"Acele etmeliyiz. Liberal demokrasi kollektif bir diktatörlüğe dönüşmeye doğru ilerliyor."
Görünmeyen Devlet
John Pilger
Halkla ilişkilerin babası olarak bilinen Edward Barneys, ülkede hüküm süren gerçek güç olan derin devletle ilgili bir yazı yazdı. Yazısında gazeteciliğe ve medyaya gönderme yapıyordu. Bu toplu gazeteciliğin keşfinden hemen sonra, yani bundan 80 yıl önceydi. Bu pek az gazetecinin hakkında konuştuğu ve bildiği bir tarihi süreçtir ve reklam ortaklıklarının ortaya çıkışıyla başladı. Yeni şirketlerin basının yönetimini ele geçirmesiyle profesyonel gazetecilik diye yeni bir şey ortaya çıktı. Büyük reklamcıları çekmek için bu ortak basın kurumun temel direkleri tarafsız ve dengeli görünmek zorunda kaldılar. İlk gazetecilik ekolleri kuruldu ve bir liberal (özgürlükçü) tarafsızlık efsanesi profesyonel gazetecilik etrafında dönmeye başladı. İfade özgürlüğü hakkı doğrudan yeni medya ve büyük şirketlerle ilişkilendirilir oldu ve aslında bütün bunlar Robert McChesney'in çok iyi ifade ettiği gibi "tamamıyla düzmeceydi".
Bu halkın bilmediği bir şey olsa da, profesyonel olmak için gazeteciler fikirlerinin ya da haberlerinin resmi kaynaklar tarafından yönlendirildiğine emin olmalılardı ve bu olay bugüne kadar değişmedi. Herhangi bir gün New York Times'a bir bakın ve politik haberlerin - yerli ya da yabancı - kaynaklarını bir kontrol edin. Bunların hükümet ve sağlam ekonomik gruplar tarafından kontrol altında tutulduğunu göreceksiniz. Bu profesyonel gazeteciliğin özüdür.Ben bağımsız gazeteciliğin bunun dışında tutulduğunu ya da tutuluor olduğunu ileri sürmüyorum, fakat bu muhtemelen daha onurlu bir ayrım olurdu.
Judith Miller'in Irak işgali arifesinde New York Times'ta oynadığı rolü düşünün. Evet, yaptığı iş bir skandala dönüşmüştü, ama tabii ki yalanlara dayanan bir işgalin tanıtımında önemli bir rol oynadıktan sonra. Miller'in papağan gibi tekrarladığı resmi kaynakları ve gizli çıkarları diğer Times muhabirlerininkinden farklı değildi. Örneğin Ağustos 1945'te Hiroşima'ya atılan atom bombasının etkilerini görmezden gelen ünlü W.H.Lawrence gibi... Röportajının başlığı "Hiroşima Kalıntılarında Radyoaktive Yok"tu. Tabii bu başlık yalandı.
Görünmez hükümetin, gücünün nasıl arttığının üstünde bir düşünün. 1983'te küresel medyanın sahipleri çoğu Amerikalı 50 adet şirketti. 2002'de bu sayı 9'a düştü. Bugün ise muhtemelen 5'tir. Rupert Murdoch gelecekte sadece üç medya devi kalacağını ve kendi şirketinin bunlardan biri olacağını öngörüyor. Bu güç yoğunlaşması sadece Birleşik Devletler'in gidişatına özel değil. BBC yayınlarını Amerika'ya genişletmeye karar verdiğini, çünkü Amerikan halkının BBC ile ünlenmiş ilkeli bağımsız ve tarafsız haberciliği istedğini duyurdu. BBC Amerika'yı yayına başlattılar. Reklamlarını görmüş olmalısınız.
BBC 1922'de medya ortaklıklarının ortaya çıkmasından hemen önce doğdu. Kurucusu tarafsızlığın profesyonelliğin temeli olduğunu inanan Lord John Reith'di. Aynı yıl İngiliz şirketleri kuşatma altındaydı. Sendikalar çalışanları genle grece çağırmışlardı. Toryler* devrimin yolda olduğunda korkuyorlardı. Yeni BBC imdatlarına yetişti. Büyük bir gizlilik içinde, grev bitene kadar işçi liderlerinin tarafında yer almayı reddederken, Tory başbakan Stanley Baldwin için sendika karşıtı yazılar yazıp bunları halka yayınladılar.
Böylelikle bir kalığ çizilmiş oldu. Tarafsızlık kesinlikle bir prensipti: Firma tehdit altında olduğunda askıya alınabilecek bir prensip. Ve bu prensip o günden bugüne hep onaylandı.
