Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı
Bir zamanların güçlü Osmanlı İmparatorluğu ,Birinci Dünya Savaşı öncesinde, hala bağımsız bir devlet sayılmakla birlikte , güçlü devletlerin yarı sömürgesi olmuştu.
Sömürgeleştirmenin en önemli yolları olan borçlanmalar, ayrıcalıklar, bankalar, eşit koşullarda olmayan dış ticaret ve kapitülasyon sistemi; Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kendi evindeymişcesine efendilik edip, yabancılara kendi yasalarına bağlı olmak hakkı ve çeşitli bağışıklıklar sağlıyordu.
Demiryolları, deniz taşınımı, ulaşım araçları, kredi ve banka kuruluşları, sanayi, belediye ve ticaret işletmeleri yabancı sermayenin elindeydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’na yatırılan sermaye toplam olarak 80 milyon altın liraya ulaşmıştı. Bunun yüzde 25,9’u Fransa’nın, yüzde 16,9’u İngiltere’nin ve yüzde 5,5’i Almanya’nın, yüzde 11,7’siyse diğer ülkelerin payına düşmekteydi.
Maliye de büyük devletlerin denetimi altında bulunmaktaydı. Fransız-İngiliz sermayesiyle kurulmuş Osmanlı Devlet Bankası, kağıt para basma tekelini elinde bulunduruyor, gelir-gider işlemlerini denetliyor, ülkenin iç ve dış ticaretini finanse ediyordu.
1914 yılı başlarında Türk devletinin borcu (belediye borçlanmalarını saymazsak) 160 milyon altın liraya ulaşmıştı. Başlıca, alacaklılar Fransa, İngiltere ve Almanya’ydı. Türkiye borçlarının yüzde 62,9’u Fransa’ya ; yüzde 22,3’ü İngiltere’ye ; yüzde 13’üyse Almanya’yaydı.
Yabancı sermayenin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sınırsız egemenliği bu ülkenin ekonomik ve kültürel geriliğinin nedenlerinden biriydi. Yabancı sermaye yatırımcıları Türk sanayinin gelişmesine yardım etmek şurda dursun, bu sanayinin oluşma durumundaki çekirdeklerini yok ediyor, ülkeyi kendi fabrika ve atölye ürünlerinin pazarı durumuna getirerek Türk zanaatçılığının temellerini yıkıyorlardı. Türk tarım ekonomisini kendi sanayileri için hammadde kaynağı durumunda tutarak feodal ilişkileri korumaya çaba gösteriyor ve feodal-monarşik (sultanlık) sistemin dayanaklarını destekliyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamında Kayzer Almanyası büyük bir etkinlik kazanmaya başladı. Bağdat Demiryolu Almanya’nın Türkiye’deki konumunu pekiştirerek ; Mısır’a, Basra Körfezi bölgesine ve Hint Okyanusu’na, yani İngiltere sömürgesi olan yerlere Alman yayılışı sağlamada bir ön basamak olma niteliği taşıyordu. 1914 yılı başlarında Türkiye’deki demiryolu ağının yüzde 62’si Alman emperyalistlerinin elindeydi ve demiryolu yapımına yatırılan sermayenin yüzde 67’si Alman sermayesiydi. Başka girişimlerinde Almanya’nın hissesine bütün yatırımların yüzde 22’si düşmekteydi. Ülkenin dış ticaretindeyse, Almanya üçüncü sırayı almıştı.
Almanya’nın Drach Nach Osten (Doğu’ya Almanya yayılışının gerçekleştirilmesi politikası) planlarında, Türkiye’ye önemli bir yer verilmekteydi.
Alman dış politikasının yöneticisi Von Bülaw, “ Türkiye bizim için ekonomik, askeri ve hatta siyasi bir ilgi alanıdır. Genel bir çatışma söz konusu olduğunda Türk Silahlı Kuvvetleri bize yardımcı olabilir” demekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki ezilen hakların kurtuluş savaşlarından yararlanan İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin İmparatorluğu açıkça parçalamaya çalıştıkları bir sırada, Almanya onun “koruyucusu” ve “Sultanlık Türkiyesinin toprak bütünlüğünün savunucusu” olarak ortaya çıktı. Aslında bu , Almanya’nın “bütün” Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi sömürgesi yapmak isteğinin bir ifadesiydi.
