Translate

22 Temmuz 2015 Çarşamba

HEM MANKURT HEM DE STOCKHOLM SENDROMLUSUN!








VE SEN, EVET SEN, DOST ELİNİ UZATAN SEN,
ELİNİ ISIRIYOR, KOLUNU KOPARIYOR, AMA ALDIRIŞ ETMİYORSUN!
HEM MANKURT HEM DE STOCKHOLM SENDROMLUSUN!


___________________________________________________





TÜRK ADALARI İŞGAL ALTINDA

* "Türkiye’nin hem NATO müttefiki hem de komşusu olan Yunanistan, Helenizm macerasından hiç vazgeçmiyor. Eline geçirdiği minicik imkanları sonuna kadar kullanmayı büyük marifet zanneden Yunanistan, Girit Adası’na S-300 füzelerini konuçlandırırken, Ege üzerindeki ada, kaya ve kayacıklardan da gaspedebildiğini tasarrufuna geçirmek istiyor."

Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral ve eski Büyükelçi Güven Erkaya


* "Yunanistan Savunma Bakanı Panos Kammenos'tan Türkiye'yi kızdıracak bir açıklama geldi. Kammenos, 
Ege'nin Yunan denizi olduğunu söyledi."









Ege Denizi’nde irili ufaklı yaklaşık 3000 ada yer aldığından “Ege” kimi kaynaklarca “Adalar Denizi” olarak da anılmaktadır. Bu adalardan sadece 100 tanesi insanlara yaşama alanı sağlamakta, büyük bir çoğunluğu insanların yaşamasına elverişli olmayan kayalıklardan oluşmaktadır.

Yunanistan, Ege Denizi’ni kendi denizi olarak nitelendirmekte ve Türkiye’nin bu deniz üzerindeki tüm haklarını, ülkesinin toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege sorunlarının çözümüne ilişkin olarak son on yıldır yapılmakta olan gizli kapsamdaki (istikşafi temaslar) görüşmeler sürecinde bugüne kadar toplam 52 görüşme gerçekleşmiş ancak bir sonuç alınamamıştır.

Ekonomik sorunlarla uğraşan Yunanistan, ülkede artan ve ırkçılık düzeyine varan milliyetçiliğe prim verebilir ve bir 12 mil oldu-bittisi ile karşılaşabiliriz. Yunan dış politikası pek dostça çizgide gelişmemektedir. Örneğin Türkiye ile Yunanistan’da okutulan ders kitaplarından iki ülke hakkındaki olumsuz ibarelerin karşılıklı olarak çıkartılması için ‘Atina’da yapılması kararlaştırılan dördüncü toplantı Yunan tarafının isteksizliği nedeniyle gerçekleştirilmemiştir.

EGE DENİZİ HER AN ISINABİLİR - pdf
Doç.Dr.Sait YILMAZ  /  diğer makaleleri




* * * 



2004 Annan Planı'na göre :

a) - 2011 yılına kadar 6000, 2018 kadar 3000 Türk ve yunan askeri adada kalacak, bu tarihten sonra da aynen 1960 antlaşmalarında olduğu gibi sembolik bir anlam taşıyacak olan 650 Türk ve 950 yunan askeri adada bulunacak, her 3 yılda bir bu askerlerin durumunu sıfırlamak amacıyla gözden geçirilecekti.

b)- Türk tarafının %36 olan Toprak oranı %29'a düşürülüyor, Güzelyurt ve çevresi rum yönetimine bırakılırken, 
Karpaz Türklerde kalıyordu.Türklere kalan topraklara rum göçmenler aşamalı olarak yerleşebilecek,bir süre için rumların kuzeye geçişi konusunda bazı kısıtlamalar bulunacaktı. Kuzeydeki evlerine dönebilecek rumların oranı 19 yıla kadar, 
Türk nüfusunun %18'ini aşmayacak, bu dönemden sonra kısıtlamalar kalkacaktı.



* * * 




* KIBRISLI RUMLARIN ÇİRKİN PAYLAŞIMLARI...22 Temmuz 2015 , BASIN


"Kan kurudu, Şehitler Unutuldu"
KKTC Kıbrıs Federasyonuna doğru gidiyor!
Gözde Kılıç Yaşin "Birleşik Kıbrıs" Haberi için
"Kıbrıs'ta yürütülen müzakereler açısından en büyük sorun Türk tarafının karartma uygulaması ve hangi konuların görüşüldü bilgisinin paylaşılmamasıdır."


* Kıbrıs Rum Yönetimi, Ermeniler'in 1915 olaylarına ilişkin iddialarının 100'üncü yıldönümü dolayısıyla adayı ziyaret eden Ermeni Meclis Başkanı Galust Sahakyan'a jest yaptı. Rum vekiller, Sahakyan'ın meclis ziyareti sırasında soykırım iddialarını reddedenleri cezalandıran yasa tasarısını oy birliğiyle onayladı.!


* Nikos Anastasiadis: "Türk askeri çekilmezse çözüm olmaz" - BASIN


Türkiye Kıbrıs'ı Terk Et!
Basın / Nisan 2015







* * * 





Yunan Ta Nea gazetesi, Türkiye’nin, Amerikan Lockheed Martin firmasından satın aldığı 30 adet F-16 Block 50 Plus tipi savaş uçağının önemli bazı bölümlerinin Yunanistan’da üretildiğini iddia etti.

Tan Nea, Yunan Havacılık Sanayisi’nin (EAB) bu konuda Amerikan firmasıyla özel bir anlaşması olduğunu ve Yunanistan’da imal edilen parçaların ilgili sözleşmede belirtilen standartlara uygunluğu kontrol edildikten sonra monte edilmek üzere Amerikalıların sorumluluğunda alıcı ülkelere gönderildiğini" kaydetti.

"Parçaları gönderen olarak Lockheed Martin firması gözükmesine rağmen, tüm dünyaya satılan yeni F-16’ların yüzde 29’unun EAB’nin Tanagra’daki fabrikalarında imal edildiği" belirtilen haberde, "bu çerçevede Türkiye’nin ısmarladığı 30 uçaktan 11’inin Tanagra’da üretilen bölümleri tamamlanarak, teslim edildi" ifadesine yer verildi.

Gazete, "en son 1 Nisan tarihinde savaş uçaklarının ’made in Greece’ dört büyük parçasının Tanagra’da Türk TIR’larına yüklenerek monte edilmek üzere Ankara’daki TAI tesislerine gönderildiğini" kaydettiği haberinde, EAB yetkililerinin bu konuda yaptıkları açıklamalarında "gönderilen parçaların ikinci
sınıf parçalar olmadığını ve bunun ne ilk, ne de son olduğunu" belirttiklerini yazdı.

Gazete haberinde, "Böylelikle 30 adet yeni F-16’ların Türk Hava Kuvvetlerine teslim edildikten birkaç hafta sonra Yunan malı yedek parça taşıyan Türk ve Yunan savaş uçakları Ege semalarında karşı karşıya gelebilir" ifadesini kullandı. 


Vatan Gazetesi , 5.04.2011 (Ali Külebi)



Türkiye’ye 30 adet F-16


DSCA’in açıklamasında, Türkiye’ye yeni F-16 satışının, bölgedeki askeri dengeyi ve ABD’nin Kıbrıs sorununa müzakerelerle çözüm bulunmasını teşvik çabalarını olumsuz etkilemeyeceği kaydedildi. 

Açıklamada, “Bu satış, Türkiye’nin askeri kabiliyetlerinin ilerletilmesi yoluyla ABD’nin dış politikasına ve ulusal güvenlik hedeflerine katkıdabulunacak. Satış, Türk Hava Kuvvetlerinin Türkiye’yi savunma yeteneğini geliştirecek ve teröre karşı küresel savaşa ve NATO operasyonlarına katkısağlayacak” denildi. 

30 adet “F-16 Block 50” tipi savaş uçağıyla birlikte 42 adet General Electric uçak motoru, dost-düşman ayırt etme sistemleri, AN/APG-68(V)9 radarları, yer istasyonları, AN/ALQ-178 elektronik savunma sistemlerive diğer ilgili savunma sistemlerinin de Türk Hava Kuvvetlerine verilmesi öngörülüyor. 