Irak'ın işgalini ele alalım. BBC'nin haberlerinin üzerine yapılmış iki çalışma var. Birincisi BBC'nin Irak'la ilgili haberlerinde savaş karşıtı görüşlere toplamda % 2 yer vermiş, % 2!... Bu, ABC, NBC ya da CBS de yer alan savaş karşıtı haber toplamından bile daha az! Wales Üniversitesi tarafından yapılan ikinci araştırmada ise işgali destekleyen propagandasında BBCnin kitle imha silahlarıyla ilgili referanslarının % 90'ının Saddam Hüseyin'in bu kitle imha silahlarına sahip olduğunu ve böylece Blair ve Bush'un açık imalarının haklı olduğunu ileri sürdüğü görülmüştür. Şimdi biz BBC ve diğer İngiliz medyasının İngiliz Haber Alma Servisi MI6 tarafından kullanıldığını biliyoruz. "Mass Appeal" adını verdikleri operasyonda, MI6 ajanları sarayda saklanan silahlar ya da gizli yeraltı sığınakları gibi Saddam'ın kitle imha silahlarıyla ilgili hikayeler yayınlıyorlardı. Bütün bu hikayeler tabii ki kandırmaca. Fakat önemli olan bu değil. Önemli olan MI6'nın gereksiz olduğu, çünkü profesyonel habercilik (!) kendi kendine aynı hikayeleri meydana getirebilirdi.
İşgalden hemen sonra BBC'nin Washington'daki adamı Matt Frei'ı dinleyin, "Hiç şüphe yok ki..." diye sesleniyor İngiltere'de ve tüm dünyadaki izleyicilere. "Dünyanın geri kalanına, özellikle de Orta Doğu'yla iyiliği ve Amerikan değerlerini getirme isteği özellikle Amerikan askeri gücüyle yakından ilişkili." 2005'te aynı muhabir işgalin mimarı Paul Wolfowitz'i "demokrasinin gücüne ve orta sınıfın gelişimine tutkuyla inandığı" için övmüştü. Bu Dünya Bankası'ndaki küçük vakadan hemen önceydi.
Bunların hiçbiri sıradışı değil. BBC haberleri işgali rutin olarak bir "yanlış hesaplama" olarak tanımlıyor. Yasadışı değil, karşı taraftan kışkırtılmış değil, yalanlara dayanan değil, fakat yanlış hesaplanmış!
BBC haberleri tedavülünde fiyaskoyla eş anlamlı olan yaygın sözcükler "hata" ve "gaf"tır ki, bunlar eğer savunmasız Irak'a karşı ortada hiçbir sebep yokken yapılan kasıtlı, hesaplı, yasadışı saldırı başarılı olsaydı her şey çok güzel olacaktı anlamına gelmektedir. Ne zaman bu sözleri duysam Edward Herman'ın kabul edilmezi normalleştirmek hakkındaki muhteşen makalesi aklıma gelir. İşte medyanın kullandığı klişe dilin yaptığı da bu. Bu dil kabul edilmezi, yani savaşın aşağılık yüzünü kopmuş kolları, bacakları, sakat çocukları ve gördüğümüz her şeyi normalleştiriyor.
Soğuk Savaş dönemiyle ilgili en sevdiğim hikayelerden biri Birleşik Devletler'e gezmeye gelen bir grup Rus gazeteciyle ilgilidir. Ziyaretlerinin son günü ev sahibi izlenimlerini sorar. "Söylemek zorundayım ki" der cevaplayan "bütün gazeteleri okuyup gün ve gün bütün televizyonlarınızı izledikten sonra tüm hayati konularda herkesin fikirlerinin aynı olması bizi şaşırttı. Kendi ülkemizde bu sonuca ulaşmak için habercilerimizi çalışma kamplarına gönderdik. Hatta tırnaklarını söktük. Siz burada bunların hiçbirini yapmak zorunda değilsiniz. Sırrınız nedir?"
Peki sır nedir? Bu haber bürolarında, iletişim fakültelerinde, hanercilikle ilgili yayınlarda sıkça sorulan bir soru ve cevabı da henüz milyonlarca insanın hayatı için büyük önem taşıyor. New York Times bu sorunun cevabını geöen yıl 24 Ağustos'taki başyazısında açıkladı: " Eğer şimdi bildiklerimizi daha önceden biliyor olsaydık, Irak işgali genel bir halk protestosuyla engellenirdi."
Bu ilginç itiraf aslında şu manaya geliyordu: Haberciler işlerini yapmamış ve Bush'un yalanlarını engellemek, ifşa etmek yerine bu yalanları kabul ederek, onaylayarak ve tekrarlayarak halkı kandırmıştı. Times'ın söylemediği ise kendi gazetelerinin ve geri kalan tüm medya Bush'un yalanlarını ortaya çıkarsaydı bir milyona yakın insanın bugün hala hayatta olacağıydı. Bu çok sayıdaki kıdemli kuruluşlarda çalışan çok sayıdaki habercinin düşüncesi. Bir kısmıyla bu konuda bizzat konuştum, bir kısmı ise bunu kamuoyunun önünde açıkladı.
