Translate

9 Ocak 2016 Cumartesi

Türk Milliyetçiliğinin Saplandığı Çıkmaz










Türkün saplı olduğu çıkmaz, İslamiyet ile Türkçülüğün bağdaşmaması ve şeriat içerisinde Türklük benliğini korumanın mümkün bulunmamasıdır. Başka bir deyimle, Türkün hem samimi olarak İslamı uygulaması ve hem de aynı zamanda Türklük benliğine ve niteliklerine sahip kalması düşünülemez. Bundan dolayıdır ki, Türk milliyetçisi iki şeyden birini seçmek çaresizliğindedir; ya şeriatı kenara itip Türkün kendi değer ölçülerine, öz niteliklerine ve geleneklerine geçerlilik vermek ya da şeriata gömülüp Türkü Türk yapan ne varsa her şeye hayır demek.


Nitekim İslamı kabul tarihinden itibaren Atatürk’e gelinceye dek olan tarih içerisinde, şeriat yüzünden Türklük benliği ve bilinci yitirilmiş ve Atatürk’le birlikte şeriat arka plana atılabildiği için milliyetçilik ve uygarlık doğrultusuna geçilebilmiştir.


Bunun nedenlerini bu kitap boyunca eleştirmeye çalıştık Özetleyecek olursak:


Türkün İslam öncesi yaşamına inen nitelikleri arasında akılcılık vardır, hoş görülük vardır, özgürlük ve eşitlik duygusu vardır, kadına (hem de devletin başına getirecek kadar) haysiyetli ve erkeğe eşit bir değer ve varlık sayma geleneği vardır.


Bu niteliklerin (ve özellikle akılcılık ve kadına değer bilme geleneklerinin) her biri, başlı başına gelişme ve uygarlaşma iksiri denebilecek şeylerdir. Kişinin ve toplumun daha insani ve daha ileri bir gelişme safhasına ulaşmasında bunlar kadar hayati rol oynayan hiçbir şey yoktur. Örneğin Batı’da uygarlık aşaması bu niteliklerin ve asıl akılcılığın benimsenmesi sayesinde mümkün olmuştur. Rönesans demek akılcılığa dönüş ve bilimsel ve ahlaksal gerçeklere din verileriyle değil akıl rehberliği ile erişebileceği fikrinin egemenliği demektir ve işte eğer Türkün İslam öncesi bu nitelikleri ve özellikle akılcılığı korunabilmiş olsaydı Türk toplumu bugün muhakkak ki uygar ülkeler arasında yer almış olurdu. Oysa ki, bu ve diğer tüm niteliklerini şeriat bataklığına saplandığı andan itibaren giderek yitirmiştir.


İslam öncesi dönem ile İslam sonrası dönem, Türk bakımından birbirine zır, birbirini yok eden dönemler olmuştur. Birisi aklı, üstün ve gerçeklere götüren yol bilen ve diğer aklı geri plana iten; birisi fikir ve yaşam özgürlüğünü öngören diğeri bu özgürlüğü şeriat emirlerine feda eden; birisi hoşgörüyü benimseyen, diğeri bağnazlığı emreden; birisi kadını yücelten diğeri küçülten vs. dönemler olmuştur.


Şeriat öncesi dönemde kendi dünya yaşamını, kendi aklının rehberliğine uydururken, şeriat sonrası dönemde aklın ve mantığın kabul edemeyeceği emirlere (sayısız denecek örneklerden biri olmak üzere “ölü ile ya da hayvanla cinsi münasebette bulunan kişinin kaza orucu tutması gerekir” ya da “yemeğe ve içeceğin içine sinek düştüğünde onun dışarıda kalan kanadını iyice batımı sonra atın, çünkü sineğin bir kanadında günah diğerinde sevap vardır” vs.) uymayı Müslümanlık saymıştır.


Şeriat öncesi dönemde farklı inançtakilere karşı insani davranabilir ve hatta din değiştirecek kadar hoşgörüye sahipken, şeriat sonrası dönemde farklı inançtakilere karşı “İslamdan gayrı bir dine yönelen sapıktır” ya da “Eğer farklı inançta iseler baban ve kardeşin de olsa onlarla teması kes” ya da “müşrikleri nerede görürsen öldür” ya da “(islamı kabul etmedikleri takdirde) “Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı savaş aç, onları harcıca (cizye vermeye) zorla”, şeklindeki Kur’an ve hadis emirlerine uymayı marifet bilmiştir.


