Translate

18 Ağustos 2018 Cumartesi

TÜRKÇE



Cengiz Özakıncı'dan (1992 yılına ait bir makalesi)
TDK BAŞKANI Prof. Dr. HASAN EREN'E 


ATATÜRK dedi ki:
"Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız."


Turgut Özal dedi ki:
"Dilimizde Arapça "muallim" varken niçin Türkçe "öğretmen"! kullanalım?"


Süleyman Demirel dedi ki:
"Öztürkçe işinde aşırıya gitmeyin! 
(Yani, demek istiyor ki; Türkçe "bunun üzerine" demek yerine Arapça "binaenaleyh" dersek, 
Adriyatik'ten Çin Denizi'ne dek bütün Türkler anlar...)"


Zülfü Livaneli dedi ki:
"Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak imkânsızdır; teslim olalım."


T.D.K. Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren dedi ki:
"Her ulusun dilinde bizim dilimizdeki kadar yabancı kelime var. Bunu "karşılıklı alışveriş" sayıp böylece kabul etmek gerekir. Türkçeleştirmede aşırıya gitmeyin."



Son bir iki yıldır, etkili ya da yetkili kimi "önemli" yurttaşlarımız, sanki son yıllarda Öztürkçeciler gemi azıya almışlar gibi, bunu önlemeye çalışmaktalar!!! Son on yıldır, Türk dili yabancı sözcükler yağmuru altında çıplak, korunmasız bırakılmış, önüne gelen bir yabancı sözcük getirip dilimize sokuşturmaya çabalarken; neredeyse bağlaçları bile yabancı dillerden alıp Türk diline yedirmeye çalışan ulusuna yabancılaşmış aydınlar, basın yayında Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğuna her gün biraz daha sokma yarışına girmişken; üstelik ortalıkta buna karşı çıkan da pek görülmezken; kalkıp "Öztürkçeciler aşırıya gitmesinler!diye bağırmak, nedir?

Türkçeyi Amerikan vurgusuyla, Amerika"lı ağzıyla konuşan FM'ler sardı dört bir yanımızı. Şimdi "dört yanımız puşt zulası" diyen ozanı, Ahmet Arifi nasıl anımsamayalım biz?

Türk Dil Kurumu'nun kuruluş amacı belli: Türk dilini geliştirmek, yabancı diller boyunduruğundan kurtarmak için çalışmak... Kuruluş amacı bu olan bir Türk Dil Kurumu'nun başkanı, şimdi kalkmış; "Türkçeye giren yabancı kelimeleri karşılıklı alış veriş olarak görüp dilimizde bırakalım, Türkçe karşılık aramayalım," diyor: Bu Türk Dil Kurumu Başkanı'na soruyorum: Öyleyse Türk Dil Kur'umu'na ne gerek var? Kapatalım gitsin! Türk Dil Kurumu dilimize sokulan yabancı sözcüklerle savaşmayacak ise. onun Kurum olarak varlığının ne gereği kalır?

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren, 25 Ağustos 1992 günlü Milliyet'te yayımlanan demecinde şunları söylüyor:

"Türkçede de diğer dillerde olduğu gibi yabancı kelimeler vardır. Bunlardan kurtulmanın imkânı yoktur. Bu durum karşılıklı alış veriş olarak değerlendirilmelidir, (boyunduruk ilişkisi olarak değil — eb)"

Ne ilginçtir ki, bu sözleri T.D.K. Başkanı'ndan çok kısa süre önce Zülfü Livaneli'den duymuştuk.

Yanlış şuradadır: Yabancı ulusların dilleri, başka ulusların dilleri ile "boyunduruk ilişkisi"nde olmayıp, "karşılıklı alış veriş ilişkisi" durumundadır. Ancak Türk dili, öteki dillerle olağan bir "karşılıklı alış veriş" içerisinde olmayıp, yabancı dillerin boyunduruğu altına sokulmuş durumdadır. Bu şuna benzer: Amerika'nın İngiltere ile ilişkisi, "boyunduruk ilişkisi" niteliği taşımaz, "karşılıklı alış veriş" niteliği taşır. Ancak Amerika'nın Türkiye ile ilişkisi bir "yarı sömürge" ile "sömürgeci" arasındaki ilişki niteliğindedir; yani "karşılıklı alış veriş" değil "boyunduruk" söz konusudur. Türk dili de tıpkı bunun gibi yabancı dillerin boyunduruğu altında olduğu için, bu durumu bir "karşılıklı alış veriş ilişkisi" saymanın olanağı yoktur.


Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren diyor ki:
"Yabancı dillerden arınmış bir Türkçenin oluşturulması sırasında ilginç olaylar yaşandı. Öztürkçe sanılan bazı kelimeler yabancı menşeli çıktı. Mesela "hudud" kelimesini bilirsiniz; onu attık Arapçadır diye, "sınır" kelimesini Türkçe sanarak aldık, bu da Rumca çıktı."

Ne ilginçtir ki, bu türden kandırıcı tuzak örnekler TDK Başkanı'nın bu demecinden kısa süre önce yine Zülfü Livaneli'nin Sabah'ta yayımlanan "The Türkçe" başlıklı köşe yazılarında bol bol karşımıza çıkmıştı.

İmdi, toplumun dilinde bilinir, kullanılır, herkesçe anlaşılır bir Öztürkçe sözcük olan "köken" varken; bir Türk Dil Kurumu Başkanı'nın, verdiği demeçlerde Öztürkçe "köken" demeyip, bunun yerine herkesçe bilinmeyen Arapça "menşe" sözcüğünü kullanarak, bunu diriltmeye çalışması; Türkçe "olanak" sözcüğü artık herkesce kullanılıp dururken, bunun yerine kalkıp Arapça "imkân"ı yeğlemesi; Türkçe "sözcük" bilinip kullanılırken, bunun yerine Arapça "kelime"yi yaşatmaya çalışması; onun şu an başkanı bulunduğu Türk Dil Kurumu'nun kuruluş amaçlarına, tüzüğüne ne denli kökten aykırı bir çalışma içerisinde olduğunu apaçık gözler önüne sermektedir. Prof. Dr. Hasan Eren, dilimize yerli "örnek" sözcüğü artık yerleşmişken, demecinde bunu kullanmayıp Arapça "mesela" diyor; "Hudud kelimesini bilirsiniz, onu attık Arapçadır diye, sınır kelimesini Türkçe sanarak aldık, bu da Rumca çıktı..."


Bir dilcinin, bir Türk Dil Kurumu Başkam'nın ağzına hiç yakışmayacak denli bayağı yanlışlardır bunlar. Çünkü "sınır" sözcüğü dil devrimcilerinin çabalarıyla dilimize Dil Devrimi ile 1930'lardan sonra sokulmuş bir sözcük değildir. Tersine, "sınır" sözcüğü, Dil Devrimi'nden yüz yıllarca önce, Osmanlı kadılarının kullandıkları bir yasa deyimi olarak, Osmanlı'nın dilinde vardı. Sığırtmaçların sürüleri otlatırken başkalarının çayırına girmesini önlemek üzere, kişilere hangi otlağın kendilerinin olduğunu gösterir birer yasal belge verilirdi. Bunun adı Osmanlı yasalarında "Sınır-name"ydi. Demek ki "sınır" sözcüğü Osmanlı köylüsünün, sığırtmacının dilinde, Dil Devrimi'nden yüz yıllarca önce var bulunuyordu. Öyleyse, ne demeye şimdiki Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr, Hasan Eren; "Sınır sözcüğü dil devrimcilerinin yanlışı sonucu dilimize sokulmuş bir Rumca kökenli sözcüktür," gibi apaçık yanlış demeçler veriyor? Yoksa Türk Dil Kurumu'nun amacı, tüzüğü değiştirildi de; "Türk Dil Kurumu Dil Devrimi'ni suçlamak için dil devrimcilerine işlemedikleri suçlan giydirir," diye gizli bir amaç mı benimsendi?

Toplumumuz, çoğu bilimsel uzmanlık gerektiren alanlarda, "kifayetsiz muhteris'lerce yönetiliyor; eşdeyişle yetersiz, yeteneksiz kösnükler...