Ne kadar ironiktir ki, sansürün özgür denilen toplumlarda nasıl işlediğini, totaliter bir toplumda haber yaparken anlamaya başladım. 1970'lerde Çekoslavakya'da Stalin yanlısı diktatörlük sürerken gizlice çekim yapıyordu. Yazar Zdener Urbanek'in de aralarında bulunduğu Muhalif grup "Charter 77'nin üyelriyle röportaj yapıyordum. Ve yazarın bana söylediği şuydu: "Diktatörlük rejiminde bir açıdan sizin batıda olduğunuzdan daha şanlıyız. Biz gazetelerde okuduğumuz ya da televizyonda izlediğimiz hiçbir şeye inanmıyoruz, çünkü bunların hepsinin yalan, hepsinin propaganda olduğunu biliyoruz. Ben de Batı'daki siz gibiyim. Artık propagandanın arkasındakilere bakmayı, satır aralarını okumayı öğrendik. Biz de sizin gibi gerçeğin daima tahrip edici olduğunu biliyoruz."
Vandana Shiva bu duruma "zapt edilmiş bilgi" adını vermişti. Kamu kuruluşlarındaki haksızlıkları ve skandalları ortaya çıkaran büyük İrlandalı gazeteci bunu yazısında çok iyi ifade etmiş: "Resmi olarak yalanlanana kadar hiçbir şeye inanma." Çok eski savaş klişelerinden biri savaşta ilk kurban verilenin gerçeklik olduğunu söyler. Hayır değildir. Habercilik ilk zayidir. Vietnam Savaşı sona erdiğinde Encounter dergisinin savaşı izlemiş saygın muhabirlerinden Robert Elegant bir makale yayınladı. "Modern çağda ilk defa" diye yazıyordu, "bir savaşın sonucu savaş meydanında değil, basılan gazetelerin sayfalarında ve televizyon ekranlarında belirlendi." Elegant savaşın kaybedilmesinden haberlerinde bu savaşa karşı çıkan habercileri sorumlu tutuyordu. Robert Elegant'ın görüşü Washington'da kabul gören bir hikmet haline dönüştü ve hala da öyle. Irak'ta Pentagon hazırlanmış senaryolara katıştırılmış gazeteciler türetti, çünkü eleştirel gazetecilij yüzünden Vietnam Savaşı'nın kabedildiğine inanıyorlardı.
Gerçek ise tam tersiydi. Genç bir gazete olarak Saigon'daki ilk günümde önemli gazete ve televizyonların bürolarını ziyaret ettim. Çoğunun duvarlarında Vietnamlıların ölü bedenlerinin ve parçalanmış, kopmuş kulakları testisleri tutan Amerikalı askerlerin fotoğraflarının olduğu panolar gördüm. Ofisin birindeki fotoğrafta ise işkence edilmiş bir adam ve işkence edenlerin başların üzerine çizilmiş bir konuşma balonu vardı:"Bu sana basınla konuşmayı öğretir."
Bu fotoğrafların hiçbiri gazetelerde yayınlanmamış, hatta telgrafla bildirilmemişti bile. Nedenini sordum. Kamuoyunda bunların asla kabul edilmeyeceğini söylediler. Zaten onları yayınlamak tarafsızlığa aykırı olacaktı. İlk başta ben de bu görünen mantığı kabul etmiştim. Ben de Almanay'ya ve Japonya'ya karşı yapılan haklı savaşın ve Anglo-Amerikan dünyasının tüm pisliklerini ortadan kaldıran etnik temizliğin hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Fakat Vietnam'da kaldıkça zalimliğimizin yalıtılmış ayrılmış bir şey ya da sapkınlık olamdığını, savaşın kendisinin zalimlik ve gaddarlık olduğunu daha da iyi anladım. Bu büyük bir hikayeydi ve nadiren haber oluyordu. Evet, ordunun etkinliği ve yöntemleri bazı iyi haberciler tarafından sorgulandı. Fakat işgal kelimesi asla kullanılmadı. Kullanılan halkı "sakinleştici" kelime "kuşatılmış"tı. Amerika, Vietnam'ı kuşatmıştı.
İyi niyetli devin budalaca işler yaparak Asya'da bir bataklığa saplandığı kurgusu durmadan usanmadan tekrarlanıyordu. Sarsıcı gerçeği açıklamak My-Lai katliamı hakkındali atlatma haberleriyle geri dönen Daniel Ellsberg ve Seymour Hersh gibilere kalmıştı. My-Lai katliamının yaşandığı 16 Mart 1968 günü Vietnam'da 649 gazeteci vardı ve hiçbiri katliamı haber yapmamıştı.
Vietnam'da ve Irak'taki kasıtlı politika ve stratejiler neredeyse bir soykırıma dönüşmüştü. Vietnam'da evlerinden zorla tahliye edilmiş insanlar ve serbest ateş bölgelerinin yaratılması; Irak'ta 1990'larda dayatılan Ortaçağ kuşatmalarından farksız Amerikan ambargosu ve UNİCEF'in kayıtlarına göre beş yaşın altında öldürülen yarım milyon çocuk....