Şeriat öncesi dönemde eşitlik duygusuna sahipken, şeriat sonrası dönemde Kur’an’ın;  “…ve Biz Allah’ın aramızdan seçip lütfettiği bunlar mı demeleri için halkın bir kısmını, bir kısmıyle deneriz.” (En’am Suresi, ayet 53) ya da “..Allah rızık bakımından  bir kısmınızı bir kısmınıza üstün etmiştir.”” (Nahl Suresi, ayet 71) şeklindeki hükümleri gereğince eşitlik ve adalet duygularını yitirmiş ve yine Kur’an’ın “…Bir tarafta hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle, bir tarafta da bol rızık verdiğimiz…birisi olsa, bu ikisi denk olur mu? Şükür Allah’a ki eşit değildir” (Nahl Suresi, ayet 75) şeklinde hükümleri gereğince köleliği dahi doğal bulur olmuştur.


Şeriat öncesi dönemde kadını serbest, özgür ve haysiyetli bir varlık bilirken ve iktidar sahibi dahi yaparken, şeriat sonrası dönemde Muhammed’in kadını hor gören ve küçülten, erkeğin kölesi haline getiren ve nihayet siyasal haklardan yoksun eden emirlerine ve örneğin: “Kadınlar aklen dun yaratılmışlardır, çünkü Kur’an’da ‘iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir’ diye yazılmıştır; kadınlar dinen de dun durumdadırlar, çünkü Tanrı onları adet görecek şekilde yaratmış ve adet gördükleri zaman oruç tutmalarını yasaklamıştır” şeklindeki sözlerine uyarak, kadını toplumdan atmıştır. Bu listeyi bu şekilde uzatmak ve koca bir kitap haline getirmek mümkündür.


Fakat belirtmek istediğimiz husus şudur ki: Türkün İslam öncesi gelenek ve nitelikleri İslama ters düşer şeylerdir ve İslam, Kuran ve hadis hükümleri dışında gerçek kabul etmediği ve arama olanağı vermediği içindir ki, Türk toplumu, bu gelenek ve niteliklerini terk etmek ve Arabın çöl yaşam ve zihniyetine sürüklenmek zorunluğunda kalmıştır. İslam ona “Kur’an ve peygamber emirleri dışında davranamazsın, düşünemezsin, aklını kullanamazsın” derken, Türk insanı için buna karşı direnmek ve örneğin “Hayır, akıl en büyük rehberdir, benim geleneklerim arasında akılcılık vardır, akla ters düşen emirlere uymayacağım” demek mümkün olamamıştır; çünkü bunu yapmak dinsizlik sayılmıştır.


Kur’an ve hadis kaynakları “İki kadının tanıklığı, bir erkeğin tanıklığına bedeldir…” ya da  “Kadınlar aklen ve dinen aşağı yaratıklardır, erkek ‘efendi’ ve üstün, kadın ise ‘tabi’ ve aşağıdır, kadınlara yönetim hakkı tanınmamıştır” şeklinde ve buna benzer olarak kadını değersiz kılıcı hükümler sevk ederken, Türk buna karşı, “Hayır benim geleneklerim arasında kadını saymak, her alanda erkeğe eşit kılmak, devletin başına hükümdar yapmak geleneğim var” diye direnememiştir, çünkü direnmeye kalkıştığı an dinsiz zındık, gibi durumlarla karşılaşması söz konusu olmuştur. Sınırsız şekilde çoğaltılabilecek bu örneklerin ortaya koyduğu sonuç odur ki, Türkün ulusal kaderi açısından şeriat bir felaket kaynağı olmuştur.


