Türkün saplı olduğu çıkmaz, İslamiyet ile Türkçülüğün
bağdaşmaması ve şeriat içerisinde Türklük benliğini korumanın mümkün
bulunmamasıdır. Başka bir deyimle, Türkün hem samimi olarak İslamı uygulaması
ve hem de aynı zamanda Türklük benliğine ve niteliklerine sahip kalması
düşünülemez. Bundan dolayıdır ki, Türk milliyetçisi iki şeyden birini seçmek
çaresizliğindedir; ya şeriatı kenara itip Türkün kendi değer ölçülerine, öz
niteliklerine ve geleneklerine geçerlilik vermek ya da şeriata gömülüp Türkü
Türk yapan ne varsa her şeye hayır demek.
Nitekim İslamı kabul tarihinden itibaren Atatürk’e
gelinceye dek olan tarih içerisinde, şeriat yüzünden Türklük benliği ve bilinci
yitirilmiş ve Atatürk’le birlikte şeriat arka plana atılabildiği için
milliyetçilik ve uygarlık doğrultusuna geçilebilmiştir.
Bunun nedenlerini bu kitap boyunca eleştirmeye
çalıştık Özetleyecek olursak:
Türkün İslam öncesi yaşamına inen nitelikleri
arasında akılcılık vardır, hoş görülük vardır, özgürlük ve eşitlik duygusu
vardır, kadına (hem de devletin başına getirecek kadar) haysiyetli ve erkeğe
eşit bir değer ve varlık sayma geleneği vardır.
Bu niteliklerin (ve özellikle akılcılık ve kadına
değer bilme geleneklerinin) her biri, başlı başına gelişme ve uygarlaşma iksiri
denebilecek şeylerdir. Kişinin ve toplumun daha insani ve daha ileri bir
gelişme safhasına ulaşmasında bunlar kadar hayati rol oynayan hiçbir şey
yoktur. Örneğin Batı’da uygarlık aşaması bu niteliklerin ve asıl akılcılığın
benimsenmesi sayesinde mümkün olmuştur. Rönesans demek akılcılığa dönüş ve
bilimsel ve ahlaksal gerçeklere din verileriyle değil akıl rehberliği ile
erişebileceği fikrinin egemenliği demektir ve işte eğer Türkün İslam öncesi bu
nitelikleri ve özellikle akılcılığı korunabilmiş olsaydı Türk toplumu bugün
muhakkak ki uygar ülkeler arasında yer almış olurdu. Oysa ki, bu ve diğer tüm
niteliklerini şeriat bataklığına saplandığı andan itibaren giderek yitirmiştir.
İslam öncesi dönem ile İslam sonrası dönem, Türk bakımından
birbirine zır, birbirini yok eden dönemler olmuştur. Birisi aklı, üstün ve
gerçeklere götüren yol bilen ve diğer aklı geri plana iten; birisi fikir ve
yaşam özgürlüğünü öngören diğeri bu özgürlüğü şeriat emirlerine feda eden;
birisi hoşgörüyü benimseyen, diğeri bağnazlığı emreden; birisi kadını yücelten
diğeri küçülten vs. dönemler olmuştur.
Şeriat öncesi dönemde kendi dünya yaşamını, kendi
aklının rehberliğine uydururken, şeriat sonrası dönemde aklın ve mantığın kabul
edemeyeceği emirlere (sayısız denecek örneklerden biri olmak üzere “ölü ile ya
da hayvanla cinsi münasebette bulunan kişinin kaza orucu tutması gerekir” ya da
“yemeğe ve içeceğin içine sinek düştüğünde onun dışarıda kalan kanadını iyice
batımı sonra atın, çünkü sineğin bir kanadında günah diğerinde sevap vardır”
vs.) uymayı Müslümanlık saymıştır.