20.yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun “mirası” yüzünden emperyalistler arasında doğan anlaşmazlık; dünyanın yeniden paylaşılması ve yeni etki alanlarına sahip olma kavgasının önemli bir parçasıydı. Bu uzlaşmazlık, Birinci Dünya Savaşı’nın oluşması ve patlamasında küçümsenmeyecek bir rol oynadı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma süreci, bu savaştan çok yıllar önce başlamıştı. 1908 yılında, Avusturya-Macaristan, Bosna ile Hersek’i kendi sınırları içine kattı.
1912’de Trablusgarp Savaşı sonucunda İtalya; Trablusgarp’ı, Bingazi’yi ve Güneybatı Anadolu kıyılarının çok uzağında bulunmayan Onikiada’yı işgal etti.
Birinci Balkan Savaşı’nın sona erdiği 1913 yılında Makedonya, Batı Trakya ve bağımsızlığını ilan eden Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrıldılar.
Suriye, Irak ve Arabistan halklarının bağımsızlık savaşları güçlendi. Osmanlı İmparatorluğu’nun tümüyle çöküşü artık sadece bir zaman sorunuydu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve parçalanmasının kaçınılmaz olduğu bu dönemde, 1908 burjuva devrimiyle iktidara gelen burjuva-derebeyi karması Jön Türk partisi (İttihat ve Terakki), Almanya’nın desteğiyle, sadece Asya ve Balkanlar’daki toprakları elde tutmakla yetinmeyip, Kafkasya ve İran’da da yeni alanlar ele geçirme düşleri görmekteydi. Türk olmayan halkların özümlenmesi (asimilasyon) politikasını uygulayan Jön Türkler, “birleşik” bir Osmanlı (Türk) ulusu yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu güçlendirmek istiyorlardı. Fakat bu Türkleştirme politikası, Türklerle Türk olmayan halklar arasındaki ilişkileri alabildiğine gerginleştirdi. Özümleme politikası sonuçta Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlendirilmesine değil, güçsüz düşmesi ve dağılmasına yol açan nedenlerden biri oldu.
Bunun ardından Jön Türkler Pantürkizm ideolojisini, yani Rusya ve İran’ın Türkçe konuşan halklarının Sultanlık Türkiyesi’nin koruyuculuğu altında “tek” bir devlet olarak zorla birleştirilmesi ideolojisini geniş ölçüde yaymaya başladılar. Bu çılgınca planların gerçekleştirilmesi adına Jön Türkler, Türkiye’nin yazgısını gittikçe daha büyük ölçüde Kayzer Almanyası’na bağladılar. 1913 yılı aralık ayında, Türk devletinin çağrısı üzerine, General Liman von Sanders başkanlığında bir Alman askeri kurulu İstanbula’a geldi. Çok geçmeden, Türk ordusu Alman örneğine göre yeniden örgütlendi ve Alman subaylarının denetimine girdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci günü olan 2 ağustos 1914 tarihindeyse, Türk hükümeti Almanya’yla gizli bir savaş antlaşması yaptı ve İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa girmeyi yükümlendi. 3 Ağustos ülkede savaş durumu ve genel seferberlik ilan edildi. 650.000 kişi silah altına çağrıldı.
Düzmece bir “yansızlık” örtüsü altında ordunun yoğun bir savaş hazırlığından sonra Türk gemileri, Alman amiral Suchon’un komutanlığında, 29 ekim 1914 tarihinde ansızın harekete geçerek Sivastapol’u ve Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki öteki limanlarını topa tuttular. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, sömürgelerin paylaşımı için iki grup emperyalist devletin başlattığı Birinci Dünya Savaşı’na katılmış oldu.
Türk ordusu çarpışmalarda başarısızlığa uğradı. Ülke savaşı yürütebilecek sağlam bir ekonomik temelden yoksundu. Ülke yağmalanmış, hazine boşaltılmıştı. Sonu gelmeyen savaşlardan bitkin düşen Türk askerleri, yeni bir savaşa en ufak bir istek duymuyorlardı. Silah, cephane, donatım, giysi, erzak ve ilaç yetmiyordu. Ulaşım yolları, taşınım olanakları ve diğer askeri gereçler, gereksinimleri karşılamaktan uzaktı.
