.Alison Philips'in The war of Greek Independence, 1821 to 1833 adlı New York 1897'de basılmış kitabında s.48'de bulunabilir:
...Nisan ayında ayaklanma genelleşmişti. Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmekte idi. "Hiçbir Türk kalmayacak Ne Mora'da, ne Dünyada!"; ağızdan ağıza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu. Mora'nın müslüman nüfusu 25.000 kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde kentlere kaçabilenler dışında bir tek müslüman bırakılmamıştı.
**) Hem Tevratın dolayısiyle yahudiliğin ve hıristiyanlığın hukuku hem de Kur'anın dolayısiyle islamın hukuku, savaşta tutsak edilmiş insanların köle olarak alınıp satılmasını bunlar üzerinde (koyun, keçi, vb. imişler gibi) mülkiyet hakkı kurulmasını tanır, yasal sayar. Roma hukukunda ve onun uzantısı Bizans hukukunda, Osmanlı hukukunda da durum böyle idi.
(5) Finlay s.201-203
(6) George Fİnlay, A history of Greece (H.F.Tozer'in yayınladığı) c.VI,Oxford 1877 s.119. Ayrıca Philips s.32-33
(7) Finlay 1877 basımı c.VI,s.116-121 ve Philips,s.32-35
(8) C.MWoodhouse, The Greek War of Independence: Its Historical Setting , London,1952 (yeni basım New York 1975), s.77 – Genellikle Türkler hakkında sempati gösterir gibi yorumlanacak herhangi bir şey söylemekten kaçınmak için nice sıkıntıya katlanan Woodhouse bile bunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.
(9) Philips.s.60-61
(10) Beşinci kol, 2.Dünya Savaşında Norveç’de Nazi Almanyasının işgalini kolaylaştıran yerli Nazi işbirlikçilerini kasdeden bir deyimdir.
(11) Osmanlı hükümeti, Yunanistanda gerçekleştirilen vahşete kendi vahşetiyle yanıt verdi. Rum Patrik’i ile diğer bazı kişiler İstanbul’da asıldılar ve Aydın Vilayeti ile Sakız Adasındaki ayaklanmalarda Rum/Yunan halk kıyımdan geçirildi.
(12) Müslümanlardan ölenlerin sayısına ilişkin hesaplamalar genellikle 25.000 dolaylarındadır; ancak , nüfus kütüğü kayıtlarının (o dönemde) yokluğu karşısında (hemen hemen tümünün öldürüldüğü biliniyor olsa dahi, yerleşim birimlerindeki Müslüman nüfusun sayısını saptamak mümkün olmadığından) sayının doğrusu nedir konusunda hiç kimse, vardığı sonuca kesin güven duyamaz. Yukarıda anlatıldığı biçimde yapılmış kıyımlarla ilgili olarak (çeşitli kitaplarda) aktarılmış bilgilerin okunması, ölümlerin ne kadar büyük ölçüye ulaştığını gösteriyor. Örneğin Finlay’in 1877 basımından alınmış olan, biraz sonra aktaracağımız seçilmiş bölümler, üstelik kıyımların hepsini listeliyor olmaksızın, şu bilgileri veriyor:
26 Marttan 11 Nisan 1821’e kadar 10-15.000 müslüman göz kırpmadan öldürülmüştür. (s.152) ; bunu Missolonghi’dekilerin 22’si dışında tümünün (s.163), Vrakhori’de 500 ailenin (s.165), Navarino’daki erkeklerin, kadınların ve çocukların hemen hemen hepsinin (s.215), Tripolitza’da 2.000’den fazla kişinin (s.219) kıyımdan geçirilmesi vb. izledi.
Douglas Dakin (The Greek Struggle for Independence, 1821-33, London 1973 . s.59) ; “40.000 Türkten 15.000’i can verdi” diyor ama bu kadar çok sayıda (yani 40.000 kişiden geri kalan 25.000’inin) nasıl olup da kurtulabildiği hakkında hiçbir dayanak göstermiyor; oysa daha önce yayınlanmış bilgi kaynakları pek az kişinin kurtulabildiğini belirtmektedir. Dakin kitabının her yerinde Yunanlılardan ölenlerin sayısını şişirip Türklerden ölenlerin sayısını az gösterir.
(13) 1922’de demeliydi. Kurtuluş Savaşındaki silahlı çatışmalar son Yunan birliklerinin 17.09.1922’de Bandırma’dan gemilere binip Anadolu’dan ayrılmasıyla noktalanmış; bunun bir hukuk metnine bağlanması, 11.10.1922’de Mudanya’da imzalanan, çatışmaya son verme andlaşmasıyla gerçekleşmişti. Yazar, anlaşıldığında göre , Lausanne Barış Andlaşmasının 24.07.1923’de imzalanmasını göz önünde tutuyor; ama silahlı çatışma o gğne dek sürmüş değildi. ÇN.
(14) Bu konuda değerli bir kaynak Herkül Millas, Yunan Ulusunun Doğuşu, Yüksek Lisans Tezi, iletişim yayınları,İstanbul,1994
TÜM GERÇEKLERİ AÇIKLAMAMIZI MI İSTİYORSUNUZ
AÇIKLAYALIM..HALKIMIZIN ÇEKTİĞİ ACILARI AÇIKLAYALIM,
PEKİ O ZAMAN BİZİM ÇOCUKLARIMIZ
BİR RUM VEYA ERMENİ ÇOCUĞU İLE ARKADAŞLIK KURABİLİR Mİ?
BİZ KİN BESLEMİYORUZ ,
AMA ATALARIMIZA İFTİRA ATILIRSA,
O ZAMAN SONUÇLARINA KATLANIRSINIZ...
KURTULUŞ SAVAŞINDAN 2 SENE SONRA
ATATÜRK DÜŞÜNCELİ,
SORARLAR "NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ PAŞAM?"
"YUNANLILAR İLE TEKRAR NASIL DOSTLUK KURABİLİRİZ?"
BİZ BÖYLE BİR GELENEKTEN GELİYORUZ
ONUR ÖYMEN
EMEKLİ BÜYÜKELÇİ VE ESKİ MİLLETVEKİLİ
YUNANLILARIN ANADOLU AYAĞINDAKİ
TÜRK KIYIMLARINI DA UNUTMADIK
Death and Exile - Justin McCarthy
Professor of History at the University of Louisville in the USA and a specialist of
late Ottoman historical demography
Starting with the Greek War of Independence in 1821 and finishing with the Turco-Greek War of 1920-22, this book is a gloomy chronicle of misery which can be best summarised by a table which appears in the book (p. 339) listing the mortality and migration of Muslims in various wars which took place in that 100-year span. The book covers the Turco-Russian war of 1828-29, the expulsion of the Nogay Tatars from the Crimea in the late 1850s, that of the Circassian tribes from the Caucasus in 1863-65, the Turco-Russian war of 1877-78, the Balkan Wars in 1912-13, World War One and the Turco-Greek war of 1920-1922. Over five million people were killed and another five million were uprooted and forced to migrate. The author relied mainly on Western consular reports, eye witness accounts by foreign observers on the spot and secondary sources; he was unable to tap the resources of the Ottoman Archives but it is unlikely that these would reveal much that is new.