Uçağın ana üreticisi Lockheed Martin’in yanı sıra BAE Advanced Systems, L3 Communications, McDonnell Douglas, Northrop Grumman, General Electric veRaytheon şirketleri, sistemleri imal edecek firmalar arasında yer alıyor. 

Uçakların üretimine, Türk savunma sanayiinin de katkıda bulunması bekleniyor. 

Yunanistan da geçen yıl 30 adet yeni F-16 uçağı alımı için ABD ile anlaşma imzalamıştı.


NTV Eylül 2006




* * *



YUNANLILARIN MEGALİ İDEASI VE İTHAMLARI

* "Yunan Megali İdea'sı ile Elenizm Milliyetçiliği bu topraklara ayak bastığı an vahşeti de beraberinde getirdi". - Neal Ascherson



* SÜMELA MANASTIRI , 15 AĞUSTOS PONTUSÇULUK , MECLİS TUTANAKLARI , KARADENİZ BÖLGESİNİN TÜRK YURDU OLMASI / Bojidar Çipof 

Bojidar Çipof - Haberler 
19 Mayıs 2011

Bu sitedeki, “Sümela Mudanya Arasında “Megali İdea” Hareketliliği” adlı bir önceki makalemizde; Rusya Yunan Cemaatleri Federasyonu Başkanı olan “İvan Savidis” ile ilgili olarak bir bilgi vermek istiyoruz. Adı geçen “İvan Savidis”in aynı zamanda Rus Duması milletvekili olması sebebiyle bazı mailler aldık ve “Yunanistan/Patrikhane/Megali idea” üçgeninde Rusya’nın nerede durduğunu ya da “Rusya da mı Rum Patrikhanesi’nin arkasındadır?” şeklinde sorular soruldu.

Burada bahsedilen Rus milletvekili yazımızda da belirttiğimiz gibi “Yunan asıllıdır” ve “Rusya Yunan Cemaatleri Federasyonu Başkanı”dır. Rusya’nın Rum Patrikhanesi’ne açık bir destek vermesi söz konusu değildir, Rusya’daki “Yunan Diaspora”sı teşkil eden Yunan asıllıların desteği söz konusudur.

Aşırı “Pontus’çu” olan bu kişinin, Bursa Metropolitliğine yeni tayin edilen Metropolit “Elpidophoros (Yani) Lambriniadis” ile de dirsek temasında olduğu ile Bursa’nın Mudanya İlçesi, Zeytinbağı (Tirilye) Beldesi’nde bulunan “Kemerli Kilise” Yunanca adı ile “Panagia Pantovasilissa” üzerinde birlikte çalışmalarda oldukları da yazımızın içeriğindeydi. [SB-NOT:İzmir metropoliti Hrisostomos Yunanlılar İzmir'i işgal ettiğinde: “Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım...” demiştir. Hrisostomos Bursa Tirilye’de doğmuşve din eğitimini Atina’da almıştır.]

İvan Savidis; 15 Ağustos 2010’da Trabzon Sümela Manastırı’nda Rum Patriği Bartholomeos tarafından yapılan ve Fatih Sultan Mehmed’in, Pontus Rum İmparatorluğu’nu yıktığı güne denk getirilen ayinin de organizatörleri arasındaydı.

15 Ağustos 2009’da ise Sümela’da provokatif bir ayin düzenlemeye çalışan ve Sümela’nın müdiresi ve görevliler tarafından engellenince arbede yaşanmasına neden olan Savidis ile ilgili elimize 2009 tarihli şok görüntüler geçti!

15 Ağustos 2009’da; Selanik Valisi Panayotis Psomyadis’in de aralarında bulunduğu grup, Din adamları Sümela içinde korsan ayin yapmaya kalkışınca ve Müzeler Müdürü Nilgün Yılmazer’in tepkisi karşısında kendisini tartaklamaya ve hakaret etmeye başlayan grup aniden “Yunan Milli Marşı”nı okumaya başlamış.

16 Ağustos 2009’ İHA’ya göre; şu haber yer aldı: Savidis; “Trabzon’da Ortodoks kilisesi inşa edeceğim” ve “Bu kiliseler, bizim atalarımızdan kalan kiliseler. Dindar insanların kiliseleridir, Türk Hükümeti’nin kiliseleri değildir. Bu olayın ne kadar önemli bir olay olduğunu tüm dünyaya göstereceğim” dedi.

Bir önceki makalemize ek mahiyetinde bu girişi yapmaktaki maksadımız ise önümüzdeki 15 Ağustos’ta artık Patrikhane ve Pontus’çu oluşumların bu kez “ev sahibi” modunda orada olacaklarıdır.

Acaba aklımızın şöyle bir durumu alması mümkün müdür? Bir Türk turist grup, aynı bu 2009’da turist olarak gelen Yunanlı grup gibi Yunanistan’ın bir yerinde korsan namaz kıldırması ve buna müdahale eden resmi görevlilere darp etmesi, tartaklaması mümkün müdür? Hele de, görevlilere hakaretler yağdırırken “İstiklal Marşı”nı okumaya başlaması mümkün müdür?

Ya da suali birde şu şekilde soralım: Böyle bir fiili yapacak Türk grubun başına ne gelir?

Rum Patrikhanesi ve Megali İdea faaliyetlerini hakkında önceden yazdığımız her yazı gerçekleşiyor. İnternet ortamında bazı adı Hıristiyan olan sitelerde bizi komplo üretmekle suçlayanlar da oluyor. Ama yazdığımız her yazı tarihe not düşmekte ve doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Medya ve internet ortamlarında münferit olarak bu olaylar hakkında, oluştuktan sonra ufak da olsa haberler çıkmakta ve yazılarımızın sağlaması gerçekleşmektedir. Ancak, üzücü olan şudur ki; bu fiiller bir bütünün parçalarıdır ve bunların tümü bir arada analiz yapıldığında gerçek fevkalade ürkütücüdür.

Yunanistan’ın şu anda ekonomik açıdan resmen “iflas” noktasında olmasını; “Bu adamlar bize bu durumda ne yapabilir?” şeklinde hafife alanlar da maalesef çoktur. Unutulmamalıdır ki; başta ABD olmak üzere Dünya’da dolar milyarderi Yunanlı çoktur ve her ne kadar şu anda Rum Patrikhane’sine on yıllardır akan Yunanistan bağışının aksaması ile maddi açıdan Patrikhane’nin de şu anda biraz dara düşmüş olması ana ülkü için para bulma kabiliyetlerinde sıkıntı yaratmaz.

İşte Sümela örneğinde olduğu gibi ya da geçen sene Ayasofya’da kırsan ayin yapmaya kalkışan Amerika’dan bir Yunan asıllı dolar milyarderi Chris Spirou örneği gibi ana ülküleri olan “Megali İdea” için bunlar her zaman para bulacaklardır.

Bu bağlamda; 15 Ağustos 2009’da Sümela’da yapılan terbiyesizlik ve Yunan Milli Marşı’nın okunması ile 2010’daki büyük gövde gösterisi, ister istemez gözlerimizi 15 Ağustos 2011’e dikmemize sebeptir ve çok dikkat edilmesi gereklidir.

Zira bu kez artık “gelenekselleşecek” bir ayine izin verilmiş olunacak, “ayin bahane” olacak yine eski Pontus haritalı giysiler ve okunacak milli marşlarla Sümela artık “Yunan/Pontus kurtarılmış bölgesi” halini alacaktır.

15 Ağustos 2009’daki provokasyon ile ilgili olarak, biraz gecikmeli de olsa, 7 Ocak 2010’da Aydın Milletvekili Ertuğrul Kumcuoğlu’nun TBMM’de gündem dışı söz alarak yaptığı konuşma; içeriği nedeniyle önem arz etmektedir.

Aşağıda Meclis tutanaklarından bu konuşmanın tam metnini ve imlâsına da dokunmadan, konu ile ilgili olanların bilgisine sunuyoruz:



TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
45’inci Birleşim
7 Ocak 2010 Perşembe

BİRİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 15.00

BAŞKAN: Başkan Vekili Şükran Güldal MUMCU
KÂTİP ÜYELER: Bayram ÖZÇELİK (Burdur), Yusuf COŞKUN (Bingöl)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 45’inci Birleşimini açıyorum.