Her ne kadar savaş alanlarında Türkün başarılar sağlanması ve büyük devletler (Selçuk ve SOmanlı gibi) kurmasını İslamın “cihat”! teşvik eden ve “cennetler” vaat eden (ya da buna benzer) yönlerine atfedenler varsa da, bu iddianın isabetli olduğu şüphelidir. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın din adına savaş yapmayı ve cihata katılmayı İslamın şartı yapması ve yine bunun gibi bir yandan yağma, talan ve ganimet vaatleriyle ve diğer yandan cennetteki “memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlara, kara gözlü, cilveli şirin sözlü hurilere, vs.” kavuşturma ümitleriyle savaş ruhunu güçlendirip pekiştirmesi, kişiler için ölümü hiçe sayıp askeri kahramanlıklar ve şahlanmalar yolunu açmıştır. Fakat unutmamak gerekir ki, Türkün askeri cesaret ve niteliklere sahip oluşu ve büyük devlet kurma geleneği, İslama girmesinden çok önceki dönemlere iner.


Öte yandan şunu da hatırlamak gerekir: savaş alanlarından zaferler kazanmak, büyük imparatorluklar kurmuş olmak başlı başına övünebilecek şeyler değildir. Bir toplum için övünülecek şey, fikir ve kültür aşaması yapabilmektir, akıl ve zeka üstünlüğüdür, haysiyet ve benlik gelişmesidir. Ne hazindir ki Türk toplumu bütün bu güzel nimetlerden şeriat nedeniyle yoksun kalmıştır.




Şeriatın Tüm Kötülüklerini İslam Tarihinin Tüm Olumsuzluklarını Temsil Durumunda Kalan Türk


Şeriat uygulaması içerisinde Türk, öylesine bir çıkmaza ve çaresizliğe saplanmıştır ki, bu düzenin bütün kötülüklerini yüklemek zorunluğunda kalmıştır.Yukarıdaki bölümler boyunca gördük ki Arapi İslamın bütün olumsuzluklarının sorumluluğunu Türke yamamıştır. Örenğin İslam uygarlığının İslam dini sayesinde yaratıldığını, fakat bu uygarlığın Türkler tarafından yok kılındığını, İslamda kölelik diye bir kuruluş olmadığını, fakat köleliğin Türkler tarafından İslama sokulduğunu; İslamın kadına hak ve değer tanıdığını, fakat bu hakların Türkler tarafından kaldırıldığını vs…inanılmaz bir kurnazlıkla iddia eder olmuştur. Bunu yaparken Türkün bu tür iddiaları cevaplandırmasının ve savunma yollarına başvurmasının kolay olmadığını, çünkü böyle bir şeye kalkışacak olursa İslam ile çatışır durumda kalacağını hesaplamıştır. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse, kölelik kuruluşunu ele alalım. Arap milliyetçisine göre kölelik İslamın reddettiği bir kuruluştur; fakat buna rağmen Türkler İslama köleliği sokmuşlardır. Böyle bir iftiraya yanıt vermek kolaydır, çünkü daha önce de değindiğimiz gibi Muhammet! Köleliği doğal bir kuruluş olmak üzere yerleştirmiş ve bununla ilgili olarak Kur’an’a hükümler koymuştur:


“..Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden…saifeden kimseyi misal gösterir, Hiç bunlar eşit olur mu? (Nahl Suresi, ayet 75)


Öte yandan bizzat kendisi, ömrü boyunca köleler satın almış ve kullanmıştır. Köleliğin kaldırılması için kendinden örnek vermek şöyle dursun, aksine sürdürülmesi için her şeyi düşünmüştür. Bu nedenledir ki, İslamda kölelik çok yakın bir tarihe gelinceye kadar doğal bir kuruluş olarak yaşamıştır. Ancak Batı uygarlığın zorlaması ve Batı ülkelerinin tehdidi sonucu olarak “resmi” olmaktan çıkarılmıştır.


Bu ve buna benzer kaynakları ve örnekleri ortaya koymak suretiyle köleliğin sorumluluğunun Türklere değil, fakat doğrudan doğruya Muhammed’e ve İslama ait olduğunu anlatmak kolaydır. Ne var ki, bunu yapabilmek için İslamı eleştirmek ve aslında yermek gerekecektir. Oysa ki bu bir cesaret bir bilgi işidir; çünkü İslam, din konusunda her türlü eleştiriyi, tartışmayı yasaklamıştır. Bu yasağa uymayanlar İslamın düşmanı sayılır, en azından dinsizlikle suçlanır. Bu ise Müslüman Türk bakımından korkulacak bir sonuçtur. İslam düşmanı sayılmaktansa iftiraya katlanmaya ve Türklüğünü unutmaya hazırdır. İşte Arap milliyetçisinin ve ona destek Türk şeriatçısının hesapladığı da budur.