Cengiz Özakıncı
Kitap Gazetesi, 1 Kasım 1992, Sayı 14, s. 12
"Dil ve Din" kitabından




Benim yedi dil bilen hocam: Prof. Dr. Hasan Eren *
Kemal Ateş

Prof. Hasan Eren’le ilgili sağlığında da yazdım; uzunca öyküsünü Küskün Fotoğraflar kitabımda bulabilirsiniz. Bir dil bilenlerin bile parmakla gösterildiği yıllarda onun yedi dil bildiği konuşuluyordu. Macarca, Rusça, Almanca, daha bir sürü dil... Efsane hocalar arasına girmesinin önemli nedenlerindendir bunca dil bilmesi. Çok niyetlendiyse de, kimlerin kimlerin dekan olduğu DTCF’ye dekan olamadı, ama bazı yıllar üç bölümün birden başkanlığını yürüttü. Prof. Gündüz Akıncı aramızdan erken ayrılınca yanında yüksek lisans yapabileceğim öğretim üyesi olarak bir tek onu yakın bulmuştum kendime. Severdim, sayardım... Öyleyken zaman zaman şaşırtmıştır bizi, hem de çok... Brüksel Üniversitesi’ne okutman olarak gidecektim, doktora da yapacaktım, sınava girmem için izin vermişti, nerdeyse pasaport işlemlerine başlayacakken, 12 Eylül günlerinde işime birileri çomak sokmuştu; sonra kimi gizli yazışmaları görünce, H. Eren’in de işin içinde olduğunu anlamıştım. Bu kişisel öyküyü, kişisel öfkemi bir yana bırakıyorum.


AYRI YAZ RAHAT ET DEDİ AMA

Bu yedi dil bilen dilcinin imlamızı karıştıran uzman olacağı doğrusu aklımdan bile geçmezdi, ama bunun ilk işaretlerini yakından görenlerdenim. Yazdığım bir ders kitabını fakültenin yayımlaması için hocamızın incelemesi gerekiyordu. Dosyamı epey bekletti, aylarca... Nerdeyse unuttuğum bir sırada okuduğunu öğrendim, odasına girdim. Hasan Bey’in bir dosyanın tamamını okuması beklenemezdi, önemli bir bölümünü (!), sanırım dörtte birini okumuş, bazı sözcükleri çizmişti. “İlkokul”, “önsöz” gibi sözcüklerin altı çizilmiş. Nedenini sordum, “Ayrı yaz!” dedi. “Efendim, TDK kılavuzu bitişik yazıyor,” dedim, “Bırak o kargayı!” dedi. “Ayrı yaz, rahat et!” Böyle de bir sloganı vardı. “Hocam; anneanneyi, gecekonduyu ayrı mı yazacağız?” Yanıtı çok hoş: “Ayrı yaz, rahat et!”


BÖLÜCÜLÜK RAHAT ETTİRMİYOR

Dosyamı alıp şaşkın çıktım odasından. İnanamadığım bu yazım anlayışını ille birine anlatacağım, Prof. Canpolat’a uğradım, şaşkınlığımı anlattım. “Haa, hocanın TDK’ye kabul ettiremediği hazır bir kılavuzu var, o bütün bileşikleri ayırıyor,” dedi. Aradan bir yıl geçti, 12 Eylül darbesinin ardından H. Eren TDK’ye tepeden inme başkan oldu, vaktiyle kabul ettiremediği kılavuzunu TDK kılavuzu olarak sundu. O kılavuzla birçok şeyi değiştirmek istiyordu, değiştireceğini sanıyordu:

1) İlkokul, ortaokul, babaanne vb. aklınıza ne gelirse ayıracaksınız. 2) “Mesut”, “neşe” diye yazdığımız sözcüklerdeki ayın vurgulanacak; mes’ut, neş’e diye yazacaktık. 3) “Dersane”, “dershane” olmuş; “uluslararası” ayrılmıştı. 4) “Kenan Paşa’nın” derken kesme koymayacaktık. 5) Plan, reklam, ahlak gibi sözcükler de düzeltme imiyle yazılacaktı. Özellikle bütün bileşik sözcükleri ayırması yazımda büyük bir kargaşa yarattı, çok tepki gördü, Mümtaz Soysal’ın “Bölücüler” diye bir yazısını anımsıyorum. Yasalarla zorlanan okullar bile hocanın kurallarına uymadı... “Ayrı yaz rahat et” sloganı yüzünden H. Eren başkanlık koltuğunda hiç de rahat edemedi, sonunda ayrıldı. Yerine gelenler onun yarattığı kargaşayı birden değil, yavaş yavaş düzeltmeye çalıştılar. Her yıl bir kural değiştirerek bizi bıktırdılar, imladan soğuttular.