Toplantı yeter sayısı vardır, görüşmelere başlıyoruz.
Gündeme geçmede önce üç sayın milletvekiline gündem dışı söz vereceğim.

(…) Gündem dışı ikinci söz, Sümela Manastırı’nın ayine açılması hakkında söz isteyen Aydın Milletvekili Ertuğrul Kumcuoğlu’na aittir. (MHP sıralarından alkışlar)

Buyurunuz Sayın Kumcuoğlu.

2.- AYDIN MİLLETVEKİLİ ERTUĞRUL KUMCUOĞLU’NUN, SÜMELA MANASTIRI’NIN AYİNE AÇILMASINA İLİŞKİN GÜNDEM DIŞI KONUŞMASI

ERTUĞRUL KUMCUOĞLU (Aydın) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepimizin bildiği gibi, son günlerde Sayın Dışişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanlığımız “Komşularla Sıfır Sorun” biçiminde bir söylem geliştirdi.

Hepiniz takdir edersiniz ki dış politikada söylemler ile eylemleri örtüştürmek son derece zor bir sanattır. Dolayısıyla, bu konuda mesafe alabilmeniz için, sizin, sadece sizin değil muhataplarınızın da en az sizin kadar hazırlıklı, istekli ve iyi niyetli olması gerekir.
Şimdi, bu komşularımızdan biri, bizim, Yunanistan. Yunanistan Ortodoks bir ülke ve bizim de Trabzon’umuzda Sümela Manastırı diye, eskiden manastır olarak kullanılmış, fakat uzunca bir süredir kaderine terk edilmiş, sonra müzeye dönüştürülmüş bir yapımız var.

Şimdi, gazetelerde bir haber görüyorum. Diyor ki: “Trabzon’daki tarihî Sümela Manastırı’nda bir tabu yıkıldı.” Yıllardır ibadete kapalı olan bu manastır, senede en az bir defa 15 Ağustosta ibadete açılacakmış. Buna sebep olan hadise de geçen 15 Ağustosta yaşadığımız oradaki bir etkinlik ve etkinlik dolayısıyla misafirler ile oradaki yöneticiler arasında çıkan çatışmaymış.

Değerli arkadaşlar, ne olmuş? İşte, Yunanistan’dan 500 kişi ayine gelmiş de ayin yapmak istemişler. Bakalım öyle mi olmuş?

Bir kere şunu unutmayalım, hafızalarımızı tazeleyelim: O 500 kişi oraya kendiliğinden gelmedi. O 500 kişinin başında Selanik Valisi vardı. Siz, Türkiye’de herhangi bir valinin, bir bayram namazı vesilesiyle Yunanistan’dan, Türkiye’den 500 Müslüman’ı toplayıp Selanik’te veyahut da İskeçe’de bir camide namaz kılmaya gitmesini devletinin izni, bilgisi hatta teşvik ve desteği olmadan yapabileceğini düşünüyor musunuz? Provokasyonun arkasında Selanik Valisi vardı.

Haydi geçelim bunu bir kalem. Bakalım, bu adamlar buraya ayin yapmaya mı gelmişlerdi? Bakın ne diyor, kim ne diyor: 24 Ağustos tarihli Kathimerini gazetesi -ki, bu Yunanistan’da neşredilen bir Yunan gazetesidir- 

“O gün -15 Ağustos 2009 tarihinde- Sümela Manastırı’nda 2 kişi -isim de veriyor- Stelios Papathemelis ve Panagiotis Psomiadis diye 2 Yunanlı Yunan Millî Marşı’nı söylemişler hem de Türk topraklarında.” diye altını çiziyor.

Beyefendiler, Hükûmet olarak ağzınızı açacağınıza kulağınızı açsaydınız, orada okunanın İncil değil Yunan Millî Marşı olduğunu bilirdiniz. 

Ama, bunu işte ilk defa burada öğreniyorsunuz. Karşı taraf iyi niyetli değil.

Efendim, o tesadüftü, adamların dilleri sürçtü, İncil okuyacaklarına Yunan Millî Marşı’nı okudular… Öyle mi? Gelin bakalım öyle mi değil mi.

Kathimerini gazetesi devam ediyor: 

Pontus konusuna ilişkin yeni ve güçlü bir adam ortaya çıkmış. Kimmiş bu? Rus Parlamentosundan İvan Savidis’miş. Rus Parlamentosundan İvan Savidis. Neymiş bu adamın konumu? Rus milletvekili, aynı zamanda Yunan devleti tarafından yurt dışındaki Helenizm Konseyine Doğu Avrupa’daki soydaşlarla ilgili konulardan sorumlu olarak atanmış Savidis. Yunan Hükûmeti tarafından Rus milletvekili doğudaki Yunan soydaşlarının sorunlarını yönlendirmekten sorumlu yapılmış. 15 Ağustosta Sümela’daki hadisenin arkasında bu Savidis var. Çünkü niye? 

Gazete devam ediyor: “Trabzon’daki Sümela Manastırı’na şimdiye kadar düzenlediği üç ziyaret kutsal ziyaret özellikleri kazanmaya başladı.” 

Haa, demek ki, bizim gazetenin yazdığı gibi, efendim, öyle, bir tabu yıkılmamış, eskiden beri ibadete filan açık değilmiş burası. Son üç yıldır, Yunan Hükûmeti, bir yandan Selanik Valisi üzerinden, diğer yandan Savidis isimli Rus parlamenter üzerinden bir tezgâhın peşinde.

Şimdi, bunları bilmeden, bunları nazarıitibara almadan komşularınızla ilişkilerinizi iyileştiremezsiniz. Efendim, biz iyileştiririz.

Burada dikkat edilmesi gereken ikinci konu da şudur değerli arkadaşlar: Eğer siz dış politikada ufak veya büyük, önemli veya önemsiz bir değişiklik yapıyorsanız, bunu kamuoyuna “Efendim, bizden önce yapılan her şey yanlıştı. Biz bunları düzeltiyoruz.” diye girerseniz, karşı tarafta böyle bir izlenim bırakırsanız, böyle bir kanaat bırakırsanız başınıza ne gelir biliyor musunuz? Taş düşer. 

Kalkar bir Bulgar Hükûmeti üyesi sizden 1913’te olan meseleler dolayısıyla 10 milyar dolar tazminat ister.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MEHMET ŞANDIR (Mersin) – 20 milyar dolar!

BAŞKAN – Lütfen sözünüzü tamamlayınız.

ERTUĞRUL KUMCUOĞLU (Devamla) – Değerli arkadaşlar, yıl 1999, tarihi 11 Aralık, Helsinki Zirvesi var. Türkiye, Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinde önemli bir dönüm noktasında direniyor ve Avrupa, Türkiye ile tam üyelik sürecini kesmeyi göze alamadığı için, gece yarısında, efendim, Komisyon Başkanı Solana ile AB’nin genişlemeden sorumlu Verheugen’i Chirac’ın uçağına bindirip Türkiye’de zamanın Türk yönetiminin ayağına gönderiyor ve yazılı olarak Türkiye’nin istedikleri tavizleri verip gidiyorlar. Ondan sonra zamanın Başbakanı öbür taraftaki, ertesi günkü toplantıya gidip şey yapıyor.

Bakın arkadaşlar, aradaki farka bakın. On sene önce, Avrupa bizim ayağımıza geliyor, on sene sonra siz, Avrupa Birliğine tam üye olmak için Bulgaristan’a 10 milyar dolar rüşvet ödemek durumunda kalıyorsunuz. Bunun da adı “Başarılı dış politika.” Hadi canım sen de!

ÖZKAN ÖKSÜZ (Konya) – Kim ödemiş?

ERTUĞRUL KUMCUOĞLU (Devamla) – İstiyor adam rüşveti.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ÖZKAN ÖKSÜZ (Konya) – İste, iste, sen de iste!

BAŞKAN – Sayın Kumcuoğlu, lütfen sözünüzü bağlayınız.

ERTUĞRUL KUMCUOĞLU (Devamla) – Bakın, değerli arkadaşlar, dikkatli olmak zorundayız. Gözümüzü dört açmak zorundayız. Ağzımızı değil kulağımızı açmak zorundayız. Dış politika, ince sanattır, lafa, güzafa gelmez.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyorum, teşekkür ediyorum. (MHP ve CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyoruz Sayın Kumcuoğlu.