Şeriat öncesi dönemde farklı inançtakilere karşı
insani davranabilir ve hatta din değiştirecek kadar hoşgörüye sahipken, şeriat
sonrası dönemde farklı inançtakilere karşı “İslamdan gayrı bir dine yönelen
sapıktır” ya da “Eğer farklı inançta iseler baban ve kardeşin de olsa onlarla
teması kes” ya da “müşrikleri nerede görürsen öldür” ya da “(islamı kabul
etmedikleri takdirde) “Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı savaş aç, onları
harcıca (cizye vermeye) zorla”, şeklindeki Kur’an ve hadis emirlerine uymayı
marifet bilmiştir.
Şeriat öncesi dönemde eşitlik duygusuna sahipken,
şeriat sonrası dönemde Kur’an’ın; “…ve
Biz Allah’ın aramızdan seçip lütfettiği bunlar mı demeleri için halkın bir
kısmını, bir kısmıyle deneriz.” (En’am Suresi, ayet 53) ya da “..Allah rızık
bakımından bir kısmınızı bir kısmınıza
üstün etmiştir.”” (Nahl Suresi, ayet 71) şeklindeki hükümleri gereğince eşitlik
ve adalet duygularını yitirmiş ve yine Kur’an’ın “…Bir tarafta hiçbir şeye gücü
yetmeyen bir köle, bir tarafta da bol rızık verdiğimiz…birisi olsa, bu ikisi
denk olur mu? Şükür Allah’a ki eşit değildir” (Nahl Suresi, ayet 75) şeklinde
hükümleri gereğince köleliği dahi doğal bulur olmuştur.
Şeriat öncesi dönemde kadını serbest, özgür ve
haysiyetli bir varlık bilirken ve iktidar sahibi dahi yaparken, şeriat sonrası
dönemde Muhammed’in kadını hor gören ve küçülten, erkeğin kölesi haline getiren
ve nihayet siyasal haklardan yoksun eden emirlerine ve örneğin: “Kadınlar aklen
dun yaratılmışlardır, çünkü Kur’an’da ‘iki kadının tanıklığı bir erkeğin
tanıklığına bedeldir’ diye yazılmıştır; kadınlar dinen de dun durumdadırlar,
çünkü Tanrı onları adet görecek şekilde yaratmış ve adet gördükleri zaman oruç
tutmalarını yasaklamıştır” şeklindeki sözlerine uyarak, kadını toplumdan
atmıştır. Bu listeyi bu şekilde uzatmak ve koca bir kitap haline getirmek
mümkündür.
Fakat belirtmek istediğimiz husus şudur ki: Türkün
İslam öncesi gelenek ve nitelikleri İslama ters düşer şeylerdir ve İslam, Kuran
ve hadis hükümleri dışında gerçek kabul etmediği ve arama olanağı vermediği
içindir ki, Türk toplumu, bu gelenek ve niteliklerini terk etmek ve Arabın çöl
yaşam ve zihniyetine sürüklenmek zorunluğunda kalmıştır. İslam ona “Kur’an ve
peygamber emirleri dışında davranamazsın, düşünemezsin, aklını kullanamazsın” derken,
Türk insanı için buna karşı direnmek ve örneğin “Hayır, akıl en büyük
rehberdir, benim geleneklerim arasında akılcılık vardır, akla ters düşen
emirlere uymayacağım” demek mümkün olamamıştır; çünkü bunu yapmak dinsizlik
sayılmıştır.
Kur’an ve hadis kaynakları “İki kadının tanıklığı,
bir erkeğin tanıklığına bedeldir…” ya da “Kadınlar aklen ve dinen aşağı yaratıklardır,
erkek ‘efendi’ ve üstün, kadın ise ‘tabi’ ve aşağıdır, kadınlara yönetim hakkı
tanınmamıştır” şeklinde ve buna benzer olarak kadını değersiz kılıcı hükümler
sevk ederken, Türk buna karşı, “Hayır benim geleneklerim arasında kadını
saymak, her alanda erkeğe eşit kılmak, devletin başına hükümdar yapmak
geleneğim var” diye direnememiştir, çünkü direnmeye kalkıştığı an dinsiz
zındık, gibi durumlarla karşılaşması söz konusu olmuştur. Sınırsız şekilde
çoğaltılabilecek bu örneklerin ortaya koyduğu sonuç odur ki, Türkün ulusal
kaderi açısından şeriat bir felaket kaynağı olmuştur.