Savaşın başlangıcında Türk Genelkurmayı, Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış Harekatını tasarladı. Plan gereğince bir yıldırım vuruşuyla, Transkafkasya ve Kuzey Kafkasya ele geçirilecekti. Planın gerçekleştirilmesi için, bu bölgeye 90.000 asker ve subay gönerildi. Fakat Sarıkamış Harekatı tam bir yenilgi ve yok oluşla sonuçlandı.
21 aralık 1914’ten 5 ocak 1915’e kadar Türk birlikleri ölü ve tutsak olarak 78.000 kayıp verdiler. 29.Piyade Tümeni Komutanı Arif Baytın, anılarında şöyle diyor : “Sarıkamış trajedisi, Üçüncü Ordu’ya bağlı iki seçme kolordunun tam bir yok oluşuyla sonuçlandı.”
Kafkas Cephesi’nde bunu izleyen savaş harekatlarının hiçbirinde Türk silahlı birlikleri stratejik bir ağırlık kazanamadılar. 1916 şubatında Rus orduları karşı saldırıya geçtiler ve çetin savaşlardan sonra Erzurum’u ele geçirdiler. Nisan ayında Trabzon’a, temmuzdaysa Erzincan’a girdiler. Rus ordusunun Anadolu içlerine doğru ilerleyişini durdurmak için Türk komutanlığı diğer cephelerden bu bölgeye destek güçler gönderdi. 1917 başlarında Kafkas bölgesinde cephe çizgisi (Karadeniz kıyısındaki) Tirebolu’ndan, Gümüşhane’nin batısından , Erzincan’dan, Muş’tan ve Van’dan geçmekteydi.
Türk ordularının durumu diğer cephelerde de daha parlak değildi. Savaşın başlarında, Türklerin İngiliz askeri güçleriyle savaşta belli bir ağırlık kazandıkları doğrudur. Mezopotamya Cephesi’nde, Kütülamare yöresindeki savaşlarda Türkler, General Townshend komutasındaki İngiliz savaş birliklerini bozguna uğrattılar. 1915 yılında Çanakkale Boğazı’nı savunarak İstanbul’u işgal edilmek tehlikesinden kurtardılar. İtilaf güçleri Çanakkale Savaşlarında ölü ve yaralı olarak 146.000, Türklerse 186.000’in üzerinde kayıp verdiler. Süveyş Cephesi’nde Türk birlikleri İngilizleri durdurdular fakat geriletemediler.
Buna karşılık 1916 yılında İngiliz birlikleri Arap bağımsızlık hareketinden ve Rus ordusunun saldırısından yararlanarak Arabistan Yarımadası’nda bir dizi zafer kazandılar. 1917 yılında Alman-Türk kuvvetlerinin büyük stratejik önemde bir tutunma noktası olan Bağdat-Filistin bölgesinde de Kudüs İngilizlerin eline geçti.
1917 yılı başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması konusunda İtilaf Devletleri arasında görüşmeler sonuçlanmıştı. 1915 yılı nisanında İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası arasında İstanbul ve Boğazlar konusunda bir antlaşma imzalanmış, bu antlaşma gereğince, savaşa katılmasına karşılık Rusya’ya, İstanbul ile Doğu Trakya’nın bir bölümü vaat edilmişti.
Aynı yılın nisan ayında İtilaf Devletleri İtalya’yla da gizli bir antlaşma imzalamışlardı. Bu antlaşma gereğince, savaşa girmesi karşılığında , Asya Türkiye'sinin paylaşılmasında İtalya’ya “Akdeniz bölgesinde, Antalya ili yakınında, adilane bir pay” ayrılmaktaydı.
1916 şubatında , Asya Türkiyesinin paylaşılması konusunda , Sykes-Picot gizli antlaşması imzalandı. Antlaşama tasarısı, İngiliz diplomatı Mark Sykes ve Fransız diplomatı Georges Picot tarafından hazırlanmıştı. İlkbaharda bu antlaşmaya Çarlık Rusyası , bir yıl sonra da İtalya katıldı. Sykes-Picot Antlaşması, Yakındoğu haritasının yeniden çizilmesi, Türkiye ve Arap ülkeleri halkları üzerinde kaba bir sömürü ve baskının uluslar arası antlaşması demekti.