Bojidar ÇİPOF
SÜMELA MANASTIRI İÇİN “15 AĞUSTOS 2011” TARİHİNE ŞİMDİDEN ÇOK DİKKAT EDİLMELİDİR:
İLK KURŞUN
diğer yazıları







Şurası iyi bilinmelidir ki günümüz insanlarının anlam veremedikleri her isim Rumca veya Yunanca değildir.  Öyle görünmektedir ki bu bölgenin hâkimi en az beş bin yıldır Türklerdir.  Karadeniz Bölgesi’nde hâkim kültür de en az beş bin yıldır Türk kültürüdür.

Prof.Dr.Necati Demir / pdf







Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necati Demir, Karadeniz Bölge-si'nin tarihinin topluma hep yanlış aksettirildiğini belirtti. 

"Yabancı isimler, bozacının şahidi şıracı misali hep birbirlerinin görüşünü destekleyerek, bölgenin tarihini istedikleri gibi şekillendirmeye çalışıyorlar. Bölgenin tarihi topluma hep yanlış aksettiriliyor" diye konuştu. Türklerin Karadeniz Bölgesi'nde binlerce yıldır bulunduğunu, en basit örneğinin Mesudiye ilçesi Esatlı köyündeki Göktürk yazıtlarının olduğunu vurgulayan Demir, "Yaptığım araştırmalarda Esatlı'daki kitabelerdeki yazıtlar, şekiller, alfabeler Sibirya'da, Azerbaycan'da, Moskova'nın yakınlarında da bulunuyor. Türkler binlerce yıldır Karadeniz'deydi. Bu bölgeyi Pontus ile ilişkilendirenler, bu konuyu allayıp pullayarak sunuyorlar. Bazı kesimler ne-dense Pontus hezeyanına fazla kapılmışlar" dedi.

Yine bazı kaynaklarda Ordu'nun Rumca isminin 'Kotyora' olarak lanse edildiğini hatırlatan Demir, bunun yanlış olduğunu söyledi. Demir, M.Ö. 4. yüzyılda Türkistan'dan batıya göç eden Türk boylarından olan Kut'ların Doğu Karadeniz Bölgesi'ne hakim olduğunu, Ordu ve çevresine yerleştiklerini kaydederek, 

"Ordu ilinin ismi Kotyora değil, Kut-yora'dır. Yani "Kut'ların yöresi, yurdu" anlamındadır. Ordu yöresinde bir çok köy ve yörenin ismi 'Kutluca'dır. Ordu hiçbir zaman Rum olmamıştır" açıklamasında bulundu.  basın







* * *








* * *



Yunan askerlerin kin dolu Türkiye marşı: "Dağlarda ekmek yerine Kosovalıların, Arnavutların ve Türklerin kanını içeceğiz" 



* * *



"DÜŞMANLARIMIZ" KOL KOLA, SEN UYU!
* "Yunanistan’da sözde Ermeni soykırımını inkar edenler cezalandırılacaklar"





* * *



200 milyon dolarlık Pasific dizisinde Türkiye"ye ağır itham!

Dizide İzmir"in Türkler tarafından yakıp yıkıldığı iddia edilen sahnede Yunanlı anne, "Türkler 1922"de girip yakıp yıktılar. Her şey gitti. Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın. Ama biz rıhtıma kadar gidebildik. Sonra bir gemiye yüzdük. Kaptan bizi gemisine aldı ve Pire"ye kadar götürdü. Hayatlarımızı kurtardı. Ama evimiz gitmişti. Ne yapacaktık? Buraya geldik" şeklinde konuşuyor.....LAKİN , İZMİR'İ ERMENİLER YAKMIŞTIR.





* * * 



* Bu da, "başka bir tür hainlik"lerden sadece biri...:

"Afyon’un AKP’li Belediye Başkanı Çoban, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’yu kan gölüne çeviren işgalci Yunan askerlerini şehit ilan ederek onlar için anıt yaptıracağını söyledi." - 2009 / haber linki




* BİR DE GERÇEKLER VAR:

"KURTULUŞ SAVAŞI İLE İLGİLİ YUNAN BELGELERİ" 
Prof.Dr. İzzet ÖZTOPRAK / PDF: 




* * *




* II. Dünya Savaşı Yıllarında Anadolu Sahillerine Sığınan Yunanlı Sivil Mülteciler

II. Dünya Savaşı pek çok ülkeyi, değişen derecelerde, etkilemiştir. Şüphesiz en çok etkilenenler de savaşın tarafı olan ülkeler olmuştur. Bu ülkelerden biri olan Yunanistan, savaşın ve işgalin beraberinde getirdiği sefalet ve ölümle yüzleşmek zorunda kalmış, bu nedenle de çok sayıda Yunanlı asker ve sivil, Türk topraklarına iltica etmiştir.

II. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu sahillerine sığınan Yunanlı sivil mültecileri konu edinen bu çalışmayla, Yunanlı sivil mültecilerin neden, ne zaman, nerelere ve ne kadar iltica ettiği sorularının aranan cevapları tespit edilmeye çalışılmıştır.

Yunanistan’ın Alman ve İtalyanlar tarafından işgalinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle 1941-1945 yılları arasında 30.000’nin üzerinde Yunanlı sivil mültecinin Batı Anadolu, kısmen de Akdeniz sahillerine sığındığı görülmüştür.

Ayrıca Türk Hükûmeti’nin mültecilere karşı tutumu ile sığınmacıların akıbetleri de tespit edilmeye çalışılarak, Türk-Yunan ilişkilerinin pek bilinmeyen ya da üzerinde fazlaca durulmadığı anlaşılan insani boyutuna da katkı sağlanması hedeflenmiştir.

..

Türk-Yunan ilişkilerini konu edinen ciddi çalışmalar yerli ya da yabancı olsun dikkate değer boyutlara ulaşmış gibi görünmektedir. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında Türk-Yunan ilişkilerini inceleyen çalışmalara bakıldığında, olaylar daha çok askerî ve siyasî boyutta değerlendirilmiş olup, savaş sürecinde iki ülke arasındaki insanî ve sosyal ilişkileri derinlemesine ele alan pek fazla araştırmaya rastlanmaz. 

Söz konusu süreçte, Türk-Yunan ilişkileri değerlendirilirken; fiilî anlamda çarpışmalara katılmayan Türkiye’nin, savaşın bitimine doğru sadece ilânen sürece iştirak ettiği, Yunanistan’a da birkaç şişe tentürdiyot ile birkaç kasa da kurutulmuş balık ve tuz göndermekten öteye geçmeyen bir tutum sergilediği düşünülmemelidir. II. Dünya Savaşı her açıdan pek çok ülkeyi derinden etkilemiş ve değişen derecelerde söz konusu devletleri sıkıntılara sürüklemiştir.

Hiç şüphesiz savaşlarla birlikte ölüm ve sefaletle acı bir şekilde yüzleşmek zorunda kalan, savaşın tarafı olup işgali yaşayan ülkeler olmuştur. Bu ve benzer olumsuzluklara maruz kalan ülkelerden biri de Yunanistan’dır.

II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sosyal ve ekonomik yıkımdan Yunanistan da kaçınılmaz bir şekilde etkilenmiştir. Yunanistan’ın tarımsal üretimi, II. Dünya Savaşı yıllarında savaşın getirdiği olumsuzluklar nedeniyle savaş öncesi üretim düzeyinin %70 oranında gerisine düşmüştür. 

Yunanistan’ın işgal gideri olarak yüklü bir para ödemek zorunda kalması, bunun yanı sıra işgalcilerin, ülkenin tüm gelir kaynaklarına el koymaları ve özel işgal banknotları bastırmaları kısa sürede durumun oldukça kötüleşmesine neden olmuştur. Bu banknotlar bütün askerî birlikler tarafından, büyük bir rahatlıkla ve hiçbir kayda bağlı olmaksızın ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde basılmıştır. Bu durum para sisteminin kısa sürede çökmesine ve büyük bir enflasyona neden olmuştur. Uluslararası ticaretin tamamen durdurulmuş olması, gıda maddeleri ithal eden bir ülke için trajik sonuçlar doğurmuştur. Kısa sürede temel ihtiyaç maddeleri tükenmiş ve buna bağlı olarak karaborsacılık yaygınlaşmış; diğer yandan şehirlerde yiyecek sıkıntısı da baş göstermeye başlamıştır.