Irak ve Vietnam'da yasaklı silahlar kasıtlı olarak sivillerin üzerinde denendi. Ajan Orange Vietnam'daki genetik ve çevresel yapıyı değiştirdi. Ordu buna Cehennem Operasyonu adını verdi. Kongre üyeleri bu ismi fark ettiklerinde daha sempatik bir isim olan "Çiftlik İşçisi" operasyonu ile değiştirdiler, ama değişen bir şey olmadı. Irak savaşında Kongre üyeleri savaşa ne kadar çok tepki gösterdiler.Demokratlar bu işgali lanetlediler, yeniden isimlendirdiler ve uzattıkça uzattılar.... Vietnam Savaşı sonrasında yapılan Hollywood filmerli de "kabul edilmezi normalleştiren" medyanın birer uzantısıydı. Evet, içlerinde ordunun yöntemlerini eleştiren birkaç tanesi vardı, ama hepsi de işgalcilerin pişmanlılarının üstünde durmaya büyük bir özen göstermişlerdi.
Bu filmlerden ilki şimdi bir klasik haline gelmiştir: Mesajı "Amerika acı çekmiştir, Amerika felakete uğramıştır, Amerikalı çocuklar doğulu barbarlara karşı ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı" demek olan The Deerhunter (Avcı). Filmin mesajı diğerlerinden daha olumsuz ve kincidir, çünkü filmin yapımı ve oyunculuğu göz alıcıdır. Söylemem gerekir ki bu benim bir sinema salonunda yüksek sesle protesto etmeme sebep olan tek filmdir. Oliver Stone Platton (Müfreze) filminin savaş karşıtı bir film olduğunu ve içinde küçük de olsa Vietnamlıları birer insan olarak gösteren sahneler olduğunu söyler. Fakat aynı zamanda bu film işgalcileri savaşın kurbanları olarak göklere çıkartmaktadır.
Bu konuşmayı hazırladığım sırada The Green Berets (Yeşil Bereliler) filminden bahsetmeyi düşünmüyordum. Ta ki ertesi gün John Wayne'nin yaşayan ene tkili oyuncu olduğunu okuyana kadar. John Wayne'nin oynadığı Yeşil Bereliler filmini 1968'te bir cumartesi akşamı Montogoery Alabama'da izledim. (Orada daha sonradan adı kötüye çıkan vali George Wallace ile röportaj yapmak üzere bulunyordum). Vietnam'dan yeni dönmüştüm ve bu filmi nasıl bu kadar abüsrd olduğuna inananmıyordum. Bu yüzden yüksek sesle güldüm, güldüm, güldüm... Tabii benim gülmemden dolayı ortalığı buz gibi bir hava sarmıştı. Yanımdaki güneydeki Freedom Rider hareketinin üyesi arkadaşım bana dönüp dedi ki: "Hemen dışarı çıkalım bu yerden, çabuk kaçalım..."
Otele dönerken bütün yol boyunca takip edildik. Fakat bizi takip edenlerin birisinin bile kahramanları John Wayne'nin yalan söylediğinin ya da o savaşa gitmek zorunda olmadığının farkına varıp varmadıklarından şüpheliyim. George W.Bush ve Dick Cheney'in de fark edilebilir bir biçimde beklediği gibi Wayne'nin yapmacık oyunculuğu binlerce Amerikalıyı Vietnam'a ölümüne gönderdi.
Geçen yıl Nobel ödülünü aldığında oyun yazarı Harold Pinter çığır açan bir konuşma yaptı: "Neden?" diye sordu ve ben de cevapladım: "Çünkü Amerikan devleti suçları yüzeysel olarak kaydederken, onları sadece yazılmış belgeler olarak bırakırken Stalin yanlısı Rusya'da hüküm süren sistematik vahşilik, geniş bir alan yayılmış zalimlik, bağımsızlığın amansız baskısı Batı'da çok iyi biliniyordu." Ve hala bu ortadan kaldırma ve sayısız insanın çektiği acıların nedeni olarak sınır tanımaz Amerikan gücü görülebilirdi. "Fakat" dedi Pinter, "bunu bilemezdiniz. Bu asla olmadı. Hiçbir şey asla olmadı. Hatta olurken bile olmuyordu. Hiç fark etmez, Faydası yok". Pinteri'in sözlerinde gerçeküstücülükten fazlarsı vardı. BBC ise İngiltere'nin en iyi oyun yazarının sözlerini göz ardı etmişti.
Kamboçya'yla ilgili birçok belgesel yaptım. Birincisi Sene Sıfır: Kamboçya'nın Sessiz Ölümü'ydü. Bu belgesel Pol Pot'un yükselişi için gerekli olan çözünmeyi gerçekleştiren Amerikan bombardımanını anlatıyordu. CIA dosyaları buna hiç şüphe bırakmıyor ki, Nixon ve Kissinger'ın başlattığını Pol Pot tamamlamıştı. Sene Sıfır belgeselini PBS'ye teklif ettim ve Washington'a götürdüm. Belgeseli izleyen PBS yöneticileri şok oldular. Kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Sonra bende dışarıda beklememi istediler. Sonunda kapıdan biri göründü ve bana "John çektiğin filme hayran kaldık ama Amerikan hükümetinin Pol Pot'un yolunu açtığını söylüyor olması bizi rahatsız etti" dedi. "Kanıtlarımın doğruluğundan şüphe mi ediyorsunuz?" dedim. Çok sayıda CIA dökümanından alıntı yapmıştım. "Ah,hayır..." diye cevap verdi, "Fakat bir hakem gazeticiyi danışmak için çağırmaya karar verdik".