Şeriatçımız ve din adamlarımız, bugün belki cesaret edip Arap yazarların Türk aleyhtarlığıyla dolu yapıtlarının yorumunu henüz yapmıyor ve muhtemelen yapabileceği günü bekliyorlardı! Fakat aslında Türkü “Araplaştırmak” ve kendi öz niteliklerine yabancı kılmak için Arap yazarların kitaplarına dahi ihtiyaçları yoktur. Zira ellerinde çok daha etkili şeriat kaynakları, başta Kur’an ve hadisler vardır. Bu kaynaklarda yaran hükümler Tanrı’dan ve Muhammed’den gelmedir diyerek Türke kabul ettirebildikleri sürece iktidar ve saltanatlarını artıracaklardır. Araplık ruhu ve çöl zihniyetiyle yoğurdukları dimağlar, muhakeme gücüne sahip değildir ki, onlarla savaşabilsin ya da tartışabilsin. O körpecik ya da nasırlaşmış beyinlerden, müspet düşünme ve mantık yolunu deneme gayretini bekleyemezsiniz. 


Ne din okulunda, ne camide ve ne de hiçbir yerde Müslüman Türkün şeriat hükümlerini eleştirmesini ve örneğin kalkıp da . “Hoca Efendi, Tanrı’nın Arapları bütün insanlara üstün kıldığını, Kur’an’ı Arapça indirdiğini, peygamberini Araplardan seçtiğini, vs… söylüyorsun, ama neden Tanrı Arabi ve hem de çöl bedevisini tercih etsin de Araptan daha faziletli daha dürüst, daha mert, daha insancık ve kadına saygılı başka bir ulusu örneğin Türkü seçmesin? Neden Türkten bir peygamber çıkarmasın ve Türke, Türkün dili ile Türkçe hitap etmesin de anlamadığı Arapça ile etsin? Neden Türkü küçültsün de Arabı yüceltsin? Tanrı bu derece keyfi ve bu derece değer ölçülerinde yanılmış olabilir mi?” şeklinde konuşmasını isteyemezsiniz. İsteyebilmeniz için her şeyden önce bu ülkeye “serbest düşünce”yi getirmeniz, İslamı eleştirme ve yerme geleneğini yerleştirmeniz ve böylece Türkü şeriatçının yalanlarına, aldatmalarına ve kandırmalarına karşı hayır diyebilecek kerteye eriştirmeniz şarttır.




Ve Bitmeyen Tehlike


Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra, şimdi kendi kendinize soruyorsunuzdur: “Bu yazılanlar yalan olamaz. Çünkü yazar bütün bunları Arap ve Müslüman kaynaklara dayalı olarak sergilemiştir. Peki iyi ama nasıl olur da Türk şeriatçısı, Türkün ulusal meziyet ve niteliklerini inkar edebilir? Nasıl olur da Arap milliyetçisi, kendi halkını kendi İslam öncesi tarihi ve gelenekleriyle, kendi öz diliyle ve buna benzer öğelerle benlik sahibi yapmaya çalışırken, Türk şeriatçısı Türkü, Türkle ilgili ne varsa her şeyinden yoksun kılmaya uğraşır?


Bu sorunun yanıtını vermek kolaydır. Eğer siz Türk yavrusunu, o küçücük yaşlardan itibaren şeriat eğitimine tabi tutar ve yoğurursanız ve örneğin bu kitap boyunca bazılarını belirttiğimiz şeriat hükümlerini kafasına ve ruhuna sokacak olursanız, sonuç sizi şaşırtmamalıdır.


Bu eğitimden geçireceğiniz yavrularımızdan yakın bir gelecekte, sayısız Mustafa Sabri’ler ve Ahmet Naim’ler ve Abdülhamit’ler çıkacağı muhakkaktır. Şeriatın bir yandan “Araplık ruhu” aşılayan ve diğer yandan  insan kafasını işlemez hale sokan ve insanlığa düşman kılan eğitimine tabi tuttuğumuz Türk yavrsuna siz bir de Arapçayı öğretiniz ve bakınız nasıl bir insan tipi oluşturursunuz. Bu dile vakıf olarak o eline geçireceği Arapça kitapları, yani Türkü hem Araba ve hem de dış aleme ve özellikle Batı’ya karşı “uygarlık düşmanı” ya da “ayağını bastığı yeri kurutan” ya da “İslamı uygarlıktan uzaklaştıran” ya da buna benzer olumsuz tanımlamalarla dolu kitapları okusun ve bu kitaplardaki yalanlara karşı çıkabilecek bilgilerden yoksun kalsın da, görünüz bakınız nasıl bir kuşak yetiştirmiş olursunuz.