Her ne kadar savaş alanlarında Türkün başarılar
sağlanması ve büyük devletler (Selçuk ve SOmanlı gibi) kurmasını İslamın “cihat”!
teşvik eden ve “cennetler” vaat eden (ya da buna benzer) yönlerine atfedenler
varsa da, bu iddianın isabetli olduğu şüphelidir. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın din
adına savaş yapmayı ve cihata katılmayı İslamın şartı yapması ve yine bunun
gibi bir yandan yağma, talan ve ganimet vaatleriyle ve diğer yandan cennetteki “memeleri
yeni sertleşmiş yaşıt kızlara, kara gözlü, cilveli şirin sözlü hurilere, vs.”
kavuşturma ümitleriyle savaş ruhunu güçlendirip pekiştirmesi, kişiler için
ölümü hiçe sayıp askeri kahramanlıklar ve şahlanmalar yolunu açmıştır. Fakat
unutmamak gerekir ki, Türkün askeri cesaret ve niteliklere sahip oluşu ve büyük
devlet kurma geleneği, İslama girmesinden çok önceki dönemlere iner.
Öte yandan şunu da hatırlamak gerekir: savaş
alanlarından zaferler kazanmak, büyük imparatorluklar kurmuş olmak başlı başına
övünebilecek şeyler değildir. Bir toplum için övünülecek şey, fikir ve kültür
aşaması yapabilmektir, akıl ve zeka üstünlüğüdür, haysiyet ve benlik
gelişmesidir. Ne hazindir ki Türk toplumu bütün bu güzel nimetlerden şeriat
nedeniyle yoksun kalmıştır.
Şeriatın Tüm Kötülüklerini İslam Tarihinin Tüm
Olumsuzluklarını Temsil Durumunda Kalan Türk
Şeriat uygulaması içerisinde Türk, öylesine bir
çıkmaza ve çaresizliğe saplanmıştır ki, bu düzenin bütün kötülüklerini yüklemek
zorunluğunda kalmıştır.Yukarıdaki bölümler boyunca gördük ki Arapi İslamın
bütün olumsuzluklarının sorumluluğunu Türke yamamıştır. Örenğin İslam
uygarlığının İslam dini sayesinde yaratıldığını, fakat bu uygarlığın Türkler
tarafından yok kılındığını, İslamda kölelik diye bir kuruluş olmadığını, fakat
köleliğin Türkler tarafından İslama sokulduğunu; İslamın kadına hak ve değer
tanıdığını, fakat bu hakların Türkler tarafından kaldırıldığını vs…inanılmaz
bir kurnazlıkla iddia eder olmuştur. Bunu yaparken Türkün bu tür iddiaları
cevaplandırmasının ve savunma yollarına başvurmasının kolay olmadığını, çünkü
böyle bir şeye kalkışacak olursa İslam ile çatışır durumda kalacağını
hesaplamıştır. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse, kölelik kuruluşunu ele
alalım. Arap milliyetçisine göre kölelik İslamın reddettiği bir kuruluştur;
fakat buna rağmen Türkler İslama köleliği sokmuşlardır. Böyle bir iftiraya
yanıt vermek kolaydır, çünkü daha önce de değindiğimiz gibi Muhammet! Köleliği doğal
bir kuruluş olmak üzere yerleştirmiş ve bununla ilgili olarak Kur’an’a hükümler
koymuştur:
“..Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının
malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden…saifeden kimseyi
misal gösterir, Hiç bunlar eşit olur mu? (Nahl Suresi, ayet 75)
Öte yandan bizzat kendisi, ömrü boyunca köleler
satın almış ve kullanmıştır. Köleliğin kaldırılması için kendinden örnek vermek
şöyle dursun, aksine sürdürülmesi için her şeyi düşünmüştür. Bu nedenledir ki,
İslamda kölelik çok yakın bir tarihe gelinceye kadar doğal bir kuruluş olarak
yaşamıştır. Ancak Batı uygarlığın zorlaması ve Batı ülkelerinin tehdidi sonucu
olarak “resmi” olmaktan çıkarılmıştır.