Bu "hakem gazeteci" terimi geçmişte George Orwell tarafından icat edilmiş olabilir. Ve sonuçta bula bula çağırdıkları kişi Pol Pot tarafından Kamboçya'ya davet eilen üç gazeteciden biriydi. Ve elbette filmin yayınlanmasına taraftar olmadı ve PBS'den bir daha haber alamadım. Sene Sıfır, 60 değişik ülkede yayınlandı ve dünyadaki en çok izlenen belgesellerden biri oldu. Amerika'da ise hiç gösterilmedi. Kamboçya'da yaptığım beş belgeselden sadece bir tanesi New York'taki PPS istasyonu WNET tarafından gösterildi. İnanıyorum ki sabaha karşı birde gösterildi. Herkesin uyuduğu bir saatte ve sadece bir kez yayınlanmasına rağmen Emmy ödülünü kazandı. Ne muhteşem bir ironi! Ödüle layık bir belgesel, ama izleyicisi yok!
Harold Pinter'in sarsıcı gerçeği inanıyorum ki emperyalizm ve faşizm arasında bir bağlantı kurmak ve daha önce neredeyse hiç anlatılmamış tarih için verilen savaşı betimlemekti. Bu medya çağının büyük sessizliğiyle. Ve bu bugünkü propagandanın gizli kalbiydi. Propagandanın o kadar geniş bir faaliyer alanı var ki, ben Amerikalıların çevrilen işleri mümkün olduğunca anlamaları ve bilmelerine her zaman şaşırmışımdır. Biz burada kesinlikle bir sistemden bahsediyoruz, tek tek kişilerden değil.
Bugün çok sayıda insan problemin George W.Bush ve onun çeteci olduğunu düşünüyor. Evet, Bush çetesi varılabilecek en uç noktadalar. Fakat deneyimlerime dayanarak söylüyorum ki, onlar daha önce olanların aşırı bir versiyonu olmaktan başka bir şey değiller. Yaşamım boyunca Demokratlar Cumhuriyetçilerden daha fazla savaş başlattılar. Bu gerçeği göz ardı etmek gelecekte propaganda sisteminin ve savaş üretme sisteminin devam edeceğinin bir garantisidir.
İngiltere'de on yıldır iktidarda olan demokrat partinin bir kolu var. Görünürde bir liberal olan Blair, modern çağın herhangi bir başbakanından daha fazla kez İngiltere'yi savaşa soktu. Evet, şimdiki oyun arkadaşı George Bush, ama ilk aşkı yirminci yüzyılın son zamanlarının en acımasız başkanı Bill Clinton'dı. Blair'in halefi Gordon Brown da bir Clinton ve Bush tutkunu. Geçen gün Brown dedi ki: "İngiltere'nin İngiliz İmparatorluğu yüzünden özür dilemek zorunda olduğu günler sona ermiştir. Bunu kutlamalıyız."
Blair gibi, Bush gibi, Clinton gibi Brown da tarih için verilen savaşın kazanıldığı, İngiliz İmparatorluğu'nun yönetimindeki Hindistan'da İngilizlerin aç bıraktığı milyonların unutulacağı liberal gerçeğine inanıyor. Tıpkı milyonlarca insanın Amerikan İmparatorluğu'nda öldüğünün unutulması gibi. Ve Blair gibi halefi de profesyonel gazeteciliğin kendi tarafında olduğundan emin. Farkında olsa da olmasa da çoğu gazeteci kendini doğal bir merkez, modern hayatın dayanak noktası olarak gösteren, kendini ideolojisizlik olarak niteleyen bir ideolojinin taraftarları olmak için tımar ediliyorlar.
Bu bugüne kadar gördüğümüz en tehlikeli ve güçlü ideoloji için çok iyi bir şey olabilir, çünkü bunun sonu belirsiz. Bu liberalizm. Ben liberalizmin meziyetlerini inkar etmiyorum, aksine liberalizm hepimizin yararına olacak bir şey. Fakat onun tehlikelerini, sonu belirsiz politikalarını ve propaganda için harcanan bütün gücü inkar edersek sonra gerçek demokrasi hakkımız hiç saymış oluruz. Çünkü gerçek demokrasiyle liberalizm aynı şeyler değil. Liberalizm 19.yüzyılda elit sınıfa bir koruma olarak ortaya çıkmıştır. Oysa gerçek demokrasi asla elit sınıfa devredilemez. Gerçek demokrasinin uğruna savaşılır, çaba gösterilir.
Savaş karşıtı bir koalisyon olan United For Peace and Justice'in kıdemli üyelerinden birinin sözlerinden alıntı yapacağım. Diyor ki: "Demokratlar gerçeğin politikalarını kullanıyorlar." Bu bayanın liberal tarihteki dayanak noktası Vietnam. Başkan Johnson'ın bir Demokratlar Kongresi'ndeki savaş karşıtı oylamadan sonra askeri birlikleri Vietnam'dan geri çektiğini söylüyor. Aslında olay bu değildi. Askeri birlikler Vietnam'dan tam dört uzun yıl sonra çekildi. Bu süre boyunca Birleşik Devletler Vietnam, Kamboçya ve Laos'ta bombalarla önceki yıllarda öldürdüklerindne daha fazla insan öldürdüler. Irak'ta da olan budur.
