KARAKALPAKLILAR VE DOLUDİZGİN
.Salih Efe atını bir kere daha mahmuzladı. Hayvan ok gibi fırlayıp Akıncı Müfrezesi Kumandanı Yusuf Bey’in atına yetişti. Yusuf kalpağını kaşlarına çekmiş,gerilmiş yüzünü, şişkin göğsünü, rüzgara vermiş, atını koşturuyordu. Salih bağırdı:
“Bu gidişle ya öfkeden biz, ya yorgunluktan hayvanlarımız çatlayacak! Bu ne beladır Bey?”
Yusuf karşılık verdi:
“Bir bela ki sorma Salih…Yetişemiyoruz alçaklara…
Yakıyorlar,soyuyorlar,öldürüyorlar…”
“Erkeklik mi bu? Düpedüz kahpelik. Bir elime geçirmeyeyim hain sürüsünü…”
“Zaferimizin tadını, keyfini çıkaramadık be Efe. Anadolu yurdumuz yanıyor! Silahsız, müdafaasız analarımızı, babalarımızı, çocuklarımızı öldürüyorlar. Kızlarımızın , karılarımızın ırzına geçiyorlar. Deli olmak işten değil…İki gündür gördüklerimiz beni delirtecek…Dediğin gibi, öfkeden, hırsımdan neredeyse çatlayacağım…”
“Bu kadar çabuk nasıl kaçıyorlar Yusuf Bey ? Aklım almıyor…”
“Bunları yapanlar, çokluk cephe gerisindeki düşman askerleri. Aldığımız raporlardan anlaşılıyor ki, bunlar çok önceden tahrip taburları hazırlamışlar. Kumandanları planları hazırlamış. Kaçanlar, cephede bozulup kaçanlar da bunlara katıldı. Bozguna uğrayan Yunan ordusu, toptan eşkıya kesildi.”
“Kahrolasıca deyyuslar!”
“Kahrolmaya çoktan oldular ya…Daha bizim taarruzumuzun ikinci günü yenildiklerini anlayınca, hele biz Afyon’a girince Uşak’ı hemen yakmaya başlamışlar. Nasıl yetişirdik?”
Salih, tökezleyen hayvanın dizginlerini çekti.
“Şimdi ne yakaya gidiyoruz?
“Simav,Bigadiç üzerinden Balıkesir’i tutacağız. Oradan Akhisar’a dönüp, Manisa’ya geleceğiz. Aldığımız emir, bu yollar üzerinde dökülüp kalan düşmanların köylerimize, kasabalarımıza verecekleri zararın önüne geçmek. Tahripçileri yakalamak.”
“Öte yakalar ne olacak?”
“Cephe Kumandanlığı, dört bir yakaya bizim gibi akıncı müfrezeler çıkardı. Alaşehir, Salihli,Turgutlu, Manisa yoluna da süvarilerimiz düştüler. Arkadan piyademiz yetişiyor.”
“Desene Bey, bizden önce İzmir’e girecekler.”
“Girsinler Efe…İzmir’e girecek Türk ordusudur. Gireceklerin hepsi de Mehmet…Biz vazifemizi yapalım.”
“Haklısın Kumandanım. Şimdi memleket kazan biz kepçe… Düşman arıyoruz…”
Konuşurlarken, atlar biraz yavaşlar gibi olmuştu. Tekrar atları mahmuzladılar. Yusuf dönüp müfrezesine bir göz attı. Askerleri bir takım kadardı. Hepsi seçme biniciydi. Hepsinini yüzündeki zafer sevincine, yanan memleketin üzüntüsü karışmıştı. Hırsla, inatla at koşturuyorlardı. Müfrezenin başında Sökeli Mehmet, bu sefer bir hafif makineli tüfeği çaprazlama omzuna asmış, kalpağını kaşına yıkmış, göğsünü ileri, rüzgara vermiş, at koşturuyordu.
Dudaklarında yurdun dağını ,taşını,yeşil yapraklı ağaçlarını kucaklayan bir gülümseme vardı.
Yol dar, iki yakası ağaçlıktı. Sol tarafı yolun küçük küçük tarlalarla kuşatılmıştı. Sağ yakası bayırdı. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Yusuf atını durdurdu. Arkasından gelen müfreze de durdu. Salih yaklaştı kumandana. Yusuf başı ile sol cebini işaret etti:
“Şu cebimdeki haritayı çıkarıver Efe…”
Salih atından yere atladı. Yusuf’un boşta sallanmasın diye yenini soktuğu cebine elini attı. Haritayı çıkarıp açtı. Yusuf biraz eğilip, atını zapt ederek haritaya bir göz attı:
“Bu dağ yolunu tutacağız” dedi. “Tepenin ardında bir köy olacak. Köye bir göz atalım.”