BİR İLAN PARASINA SATILAN AYDINLAR

Hocamız 27 Mayıs ihtilalinden sonra 147’likler arasına girmiş, üniversiteden atılmıştı. Yassıada’da sanık değil, tanık olarak dinlediler onu. Neşter ve Madalya romanım için Menderes’in fedaisi Gazi Avşar’ı araştırırken, Yassıada tutanaklarında H. Eren’in ifadesine de rastladım. Yargılama sırasında savcıdan öyle bir laf işitir ki, yenir yutulur gibi değil. Emin Bilgiç’le birlikte verdikleri ifadeden, yeni çıkaracakları dergiye ilan parası almak için Vatan Cephesi’ne girdikleri anlaşılınca, savcı yüzüne karşı şöyle der: “Böyle ahlak ve nizamdan bahsederler, sonra da kendilerini bir ilana satarlar!” H. Eren için ağır bir söz. 27 Mayısçılar ona zarar verdi, bana sorarsanız onu başkan yapan 12 Eylülcüler daha büyük zarar verdiler.

* Prof.Dr.Hasan Eren (Türkolog!, 1919, Vidin, Bulgaristan - 2007 Ankara)







Cengiz Özakıncı
Dil ve Din

- .. Arap yazısının Türkleri birleştirdiği savını ortaya atıyorlar. İlginç, bu savı ortaya atan Turgut Akpınar, bir bilgin. Zeki Velidi Togan, bir bilgin. Bu bilginlerimiz çok ilginçtir ki 1986'dan önce değil, 1986'dan sonra, Sovyetler'de komünist yönetim çöktükten ve dünyayı yöneten dev güçlerin artık 1950 Rockefeller raporu uyarınca, Komünizm'i değil ulusçuluğu baş düşman görmeye başladıkları dönemde ve buna bağlı olarak Türkiye'de ulusçu yönetim değil Ilımcı İslamcı yönetim olsun dayatmaları gündeme getirildiği dönemde, Arap yazısının Türkleri birleştirdiği savıyla ortaya çıkıyorlar. Ortaya konulan bu yanlış savın, o dev güçlerin isterleriyle bağlantısı var. Çünkü o denli bilim dışı, öylesine saçma ki, böyle bir sav ancak karşı çıkılamayacak, kırılamayacak bir gücün dayatmasıyla ortaya atılabilir ve bu yüzden arkasında durulamaz niteliktedir bir bilgin açısından. Şimdi, "Arap yazısı Türkleri nasıl birleştirebilir?" diye sorduğumuz zaman... Buna benzer bir diğer görüş de şöyle: "Osmanlıca bütün Müslümanları birleştiriyordu. Osmanlı yazısı ve Osmanlı dili". Ciddi ciddi böyle bir sav da ortaya atıldı. Hem de yalnızca Osmanlıcı sağ kökenli aydınlarımız tarafından değil, kendilerini sol olarak tanımlayan kimi aydınlarımız tarafından ortaya atıldı bu sav... Bütün bunlar çok ilginç. Bu savları ortaya atanlar, hiç Osmanlı yazılı bir kitabı bir Araba verip "Oku bakalım şunu Arap kardeşim, okuyabiliyor musun görelim" dediler mi? Ben dedim. Osmanlı yazılı bir kitabı, "Nutuk"un Osmanlı yazlı ilk baskısını, Irak'lı bir Araba verdim: "Şunu bir okur musunuz?" dedim. Adam okuyamadı, "Bu necedir?" dedi. Osmanlı yazılı bir metni bir Suriyeli'ye versek, bir Mısırlı'ya versek, bir İranlı'ya versek, okuyamayacak. Şimdi "Arap yazısı Osmanlı yazısı birleştirici" diyorlar; hayır, adam hiç birşey anlamıyor Arap yazısıyla yazılmış Osmanlı metinlerinden....





ATATÜRK
"Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür.
Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir.
Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."




14 Ağustos 2018 Salı

Kim yoldu sizleri bu kadar hemşerim?..