Bombardıman geçen yıldan beri ikiye katlandı ve bu rapor edilmiyor. Peki bu bombardımanı kim başlattı? Bill Clinton başlattı. 1990'lar boyunca Clinton, Irak'ta örtülü bir deyişle uçuşa yasaklı bölge olarak tabir ettiğimiz bölgeye bomba yağdırdı. Aynı zamanda da Irak'ı daha önce de bahsettiğim gibi 500 bini çocuk olarak kaydedilen, belki bir milyon insanı öldürerek ekonomik yaptırım denilen bir ortaçağ kuşatmasına maruz bıraktı. Sözde ılımlı medyamızda bu kıyım neredeyse hiç haber yapılmadı.
Geçen yıl John Hopkins Halk Sağlığı Enstitüsü'nün yaptığı bir araştırmada Irak işgalinden beri 650 bin Iraklının işgalin doğrudan sonucu olarak öldüğü belirlendi. Resmi kayıtlar Blair hükümetinin bu rakamı güvenilir kabul ettiğini gösteriyor. Şubatta haberin yazarı Les Roberts bu rakamın Fordham Üniversitesi'nin Rwandan soykırımıyla ilgili yaptığı çalışmadaki ölü sayısıyla aynı olduğu söyledi. Medyanın Robert'in şok edici açıklamasına cevabı sessizlikti. Bir nesli organize bir şekilde öldürme serüveninin en muhteşem kısmı bu olaydan başka ne olabilir ki! Harold Pinter'in dediği gibi: "Hiç olmadı ki. Fark etmezdi."
Kendini solda gören birçok insan Bush'un Afganistan'a saldırmasını destekledi. CIA'nın Usame Bin Ladin'in desteklediğini göz ardı ediliyor. Clinton yönetiminin Taliban'a gizlice arka çıktığı, hatta CIA'nın onlara üst düzey brifingler verdiği gerçeği Amerika'da neredeyse hiç bilinmiyor. Afganistan'dan geçen petrol boru hattının yapımında Taliban petrol devi Unical'ın gizli ortağıydı.
Clinton hükümetinden bir yetkiliye Taliban'ın kadınlara zulmettiği hatırlatıldığında, "Bu gerçekle yaşayabiliriz" diye cevap vermişti. 11 Eylül'ün bir sonucu olarak Bush'un Afganistan'a saldırmaya karar verdiğine dair güçlü bir kanıt yoktu: ta ki iki ay önceye yani Temmuz 2001'e kadar. Bu Birleşik Devletlerde halk tarafından neredeyse bilinmiyor. Tıpkı Afganistan'da ölen sivillerin sayısı gibi. Bildiğine göre sadece bir orta görüşlü gazeteci Londra'da The Guardian'dan John Steele Afganistan'da ölen sivillerin sayısını araştırdı. Ve 20bin sivilin öldüğünü belirledi. Tabii bu bundan üç yıl önceydi.
Filistin'in hala süren trajedisi sözde Liberal sol kanadın sessizliğinin ve boyun eğişinin en büyük parçası olmakta. Sürekli Hamas'ın İsrail'i yok etmeye ant içmiş olduğu söyleniyor. New York Times, Associated Pres, Boston Globe... Bir tanesini seçin. Bu yolu standart bir yalanlayıcı olarak kullanıyorlar ve bu yanlış. Hamas'ın on senedir ateşkes çağrısı yaptığını kimse yazmadı. Bundan da önemlisi İsrail gerçeğinin farkına varmalarıyla geçen birkaç sene boyunca Hamas'ın tarihsel ideolojisinin değişmesine maruz kaldığı temelde bilinmiyor ve İsrail'in Filistin'i yok etmeye kendini adaması tarif edilemeyecek derecede korkunç bir şey.
Glasgow Üniversitesi tarafından Filistin'le ilgili haberler üzerine yapılmış öncü bir çalışma var. İngiltere'de televizyon izleyen geön insanlarla görüşmeler % 90'ından fazlası kanuna aykırı yerleşimcilerin Filistinliler olduğunu düşünüyor. Danny Schecter'in ünlü deyişiyle: "Ne kadar çok televizyon izlersen o kadar az bilirsin".
Son zamanların en tehlikeli sessizliği ise nükleer silahlar ve Soğuk Savaş'ın geri dönüşü üzerine. Ruslar açık bir şekilde Doğu Avrupa'daki sözde Amerikan koruma kalkanının onları küçük düşürmek ve boyun eğdirmek için tasarlandığını anladılar. Yeni bir Soğuk Savaş başlatan Putin'den burada önceki sayfalarda bahsediliyor ve uzun süredir özlemle beklenen Güvenilir Silah Yenilenmesi adı verilen ve geleneksel savaşla nükleer savaş arasındaki ayrımı belirsizleştirmek için tasarlanmış tamamıyla yeni Amerikan nükleer sisteminin gelişimiyle ilgili büyük bir sessizlik var.