Şeriat eğitimine “paydos” diyebilen Atatürk’ün büyüklüğünü biz bugün inkar edelim duralım. Fakat şunu bilelim ki, şeriatçının elllerine terk ettiğimiz yavrularımız, çağdaş uygarlık anlayışından, akılcılıktan ve milli benlik duygusundan yoksun olarak yakın bir gelecekte karşımıza dikilecek ve bizlere Atatürk ilkelerine bağlılığın suç olduğunu haykıracaklardır.




Gözlerimiz Önünde İşlenen Cinayet


Gözlerimizin önünde işlenmekte olan ve Türkü mezara götürebilecek olan bir cinayet var ki, bunu bir yandan cehaletimiz yüzünden göremiyor ve diğer yandan da okumuş sayılanlarımızın bir kısmının küskünlüğü ve nemelazımcılığı ve diğer bir kısmının da çıkarcılığı nedeniyle önleme yolunu düşünmüyoruz. Bu cinayetin sorumluları Türkü sadece fikren ilkel ve biçare veya sadece maddeten sefil ve yoksul kılmakla kalmıyorlar, milli benliğini ve bilincini unutturma ve sonunda da tarihten silip atma uçurumuna götürdüklerini fark edemiyorlar. Yaşları 10 ila 20 arasında yüzbinlerce Türk yavrusunun devam ettiği Kur’an kurslarında, imam hatip okullarında, İslam Enstitüleri ve hatta din dersleri verilmekte olan müspet eğitim okullarındaki bir o kadar Türk çocuğu bugün hem fikren ve hem ruhen çöl felsefesinin ve yaşantısının insanı olarak yetiştirilmekte ve milli benliği yitirici bir eğitimin kurbanı olmakta, “Kabm-i necib” diye kendilerine tanıtılmak istenilen Arabın, İslamın toplumları içerisinde neden dolayı üstün ve imtiyazlı duruma sahip olduğu masallarını, Kur’an ve hadis hükümlerininin telkin ve tehdit edici baskısı altında öğrenmektedir.


Şeriat eğitimine güç vermek, Kur’an kursları ihdas etmek üniversitelere mescit yerleştirmek gibi çabalar laik Türkiye Cumhuriyeti iktidar partilerinin başlıca amacı haline gelmiştir. 1986 yılının başlarında bir devlet bakanın şu sözleri bu alandaki başarıları simgelemeye yeterlidir:  “Özellikle 19 ilde yatılı Kur’an kursu binaları yapılmaktadır ve imam evlerinin yapımına ağırlık verilmiştir. Türkiye’deki tüm camilerin bakım ve onarımını devlet üstlenmiştir. Her üniversitenin gerçek bir ibadethaneye kavuşturulmasını amaçlıyoruz. Hacettepe Üniversitesi’nde açılan mescit gibi diğer üniversitelerimize de ibadet yerleri açacağız. Böylece bu problem de ortadan kalkacak.”


Atatürk’ün canını dişine takarak akılcılığa, müspet ahlak ve uygarlığa ve benlik duygusuna götürdüğü ve “insanlık camiasının bir üyesi” olma gururu ile övündürdüğü bizim kuşak, şimdi yeni kuşakların çağdışı kafa ve ruh yapısı ile eğitilmekte oluşunu büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içerisinde seyretmektedir. Türk yavrusunun ve insanının, bugün şeriatçının elinde, tıpkı Cumhuriyet döneminden önce olduğu gibi, yine yaratıcı zekadan uzak, yine gökten inme emirleri tek gerçek sayan ve her şeyi din açısından ölçüye vuran birer yaratık şeklinde yetiştirmelerini içi kanayarak izlemektedir.