Alman emperyalizmi daha savaş yıllarında Türkye’yi fiilen sömürgesi durumuna getirmişti. Türk ordusu ve donanması tümüyle Alman Genelkurmay’ın buyruğundaydı. Alman generalleri ve subayları , orduda ve donanmada komutanlık görevlerindeydiler.
Alman kapitalizmi Türk ekonomisini tümüyle kendi savaş ekonomisinin buyruğu altına almıştı. Almanya, askeri ve ekonomik soygunun yanı sıra, ülkenin siyasal yaşamı üzerinde de denetim kurmuştu.
V.İ.Lenin, 1916 yılında Kautsky’yle polemiğinde “Almanya’nın şimdi Türkiye’yi hem mali hem askeri bakımdan uydulaştırmış olduğu” olgusuna dikkat çekmekteydi.
Böylelikle, savaştan yenilgiyle çıkacak olan ister İngiliz-Fransız, ister Alman gruplanmaları olsun, Türkiye bakımından durum değişmiyor, Türkiye halkı yeni bir tutsaklığın boyunduruğuna düşüyordu.
Savaş, ülkedeki halk ekonomisine büyük bir darbe indirdi. Tarım ekonomisi tümüyle iflas etmişti. Tahıl ekili arazi 64 milyon dönümden 25-30 milyon dönüme inmiş, tahıl üretimi yarı yarıya düşmüş, tütün, pamuk ve dışsatım maddesi olan diğer sanayi bitkilerinin üretimleri büyük ölçüde azalmıştı.
Savaş yıllarında Türk ordusunda askere alınan 4 milyondan fazla insanın yüzde 90’ınını köylüler oluşturmaktaydı. Bu durumun sonucu olarak, tarım ekonomisi işçi gücünü yitirmişti. Açlık ve savaşın doğurduğu çeşitli salgın hastalıklar yüzünden ölüm oranı büyük ölçüde artmıştı.
İş hayvanlarına (öküz, manda, at, deve) sürekli olarak devletçe el konulması sonucunda, tarım ekonomisi hayvan gücünü de yitirmişti. Hayvan sayısı 1913 yılında 45 milyonken , 1919 yılında 19 milyona düşmüştü.
Ülkenin zaten az gelişmiş ekonomisi de savaş yıllarında çöküntüye uğradı. Yabancıların elinde bulunan askeri devlet fabrikaları, kent sanayi, ulaşım işletmeleri ve maden sanayii dışında, Türk ekonomisi el zanaatçılığı niteliğindeydi ve makineden hemen tümüyle yoksundu. 1913 yılındaki verilere göre, bu el zanaatçılığının temel alanları, yiyecek ve dokuma ekonomisiyle sınırlıydı.
Üretim alanının daralmasında çeşitli etkenler rol oynadı. Nüfusun satın alma gücünün düşüşü, hammadde ve iş gücü yetmezliği, araç dışalımının ve dış ticaretin azalması bu etkenlerin başlıcalarıdır.
Savaşın büyük zararı, yer altı servetleri üretiminde de kendini gösterdi.Örneğin taşkömürü üretimi 1913 yılında 827.000 tondan, 1918 yılında 186.000 tona düştü. Tuz üretimi yarı yarıya azaldı. Öteki yer altı madenlerinin üretimi önemli ölçüde azaldı.
Buna karşılık, savaşın gereksinimlerine bağlı olarak bir takım yeni yeraltı madenleri işletmeleri oluştu. Bakır ve kükürt üretilmeye başlandı. Tokat ve Maraş’ta , küçük bakır işletmeleri kuruldu. Linyit kömürü üretimi arttı. Askeri donatım, çuha ve diğer savaş gereçleri alanında bir dizi yeni üretim işletmeleri kuruldu. Dericilik ve ayakkabı üretim işletmeleri genişledi.
Yabancı ürünlerin ülkeye akımı çok azaldı ve Türkiye kıyılarında İtilaf güçleri donanmalarının uyguladıkları kuşatmanın bir sonucu olarak kimi zaman bu akım tümüyle kesildi. 1913 yılında Türkiye 42 milyon liralık mal dışalım yapmışken, 1917 yılında bunun tümü 15 milyon liraydı ve toplam mal dışsatımı da buna bağlı olarak, aynı yıllarda 21,5 milyon liradan 14 milyon liraya düştü.