"İnsan bu derece yoksul kalır mı? 
"Ne yükseği? Ne alıyorum ben?..."
____________________________


Sadullah'ın kızı Cemile ameliyat olmazsa ölecek, ama çok para ister hastane, çare arar Sadullah, milletvekiline gider, o da kartvizit verir, doktor indirim yapsın diye, ama işler istediği gibi gitmez, sonra tekrar çıkar milletvekilinin karşısına....


- Salondaki koltuklardan birine oturdu Sadullah. Bekledi biraz. Bekledi, nice sonra İçel milletvekili boynunda havluyla çıkıp geldi. «Bu sizin işlere çok üzülüyorum !» dedi. «Yani bilemiyorum ne olacaksınız böyle teker teker ... teker? O kadar çoksunuz ki! O kadar bitkinleşmiş ki hastalarınız! Sonra çok da yoksulsunuz canım! İnsan bu derece yoksul kalır mı? Kim yoldu sizleri bu kadar hemşerim? Yoksa dedikleri gibi, tembelliğinizden mi bunca yoksulluk? Çok zor sizin işler çooook! .. »

«Sağol, Allah razı olsun!» dedi Sadullah.

Salon bir tuhaf kokuyordu. Bayat sigara dumanı kokusuydu sanki. Her yere sinmişti.

«Böyle perakende, böyle teker teker değil de, toptan çözümlemeli sizin işleri! Ama ona da yüzyıl gerek. O yüzyıl gelesiye de senin kız dayanmaz. Neyse! Şimdi sadece seninkine bakalım. Bak, sana soı uyorum, şimdi bana açık açık söyle . Benden ne bekliyorsun? Nasıl yardım edebilirim sana? Erdoğan Beye gittin, 3.000'i yarıya indirtti. Şimdi ne bekliyorsun?»

«Valla Beyim, Allah seni vatana millete bağışlasın, bakan, başbakan etsin! Erdoğan Bey l.500'ünü kırdırdı, ama l.500'ünü gene istiyorlar. Ben de bulamıyorum. Ankara'nın ortasında, sanki derin bir denizdeyim, ne yapacağımı şaşırdım ...»

«Para mı istiyorsun benden?»

«Çok ayıp ama ... Yani bana bu parayı verirsen... Eylüle kalmadan ... Yani satar savar, üstünün fayızıyla ... Hatta vallahi alır gelir elimle teslim ederim! Nasolsa aylığın çok yüksek, Allah daha da yükseltsin ...»

Birden kızdı İçel milletvekili :

«Deme bunu! İşte bunu deme! Kes! Yani öyle sakat konuştun ki! Ne yükseği? Ne alıyorum ben? On iki bin dört yüz! Diyelim 13.000! Ay sonunda ne kalıyor elimde, biliyor musun? Hiç!» Ellerini birbirine çarpıp ayırdı İçel milletvekili. «Bir çay parası bile kalmıyor cebimde! Evet, yüksek, ama ona göre de giderim var! Vaşington Restoran'da bir porsiyon pirzola yiyorsun kırk elli kaat! üs+üne bir de İsletme Vergisi biniyor. Bir karın doyurayım diyorsun, doksandan yüzden aşşa düşmüyor! İki arkadaş alıp götürsen, üç kişi 300 kaat! İçki miçki de oluyor. Durum icabı. Bak mesela, Doktor Erdoğan Bey bir kart alıyor benden, üç bini, bin beş yüze indiriyor. Az değil: Yarı yarıya indirim! Nasıl oluyor bu? Böyle yedirip içirmelerle. Sen onu görüyorsun, o da seni görüyor! Milletvekilliğinin parası bol sanılır. İçyüzü bambaşkadır. Karşıdan kimse bilemez. Şimdi demek benden 1.500 istiyorsun? Vah vah vah! Yahu hiç insafın da yok! Beş yüz falan da değil, 1 .500! Yani bak, çok yaşlı, çok muhterem bir adamsın, belki Ulusal Savaş'a da girdin, hemşerim oluyorsun, Kargalı köyünü severim; böyle olmasa vallahi koğardım seni ! Haydi gene neyse, neyse! Bak ne diyorum: Gene iyilik beride kalsın, sana bir kart daha yazayım, vereyim eline, Doktor Erdoğan Beye bir daha git, biraz daha indirim yaptırsın. Hatta temelli parasız olsun. Millet yoksul olunca, milletvekilliği çok zorrr!» 

Masanın çekmecesini açtı, kart kutusunu aldı. Bir kart çekti, yazdı, imzaladı, verdi Sadullah'ın eline. Sadullah bakıyordu. İlle de para isteyen bir hali vardı.

«Bakma, hiç bakma yüzüme ! Bakmanın bir yararı yok! Bak hastam ağır diyorsun, bir an önce git, Erdoğan Beyi gör. Haydi, işin rasgider işallah! Kusura bakma...»

Kalkmaktan başka çare yoktu, kalktı Sadullah. Dolmuş durağına doğru yürüdü ağır ağır. «Şu Cemile var ya! Benim öz kızım! Taşıdım geldim sırtımda ta buralara! Vallaha gelirken; köyden susaya çıkarken, kamyon devrilip öleydi, bundan eyiydi!» dedi. «Ay benim gözel Allahım!» dedi sonra. «Sen de bizi unuttun! İ:Iele beni temelli unuttun ay kara gözlüm!» dedi. «Bugünece hiçbir dediğinden şaşmadım. Hiçbir emrine karşı gelmedim. Hocanın bütün dediklerine uydum. Düzenli düzenli gittim camilere cumalara! Oruçları felfın hep düzenli tuttum. Yıldan yıla kurbanlarımı da kestim eyi kötü. Amma çok ağır hastalıklar verdin kızımın başına! Yoksulluğun da en beterini verdin! Şimdi tedavi için dönüp duruyorum Ankara' da! Görülmüyor işim. Dönüyorum boyuna. Kızılca kıyamet bir yangının içindeyim, güvenip adlarını çağırdıklarım sidiklerini bile esirgiyorlar! Senden başka kimseciği tanımıyorum! .. »

«Gene bir kart verdi! "Bir daha git, belki biraz daha tenzil eder, belki temelli bedavaya indirirler! " dedi. Gideceğim bakalım, bir umut! ..» ...

Bazen içinden bir ses, «Tut kendini Sadullah, yapma Allaşkına! Germe sinirlerini şunların! İşin görülsün! Bak yüzdün yüzdün burnuna getirdin, biraz daha sabırlı ol babam!» diyordu, ama sabredemiyordu, söylüyordu artık ...

«Yahu ne ala memleket!» Elazığ köylerinden Cevdet hatırladı. «Öküz bağıracakken kağnı bağırıyor!» Dedelerinin sözünü söyledi. Kalmıştı kafasının bir kıyısında.

«Ne öküzü, ne kağnısı Beyim! Yani insanı ağlatan nedir? İnsan neye cayırdar? Yani ben buraya hiç de keyfimden gelmiş değilim! Kızım ölümcül hasta, yatıyor handa! Almıyorsunuz hastahanaya! Soracak olursanız her yıl bir dünya vergiyi de veriyoruz gık demeden!»

«Haha haha!» Güldü Cevdet Bey. «Sizin köyün verdiği vergi, hurda bir memurun yıllık maaşına yetmez, anladın mı? Siz ne vergisi veriyorsunuz Allaşkına? Vergiyi biz veriyoruz asıl, biz! Yani, biziım maaşlardan tırak kesiyorlar ki, maaşımız kadar vergi...»

Biraz durup düşündü Sadullah:

«Yani çok yalvardım Allahıma ki, beni kurtar bunlardan; kurtarmadı! Vardır bir bildiği! Oğullarımı asker ettim. Kendim de bütün savaşlara girip çıktım. Devlete güvenerek buraya kadar geldim, hasta kızımın çaresine baksın tokdurlar dedim. Ama onların hepiciği benden para soruyor! İlk işleri para sormak; para para para! Devletimiz de maşşallah çok yokarlarda geziyor! Yapılarını felan epey böyük dikmiş ! Yollarını dersen asfalt kaymak! Cila sürüp her yakayı parlatmış! Haggaten çok gözel yapıları kapıları, yolları ! Fakat ... » ....


CAN PARASI
FAKİR BAYKURT

* Beyninde ur olan Cemile'ye ne mi oldu?.. Tahmin edebilirsiniz...



Kim yoldu sizleri bu kadar hemşerim?.. 
KİM?...