Bu ve buna benzer kaynakları ve örnekleri ortaya
koymak suretiyle köleliğin sorumluluğunun Türklere değil, fakat doğrudan
doğruya Muhammed’e ve İslama ait olduğunu anlatmak kolaydır. Ne var ki, bunu
yapabilmek için İslamı eleştirmek ve aslında yermek gerekecektir. Oysa ki bu
bir cesaret bir bilgi işidir; çünkü İslam, din konusunda her türlü eleştiriyi,
tartışmayı yasaklamıştır. Bu yasağa uymayanlar İslamın düşmanı sayılır, en
azından dinsizlikle suçlanır. Bu ise Müslüman Türk bakımından korkulacak bir
sonuçtur. İslam düşmanı sayılmaktansa iftiraya katlanmaya ve Türklüğünü
unutmaya hazırdır. İşte Arap milliyetçisinin ve ona destek Türk şeriatçısının
hesapladığı da budur.
Şeriatçımız ve din adamlarımız, bugün belki cesaret
edip Arap yazarların Türk aleyhtarlığıyla dolu yapıtlarının yorumunu henüz
yapmıyor ve muhtemelen yapabileceği günü bekliyorlardı! Fakat aslında Türkü “Araplaştırmak”
ve kendi öz niteliklerine yabancı kılmak için Arap yazarların kitaplarına dahi
ihtiyaçları yoktur. Zira ellerinde çok daha etkili şeriat kaynakları, başta Kur’an
ve hadisler vardır. Bu kaynaklarda yaran hükümler Tanrı’dan ve Muhammed’den
gelmedir diyerek Türke kabul ettirebildikleri sürece iktidar ve saltanatlarını
artıracaklardır. Araplık ruhu ve çöl zihniyetiyle yoğurdukları dimağlar,
muhakeme gücüne sahip değildir ki, onlarla savaşabilsin ya da tartışabilsin. O
körpecik ya da nasırlaşmış beyinlerden, müspet düşünme ve mantık yolunu deneme
gayretini bekleyemezsiniz.
Ne din okulunda, ne camide ve ne de hiçbir yerde
Müslüman Türkün şeriat hükümlerini eleştirmesini ve örneğin kalkıp da . “Hoca
Efendi, Tanrı’nın Arapları bütün insanlara üstün kıldığını, Kur’an’ı Arapça
indirdiğini, peygamberini Araplardan seçtiğini, vs… söylüyorsun, ama neden
Tanrı Arabi ve hem de çöl bedevisini tercih etsin de Araptan daha faziletli
daha dürüst, daha mert, daha insancık ve kadına saygılı başka bir ulusu örneğin
Türkü seçmesin? Neden Türkten bir peygamber çıkarmasın ve Türke, Türkün dili
ile Türkçe hitap etmesin de anlamadığı Arapça ile etsin? Neden Türkü küçültsün
de Arabı yüceltsin? Tanrı bu derece keyfi ve bu derece değer ölçülerinde
yanılmış olabilir mi?” şeklinde konuşmasını isteyemezsiniz. İsteyebilmeniz için
her şeyden önce bu ülkeye “serbest düşünce”yi getirmeniz, İslamı eleştirme ve
yerme geleneğini yerleştirmeniz ve böylece Türkü şeriatçının yalanlarına,
aldatmalarına ve kandırmalarına karşı hayır diyebilecek kerteye eriştirmeniz
şarttır.