Tepeyi tuttukları zaman, aşağıya doğru açılan geniş bir vadi gördüler. Vadinin karşısında kavaklarla, ulu çınarlarla çevrili bir düzlükten yer yer duman tütüyordu. Ağaçların arasında köyün evleri kara kara görünüyordu. Mehmet :
“Alçaklar, burayı da yakmışlar !” dedi. Salih söylendi:
“Sabahtan beri bu dördüncü köy…Ne iştir be yahu!”
Yusuf atını mahmuzladı. Müfreze yayıldı. Ağır ağır köye yaklaştılar. Sonra köye girdiler. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Ahşap, kerpiç evlerin hemen hepsi yanmıştı. Ateş yer yer, evlere yakın yaş ağaçları bile yakmıştı. Köyün içi is kokuyordu; kan kokuyordu ; ölüm kokuyordu.
Müfreze, etrafı tarayarak köyün meydanına doğru geldi. Meydanda iki ulu çınar vardı. Çınarların arasında bir çeşme durmadan akıyordu. Yusuf atından indi. Bir nefer de atından atlayıp koştu, kumandanın atını aldı. Attan inenler, iki yakalarına bakınıyorlardı.
Salih:
“Allah Allah, köylüler nerede ? diye söylendi. Yusuf birdenbire çeşmenin sağındaki çınarın gövdesine arkasını dayamış, diz çöküp ayaklarını altına almış, gözlerini ilerideki dereye dikmiş, kıpırdamadan oturan bir ihtiyar kadını görüverdi.Kadına doğru yürüdü. Bütün müfreze de ardından geldi. Kadın gelenlerin farkında değildi sanki. Durmadan bir noktaya bakıyordu.
Yusuf önüne çömeldi :
“Nine ! Biz geldik…” dedi. Kadın bir an durakladı. Gözlerini, kupkuru gözlerini kırpıştırdı. Yusuf’un yüzüne baktı baktı da, kendisini koyuverdi. İki gözü bir anda çeşme olmuş, yaşlar yanaklarına akıyordu. Kollarını açabildiği kadar açtı. Sonra Yusuf’un boynuna doladı:
“Oğlum ! Oğlum! Hoş geldiniz oğullarım !” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaşlı yanaklarını Yusuf’un yanaklarına dayadı. Yusuf’un yanağından, alnından öptü. Salih’in bu gibi işlere pek yüzü yoktu. Önce arkasını döndü, gözünün yaşını sildi. Sonra neferlere bağırmaya , kumanda vermeye girişti ;
“Hayvanları gezdirin soluk alsınlar !Etrafa nöbetçiler çıksın”
Yusuf, tek kolu ile ihtiyar nineyi kucakladı, göğsünün üstünde sıktı.
Kadının heyecanı yatışınca sordu :
“Köylü ne oldu ? Neredeler?”
“Kaçabilenler, dağlara kaçtılar. Kaçamayanları gavur önüne katıp götürdü. Dün gece, bize etmediklerini bırakmadılar. Köyümüzü ateşe verirken…Nasıl, nasıl diyeyim oğul ? Bir sürü eza, cefa ettiler…Benim şuracıkta arkama dipçikle vurdu biri…Öldü sandı bıraktı. Benim ihtiyarı şu dereye doğru sürüdüler, öteki erkeklerle…Hepsi ihtiyarlardı. Kadınları, kızları kurtarmak için gavurun önüne geçmek istedilerdi.Bilmem ki ne oldular gayri…”
Yusuf, ihtiyarı teselli etmek için bir zaman dil döktü. Sonra doğrulup kalktı:
“Hadyi nine, seni evine götüreyim” dedi.
Kadın gözünü ilerdeki dereden ayıramıyordu.
“Dizlerimin bağı çözüldü, akşamdan beri kıpırdanamıyorum. Kalkabilsem, şu derenin içinde benim koca adamı arayacağım. Ne oldu kaldı bilmem ki…”
Yusuf, ihtiyar kadının ne demek istediğini çok iyi anlıyordu:
“Biz etrafı ararız…” diye döndü, çeşmenin başında su içen, yüzünü yıkayan, matarasını dolduran askerlere baktı.
“Mehmet Çavuş !” diye seslendi. Mehmet fırladı.
“Buyur Kumandanım !” karşılığını vererek Yusuf’un karşısına dikildi, emir bekledi.