Savaş, Türkiye ekonomisini tam bir çöküntüye uğrattı. 1918 yılı sonunda, ekonomist Reşit Gökdemir’in hesaplarına göre, Türkiye’nin devlet borçları, 239 milyon lirası dış, 209 milyon lirası iç borç olmak üzere, 448 milyon liraya yükselmişti. Devlet bütçesinin giderler bölümü, gelirin birkaç katı olmuştu. 1914 yılından 1918 yılına kadar bütçe açığı 128 milyon altın liranın üstündeydi. 1918 yılı sonunda genel savaş harcamaları 1 milyar altın liraya yükseldi.
Devlet borçlarındaki bu yükselişin yanı sıra, kağıt para değerini yitirdi. Büyük savaş harcamalarını karşılamak için hükümet, var olan vergileri yıldan yıla arttırmakla kalmayıp yenilerini getirdi, memur maaşlarını yarıya indirdi, çocukları savaşta olan ailelere yardımı kaldırdı, Ermeni ve Rum ahalinin mallarına el konuldu.
Ülkedeki ulaşım da tam anlamıyla felce uğramıştı. Demiryolu ulaşımı için yeterli sayıda lokomotif ve vagon yoktu. Yakıt bulunmuyordu. Şose ve toprak yollar kullanıma elverişli değildi. Türkiye’nin savaş sonundaki ekonomik durumunu nitelerken, Türkiye askeri tarihi incelemecisi M.Larcher şöyle yazıyor:
“Türkiye’nin güçsüz ve yoksul düşmesi son sınırına vardı. İnsan kaynakları, savaşlar ve ayaklanmalarda ve salgın hastalıklarla yok olmuştu. Ambarlar boşalmıştı. Anadolu’da sadece kadınlar , yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı. Maddi kaynaklar tüketilmişti. 1.500 kilometrelik Bağdat Demiryolu’nda çalışabilir durumda sadece elli lokomotif bulunuyordu. Onlar için de ne odun ne de kömür vardı. İaşe, altın değerindeydi ve çoğu kez iktidar tarafından sahiplerinin elinden alınmaktaydı. Suriye’de açlıktan 60.000 kişi öldü. Hazine’nin durmadan bastığı paraların toplamı 167 milyon liraya yükselmişti.”
Ülkede genel tüketim malları ve yiyecek yetmezliği büyük ölçüde duyulmaktaydı ve spekülasyon alıp yürümüştü. Büyük kentlerde ekmek, şeker,pirinç, et, yağ karneyle veriliyordu ve “vurgunculukla savaş” amacıyla, yarı resmi ticaret örgütleri kurulmuştu. Fakat başlarında tanınmış devlet adamlarının bulunduğu bu örgütlerin kendileri en azgın vurguncu örgütlerine dönüştüler. Bu örgütlerin başındakiler büyük sermayeler ele geçirerek büyük tüccarlar oldular. 1918 ekiminde Talat Paşa, ülkede spekülasyonun, rüşvet ve ahlaksızlığın alıp yürüdüğünü kabul ediyor ve hükümet savaş sırasında gereksinim duyduğu birçok olanağı yitirmekten korktuğu için bunlarla savaştan bir çıkarı olmadığını bildiriyordu.
Savaş, Türk burjuvazisinin zenginleşmesine yardım ediyordu. Özellikle Almanya ve Avusturya’ya ekmek, yağ, pamuk, deri ve meyve dışsatımı yapanlarla, şeker, kahve, dokuma ve petrol ürünleri dışalımcılarının karları büyüktü. İstifçiler ve orduya iaşe ve hayvan yemi sağlama üstencileri büyük paralar kazandılar. Ordu gereksinimlerini karşılamak için çalışan işletmelerin sahipleri sermayelerini büyük ölçüde artırdılar.