Yunanistan’ın Alman ve İtalyanlar tarafından işgal edilmesi sadece Yunan tarihinde eşi olmayan bir yıkıma sebep olmakla kalmamış, özellikle Atina ve Pire’de yaşanan büyük bir açlığa da sebep olmuştur. Ülkedeki açlık, sefalet ve nihayetinde ölüm korkusu Yunan halkı için daha güvenli bölgelere sığınmayı bir zaruret haline getirmiştir. Bu fırsatı yakalayabilen asker ve sivil pek çok sayıdaki Yunanlı, ülkesini terk ederek Anadolu topraklarına sığınmıştır.

İşgal altındaki Yunanistan’da yaşanan söz konusu dram karşısında Türk halkı, Yunan halkının sıkıntılarını görmezden gelememiş ve büyük bir duyarlılık sergileyerek düzenlenen kampanyalarla, komşu ülke için yardımlar toplamıştır.

Kızılay’ın koordinasyonu ve katkılarıyla Türk Hükûmeti Yunanistan’a, kendi yeterliliği ölçüsünde, yardımlarda bulunmuştur. Yardımlar sırasında Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, bir bakanının istifasını kabul pahasına Yunanistan’a yardım ve kolaylaştırma faaliyetlerine devam etmiştir.

II. Dünya Savaşı esnasında Türk Hükûmeti’nin Yunanistan’a belki de en önemli yardımı, Türkiye’ye sığınan Yunan mültecilere kucak açması olmuştur.

..

Yunan Mültecilerin Karaya Çıktıkları Yerler ve Sayıları

Yunan ve kısmen İtalyan adalarından Anadolu sahillerine gerçekleşen Yunanlı mültecilerinin akını, 1941 Mayısı’nda başlamıştır. Adaların dışında Selanik ve Pire’den de mültecilerin geldiği yönünde bilgiler mevcuttur. 1941 Mayısı’nda başlayan mülteci akını, 1 Mart 1943 tarihine gelindiğinde, Anadolu sahillerine sığınan Yunanlı sivil mültecilerin miktarı 22.525 kişiye
ulaşmış bulunuyordu. 

Sonraki süreçte de mültecilerin Anadolu kıyılarına ilticaları devam etmiştir; Kaş Gümrük Muhafaza Bölük Komutanlığı’ndan alınan 18 Ekim 1943 tarihli rapora göre, Meis Adası’nın bombalanmasıyla, zor duruma düşen halktan, 17 erkek, 59 kadın ve 26 çocuk olmak üzere toplam, 102 Rum mülteci, Bayındır Limanı’na sığınmıştır. 

13-22 Kasım 1943 tarihleri arasında ise, Çeşme, Kuşadası, Marmaris, Güllük ve Söke mıntıkalarına, 631 Yunanlı sivil iltica etmiştir. 

İlticalar diğer Batı Anadolu şehirlerine de gerçekleşmiştir.

Muğla, İzmir ve Aydın şehirlerinden alınan bilgilerden anlaşıldığı üzere, 
8 Kasım 1943 tarihinde 40, 19 Kasım 1943 tarihinden sonra da, 2.800 kişi Kuşadası’na; 1.500 kişi de Bodrum’a iltica etmiştir. 

20 Kasım 1943 tarihinde, 332 Yunanlı sivil Çeşme’ye ve uyrukları tespit edilemeyen bir sivil, Aydın Gümrük Karakolu’na; 17 kişi Bodrum’a ve 39 kişi de Datça’ya iltica etmiştir. 

Söz konusu tarih itibariyle, 3.000 mültecinin Kuşadası’nda bulunduğu bilinmektedir. 

26 Kasım-2 Aralık 1943 tarihleri arasında Kuşadası, Çeşme, Bodrum, Marmaris, Söke ve Fethiye Gümrük Muhafaza Birlikleri’nden alınan raporlarda, söz konusu mıntıkalara 147 Yunanlı sivilin iltica ettiği bildirilmiştir. 

4-11 Aralık 1943 tarihleri arasında Kuşadası, Çeşme, Bodrum ve Marmaris mıntıkalarına 487 Yunanlı sivil iltica etmiştir. 

11-16 Aralık 1943 tarihleri arasında ise, Çeşme, Bodrum ve Marmaris mıntıkalarına 86 Yunanlı sivil iltica etmiştir. 

Gerçekten de mülteci akını durmamış, işgalin ortaya çıkardığı ağır sonuçlara paralel olarak Yunanlı sivillerin Anadolu sahillerine sığınma süreci fasılalarla da olsa devam etmiştir.

2-22 Aralık 1943 tarihleri arasındaki son yirmi günlük süre zarfında İzmir, Muğla, Antalya ve Aydın şehirlerine çoğunluğu Yunanlı olmak üzere, çok sayıda mülteci sığınmıştır. Mültecilerin bölgedeki şehirlere göre dağılımı ise aşağıdaki gibidir:

İzmir: Kuşadası ve Çeşme kazalarına 8.400 kişi iltica etmiş, bunlardan 6.076’sı Suriye’ye sınır dışı edilmiştir. 

Söz konusu tarihlerde, 1.902 erkek, 288 kadın ve 137 çocuk olmak üzere toplam, 2.324 mültecinin bölgede bulunduğu bilinmektedir.

Muğla: Şehre 435 mülteci sığınmış, buna karşılık daha önce iltica edenlerle birlikte 4.286 mülteci sınır dışı edilmek üzere sevk edilmiştir. 

Söz konusu tarihlerde, 29?* mültecinin bölgede bulunduğu bilinmektedir.

Antalya: Şehre 27 kişi iltica etmiş ve daha önce bölgeye sığınan mültecilerle birlikte, 50 kişi sınır dışı edilmiştir. Söz konusu tarihlerde Kaş kazasında 20 mülteci bulunmaktaydı.

Aydın: Çeşitli tarihlerde 235 mülteci şehre gelmiş ve bunların hepsi sınır dışı edilmek üzere sevk edilmişlerdir.

Netice olarak, 2-22 Aralık 1943 tarihleri arasında toplam, 9.176 mülteci bölgeye gelmiş; buna karşılık daha önce iltica edenlerle birlikte 10.626 kişi sınır dışı edilmiştir. 

Söz konusu tarihlerde Anadolu’da 2.373 mültecinin olduğu ve bunların da düzenli olarak sınır dışı edilmek üzere sevk edilmeye başlandığı bilinmektedir.

Yine bu tarihten itibaren Bodrum, Çeşme, Marmaris, Kuşadası Gümrük Muhafaza Birlikleri’nden gelen yazılardan mülteci akınının devam ettiği anlaşılmaktadır.

22-26 Aralık 1943 tarihleri arasındaki dört günlük sürede; Bodrum, Çeşme, Marmaris, Kuşadası limanlarına toplam, 940 mültecinin geldiği, aralarında İtalyanların da olmasına rağmen, çoğunluğunu Yunanlı mültecilerin oluşturduğu bilinmektedir. Yunan mülteciler arasında zaman zaman Yunan devlet yetkililerinin de olduğu anlaşılmaktadır. 

Örneğin Çeşme Limanı’na iltica eden 13 Yunanlı sivil mültecinin arasında Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Genel Katibi, Aleksandros Arliropolos ve Yunanistan’ın Belgrat eski Sefiri, Ragorosenir ve Yunanistan’ın Paris Konsolosu, Liros Arkiros da bulunmaktaydı.

Gümrük Muhafaza Komutanlıkları’nın yetkili mercilere gönderdiği raporlardan hareketle, mülteciler hakkında yapılan tespitler, raporlardaki kronolojik düzensizlikler nedeniyle bazı eksikliklerin olduğu izlenimini vermekle birlikte;

Aralık 1943-Şubat 1945 tarihleri arasındaki belgelerin daha düzenli bir şekil almasıyla Yunanlı sivil mültecilerin karaya çıktıkları yerler ve miktarları daha bir netleşmektedir. Aşağıda düzenlenen çizelgeden de anlaşıldığı üzere, bu süreçte toplam 7.118 Yunanlı sivil mültecinin Batı Anadolu sahil şehirlerine sığındığı anlaşılmaktadır. Bunların 2.978’i erkek, 1073’ü kadın, 1.480’i çocuk, 1579’unun durumları belirsiz ve 8’i de kadın ve çocuklardan oluşmaktadır.