“Boydan boya karşıki derenin içinde bir dolanın bakalım. Dikkatli olun, gizlenmiş düşman olabilir.”
Asker köyün etrafına yayıldı. Ne aradıklarını biliyorlardı. Çok geçmeden Mehmet, beraber gittiği dört neferi dere içinde bırakıp döndü geldi. Yüzü sapsarı kesilmiş, gözleri yaşlı yaşlıydı. Yusuf çeşmenin taşına oturmuş, dudaklarının arasına koyduğu bir cıgarayı, yakmaya uğraşıyordu. Başka zamanlarda bu işi kolaylıkla yapıyordu: Tek eli ile kibrit yakmaya alışmıştı. Fakat şu sıra çok sinirliydi. İr türlü iki dizinin arasına sıkıştırdığı kibrit kutusuna sürtüp, çöpünü ateşleyemiyordu. Mehmet geldi. Kumandanın cıgarasını yaktı. Yusuf cıgarasından bir nefes çektikten sonra onun yüzüne baktı. Mehmet dişlerini sıkıyordu.
Yusuf tok bir sesle sordu.
“Derenin içinde çok mu ölü var Mehmet?”
“Çok Kumandanım”
“İşkence etmişler mi?”
Mehmet yutkundu:
“Kadınlara, kızlara çok eziyet ettikleri anlaşılıyor. Hele bir genç kadının boğazında altın varmış herhalde. Onu almak için, koparırken boğmuşlar…İki kızın elbiselerini parça parça etmişler. Zavallıları kan revan içinde bırakmışlar. Üryan yatıyorlardı. Arkadaşlar yeşil yapraklı dallar kesip üstlerine örtüyorlar.”
Yusuf cıgarasını birden yere atıp ayağa kalktı. Yüzü simsiyah olmuştu:
“Ne duruyoruz Mehmet” diye bağırdı. “Çabuk müfrezeyi topla. Şu canilerden bir kaçını olsun suçüstü yakalayalım. Bu ne vicdansızlık, alçaklıktır !”
Atların terleri kurumuştu. Nöbette vazifede olmayan neferler, kuru ekmek yiyorlardı. Mehmet onlara doğru yürürken, köyün öte başından Salih, arkasında on beş, yirmi kadar kadınlı çocuklu köylü ile göründü. Kadınların arasında yaşlı erkekler vardı. Salih kucağında iki yaşlarında bir kız almıştı. Beş yaşında bir erkek çocuğunun da elinden tutmuştu. Kafile yaklaştı. Köylülerin bitkin , perişan halleri, korkulu yüzleri, çeşmenin başında hareketsiz onlara bakan Binbaşı Yusuf’u görünce, birden değişiverdi. Koştular, kollarını açarak sevinç çığlıkları kopararak koşuştular. Çocuklar ellerine sarıldı. İhtiyarlar, kadınlar boynuna sarıldı. Salih:
“Dağlara kaçanlar, bizim geldiğimizi yukarıdan görmüşler. Hepsi geliyorlar” dedi.
Yusuf sordu:
“Köyün muhtarı, imamı nerede ?”
Bir ihtiyar adam ileri çıktı:
“Muhtar benim Kumandan Beyim. İmam da neredeyse gelir.”
“Derenin içinde şehitler var. Onları gömün. Bizim duracak vaktimiz yok.Öteki Köylere yetişelim.”
İhtiyar nine, oturduğu yerde durmadan ağlamaya başlamıştı şimdi. Kadınlardan birkaçı onun yanına vardı. Öteki köylünün birdenbire sevinci siliniverdi yüzlerinden. Ağır ağır dereye doğru yürümeye başladılar.
Yusuf bir an Salih’in yüzüne baktı. Bir adım köylünün ardından atmak, gitmek istedi. Sonra vazgeçti, Salih:
“Köylü, şehitlerin icabına bakar Bey, biz buralarda pek durmayalım…” dedi. Bir nefer kumandanın atını çekti önüne. Müfreze atlandı. Rüzgar gibi köyden çıktılar.
Yusuf hem atını koşturuyor, hem söyleniyordu kendi kendine:
“İnsanlığını unutmuş bu alçaklar. Allahım, sen bize insanlığımızı unutturma…Sen aklımı fikrimi muhafaza et!”
Yaşlı gözlerinin önünde bir sürü hatıralar uçuşuyor, üç yıl önce İzmir’e giren, Manisa’ya giren düşmanın yaptıkları aklına geliyor, kayıp anası,babası,feci şekilde ölen kız kardeşinin ince yüzü ta ufuklarda uçuşuyordu.