Büyük toprak sahipleri savaştan hemen hemen hiç zarar görmezken küçük ve orta köylülük tam bir yıkıma uğradı. Savaşın bütün ağırlığını onlar taşımaktaydı. Tüm ülkede bir çözülme ve yoksullaşma görülüyordu. Altından kalkılması olanaksız vergiler, tarım ekonomisi ürünleri ve hayvanlarının zorunlu olarak hükümet buyruğuna verilmesi ve bunlara el konulması, karşılıksız çalışma yükümlülüğü; köylülerin derebeyleri, köy ağaları, tefeciler, memurlar ve yabancı sermaye ajanlarınca soyulmalarının ve köleleştirilmelerinin başlıca biçimleriydi.
Köylü nüfus arasında tabakalaşma ve köylülerin topraklarını yitirmeleri süreci, savaş yıllarında şiddetini ve hızını artırdı. İflas eden köylüler, ırgat veya lumpen proleter oluyorlardı. Hükümet eliyle uygulanan bu soygun politikası, görülmemiş bir açlık ve yoksulluk yarattı. Anadolu, Suriye ve Irak’ın birçok köy ve kentlerinde kıtlık vardı. 1918 yılında bir Doğu Anadolu gezisinden sonra tarihçi Ahmet Refik şöyle yazmaktadır:
“Her yerde açlık, yoksulluk ve yıkıntıyla karşılaştım. Açlık, insanları insanlıktan çıkarmıştı.”
İşçi ve zanaatçıların durumları da daha iç açıçı değildi.Genel tüketim mallarının fiyatları durmadan artarken ücretler hemen hemen 1913 yılındaki düzeyde kalmıştı.
1913-1918 yılları arasında, örneğin :
Bir okka (1225 gr) şekerin fiyatı 3 kuruştan 225 kuruşa ;
Kahve 12 kuruştan 600 kuruşa;
Pirinç 12 kuruştan 90 kuruşa;
Patatesin okkası 1 kuruştan 27 kuruşa;
Baklanın okkası 4 kuruştan 65 kuruşa;
Bir litre süt 2 kuruştan 45 kuruşa;
Bir okka yağ 20 kuruştan 400 kuruşa;
Bir kilo sığır eti 7 kuruştan 120 kuruşa; yükselmişti.
Ayakkabı ve elbise fiyatları da hızla yükseldi. Savaştan önce fiyatı 70 kuruş olan bir çift ayakkabı 1918 yılında 12 liraya satılıyordu. Bir elbiselik kumaş, beş liradan 90 liraya çıkmıştı.
Ekonominin bütün alanlarında işçilerin gerçek ücreti savaş yıllarında birkaç kez azaldı. Sanayi işçilerinin ücreti günde 15-25 kuruş arasındaydı. İş günü resmen 14 saate çıkarılmıştı, tatil günleri ve izin kaldırılmıştı. Savaş bakanlığı işletmeleri ve ordu hizmetindeki iş yerleri askeri yönetim altındaydı. Çok sayıda kadın ve çocuk işçi çalıştırılıyor ve bunlara erkeklere ödenen yardımdan daha az ücret ödeniyordu. Halkın oturduğu mahallelerde korkunç bir açlık ve yoksulluk egemendi. 1919 yılında İstanbul’daki Sovyet ticaret temsilcisi şöyle yazmaktadır:
“ Adım başında korkunç bir yoksullukla karşılaşılıyor. Türkiye daha önceleri de iyi bir durumda değildi. Fakat ülke şimdi son hızla tam bir ekonomik çöküntüye yuvarlanıyor.”
Ortaçağ’ın lonca kurallarınca birleşmiş olan esnaf ve zanaatçılar da yoksulluk içindeydiler. Gece gündüz çalışıyorlar, buna karşılık emeklerinin ürünleri tefeciler ve lonca başkanlarınca yağmalanıyordu. Küçük memurların, büro ve ticaret işletmelerinde çalışanlarının durumları da iç açıcı değildi. Bunlar aylarca maaşlarını alamıyor, bu yüzden tefecilerin eline düşüyorlardı. Orta ve özellikle yüksek dereceli memurlar arasında rüşvetçilik alıp yürümüştü.
Rüşvetçilik ve yolsuzluk Osmanlı devlet mekanizmasının daha önce de yabancı olduğu bir şey değildi. Sultan da içlerinde olmak üzere devlet adamlarının çoğu bu mekanizmanın içindeydi.