Bu sırada İran'da Irak'ın işgali öncesi oynadığı rollerin neredeyse aynısını oynayan liberal medyayla birlikte yumuşamaya başladı. Demokratlara gelince, Barak Obama'nın nasıl da Washington'daki eski liberal kuruluşların propaganda organı olan Dış İşleri Konseyi'nin sesi olduğuna bakın. Asker kuvvetlerinin geri çekilmesini isterken Obama şöyle yazmıştı: "İran ve Suriye gibi uzun vadedeki düşmanlarımıza karşı orduyu savaşa sürmemeliyiz." Bir de bunu liberal Oboma'dan dinleyin: "Geçen yüzyıldaki büyük tehlike sırasında liderlerimiz Amerika'nın örnek alınacak kahramanlık sayılacak bir biçimde dünyaya yol göstermesini ve onu yükseltmesini ve bizim sınırların ötesinde özgürlük arayan milyarlarca insan için ayağa kalkıp savaşmamızı sağladılar."
İşte bu propagandanın - isterseniz beyin yıkamak deyin - özü: Bütün Amerikalıların ve Amerikalı olmayan birçok insanın hayatlarına sızmak. Sağcıların solculara, laiklerden dindarlara pek az insanın bildiği gerçek son yarım yüzyılda Amerikan yönetiminin pek çoğu demokrasiler olmak üzere 50 hükümet devirmiştir. Bu süre boyunca otuz ülkeye saldırlmış ve bombalama yapılmış ve sayısız hayatlar kaybedilmiştir. Bush'un darbeleri haklı ve yerinde görülebili, ama ayağa kalkıp milyonların özgürlük arayışı için savaşmak hakkındaki demokrat zırvalarının çağrı sirenlerini kabul ederek işte o zaman tarih için verdiğimiz savaşı kaybetmiş oluruz. Ve o zaman derin bir sessizliğe gömülürüz.
Peki ne yapmalıyız? Bu soru konuşma yaptığım konferanslarda sık sık sorulur. Hatta bu konferanstaki toplantılar kadar bilgi toplantılarda bile sorulması ilginç değil midir? Benim deneyimim şudur: Üçüncü dünya ülkeleri denilen ülkelerde yaşayan insanlar bu soruyu nadiren sorarlar, çünkü ne yapacaklarını bilmektedirler. Kimisi canıyla, kimisi özgürlüğüyle bedel öder, ama ne yapacaklarını bilmektedirler. Bu soru demokratik sol'daki - küçük "d" - insanların cevabını hala bulamadığı bir sorudur. Gerçek haber, sarsıcı haber her zaman en önemli güç olarak kalacaktır. Bizim medyanın halk için çalıştığına kanmak tuzağına bizim düşmememiz gerektiğine inanıyorum. Bu Stalinci Çekoslovakya'da da doğru değildi, günümüz Birleşik Devletleri'nde de doğru değil.
Gazeteci olarak çalıştığım yıllar boyunca halk bilincinin günümüzde yükseldiği kadar hızlı yükseldiğini hüç görmedim. Evet bunun şekli ve yönü belirsiz. Bunun kısmen nedeni halkın politik alternatifler bakımından şüpheye düşmesi ve Demokratların seçimle belirlenen solu parçalamak ve laikleştirmekte başarılı olmalarıdır. Bu beyin yıkamanın ölçüsünü, yüksek yaşam standardı mitolojisini ve imal edilen bu korku halini düşünürsek eleştirel halk bilincinin artmasının daha da olağanüstü olarak değerlendirebiliriz.
Neden New York Times geçen yıl o başmakaleyle gerçeği kabul etmek zorunda kaldı? Bush'un savaşlarına karşı olduğu için değil elbette - gazetede İran'la ilgili haberlerin kapladığı yere bakın. Bu başmakale halkın medyanın gizli kalmış rolünün farkına varmaya ve satır aralarını okumaya başladığının ender bir onayıdır. İran'a saldırılması halinde ortaya çıkacak tepkinin ve ayaklanmanın boyutu tahmin edilemez. Ulusal ve yerel güvenliğin başkanlıkla ilgili yönergesi acil bir durumda, Bush'a hükümetin tüm makamlarını kullanma yetkisini vermektedir.
Anayasanın askıya alınması olasılıksız değil - yüzlerce, binlerce terörist ve düşmanların etrafında şekillenen yasalar çoktan kitaba girdi bile. Saddam'ı El-Kaide'yle ilişkilendiren propagandalardan ve 11 Eylül saldırılarından beri uzun yol kat eden halk tarafından tehlikelerin anlaşıldığına inanıyorum. İnsanların Demokratlara oy atmasının tek sebebi var: aldatılmak. Fakat onların gerçeğe ihtiyacı var ve gazeteciler gerçeğin ajanları olarak çalışmalılar, gücün mensupları olarak değil.