Yaşlı gözlerle durmadan atını mahmuzluyordu Yusuf.
Bölüm ÜÇ
...
Yusuf’un akıncı müfrezesi toza,toprağa ,tere batmıştı. Hayvanları bitkindi. Geçtikleri, girdikleri köylerde taş taş üzerinde bulamıyorlardı. Nasılsa düşmanın zulmünden kurtulmuş, düşmanın yakmaya, yıkmaya, öldürmeye fırsat bulamadığı bir iki köye de rastladılar. Bütün köylü sevinç gözyaşları içinde müfrezeyi karşıladı. Askerin karnını doyurdu, ağırladı.
Bu köyler anayollardan uzakça köylerdi. Fakat kaçan düşman sürülerinin geçtiği yerler, çekirge sürülerinin geçtiği tarlalara dönüyordu. Sivil halk dağlara kaçışıyordu, kaçamayanların sonunu görmek, insanın aklını durduruyordu. Bazı da halk ölmemek için, namusu için düşmanla dövüşüyordu.
Akıncı müfrezesi 3 Eylül günü ,akşama doğru bir köye geldi. Köy yanmış, tütüyordu. Yusuf köyün ortalık yerinde, genişçe meydanında atının gemine asıldı. Müfreze de yere atladı. Hayretle yerdeki ölülere baktılar. Sırayla beş altı Yunan askeri yerde yatıyordu. Kimisinin başına kürekle vurulup yıkılmış, kimisi basbayağı odun darbeleriyle öldürülmüştü. Hepsi arka üstü çevrilmiş, ağızlarına birer ölü tavuk, olduğu gibi zorla sokulmuştu. Tavukların başları ölülerin ağzındaydı. İkisinin gözlerinin üstüne birer yumurta konmuştu.
Salih:
“Bu da ne demek ola?” diye şaşkın şaşkın Yusuf ‘un yüzüne baktı.
Yusuf karşılık vermeye vakit bulamadı. Yanmış bir evin yıkık duvarı ardından, sekiz on kişi birden ortaya çıkıverdi. Hepsi de kadındı: Kimisi genç kimisi yaşlı. Hepsinin elinde çapa, kürek, odun vardı. Sanki birisi alacakmış gibi sıkı sıkı bu araçları tutuyorlardı. Kadınların yüzünde ne sevinç, ne keder, ne de korku izi görünüyordu. Geldiler, geldiler, Yusuf’un önünde, müfrezenin önünde durdular. Hallerinden anlaşılıyordu ki, biraz önce geçirdikleri büyük korkunun, amansız bir dövüşün heyecanını üstlerinden daha atamamışlardı. Genç bir kadın ötekilerin arasından biraz öne çıktı. Gözlerinin içinde bir ışık yandı.
Tok bir sesle:
“Hoş geldiniz kardeşlerim !” dedi.
Onun ardından bir yaşlı kadın:
“Hoş geldiniz oğullarım, aslan oğullarım!” diye gözyaşlarını tutamadı.
Müfreze hala şaşkındı, öteden yalınayak, başı kabak, elinde sıkı sıkı bir odun parçası tutan, yanık yüzlü genç bir kadın anlattı.
Parmağı ile düşman ölülerini gösterdi:
“Bunlar, her şeyimizi aldılar. Babalarımızı, kardeşlerimizi öldürdüler. Sağ kalanları sürüp götürdüler. Köyde ekmek, aş bırakmadılar…Bütün tavuklarımızı, yumurtalarımızı bile yediler, yediler…Gözleri, boğazları doysun diye, son kalan tavukları da kesip biz ağızlarına soktuk. Bir hücum ettik ki can acısıyla, bize kurşun bile atamadılar. Hepsi köyden kaçarken, bunları kaçırmadık. Biz vurduk, öldürdük şu küreklerle, şu sopalarla…İyi etmedik mi? İstemediler mi?”
Aldı sözü başka bir kadın:
“Gel Kumandan Beyim, köyün mezarlığını; kapısı önünde yığılıp kaldı bizim canlar gör. Canımızı koparıp öldürdükleri bizim ölüleri gör. Nah şurada, şuracıkta bütün köy ölü yatıyor. Mitralyözle biçtiler bütün köylüyü…On beş yaşındaki Fadime kızın kollarını ayaklarını askerleri tuttu, kumandaları gözümüzün önünde ırzına geçti. İnsanlıktan çıkmış gavur, delirmiş bu alçaklar, kudurmuşlar.! Ayşe kız,siz gelmeden az önce kendini kuyuya atmış. Kurtaramadık. Biz bu heriflerle burada uğraşıyorduk, örtüsünü kuyunun başında bulduk. Delilere dönmüştük, ellerinden kurtulup kaçarken, Ayşe’ye eza ederlerken, bir kısmı da süngüyle bizim önümüzde dikiliyordu.