Netice itibariyle, 1941 Mayısı’ndan 1 Mart 1943 tarihine kadar 22.525 (bkz.Tablo II); 

18 Ekim 1943’den 16 Aralık 1943 tarihine kadar 1.755; 
27 Aralık 1943’den 17 Şubat 1945 tarihine kadar da, 7.118 kişi olmak üzere (bkz. Tablo I) toplam, 31.398 Yunanlı sivil mültecinin Batı Anadolu, kısmen de Akdeniz sahillerine iltica ettiği ortaya çıkmaktadır. 

Bunun yanı sıra çoğunluğunu Yunanlı sivil mültecilerin oluşturduğu anlaşılan, diğer mültecilerin miktarının bir kısmını da söz konusu rakama eklendiğinde, Yunanlı sivil mültecilerin miktarının daha da artacağına şüphe yoktur. Uyrukları tespit edilemeyen ancak, çoğunluğunu Yunanlı sivil mültecilerin oluşturduğu varsayılan, 1943 Kasımı’nda, 2.800 mülteci Kuşadası’na; 1.517 mülteci Bodrum’a; 20 mülteci Aydın’a ve 39 mülteci de Datça’ya iltica etmiştir. 

Söz konusu tarih itibariyle, 3.000 mültecinin Kuşadası’nda bulunduğu bilinmektedir.

2-22 Aralık 1943 tarihleri arasındaki yirmi günlük sürede, 9.176 ve 22-26 Aralık 1943 tarihleri arasındaki dört günlük sürede de, 940 mültecinin Kuşadası’na iltica ettiği düşünülürse, rakamların hiçte azımsanamayacak boyutlara ulaştığı görülecektir.

Çeşme-Ilıca Mülteci Kampı

Yunanlı sivil mültecilerin Batı Anadolu, kısmen de Akdeniz sahil şeridindeki yerleşim yerlerine iltica ettikleri bilinmekle birlikte, Çeşme-Ilıca Mülteci Kampı’nın -İstanbul Milletvekili ve CHP İzmir Bölge Müfettişi G. Bahtiyar Göker’in konuyla ilgili olarak hazırladığı ve yetkili mercilere gönderdiği rapordan anlaşıldığı kadarıyla- oldukça öne çıkan bir yer olduğu anlaşılmaktadır.

Savaştan can havliyle kaçan bu insanların Çeşme’de ortaya çıkardığı manzaraya genel olarak bakılacak olursa, durumun vehameti daha iyi anlaşılacaktır.

1942 Nisanı’nın ikinci haftasından itibaren İzmir’in Çeşme ve Çeşme’nin Ilıca Kasabasına Yunan mülteciler sığınmışlardır. Yirmi gün içerisinde 4.800’den fazla Yunan mülteci bölgeye gelmiş, sonraları bu rakam 6700’leri aşan bir boyuta ulaşmıştır. Söz konusu mülteciler, Hükûmete ait binalara ve 120 çadırdan oluşan bir kampa yerleştirilmişlerse de, yeterli olmamıştır.

Çeşme’nin otelleri, hanları, evlerinin büyük bir kısmı; Ilıca’nın tüm otelleri, evlerin bir kısmı, hatta boş dükkânlar ile depolar da, Yunan mülteciler tarafından doldurulmuştur. Bu yerlerin yetersiz kalması üzerine, bölgeye gelen mülteciler sokaklara yayılmışlardır. Temizlikten uzak, sefil ve perişan bir halde bulunan mültecilerden, bit vb. haşere ortalığa yayılmıştır. Çeşme’deki mültecilerin iaşe ve iskân işleri Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti tarafından temin edilmekle birlikte; ilk zamanlarda gelen mülteciler, açlıkla karşı karşıya oldukları için her ne pahasına olursa olsun yiyecek temin edebilmek için elbiselerini ya da yanlarında bulunan eşyaları satmışlardır.

Bu yüzden bölge ahalisi ellerinde bulunan erzakı elden çıkarmış, bu nedenle bu defa da kendileri sıkıntı içerisine girmişlerdir. Bir bütün ekmek, bir cekete takas edilmiş; ahaliden bazıları evlerinde mültecilerden aldıkları mallar ile sergiler açarak alış veriş etmişlerdir. Çeşme bölgesine mültecilerin gelmesi ile ortaya çıkan hastalıkların engellenmesi amacıyla şiddetli tedbirler alınmışsa da, yöre halkı bu hastalık meselesinden oldukça tedirgin olmuştur. Çünkü Yunan mülteciler her tarafa yayılmışlardır. Yeterince ilacın bulunmaması ve yöre insanın sağlık önlemlerine uymaması ve benzeri mülahazalar bu yöndeki endişeleri arttırmıştır.

Yunan Mültecilerin Karşılaştıkları Sorunlar

Mültecilerin karşı karşıya kaldıkları sorunların başında barınma, beslenme ve sağlık konuları gelmektedir. Yukarıda değindiğimiz Çeşme ve Ilıca’da olduğu gibi barınma, beslenme ve sağlık konularında, Türk Hükûmeti’nin gerekli tedbirleri almasına rağmen, yerleşim yerlerindeki fizikî şartların yetersizliğinden, çok sayıda mülteciyi barındıracak miktarda boş binanın bulunmamasından, bazı aksaklıklar ortaya çıkarmışsa da, mültecilere tahsis edilen çadırlar sayesinde barınma problemi aşılmaya çalışılmıştır. 

Yetkililerin mültecilerin barınma problemini -Nazilli’de olduğu gibi- uygun yerlere barakalar yaparak da çözme yoluna gittikleri görülmüştür.

Nazilliye sığınan Yunanlı mültecilerin barınabilmeleri için Nazilli Fabrikası’nın yakınına 20-30 civarında tahtadan baraka yapılmıştır. Aynı zamanda mülteciler Nazilli Fabrikası’nda işçi olarak da çalışmışlardır. Bu barakalarda barınan Yunanlı mülteciler savaşın bitiminde Yunanistan’a dönmüşlerdir.

Mültecilerin karşılaştıkları bir diğer sorun da, yolculukları esnasında başlarından geçen kazalardır. Örneğin, Yunan Adalarından gelerek Çeşme’ye sığınan 235 Yunanlı mülteci, alınan genel karar gereği geldikleri adalara iade edilmek üzere, Kaptan Gürbüz Akyürek idaresindeki Ender adlı Türk motoru ile 4 Nisan 1942 tarihinde Çeşme’den hareket etmiştir; ancak Ender adlı Türk motoru Seferihisar’ın Çelik mevkiinde kayalıklara çarparak batmıştır. Kaptan Gürbüz Akyürek ve 209 Yunanlı mülteci boğulmuştur. 3 Türk tayfa ve 26 Yunanlı mülteci bu elim kazadan kurtulabilmiştir. Kurtarılan Yunanlı mülteciler Seferihisar’da gözetim altına alınarak iskân ve iaşeleri sağlanmış ve gerekli işlemleri yapmak üzere, olaya Cumhuriyet Savcısı el koymuştur. 

Yine benzer bir olay 26 Şubat 1944 günü gerçekleşmiştir. Yunan bandıralı Vangelistra motoru saat 5:30’da Çeşmenin 8 km. güneydoğusunda Alaçatı Limanı’nda, Ağrilya önünde karaya oturmuştur. Fırtınanın şiddetinden devrilen geminin içinde bulunan 59 Yunan mülteciden 54’ü Türk görevliler tarafından kurtarılmış, dördü kaybolmuş, bir erkek mültecinin de cesedi bulunmuş ve yerel memurlar tarafından gerekli işlemler başlatılmıştır. Yaşanan kazaların yanı sıra sahillerimize sığınmaya çalışan mültecilerin karşı karşıya kaldıkları diğer önemli bir problem de Alman uçaklarının saldırılarına uğramaları olmuştur.