Bence insanların hareketlerinin ürünü, birleşik medyayı gözlemleyen, analiz eden, ona muhalefet eden beşinci bir sınıf mümkündür. Her üniversitedde, her iletişim fakültesinde, her haber dairesinde gazeteciliği öğretenler ve gazeteciler kendilerine bu sahte tarafsızlık adı altındaki kan dökümünde oynadıkları rolü sorma ihtiyacındalar. Medya içindeki böyle bir hareket şu ana kadar bildiğimiz çehrenin reforma uğrayıp değişeceğinin müjdecisi olabilir. Bunların hepsi mümkün. Sessizlik kırılabilir. İngiltere'de Ulusal Gazeteciler Birliği köklü bir değişime gitti ve İsrail'i boykot etmek için çağrıda bulundu. Medialens.org adlı web sitesi BBC'yi birebir hesap vermeye çağırdı. Birleşik Devletler'de muhteşem asi ruhlar interneti halk arasında popüler hale getirdiler. Hepsini burada tek tek sayamayacağım. Tom Feeley'in İnternational Clearing House'dan Mike Albert's Znet'ine Counterpunch Online'dan FAIR'in çıkardığı harika işlere...
Irak'la ilgili en iyi habercilik internet sayfalarında ortaya çıktı: Dahr Jamail'in cesur gazeteciliği ve Felluce kuşatmasında şehrin içinde haber yapan Joe Wilding gibi vatandaş gazeteciler...
Grek Wilpert's araştırmaları çoğu şu an Hugo Chavez'de amaçlanan kötücül propaganda olarak geri döndü. Hata yapma, Venezüella'da batıdaki yozlaşmış RCTV yanlısı kampanyanın arkasında duran çoğunluk için konuşma özgürlüğüne bir tehdittir bu. Bizim geri kalanımız için çözmemiz gereken zorluk, zapt edilmiş bilgiyi yeraltından çıkarıp yükseltmek ve onu sıradan insanlara ulaştırmaktır.
Acele etmeliyiz. Liberal demokrasi kollektif bir diktatörlüğe dönüşmeye doğru ilerliyor. Bu tarihi bir değişim ve medyanın bunun görünen sahte yüzü olmasına izin verilmemelidir. Bilakis medyanın kendisi popüler,acil çözüme ihtiyacı olan bir soruna dönüşmeli ve hemen harekete geçilmelidir. Gerçeklerin muhteşem savunucusu Tom Paine insanların çoğunluğu gerçekleri ve gerek fikirleri reddettipinde kelimelerin Bastille'i dediği fırtına zamanının geleceği konusunda uyarıda bulunmuştu. İşte o zaman, bu zamandır.
John Pilger
çeviri: Duygu Hazır
Bu konuşma 16 Haziran 2007 tarihinde John Pilger tarafından Şikago'da yapılmıştır.
Derin Devlet, editör:Cem Küçük, 2008 kitabından
John Pilger'in bahsettiği adresler:
* "Mass media owned by the TCC (Transnational Capitalist Class) continues to promote the fear of terrorism as a form of hegemonic mind control." ... link
* In the absence of the old Soviet block there is no use for NATO except to act as the foot soldiers for American dirty work.
Obama apparently wants to commit more destruction than he has already. Turning Libya into an utterly failed state was not enough. That act unleashed ISIS and Boko Haram and a wave of refugees. The coup in Ukraine ignited a civil war. The Syrian government hangs on but at a terrible price. Russia answered the call to help but America doesn’t want that war to end and will continue to use its allies to prevent a cease fire or an end to the conflict altogether.
It seems that the end of his presidency has made Obama more anxious and therefore more dangerous. There are now “boots on the ground” in Syria, so far just 300 Special Forces, but even that small number is too high and represents the extent to which the United States is committed to maintaining the imperialist project.
Only the now inevitable Republican nominee, Donald Trump, questions this premise of American foreign policy. Hillary Clinton assisted Obama in his designs and the supposedly left wing Bernie Sanders warns of non-existent Russian aggression, supports presidential “kill lists” and thinks that having U.S. troops in Syria is a fine idea.... link
* Throughout the entire crisis the United States has insisted its motives are pure, including its new plans for deploying some 4,000 NATO troops, including about half American, on Russia’s Eastern European borders north of Ukraine.
President Barack Obama told the U.N. General Assembly last year that the U.S. had no economic interests in Ukraine. But former State Department official Natalie Jaresko served as Ukraine’s finance minister until recently and Vice President Joe Biden’s son sits on the board of a major Ukrainian company. U.S. investment also has increased since the coup... link
* Kerry wants more propaganda: "Washington has provided physical and digital training to more than 750 Journalists Worldwide and the US is increasing its funding to 2.5 million dolar..." news 2016
"There is No War On Terror... There is A War OF Terror"...John Pilger
"So if you don't want "immigrants" in your "country"
Stop funding these Terrorist!
And these "immigrants" stays at his OWN HOME.
"Always look for the truth from the ground up, rarely from the top down.
Journalists are never real journalists if they are the agents of power,
no matter how they disguise that role.
Real journalists are agents of people."
It is our duty to protect our Homeland.
What's your excuse "yankee", so far from your Homeland!?
___________________
___________________