Nasıl anlatalım bilmem ki… Ne söyleyeyim bilmem ki...”
Kadın birdenbire yerlere kapanıp, çırpına çırpına ağlamaya başladı. Aklını kaçırmışçasına bağırıyordu.
“Ayşe benim kızımdı Kumandan Beyim,Yavrumdu..!”
Yusuf hemen kadıncağızın yanına vardı. Onu kollarının arasına almak istemişti. Kadın şimdi kaskatı kesilmişti. Bütün kadınlar şimdi ağlaşıyordu. Salih Efe bir birine, bir ötekine koşuyor; kimine kızım, kimine bacım diye dil döküyordu. Mehmet, askerler şaşırmışlar, köylüyü onlar da teselliye çalışıyorlardı. Bir kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu artık.
Gerilen sinirleri çözülüvermişti hepsinin. Sabırlarını, tahammüllerini yitirmişlerdi:
“Bu ırz, namus düşmanlarına yaptığımız kusur mu Kumandanım ?”
Yerdeki düşman ölülerini gösteriyordu.
“İyi etmişsiniz alçaklara…Az bile etmişsiniz !” diye kadını yatıştırdı…
Şehitleri gömüp yola koyuldular. Artık Yusuf ve askerleri bir köyden diğer bir köye koşuşturmaktan bitkin düşmüşlerdi.
Gördüklerinden ,duyduklarından deli divane oluyorlardı.
5 Eylül sabahı bir köye daha girdiler: Yusuf, müfrezesindeki askerlerini yatıştırmak, teselli etmek için:
“Ne de olsa, ne olursa olsun, memleketi düşmandan köy köy temizliyoruz…”demişti.
Fakat bu eylül sabahının ince sisleri içinde, daha yapraklarını dökmeyen ağaçların arasındaki bu köye varırken, yürekleri büsbütün burkuldu. Yeşil yaprakların arasında köy, simsiyah bir kömür yığını halinde görünüyordu. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Köyün sokaklarına girdiler. İlk bakışta halkın, öteki köylerde olduğu gibi dağlara kaçtığı sanıldı. Ama çok geçmeden yolun ortasında yüzükoyun kapanmış kalmış on yaşlarında bir oğlanın ölüsü önünde müfreze durdu.
Çocuğun saçı başı kan içindeydi. Başından hala kan sızıyordu.
Mehmet atından atlayıp, çocuğu kucakladı, kenara götürüp koydu.
Yusuf sordu:
“Çocuk sağ mı Mehmet ?”
“Allah rahmet eyleye; öldü Kumandanım !”
Yusuf üzengilerinin üstünde doğruluverdi:
“Arkadaşlar ! Bu kudurmuş köpekler, çok uzaklarda olmasa gerek, ileri!” dedi.
Dörtnala koştular. Köyü bir baştan öteki başa hızla geçtiler. Tam köyden çıkıyorlardı ki , bir eliyle bir ağacın gövdesine dayanmış, öteki elini kaldırmış, ayakta duramayan bir ak sakallı ihtiyar:
“Durun evlatlar, durun!” diye bağırdı.
Yusuf birden atının gemine asıldı. At bir şaha kalktı, bir sağa, bir sola döndü, durakladı.
Müfreze de toz bulutuna karışıp dalgalandı, durdu.
“Yaralı mısın baba? “diye sordu Yusuf.
“Siz benim yarama bakmayın oğlum. Köyde benden başka sağ kalan var mı bilemem. Ama belki caminin içinde sağ kalan olmuştur. Bir kere oraya bakın. Yaralılar varsa oradan çıkarın. Ben yürüyemiyorum. Köylünün hepsini camiye doldurup ateşe verdiler.”
“Ateşe mi verdiler ?” diye Yusuf hayretle bağırdı.
“”Ateşe verdiler oğlum. Bilmem hepsi de yandı mı?”
Yusuf gerisingeriye çevirdi atını. Salih Efe,
“Yetişelim be kızanlar !” diye emir verdi.
Tekrar doludizgin köyün içine döndüler. Caminin simsiyah minaresi ,gidecekleri yeri gösteriyordu.Ateş, beyaz minareyi kapkara etmişti, ama yıkamamıştı. Cami, öyle kuvvetli bir cami değildi. Fakat yanmış çatısı olduğu gibi yıkılmış, dört duvarı kalmıştı.