Devlet mekanizmasının çürümesinin yanı sıra ordu da çöküntü içindeydi. 1918 başlarında ordu, hareket halindeki orduda, cephe gerisi işletmelerinde ve işçi taburlarında toplam olarak 600.000-700.000 asker ve subaydan oluşmaktaydı. Bu ordu, gerekli silah, üniforma ve gereçlerden yoksundu. M.Larcher bu konuda şöyle demektedir :
“ Ordu, cephe gerisindeki halktan daha büyük yoksunluklar içindeydi. Askerler beslenmek ve giyinmek için savaş alanında kalan ölüleri soymak zorunda kalıyorlardı.”
(Topal) İsmail Hakkı Paşa başkanlığındaki levazım dairelerindeki hırsızlık ve spekülasyon alıp yürümüştü. 1918 yılında ,savaşmakta olan orduda günde adam başına 75 gr ekmek düşüyordu. Orduya, yağ,şeker ve kahve verilmesi öngörülmesine karşın, bunların adı bilinmekteydi sadece.
Çeşitli donatım, araç ve gereçler ve tüketim malları, cepheye büyük bir gecikmeyle ve çoğu kez kullanılmaz veya bozulmuş durumda ulaşıyordu. Tifo salgını orduyu kasıp kavurmaktaydı. Doktor ve ilaç bulmak olanaksızdı. General liman von Sanders’in tanıklığıyla :
“Ordu şimdi büyük bir yiyecek ve giyecek yoksunluğu çekmektedir ve hemen hemen yalınayaktır. Ordunun giyecek sorunu öyle bir duruma gelmiştir ki, bir çok subay üniforma yerine paçavralara sarınmakta ve tabur komutanları çizme yerine çarık giymektedirler.”
Bundan başka Enver Paşa’nın başkumandanlığı ve Ludendorf’un sözleriyle onun işten anlamayan yeteneksiz genelkurmayı yüzünden Türk ordusu manevi bir çöküntü içindeydi.
Cephe soysuzlaşmıştı. Asker kaçaklarının sayısı hızla artmaktaydı. Halk, sayısız yoksunlukları ve acıları çekecek durumda değildi artık. Ülkeyi savaştan zamanında bir çıkış kurtarabilirdi.
Rusya’da Ekim Devrimi Türkiye’nin bu savaşı “zafere kadar” sürdürmek politikasından ayrılması için elverişli koşullar yarattı. Sovyet hükümeti, savaşan ülkelerin hükümetlerine “koşulsuz ve ödencesiz barış” önerisiyle çağrıda bulundu. Sovyet yönetiminin barış programı, savaşın acılarını çeken Türk halkının isteklerine uygun düşmekteydi. Fakat halkın acıları, Jön Türk hükümetini etkilemiyordu. Jön Türklerin, onur kırıcı sonlarından sadece birkaç ay önce, 1918 de planları gereğince, Bakü ve Dağıstan üzerine askeri hareketleri, Türk halkına yeni felaketlerden başka bir şey getirmemek bir yana Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını çabuklaştırdı.
"Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, bilimsel verilere dayalı bir tarih araştırması olduğu kadar , bir solukta okunabilecek başdöndürücü bir romanın özelliklerini de taşımaktadır. Bu ise sanıyorum, yazarının ülkemize ve Ulusal Kurtuluş Savaşımıza duyduğu içten yakınlığın bir sonucudur. Prof.Şamsutdinov’un yapıtının yer yer tartışılabilecek yorum ve anlatımlarına karşın, tartışılmaz zenginlikteki belgesel içeriğiyle, konuyla ilgili çevrelerde ve geniş okur kitlelerinde hak ettiği ilgiyi göreceğine inanıyorum." Ataol Behramoğlu
Mondros'tan Lozan'a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923
A.M.Şamsutdinov
Çeviren : Ataol Behramoğlu,1999,scribd
“SEVR ANTLAŞMASINI YOK EDEN TÜRK ZAFERİ,
EMPERYALİSTLERİN VERSAİLLES SİSTEMİNDE DE GEDİK AÇTI….”
“TÜRK ULUSAL KURTULUŞ DEVRİMİ ,BUNLARDAN BAŞKA ULUSLARARASI BİR ÖNEME DE SAHİPTİR…”
BİR DE YENİ İSİMLERLE BUGÜNE BAKALIM….!