Türk Hükûmeti’nin Yunan Mültecilere Karşı Tutumu ve Mültecilerinin İadeleri

Türkiye’ye gelecek sığınmacılarla ilgili olarak, Türk Hükûmeti, iltica edenlerin herhangi bir şarta bağlı olmaksızın kabul edilmesi ve haklarında mülteci muamelesi yapılmasını uygun bulmuştur. 21 Mart 1942’de Milas’ın bombalanması üzerine mültecilerin kabul edilmemesi durumu söz konusu olmuşsa da sonraki süreçte Türk Hükûmeti, Türkiye’ye sığınan Yunanlı sivil mültecileri kabul etmeye devam etmiştir.

....
II. Dünya Savaşı yıllarında Milas’ın Güllük nahiyesinde genç bir subay olarak görev yapan Mir’at Erdöl’ün konuyla ilgili naklettikleri, saldırıların şiddetini ve mültecilerin ne denli zor duruma düştüklerini gözler önüne sermektedir; 

“... büyük teknelerle kaçmaya ve canlarını kurtarmaya çalışan bir Yunan konvoyu, Bodrum açıklarında Alman uçaklarının saldırısına uğramış ve konvoy, tümü ile batırılmıştı. Bu durum karşısında biz, elimizdeki kısıtlı imkânlarla (Karasularımızın) da dışına çıkmayı göze alarak, hiç olmazsa, denize dökülenlerden sağ olanları kurtarmak için, olay yerine gitmiştik. Dayanılmaz, yürekler acısı bir manzara: Şişmiş ölüler arasında eline geçirebildiği bir tahta parçasıyla, çırpınarak, ölümün eşiğine kadar gelmiş olanların acı feryatları, yüreklerimizi parçalıyordu.

Henüz, yaşamakta olanlar, bizi, kurtarıcı olarak görünce, güçleri büsbütün kesildi ve su yutarak, batmaya başladılar. Çünkü artık, kollarını bile kaldıracak halleri kalmamıştı. Oysa biz onları motor ve sandallarla toplamaya çalışıyorduk. ... Bundan sonra ölülerin de bulabildiğimiz kadarını topladık ve Bodrum’a götürdük. ... Ölüler ise, çevrede, büyük bir mezar kazılarak topluca gömüldüler. Fakat, ertesi sabah rüzgar ve dalgaların sürüklediği, daha 60 kadar şişmiş bir haldeki ölü, kıyılarımıza vurmuştu. Onları da toplayıp ayrıca ve toplu olarak gömdük”; (Mir’at Erdöl, Küçük Kitap (Türk-Yunan Dostluğu),Özkan Matbaacılık, İzmir 1994, s. 91, 104-105.)
...

18 Haziran 1943 tarihinde Türk Hükûmeti’nin aldığı karar da mültecilerin kabulü yönünde olmuştur. Bu karara göre, Türkiye’ye iltica eden sivil mültecilerden mali durumları müsait olmayanların, gerek belirlenen yerlerine gidinceye kadar ve gerekse belirlenmiş yerlerinde, kendi durumlarına uygun bir şekilde yerleştirilmeleri; bunların iaşe, barınma ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılacak ayni ve nakdi yardım miktarının yerel idare heyetlerince belirlenmesini öngören bir karar almış ve bu kararı uygulamıştır. Konuyla ilgili olan 194431 ve 194532 yıllarına ait arşiv belgeleri de, Türk Hükûmeti’nin Yunanlı sivil mültecilerin kabulü yönündeki tutumunun olumlu olduğunu göstermektedir.

İlk etapta yerel idarecilerin mülteci akınını üst makamlara bildirmede gösterdikleri yetersizlik nedeniyle, Türk Hükûmeti’nin ilticalardan tam anlamıyla haberdar olamaması bazı sorunların doğmasına neden olmuştur.

Örneğin 1942 Nisan’ı başlarında Çeşme ve Ilıca kasabasına gerçekleşen Yunan mülteci akını yerel yöneticilerin yetersizliğini de ortaya çıkarmıştır. Sahil güvenliği ve yerel memurların tutumu oldukça yetersizdir. Çeşme kazası yerel idarecileri vilayet merkezini layıkıyla haberdar etmemiştir. Mahallî memurlar mülteciler konusunda titiz davranmamışlardır. 

Gelişmelerden yeterince haberdar olamayan ve yeterli bilgiye sahip bulunmayan Vilayetin de konuyu pek önemsemediği görülmüştür. Daha sonra İzmir Valisi, Emniyet Müdürü, Jandarma Kumandanı ve Sıhhiye Müdürü incelemelerde bulunmak ve gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak üzere Çeşme’ye gitmiştir. Neticede olaylarda ihmali görülen yerel idarecilerden Çeşme Polis Komiseri ile Hükûmet doktoruna işten el çektirilmiş ve süregelen hastalıklar için şiddetli tedbirler alınmıştır. (Cumhuriyet Arşivi, 490.01/611.120.8.)

Sonraki süreçte gerekli tedbirler alınarak, mültecilere barınma, beslenme, sağlık vb. konularda gerekli yardımlar yapılarak, bir kısmı mümkün olduğu takdirde geldikleri yerlere iade edilmiş, bir kısmı da gitmek istedikleri yerlere gönderilmişlerdir. Bu yolla 1 Mart 1943 yılına değin 10.128 Yunanlı sivil mülteci geldikleri yerlere iade edilmişlerdir (bkz. Tablo II).

Ancak zaman zaman bu konuda bazı sıkıntıların yaşandığı da bilinmektedir.

Örneğin, Çeşme mıntıkasındaki Yunan mültecilerin yerlerine iade edilebilmesi için İstanbul’dan Kemal Vapuru gönderilmiş, vapur mültecilerden büyük bir kısmını alarak Sakız’a gitmişse de, Alman işgal kuvvetleri, gelen mültecileri kabul etmeyerek karaya çıkmalarına müsaade etmemiştir. Sakız’daki Alman Kumandanı, diplomasi yoluyla mesele halledilip kendisine bu yönde bir emir gelmediği ve gelenlerin Türk Hükûmeti’nce tasdik edilmiş isim ve hüviyetlerini içeren liste kendisine sunulmadığı takdirde, gelen Yunan mültecileri kabul edemeyeceğini bildirmiştir.

Başlangıçta Manisa, Afyon, Denizli, Aydın şehirlerine gönderilip buralarda barındırılan mülteciler uygun koşullar sağlandığında, söz konusu şehirlerden dış ülkelere gönderilmişlerdir. Bu yolla 1 Mart 1943 yılına değin 1.925 Yunanlı sivil mülteci geldikleri yerlere gönderilmiştir. Mülteci kamplarında barındırılan Yunanlı sivil mültecilerin bir kısmı da İzmir ve Çeşme’den Kıbrıs Adasına ve Islahiye yoluyla da Suriye’ye gönderilmişlerdir. 

Bu yolla 1 Mart 1943 yılına değin 10.472 Yunanlı sivil mülteci Kıbrıs ve Suriye’ye gönderilmiştir. Nihayetinde ilk ilticaların başladığı günden 1 Mart 1943 tarihine değin geçen sürede Batı Anadolu sahillerine gelen ve geri gönderilen Yunanlı sivil mültecilerin toplam miktarı, 22.525 kişiye ulaşmıştır (bkz. Tablo II). Sonraki süreçte de mültecilerin geriye gönderilmesi işi aralıklarla devam etmiştir.

Anadolu sahillerine sığınan 30.000’nin üzerinde Yunanlı sivil mültecinin, Türk Hükûmeti’nin bölgeye gönderdiği yöneticileri aracılığıyla yaptığı incelemeler ve aldığı tedbirler sayesinde barınma, beslenme ve sağlık problemleri çözülmüş, Çeşme ve Nazilli kamplarında olduğu gibi uygun binalara iskân edilen Yunanlı sivil mülteciler geriye gönderilene dek ihtiyaçları Türk Hükûmeti tarafından karşılanmıştır.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Yakın dönem Türk-Yunan ilişkileri değerlendirilirken Türk Hükûmeti’nin yirmi yıl önce ülkesine işgalci bir güç olarak gelen bir halka, işgalle yüzleşmek durumunda kaldığında, tüm yaşananlara rağmen yardım elini uzatması; sözde Ermeni iddialarından esinlenerek Türk karşıtlığı üzerinden politik yaklaşımlar geliştiren bazı Yunan siyasetçi ve akademisyenlerinin aynı zamanda iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinden yana olanların ya da öyle oldukları zannı bırakanların, mutlaka göz önünde bulundurulmaları gereken bir gerçek olarak durmaktadır. 