Hala yangın devam ediyor, şurası burası küçük alevlerle tütüyordu. Müfreze attan indiği zaman, caminin kapısının karşısına konulmuş bir hafif makineli rüfek göründü. Makinelinin etrafında boş kovanlar vardı. Caminin kapısı önünde birkaç kadın ve erkek ölüsü….
“Namussuzlar, ateşten kaçıp,dışarı çıkmak isteyenleri öldürmüşler…” diye söylendi bir nefer.
Camiye yaklaştıkları vakit, yanmış et, kemik kokusu ortalığı aldı. Bütün müfreze koşarak yanmış caminin içine girdiler. Ateş tamamen sönmemişti bile. Tamamen yanmış, yarı yanmış bir sürü kadın,çocuk, erkek iskeleti ile karşılaştılar. Ölüler sayılamayacak kadar çoktu. Çoğu da yıkılan yanmış çatının altında kalmıştı.
Salih donmuş kalmıştı. Sövüp sayamıyordu bile….Yusuf kuru bir sesle emir verdi:
“Dikkatli bakın, sağ kalan var mı?”
Çok dikkatli baktılar, ama bir tek kurtulmuş can bulamadılar.
Yusuf caminin yanıklığı içinde bir an durdu. İki yakasına boş gözlerle baktı…
Sonra gözlerinden yanaklarına sicim gibi inen yaşları askerlerinden saklamak ihtiyacını duymadı bile. Bütün müfrezenin gözleri yaşlıydı. Hepsi ağlayarak, yanmış camiden, yanmış yüreklerle çıktılar. İçerde yanmış, vicdansızca, alçakça yakılmış kardeşlerini bıraktılar.
Yusuf kendisini toparlamaya gayret ederek :
“Vakit kaybetmeyelim. Bu kuduz köpekler pek uzaklarda olamasa gerek…” dedi.
Salih Efe hala ağlıyor, sakalını yoluyordu. Bir nefer, caminin yanındaki mezarlıkta kalmış bir katırı tuttu getirdi. Katırın yükü üstünde duruyordu: gaz bidonları…
Yusuf katırı yedeğe almalarını, yerdeki makineliyi bırakmamalarını emretti. Müfreze atlanıp, doludizgin yine yola düştü. İhtiyar, bıraktıları yerde oturuyordu.
Yusuf gem çekip yavaşladı:
“Düşman bu köyden gideli çok oldu mu baba ?”
“Dört beş saat oluyor oğlum..Yetişirsiniz elbet…”
İhtiyarın bu cevabına sanki müfreze bir ağızdan karşılık verdi:
“Yetişeceğiz elbette !”
Yorgun atlar bile canlarını dişlerine takmıştı.
İki saattir at koşturuyorlardı. Hepsinin önünde ne yol, ne ağaçlar, ne gök, ne bulutlar vardı. Hepsinin gözünün önünden yanmış çocuk iskeletleri, yarı yanmış kadın ölüleri gitmiyordu.
Hele birbirine sarılarak yanmış ihtiyarlar, karı kocalar, kadınlı erkekli insanlar, olduğu gibi gözlerinin önünde duruyordu. Bir derenin ötesinde bir köy görünmüştü.
Bu köy, şimdiye kadar gördüklerinin aksine, bembeyaz duruyordu. Yanmamıştı, yıkılmamıştı. Günlerden beri ilk defa böyle bir köye doğru koşmaya başladılar. Yüz metre kadar önlerindeki dereyi atlayıp karşı bayırdaki köyü tutacaklardı.
Fakat birdenbire derenin içinden kendilerine bir ateş açıldı. Sekiz on tüfek birden ateş ediyordu. Ateş gelişigüzel ediliyormuş hissini veriyordu.
Salih bağırdı:
“Yakaladık sonunda aç köpekleri !”
Yusuf’un emri hemen müfrezeyi yaydı:
“Kılıç çek, hücum !”
“Arkadaşlar! Bu binadan bir tek adam sağ çıkmayacak.”
“Nasıl çıkabilirmiş ki…” diye sesine neferler cevap verdi.
Sonra Mehmet’e seslendi kumandan:
“Mehmet ! Esir istemiyorum…”
…
6 Eylül’de Manisa’ya girdiklerinde her yer yanıyordu. Başka bir müfreze de Manisa’daydı.
Zabit arkadaşları Yusuf’a bu olayları anlatıyorlardı: Türk süvarisi şehre yaklaşırken , İşgal Kumandanı Filipus, planlı bir şekilde Manisa’yı tahrip etmişti: Yunan tahrip taburları, şehre dört bir yakasından ateş vermek emri almıştı.