Ve Bitmeyen Tehlike
Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra, şimdi kendi kendinize
soruyorsunuzdur: “Bu yazılanlar yalan olamaz. Çünkü yazar bütün bunları Arap ve
Müslüman kaynaklara dayalı olarak sergilemiştir. Peki iyi ama nasıl olur da
Türk şeriatçısı, Türkün ulusal meziyet ve niteliklerini inkar edebilir? Nasıl
olur da Arap milliyetçisi, kendi halkını kendi İslam öncesi tarihi ve
gelenekleriyle, kendi öz diliyle ve buna benzer öğelerle benlik sahibi yapmaya
çalışırken, Türk şeriatçısı Türkü, Türkle ilgili ne varsa her şeyinden yoksun
kılmaya uğraşır?
Bu sorunun yanıtını vermek kolaydır. Eğer siz Türk
yavrusunu, o küçücük yaşlardan itibaren şeriat eğitimine tabi tutar ve
yoğurursanız ve örneğin bu kitap boyunca bazılarını belirttiğimiz şeriat
hükümlerini kafasına ve ruhuna sokacak olursanız, sonuç sizi şaşırtmamalıdır.
Bu eğitimden geçireceğiniz yavrularımızdan yakın bir
gelecekte, sayısız Mustafa Sabri’ler ve Ahmet Naim’ler ve Abdülhamit’ler
çıkacağı muhakkaktır. Şeriatın bir yandan “Araplık ruhu” aşılayan ve diğer
yandan insan kafasını işlemez hale sokan
ve insanlığa düşman kılan eğitimine tabi tuttuğumuz Türk yavrsuna siz bir de
Arapçayı öğretiniz ve bakınız nasıl bir insan tipi oluşturursunuz. Bu dile
vakıf olarak o eline geçireceği Arapça kitapları, yani Türkü hem Araba ve hem
de dış aleme ve özellikle Batı’ya karşı “uygarlık düşmanı” ya da “ayağını
bastığı yeri kurutan” ya da “İslamı uygarlıktan uzaklaştıran” ya da buna benzer
olumsuz tanımlamalarla dolu kitapları okusun ve bu kitaplardaki yalanlara karşı
çıkabilecek bilgilerden yoksun kalsın da, görünüz bakınız nasıl bir kuşak
yetiştirmiş olursunuz.
Şeriat eğitimine “paydos” diyebilen Atatürk’ün
büyüklüğünü biz bugün inkar edelim duralım. Fakat şunu bilelim ki, şeriatçının
elllerine terk ettiğimiz yavrularımız, çağdaş uygarlık anlayışından, akılcılıktan
ve milli benlik duygusundan yoksun olarak yakın bir gelecekte karşımıza
dikilecek ve bizlere Atatürk ilkelerine bağlılığın suç olduğunu
haykıracaklardır.
Gözlerimiz Önünde İşlenen Cinayet
Gözlerimizin önünde işlenmekte olan ve Türkü mezara
götürebilecek olan bir cinayet var ki, bunu bir yandan cehaletimiz yüzünden
göremiyor ve diğer yandan da okumuş sayılanlarımızın bir kısmının küskünlüğü ve
nemelazımcılığı ve diğer bir kısmının da çıkarcılığı nedeniyle önleme yolunu
düşünmüyoruz. Bu cinayetin sorumluları Türkü sadece fikren ilkel ve biçare veya
sadece maddeten sefil ve yoksul kılmakla kalmıyorlar, milli benliğini ve
bilincini unutturma ve sonunda da tarihten silip atma uçurumuna götürdüklerini
fark edemiyorlar. Yaşları 10 ila 20 arasında yüzbinlerce Türk yavrusunun devam
ettiği Kur’an kurslarında, imam hatip okullarında, İslam Enstitüleri ve hatta
din dersleri verilmekte olan müspet eğitim okullarındaki bir o kadar Türk
çocuğu bugün hem fikren ve hem ruhen çöl felsefesinin ve yaşantısının insanı
olarak yetiştirilmekte ve milli benliği yitirici bir eğitimin kurbanı olmakta, “Kabm-i
necib” diye kendilerine tanıtılmak istenilen Arabın, İslamın toplumları
içerisinde neden dolayı üstün ve imtiyazlı duruma sahip olduğu masallarını, Kur’an
ve hadis hükümlerininin telkin ve tehdit edici baskısı altında öğrenmektedir.
Şeriat eğitimine güç vermek, Kur’an kursları ihdas
etmek üniversitelere mescit yerleştirmek gibi çabalar laik Türkiye Cumhuriyeti
iktidar partilerinin başlıca amacı haline gelmiştir. 1986 yılının başlarında
bir devlet bakanın şu sözleri bu alandaki başarıları simgelemeye yeterlidir: “Özellikle 19 ilde yatılı Kur’an kursu
binaları yapılmaktadır ve imam evlerinin yapımına ağırlık verilmiştir. Türkiye’deki
tüm camilerin bakım ve onarımını devlet üstlenmiştir. Her üniversitenin gerçek
bir ibadethaneye kavuşturulmasını amaçlıyoruz. Hacettepe Üniversitesi’nde
açılan mescit gibi diğer üniversitelerimize de ibadet yerleri açacağız. Böylece
bu problem de ortadan kalkacak.”
Atatürk’ün canını dişine takarak akılcılığa, müspet
ahlak ve uygarlığa ve benlik duygusuna götürdüğü ve “insanlık camiasının bir
üyesi” olma gururu ile övündürdüğü bizim kuşak, şimdi yeni kuşakların çağdışı
kafa ve ruh yapısı ile eğitilmekte oluşunu büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk
içerisinde seyretmektedir. Türk yavrusunun ve insanının, bugün şeriatçının
elinde, tıpkı Cumhuriyet döneminden önce olduğu gibi, yine yaratıcı zekadan
uzak, yine gökten inme emirleri tek gerçek sayan ve her şeyi din açısından
ölçüye vuran birer yaratık şeklinde yetiştirmelerini içi kanayarak
izlemektedir.
Amaç hiç kuşku edilmemelidir ki ,şeriatçının bu
sahte saltanatı bir gün gelip sönecek ve şeriatın insan beynini eriten tılsımı
mutlaka sona erecektir. Yüzyıl da geçse, bin yıl da geçse ve hatta Türkün eceli
de gelse, insan aklına meydan okuyan şeriat mikrobunun sonu gelecektir.
Del
Vechhio’nun dediği gibi : “Sınırsız şekilde gelişmeye müsait bir insan beyni
olduğu sürece, gericilik daima ezilecektir.”
İlhan Arsel,1999
Arap Milliyetçiliği ve Türkler
“İslam Uygarlığını Yok Eden Türklerdir” İddialarına
Karşı
İslam uygarlığı konusundaki Arap iddialarına
verilecek yanıt şudur ki, bu uygarlık ne İslamdan doğmadır, ne Arabın
yaratmasıdır ve ne de Türkler yüzünden batmıştır. İslama yabancı ve özellikle
Kur’an dışı kaynaklardan çıkmış olan bu uygarlığın gelişmesine bizzat İslamiyet
darbe vurmuştur.
Şöyle ki; Miladi 8.yüzyıldan 11.yüzyılın başlarına
kadar süren bir İslam uygarlığı dönemi vardır ki, eskiden olduğu gibi bugün
dahi Arap yazarların kaleminde “Arap uygarlığı” diye tanımlanır. Çünkü onlara
göre bu uygarlığı yapan Araplardır. Arap bilginleri ve düşünürleridir; o kadar
ki, Arap olmadığını bildikleri kimseleri bile (örneğin İbn Haldun, Farabi, İbn
Sina vs. gibi) Arapmış gibi göstermekten çekinmezler. (272)
Oysa ki “islam uygarlığı” denen şey ne “Arap
uygarlığıdır”, ne Arap unsurların oluşturduğu bir uygarlıktır ve ne de bu
uygarlığın temelleri bizatihi İslama dayalıdır.
“İslam uygarlığı” ya da “Arap uygarlığı” denmesinin
nedeni, bu uygarlığı yaratan yapıtların Arapça yazılmış olması ve bu
yapıtlardaki esasların genellikle İslama ve daha doğrusu Kur’an’a uygunmuş gibi
gösterilmiş bulunmasıdır.
Başka bir deyimle, İslam uygarlığı dene şey, İslami
olmayan kaynaklar (özellikle Eski-Yunan kaynakları) sayesinde ve Arap olmayan
unsurlar (özellikle Acem, Türk, Yahudi,
Hıristiyan vs.) elinde oluşmuş, fakat akılcılığa yönelme olanağı
tanımayan İslami emirler (örneğin Kur’ah) yüzünden yok olmuştur. Başka bir
deyimle, bu uygarlığın oluşmasında Arabın rolü pek cılız olmuştur. Nitekim
Mukaddima adlı yapıtında İbn Haldun Araplardan söz ederken “Yeryüzünün
uygarlıktan en uzak kalmış insanları” olarak tanımlar ve şunu ekler:
“Ne ilginçtir ki, ister din ve ister diğer alanlarda
olsun, Müslüman düşünür ve bilginlerin büyük çoğunluğu Arap olmayanlar arasında
çıkmıştır. Araplardan pek az kimse gösterebilir ki…müspet bilimlerde temayüz
etmiş olsun.” (273)
Gerçekten de akla gelebilecek ne kadar isim varsa
hepsi de ya Acem, ya Türk, ya Yahudi, ya Hıristiyan ya da Arap olmayan bir
ırktandır. İbn İshak’lar, al-Razı’lar, Farabi’ler, İbn Sina’lar, İbn
Haldun’lar, İbn Rüştler, al-Birüni’ler, Abu’l-Farac’lar, al-Belazuri’ler, İbn
Kuteyba’lar, Abu’l Fida’lar, İbn Hallikan’lar, İbn al-Cevzi’ler, İbn’ül
Esir’ler, idrisi’ler, Taberi’ler ve daha saymakla bitmeyecek ne kadar bilim
adamı ve düşünür varsa hepsi Arapça diliyle yazan ve Arap olmayan Müslüman
unsurlardır. Sadece Arap grameri alanında bazı Arap unsurların rol oynadığı
kabul edilir. (274) bilim çevrelerinin belirttiğine göre, Arap grameri dahi
Arap olmayan (özellikle Acem) yazarlar sayesinde gelişmiştir. (275)
İlhan Arsel,1973
Arap Milliyetçiliği ve Türkler
daha fazlası için kitabı alıp okumanız gerek.....
272- Abdullah De Sahb, Development el Questions
d’Orient. Toulouse,1972
273- Mukaddima’nın son bölümünde bu konuda bilgi
vardır. İngilizce çeviri için bkz. İbn Khladim, The Muqaddima; an introduction
to History, transl.F.Rosenthal, New York, 1958
274- Kur’an’ın Arapça olması ve Arapça yazma
zorunluluğunu doğurması nedeniyle, Arap boyunduruğu altına giren ülkelerdeki
yabancı yazar ve bilginler Arapçayı, okuma ve yazma dili olarak en doğru bir
şekilde öğrenebilmek için Arap dili kurallarını “gramer” bilimi haline
getirmişlerdir. Bu konuda bkz. S.K.Bukhsh, The Cimtubulion to the History of
İslamic Civilization. Calcuta,1905
275- al-Farisi’ler, al-Zaccac’lar vs. hep Acem
asıllıdır.
VE HALA, DİYANETİN SAYGIN BİR KURUM OLDUĞUNU SANAN APTALLAR İLE KURUMLARI BU TİP İNSANLARLA DOLDURANI DA "AZİZ" SANAN SALAKLAR VAR!
Diyanet’ten sapık fetva: Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil!
sǝDǝɔɹǝM u̇ıRǝʌ AunŞ
Ve HeRşeYe KaDiRsİn..!
diyanet inkar ediyor, siteyi kapatıyor, hacklendik diyor...
Niye kapatıyorsun, bizi sürüden falan mı sandın, hacklenmişleri gördük, önce yokladınız, tepki gelincede kıvırıyorsunuz!
De get! masallarınızı başkalarına anlatın, sapıklar
Sadece günahkarlar gösteriş yaparak ibadet eder. Ezanın sesini de yükselttiler, İlhan Arsel'in kitabında okumuştum, ne kadar yüksekse o kadar iyi, şeytan duyup kaçarmış! Salak bunların hepsi, şimdi böyle dedim diye bana dinsiz de diyecekler, desinler, insan önce sorgular, ezanı duymadan da vaktin geldiğini bilirsin, namazının da kazasını evde kılarsın, Ayrıca ekmek kazanmakta bir ibadettir, sen işverenin saatini çalıyorsun.(gerçi emeğinin karşılığını almıyorsun ammaa..) Uyuşturucuya karşılar, lakin en büyük uyuşturucu maddesini kullanıyorlar. Böylelerine Lanet.....
/ Cuma'ya ayar!
/ Alevi ile yassak!
/ !!!
/ Memlekette yangın var!
/ Başkanlık sistemi isterem!
/ Bölücü yasayı getirelim!
// Korkuluk bile olmaz!
Memura cuma namazı izninin iptali için Danıştay’a başvurdu
TBMM’de tüm partiler Laiklikten uzak
Artık senatörler memleket meseleleri ile değil, kendi menfaatleri ile ilgileniyorlardı,
Bir kısım senatörler toplantılara iştirak etmemekte mahzur görmüyorlardı.
Halkın reyini satın almak normal bir olay telakki ediliyordu.
Devlet hazinesini doldurmayı düşünen Romalıların yerini, kendi kesesini doldurmayı gaye edinen Romalılar almıştı.
Ananelere saygı kalmamış, felsefi kültürel dünya görüşü yerleşmemiş, aristokratlar safahata dalmıştı.
Halkın bir kısmının elinde hiç bir devirde olmadığı kadar bol para vardı.
Faizcilik rağbet gören bir meslek halini almıştı.
Kara listelere göre öldürülenler için para verilmesi, muhterisleri adam öldürmeye sevk ediyordu.
Tanrılara karşı saygısızlık gün geçtikçe artıyor, mabetler dahi yağma edilmekten kurtulamıyorlardı.
Kısaca, Roma ahlaken çökmüştü....
Bir kısım senatörler toplantılara iştirak etmemekte mahzur görmüyorlardı.
Halkın reyini satın almak normal bir olay telakki ediliyordu.
Devlet hazinesini doldurmayı düşünen Romalıların yerini, kendi kesesini doldurmayı gaye edinen Romalılar almıştı.
Ananelere saygı kalmamış, felsefi kültürel dünya görüşü yerleşmemiş, aristokratlar safahata dalmıştı.
Halkın bir kısmının elinde hiç bir devirde olmadığı kadar bol para vardı.
Faizcilik rağbet gören bir meslek halini almıştı.
Kara listelere göre öldürülenler için para verilmesi, muhterisleri adam öldürmeye sevk ediyordu.
Tanrılara karşı saygısızlık gün geçtikçe artıyor, mabetler dahi yağma edilmekten kurtulamıyorlardı.
Kısaca, Roma ahlaken çökmüştü....
Suçlar cezasız bırakıldığında, dünya dengesini yitirdi.
Haksızlar ödüllendirildi.
Nirvana bizden utanç duyacaktır.
47 RONİN