Zira dostluklar ve iyi niyet davranışları yerine, düşmanlıklar canlı tutulduğu müddetçe, ikili ilişkilerin düzeltilmesinden bahsetmek de pek gerçekçi görünmemektedir.


...

1941-1942 yıllarının kışında, 300.000 kadar insan ölmüştür. İşgalin son yıllarında Almanlar baskılarını iyice artırmışlar ve yüzlerce köyü yakarak, 7.000 kişiyi öldürmüşlerdir. 

Yunanistan’da 1940-1944 yılları arasında -550.000 kişi- nüfusun % 8’i ölmüş ve toplam millî servetin % 34’ü yok olmuştur. 401.000 ev tamamen harap olmuş, böylece 1.200.000 kişi evsiz barksız kalmıştır;

1.770 köy yıkılarak ortadan kaldırılmış; büyük limanlar, demiryolları ve köprüler tamamen yıkılmış; yük gemileri tonajının % 73’ü, yolcu gemilerinin % 94’ü batmış; yolların % 56 tahrip olmuş; özel arabaların % 65’i, kamyonların % 60’ı, otobüslerin % 80’i ortadan kaldırılmış; atların ve sığırların % 60’ı, küçük hayvanların % 80’i ölmüş ve ormanların % 25’i yanmıştır.

1944 yılında tahıl üretimi % 40, tütün üretimi % 89 ve kuş üzümü üretimi % 66 oranında bir azalma göstermiştir. 


II. Dünya Savaşı yıllarında işgal altındaki Yunanistan’ın sosyo-ekonomik durumu hakkında istatistikî değerler veren araştırmalar için bk. Konstantin Çukalas, Yunanistan Dosyası, Çev. Şeyla, (soyadı yok), Ant Yayınları, İstanbul 1970, s. 65, 77, 104, 105; Richard Clogg, Modern Yunanistan Tarihi, Çev. Dilek Şendil, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 151,156.









Türkiye‟nin Yunanistan‟a yardım faaliyetleri sadece gıda yardımı ve insani yardım malzemeleriyle sınırlı değildir ve Kurtuluş ve Dumlupınar vapurlarıyla yapılan yardım faaliyetlerine ilaveten o günlerde Yunan hükümetinden gelen teklif üzerine en az 1.000 Yunan çocuğun Türkiye‟ye getirilmesi kararlaştırılır. 

Yetersiz beslenme ve açlıktan en çok etkilenen Yunan çocukların Türkiye‟ye getirilmesi konusunda Türkiye‟den yardım teklifi ilk olarak Yunanistan Sağlık Bakanı K. Logotetopoulos‟un 10 Şubat 1942 tarihinde Türkiye‟nin Pire Başkonsolosluğu‟na yaptığı yazılı müracaatla gelir. Prensip olarak Türkiye tarafından da kabul edilen ve İstanbul‟a getirilmeleri planlanan ve sayısı Türk hükümeti tarafından tespit edilecek olan ve İstanbul‟da kendi akrabaları yanında misafir edilecek çocuklarla ilgili olarak Türk Dışişleri Bakanlığı‟nın düşündüğü çocuk sayısı ise 1.000 olur ve hükümete de bu şekilde bir öneri götürülür. 

Dışişleri Bakanlığı tarafından teklif edilen ve Başbakanlık tarafından da derhal kabul edilen 1.000 Yunan çocuğunun Türkiye‟ye getirilmesi konusuyla ilgili olarak derhal çalışmalara başlanır ve hemen arkasından bu çocukların Pire‟den Türkiye‟ye getirilmeleri için Ulaştırma Bakanlığı tarafından bir de vapur tahsis edilmesi kararlaştırılır. Dumlupınar gemisiyle Yunanistan‟a yardım götürmekte olan Kızılay delegesi Saim İ. Umar ise yaşları itibarıyla 1.000 kadar küçük çocuğun yolcu nakline tahsis edilen –muhtemelen Dumlupınar - gemideki sınırlı sayıdaki birinci ve ikinci sınıf kamara ve salonlarda 3–4 defada dahi olsa taşınmalarının hava şartları, geminin imkân ve kabiliyeti, çocukların yaşları ve içinde bulundukları sağlık şartları ve fizik güçleri gibi pek çok sebeple mümkün olmadığını belirtir. 

Dumlupınar gemisinin üçüncü seferi sırasında da aynı konuyla ile ilgili görüşmeler yapan Kızılay delegeleri Saim İ. Umar ve Feridun Demokan, Yunan Kızılhaç Teşkilatı‟nın “bu çok âlicenap hareketi şükran ve minnetle karşılamakla beraber bu için çocukları mahallinde iaçe şeklinin” daha uygun olacağı yönündeki düşüncelerini alır ve bu doğrultudaki mektup ve raporlarını da Türkiye‟ye getirir. 

Bu arada ilk günlerde her türlü yardıma hazır olduğunu belirten İstanbul Ellen Birliği daha sonra bütün vaatlerinden vazgeçer ve birkaç parça giyim eşyasıyla bu yardım faaliyetlerine sözde destek olacağını açıklar. 

Türkiye bir yandan İstanbul, İzmir ve Kayseri gibi şehirlerde bu çocuklar için yer ararken bir yandan da çocukların bakımı, sağlık sorunları ve gelecekleri konusunda da hummalı girişimlerin içindedir; ancak daha sonra Yunan Kızılhaç‟ının „Millî anane ve terbiye sistemlerine uygun olmadığı gerekçesiyle‟ ve „lisan, muhit ve ayrılma bakımından‟ çocukların yurtdışına çıkartılmaması yönündeki müracaatı üzerine çocukların ülke dışına çıkartılmasına pek sıcak bakılmaz. Yunanistan Kızılhaç yetkilileri tarafından 4 Mayıs 1942 tarihinde Türkiye‟ye, 16 Nisan 1942 tarihinde de İtalyan Kızılhaç yetkililerine bu konuyla ilgili son durum ayrıca bildirilir. Öte yandan aynı günlerde Beynelmilel Kızılhaç Cemiyeti de bir açıklama yapma gereği duyar ve 1.000 Yunan çocuğun Türkiye‟ye gönderilmemesi konusundaki kararın kendilerinden değil Yunan Kızılhaç Cemiyeti‟nden çıktığını ve bazı Türk gazetelerinde bu konuyla ilgili olarak yanlış haberler bulunduğundan bu açıklamanın yapıldığını belirtir.


Ulvi Keser
"Turgut Özkaman'ın Çılgın Türkler - Kıbrıs" kitabına eleştirel bakış makalesinden,pdf:




* * * 



Aradan uzun bir zaman geçmiş ama hala nefret ve ırkçı tutumlarına devam ediyorlar....Sonrada bazıları bize ırkçı diyor....
Bunları görmezden gelenlere.... 
Karşı taraf "nefreti aşılamaya" devam ediyor, peki biz ne yapıyoruz? 
" kötü söz söyleme, ırkçılık yapma" diye uyarıyoruz... 
Kendi adıma söyleyeyim ; "söylemiyorum da, yapmıyorum da" ...
Sadece gerçekleri ortaya koyuyorum...
Madem halklar barış istiyor, o zaman bu tür saçmalıklara son verecekler.
Benim aklımla da dalga geçemezsiniz, kör değilim,
Siz hem kör, hem de naifsiniz!

Daha çok haber, söylenecek çok şey var da, ben birkaçını aldım buraya, Zaten Özdil'in yazısına istinaden topladım tüm bunları....Yunan adalarına tatile gidenlerin verdiği tepkiye karşılık Özdil'in paylaştığı fotoğraflara, ben de fotoğraf ekleyeyim dedim ve yukarıdaki fotoğraf çıktı....Peki, şovenist ve ırkçı mıyım? "Onlar" kadar değil elbette, ama senin bakış açınla öyle oluyorum, ben Vatanımı ve Türklüğümü saldırılara karşı savunuyorum, peki sen ne yapıyorsun? Biliyorum ne yaptığını, ama buraya yazmayacağım...Alınan alınabilir, beni de görmezden gelebilir.

SB