Ateşten kurtulmak için evlerinden sokaklara dökülen hakli makineli tüfeklerle biçiliyordu. Yunan askerleri, önce evleri soyuyor,sonra da yakıyor, daha sonra da soyduğu, evini yaktığı halkı öldürüyordu.
Dağlara, şehrin dışına kimseciklerin kaçamaması için Manisa çember içine alınmıştı.
Bütün bu olup bitenleri Yusuf bembeyaz olmuş, taş gibi hareketsiz dinlemişti. Kendi evlerini aramış ama bulamamıştı. Kardeşini gömdüğü bahçede diğer yanan evlerle birlikte enkaz vardı. Annesini babasını bulamamıştı. Yaptığı soruşturmadan hiçbir sonuç alamamıştı. Annesinin, babasının İzmir’de amcasının yanında Nemidelerde olabileceklerini kuvvetle ümit ediyordu, ilk fırsatta Manisa’ya dönecekti.
Yanındaki arkadaşları durmadan anlatıyorlardı. İşte bu sırada Salih Efe, yanında İzmir’den yeni gelen delikanlı ile göründü. Asker de arkasındaydı.
Kumandanları görünce, asker duraklar gibi oldu. Salih uzaktan seslendi dayanamayıp:
“Kumandanlarım, bu kızan İzmir’den geliyor…”
Zabitler heyecanla ayağa fırladılar. Yusuf doğruluvermişti. Hem Salih’e, hem de arkada duraklayan askerlere eli ile işaret etti:
“Hele yaklaşın arkadaşlar…Oturun, oturun bakalım…” dedi.
Zabitlerden biri:
“Nihayet İzmir’i gören birinden dinleyeceğiz Binbaşım!” diye Yusuf’a döndü.
Yusuf sordu:
“Adın ne oğlum ?
“Mustafa, Kumandanım.”
“Niye Manisa’ya geldin?”
“Fırka kumandanına kapalı bir mektup ulaştırdım.Teslim edip buraya geldim.Yarın sizin müfreze ile İzmir’e varacağım tekrardan.”
“Ee, anlat bakalım…Nasıl girdiniz, nasıl girdik İzmir’e ? Ne haber getirdin İzmir’den?”
“Vardık Hükümet Konağımıza bayrağımızı çektik.Başkaca iyilik güzellik.”
“Amma da yaptın Mustafa ! Hepsi bu kadar mı ? “ diye bir yüzbaşı çıkıştı.
Mustafa bıyıklarını elinin tersi eli düzeltip dizinin üstünde doğruldu:
“Başkumandan Kemal Paşamız Kordonboyu’nda geziyor !” deyiverdi birdenbire. Salih Efe patladı:
“Ülen kızan, Kemal Paşamız elbette Kordonboyu’nda gezecek. Çorbacı Hacı Anesti gezecek değil ya… Sen şu işi şöyle inceden inceye bir anlat bakalım.”
Mustafa şöyle bir düşündü:
“Olur, baştan anlatayım. O kadar çok şey gördük ki…Hele ben çıkmadan önce, Ermeniler, mahallelerde sıkışıp kalan gavurlar, İzmir’e ateş verdiler.”
Birdenbire dinleyenler susuverdiler. Herkes birbirinin yüzüne baktı kaldı. Yüzbaşı:
“Deme Mustafa!” diye mırıldandı. Yusuf sordu:
“”Yangın büyük mü ? İzmir’i de yaktılar demek ?”
“Boydan boya Kordonboyu’nun arkasındaki mahalleler yanıyor Kumandanım.”
“Söndüremediniz mi ? “Salih’in bu sorusuna Mehmet:
“Ne mümkün…” karşılığını verdi. “Herifler, evlerin damlarında ellerinde gaz tenekeleri, yağlı paçavralarla koşuyorlarmış. Deli divane olmuşlar. İmdat için koşan, yangının önünü almak için giden arkadaşlar anlattılar, ben kışlada nöbetteydim; azılı gavurlar, Ermeniler, büyük bir kiliseye kapanıp kendi kendilerini dinamitle uçurmuşlar. Biz, patlamayı duyduk kışladan. İzmir kökünden sallandı.”