Amaç hiç kuşku edilmemelidir ki ,şeriatçının bu sahte saltanatı bir gün gelip sönecek ve şeriatın insan beynini eriten tılsımı mutlaka sona erecektir. Yüzyıl da geçse, bin yıl da geçse ve hatta Türkün eceli de gelse, insan aklına meydan okuyan şeriat mikrobunun sonu gelecektir. 


Del Vechhio’nun dediği gibi : “Sınırsız şekilde gelişmeye müsait bir insan beyni olduğu sürece, gericilik daima ezilecektir.”



İlhan Arsel,1999
Arap Milliyetçiliği ve Türkler









“İslam Uygarlığını Yok Eden Türklerdir” İddialarına Karşı



İslam uygarlığı konusundaki Arap iddialarına verilecek yanıt şudur ki, bu uygarlık ne İslamdan doğmadır, ne Arabın yaratmasıdır ve ne de Türkler yüzünden batmıştır. İslama yabancı ve özellikle Kur’an dışı kaynaklardan çıkmış olan bu uygarlığın gelişmesine bizzat İslamiyet darbe vurmuştur.


Şöyle ki; Miladi 8.yüzyıldan 11.yüzyılın başlarına kadar süren bir İslam uygarlığı dönemi vardır ki, eskiden olduğu gibi bugün dahi Arap yazarların kaleminde “Arap uygarlığı” diye tanımlanır. Çünkü onlara göre bu uygarlığı yapan Araplardır. Arap bilginleri ve düşünürleridir; o kadar ki, Arap olmadığını bildikleri kimseleri bile (örneğin İbn Haldun, Farabi, İbn Sina vs. gibi) Arapmış gibi göstermekten çekinmezler. (272)


Oysa ki “islam uygarlığı” denen şey ne “Arap uygarlığıdır”, ne Arap unsurların oluşturduğu bir uygarlıktır ve ne de bu uygarlığın temelleri bizatihi İslama dayalıdır.


“İslam uygarlığı” ya da “Arap uygarlığı” denmesinin nedeni, bu uygarlığı yaratan yapıtların Arapça yazılmış olması ve bu yapıtlardaki esasların genellikle İslama ve daha doğrusu Kur’an’a uygunmuş gibi gösterilmiş bulunmasıdır.


Başka bir deyimle, İslam uygarlığı dene şey, İslami olmayan kaynaklar (özellikle Eski-Yunan kaynakları) sayesinde ve Arap olmayan unsurlar (özellikle Acem, Türk, Yahudi,  Hıristiyan vs.) elinde oluşmuş, fakat akılcılığa yönelme olanağı tanımayan İslami emirler (örneğin Kur’ah) yüzünden yok olmuştur. Başka bir deyimle, bu uygarlığın oluşmasında Arabın rolü pek cılız olmuştur. Nitekim Mukaddima adlı yapıtında İbn Haldun Araplardan söz ederken “Yeryüzünün uygarlıktan en uzak kalmış insanları” olarak tanımlar ve şunu ekler:


“Ne ilginçtir ki, ister din ve ister diğer alanlarda olsun, Müslüman düşünür ve bilginlerin büyük çoğunluğu Arap olmayanlar arasında çıkmıştır. Araplardan pek az kimse gösterebilir ki…müspet bilimlerde temayüz etmiş olsun.” (273)


Gerçekten de akla gelebilecek ne kadar isim varsa hepsi de ya Acem, ya Türk, ya Yahudi, ya Hıristiyan ya da Arap olmayan bir ırktandır. İbn İshak’lar, al-Razı’lar, Farabi’ler, İbn Sina’lar, İbn Haldun’lar, İbn Rüştler, al-Birüni’ler, Abu’l-Farac’lar, al-Belazuri’ler, İbn Kuteyba’lar, Abu’l Fida’lar, İbn Hallikan’lar, İbn al-Cevzi’ler, İbn’ül Esir’ler, idrisi’ler, Taberi’ler ve daha saymakla bitmeyecek ne kadar bilim adamı ve düşünür varsa hepsi Arapça diliyle yazan ve Arap olmayan Müslüman unsurlardır. Sadece Arap grameri alanında bazı Arap unsurların rol oynadığı kabul edilir. (274) bilim çevrelerinin belirttiğine göre, Arap grameri dahi Arap olmayan (özellikle Acem) yazarlar sayesinde gelişmiştir. (275)


İlhan Arsel,1973
Arap Milliyetçiliği ve Türkler
daha fazlası için kitabı alıp okumanız gerek.....



272- Abdullah De Sahb, Development el Questions d’Orient. Toulouse,1972
273- Mukaddima’nın son bölümünde bu konuda bilgi vardır. İngilizce çeviri için bkz. İbn Khladim, The Muqaddima; an introduction to History, transl.F.Rosenthal, New York, 1958
274- Kur’an’ın Arapça olması ve Arapça yazma zorunluluğunu doğurması nedeniyle, Arap boyunduruğu altına giren ülkelerdeki yabancı yazar ve bilginler Arapçayı, okuma ve yazma dili olarak en doğru bir şekilde öğrenebilmek için Arap dili kurallarını “gramer” bilimi haline getirmişlerdir. Bu konuda bkz. S.K.Bukhsh, The Cimtubulion to the History of İslamic Civilization. Calcuta,1905

275- al-Farisi’ler, al-Zaccac’lar vs. hep Acem asıllıdır.

















VE HALA, DİYANETİN SAYGIN BİR KURUM OLDUĞUNU SANAN APTALLAR İLE KURUMLARI BU TİP İNSANLARLA DOLDURANI DA "AZİZ" SANAN SALAKLAR VAR!


Diyanet’ten sapık fetva: Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil!

sǝDǝɔɹǝM u̇ıRǝʌ AunŞ 
Ve HeRşeYe KaDiRsİn..!

diyanet inkar ediyor, siteyi kapatıyor, hacklendik diyor...
Niye kapatıyorsun, bizi sürüden falan mı sandın, hacklenmişleri gördük, önce yokladınız, tepki gelincede kıvırıyorsunuz!
De get! masallarınızı başkalarına anlatın, sapıklar




Yılmaz Özdil: 
Ben bu sapık fetvayı veren her kimse taa gelmişini geçmişini…







Sadece günahkarlar gösteriş yaparak ibadet eder. Ezanın sesini de yükselttiler, İlhan Arsel'in kitabında okumuştum, ne kadar yüksekse o kadar iyi, şeytan duyup kaçarmış! Salak bunların hepsi, şimdi böyle dedim diye bana dinsiz de diyecekler, desinler, insan önce sorgular, ezanı duymadan da vaktin geldiğini bilirsin, namazının da kazasını evde kılarsın, Ayrıca ekmek kazanmakta bir ibadettir, sen işverenin saatini çalıyorsun.(gerçi emeğinin karşılığını almıyorsun ammaa..) Uyuşturucuya karşılar, lakin en büyük uyuşturucu maddesini kullanıyorlar. Böylelerine Lanet.....


/ Cuma'ya ayar!
/ Alevi ile yassak!
/ !!!
/ Memlekette yangın var!
/ Başkanlık sistemi isterem!
/ Bölücü yasayı getirelim!


// Korkuluk bile olmaz!





Memura cuma namazı izninin iptali için Danıştay’a başvurdu

TBMM’de tüm partiler Laiklikten uzak









Artık senatörler memleket meseleleri ile değil, kendi menfaatleri ile ilgileniyorlardı,
Bir kısım senatörler toplantılara iştirak etmemekte mahzur görmüyorlardı.
Halkın reyini satın almak normal bir olay telakki ediliyordu.
Devlet hazinesini doldurmayı düşünen Romalıların yerini, kendi kesesini doldurmayı gaye edinen Romalılar almıştı.
Ananelere saygı kalmamış, felsefi kültürel dünya görüşü yerleşmemiş, aristokratlar safahata dalmıştı.
Halkın bir kısmının elinde hiç bir devirde olmadığı kadar bol para vardı.
Faizcilik rağbet gören bir meslek halini almıştı.
Kara listelere göre öldürülenler için para verilmesi, muhterisleri adam öldürmeye sevk ediyordu.
Tanrılara karşı saygısızlık gün geçtikçe artıyor, mabetler dahi yağma edilmekten kurtulamıyorlardı.
Kısaca, Roma ahlaken çökmüştü....








Suçlar cezasız bırakıldığında, dünya dengesini yitirdi. 
Haksızlar ödüllendirildi.
Nirvana bizden utanç duyacaktır.

47 RONİN