“Akrepler de böyle yapar çaresiz kalınca…Kuyruklarını çevirip kendilerini sokarlar…” Dönüp, bu sözü eden Yusuf’a baktı dinleyenler: “Hangi kiliseymiş bu?”
“Vallah bilemeyeceğim Kumandanım” dedi Mustafa. “Ayı gibi bir adı vardı kilisenin…Aklımda tutmadım.”
“Aya Fotini olacak…”
“Tamam bu kiliseymiş…”
“Yangın dağ tarafını, Kadifekale tarafını tuttu mu?”
“Pek tutmadı gibi…”
“Bu Anadolu’daki Rumların azınlığın sonudur. Kendi kendilerine ettiler.” dedi bir zabit.
“Buyurduğunuz gibi Kumandanım” karşılığını verdi Mustafa. “Hele İzmir Kordonboyu’nu bir görseydiniz… Bütün İzmir’in gavuru bir yana, her yakadan kaçabilen Rumlar, körfezdeki vapurlara binebilmek için birbirlerini eziyorlardı. İngiliz , Fransız, İtalyan gemileri, dolup dolup gidiyordu. Binemeyenler denizin üstünde yürümeye, yüzmeye kalkışmışlar vapurlara ulaşmak için. Adamdan vapurlar batayazmış. Tayfalar; askerleri, gavurların çoğunu süngü dipçikle denize dökmüşler. Sonracığıma başpapazları bir domuz varmış…Adı sahiden domuzmuş ha ..!”
“Hristostomos olacak…” diye birden irkildi Yusuf. “Ne olmuş bu papaza ?”
“Ne olacak” diye omuzlarını silkti Mustafa. “Herig, ben din adamıyım, beni koruyun diye Hükümet Konağı’na, bizim kumandanların yanına varmış. Elinde asası Hükümet Konağı’nın merdivenlerini çıkmış. Yanında da iki gavur daha varmış. “Ben, hiçbir işe karışmadım, Allah’a dua ediyordum kilisemde bu işler olup biterken!” diyesiymiş…”
“Ne yüzle!” diye Yusuf ayağa fırlayarak bağırdır. Askerler ,zabitler, onun yüzüne baktılar. Yusuf öfkeyle, Yunan işgalinden önce, işgal sırasında, bu Hristostomos’un din perdesi altında yaptığı işleri , kepazelikleri, Yunan ordusunun önünde İzmir Kordon’unda nasıl cüppesini uçurduğunu anlatmaya çalıştı.
Sonra yavaş yavaş kendisini toparladı. Öfkesi yatışmıştı:
“Peki Mustafa” diye sordu, “ ne yaptı bizim kumandanlar bu Hristos’un domuzuna?”
“Sonu kötü oldu koca papazın Kumandanım. Kumandanlar, herifin yanına iki üç muhafız asker verip ,’var evinde istirahat et sana dokunan olmaz’ demişler. Demişler ama, Hükümet Konağı’ndan çıkasıya dek halk toplanmış, arkasına düşmüşler…”
…
Salih Efe üç gün köyde zor kalmıştı. İzmir’i, Kemal Paşa’yı , Yusuf’u görmek istiyordu…
Salih kalpağını düzeltti,sakalını sıvazladı:
“Ey ahali! Yol verin, koyverin beni ,Gazi Paşa’nın elini öpeyim!” diye bağırdı.kalabalık dönüp ona baktı. Yol açtılar.
Salih Efe, kendisini Mustafa Kemal’in önünde buldu. Birdenbire ne yapacağını, ne edeceğini şaşırmıştı. Sakalının tellerine varıncaya dek her yanını bir titremedir aldı. Yüzü bembeyaz olmuştu. Paşa ona gülümseyerek bakıyordu.
Salih sağ elini,titreyen parmaklarını onun omzuna koydu. Arkasını okşadı:
“Mustafa Kemal , sen misin ?” diyebildi.
Paşa, genç yüzünü büsbütün aydınlatan bir gülümseme ile karşılık verdi:
“Benim.”
Salih Efe kendisini biraz toparlamıştı:
“İyi dövüştün oğul.”
Mustafa Kemal karşılık verdi:
“İyi dövüştük, baba!”
DOLU DİZGİN - Samim Kocagöz
(ikinci kitap - sf.294’ten parça parça alıntıdır )
KARAKALPAKLILAR - Samim Kocagöz
(ilk kitap)
Okuyalım, okutalım
TÜM ŞEHİT VE GAZİLERİMİZİ SAYGIYLA ANARIM…
SB.
"Düşmanım , düşmanlığından vazgeçinceye kadar ,
ben de onun amansız düşmanıyım."
______Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK________