Translate

8 Nisan 2015 Çarşamba

28 OCAK AİHM PERİNÇEK - İSVİÇRE DURUŞMASININ IŞIĞINDA TÜRK-ERMENİ SORUNU




AVİM Başkanı Emekli Büyükelçi Alev Kılıç, 
"Karar soykırım tezlerini ortadan kaldırmaktadır" 


Önsöz

Tarafları Doğu Perinçek ve İsviçre Devleti olan, Büyük Daire aşamasında Türkiye, Ermenistan ve Fransa’nın da müdahil olduğu hukuk süreci, soykırım iddiaları üzerinden şekillenen Türk-Ermeni ihtilafı bağlamında önemli bir aşamadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yeniden görülme aşamasında olan davanın sonucu Türk-Ermeni ihtilafının önümüzdeki süreçte kazanacağı nitelik açısından belirleyici etkenlerden biri olacaktır.

Günümüzde ‘Ermeni soykırımının inkarı’ özellikle Ermeni görüşlerine yakın çevrelerde hakim söylem haline gelmiş veya getirilmiştir. Bunda belli çevrelerin bilinçli çabalarının yanında, konuya ilgi duyan bazı tarafların özensiz yaklaşımları belirleyici olmuştur. Bu önyargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Çünkü ‘Ermeni soykırımının inkarı’ deyimi ‘soykırım’ın bir olgu olduğu fikrini ima eden bir alt-metne sahiptir. Oysa ki, bir olayın soykırım olarak nitelendirilmesi ancak 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 6. Maddesinde tanımlanan yetkili bir mahkeme tarafından bu olayın hukuken soykırım olarak kabulü sonrasında mümkün olabilir. 

Bu nedenle ‘Ermeni soykırımının inkarı’ deyimi yetkili bir mahkemenin kararı olmadıkça hukuki açıdan yanlıştır. Hukuki boyutun yanında, bu deyim ve alt-metinini oluşturan soykırımın olgusallığı fikri, 1915 olayları hakkındaki bilimsel çalışmalarda tek bir bakış açısının hakim olmasına neden olan ve tam da bu nedenle konunun birincil ve ikincil veçhelerinin ortaya çıkartılarak analitik bir kavrayışa ulaşılmasının önünü tıkayan bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır. 


Bunun ötesinde, içinde bulunduğumuz dönemde 1915 olaylarının soykırım olarak tanımlanmasına çalışan lobi ‘soykırımının inkarı’nın yasaklanması ve cezalandırılması yönünde hukuki düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için azami çaba harcamaktadır. Bunun gerçekleşmesi, siyasetin hukuka egemen olması ve baskının fikir ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırması anlamına gelecek ve 1915 olaylarını Ermeni yanlısı çevrelerin arzu ettiği şekilde tartışılamaz, daha doğrusu yalnızca kendilerinin isteği çerçevede tartışılabilir bir tabuya dönüştürecektir. 

Taraflarının Doğu Perinçek ve İsviçre olduğu ifade özgürlüğü davası bu nedenle büyük önem taşımaktadır. Doğu Perinçek’in İsviçre’nin Lozan ve Bern şehirlerinde çeşitli konferanslarda yaptığı konuşmalarda Ermeni soykırım iddialarını reddederek bunları “uluslararası bir yalan” olarak tanımlamasını takiben İsviçre-Ermenistan Derneği’nin başvurusu üzerine İsviçre Ceza Kanunu’nun 261. Madde 4. Paragraf’ının düzenlediği “ırkçı ayrımcılık” suçu çerçevesinde açılan dava ile başlayan sürecin ilk aşamasında, İsviçre mahkemeleri Perinçek’i mahkum etmiştir. 

Sürecin ikinci aşamasında, İsviçre’deki iç hukuk yollarını tüketen Perinçek, İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşımıştır. AİHM 17 Aralık 2013’de Perinçek’i haklı bularak, İsviçre’yi mahkum etmiştir. İsviçre’nin bu karara itiraz etmesi üzerine 28 Ocak 2015’de AİHM Büyük Dairesi’nde dava yeniden görülmüştür ancak karar henüz açıklanmamıştır. 

Avrasya İncelemeleri Merkezi’nin 3 Şubat 2015’de Ankara’da düzenlediği ve moderatörlüğünü AVİM Onursal Başkanı, E. Büyükelçi Ömer Engin Lütem’in yaptığı “28 Ocak AİHM Perinçek-İsviçre Duruşmasının Işığında Türk Ermeni Sorunu” başlıklı konferansta Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Sadi Çaycı, AVİM Başkanı Emekli Büyükelçi Alev Kılıç ve Araştırmacı Şükrü Server Aya 28 Ocak 2015’deki İsviçre-Perinçek duruşmasını değerlendirmişlerdir. Elinizdeki kitap, bu konferansta yapılan konuşmaların dökümünü içermektedir.



AVİM

Avrasya İncelemeleri Merkezi
İçindekiler: AVİM Onursal Başkanı, E. Büyükelçi Ömer Engin LÜTEM

Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı, Prof. Dr. Sadi ÇAYCI
AVİM Başkanı, E. Büyükelçi Alev KILIÇ
Araştırmacı, Şükrü Server AYA
Kapanış Konuşması (E. Büyükelçi Ömer Engin LÜTEM)
Perinçek-İsviçre Davasının Kronolojisi - PDF







Ermeni diasporası neredeyse 125 yıldır para işlerinde o kadar organize, akıllı, sinsi ve kapsamlı çalışmaktadır ki, Türkiye’nin aleyhindeki bütün olaylarda “Daşnakçı” parmağını aramak ve görmek boş laf değildir. 2002 yılında, ANCA’nın başı olan Murat Topalyan Beyaz Saray’a galiba 17 defa rahatça girmişti ve bir masada Clinton ile arasında yalnız bir sandalye mesafe kalmıştı.

Bir saatlik NBC belgeseli internettedir, İngilizce bilenler burada Topalyan’ın bir depoda sakladığı silah ve bayatlamaktan dolayı patlamak aşamasına gelen dinamitler ve Beka vadisinde “terör eğitimi” görmek için yollanan gençler için toplanan para makbuzları suretlerini öğrenebilir… 

Amerikalıların Ermenilere sempatileri, misyonerlerin onları Protestan yapmaya başladıkları 1830 yıllarına kadar gerilere gider. Her ne kadar “Emperyal Yalan” etiketi tutmuşsa da, işin aslında bu konuda siyaseten bir ekonomik amaç olduğunu kanıtlamak mümkün değildir. Ancak, “eğitime açık zihniyette olan Gregoryen Ermeniler”, Protestan Misyonerlerin sağladığı “okuma ve sağlık” avantajları nedeniyle Protestan mezhebine geçmeye başladılar. ABD Misyoner Teşkilatı da bu cesaretlendirici talep üzerine, Osmanlı topraklarında çok büyük bina ve personel yatırımı yapmıştır. Bilgi ve aydınlığın olduğu yerde “hürriyet ve insan haklarının” er veya geç doğum yapması kaçınılmazdır. 

Kapitülasyon garantisi altındaki misyonerler, cemaatlerini büyütmek için çekincesiz davrandılar ve başarılarını duyurmak ispatlamak konusunda aslı olmayan rivayet ve abartılarını İngiltere – Reuters kanalı ve diğer yazılı veya şifahi vesilelerle dünyaya “Bin bir gece masallarını bekleyen” kitlelere duyurdular.

ABD – Osmanlı arasında ticaret ve özellikle savaş gemisi yapım işlerinin gelişmesi beklenirken, eğitim konusu misyoner çalışmalarında yoğunlaşmış ve Amerika’yı temsil eden diplomatlar da doğal olarak kendi “taba ve mal varlıklarını” koruyucu duruma girmişlerdir. Meselâ yardım için kurulan çeşitli kurumlar “inanılmayacak büyük meblağlar toplamıştır”; kiliselerin propagandası ile her beş Amerikalıdan biri Ermenistan’a bağışta bulunmuş, Amerikan halkının günlük yemeklerinde, aç Ermeniler için lokmalar sayılmıştır. Bu bağlamda misyoner teşkilatları tarafından yapılan reklam ve ilanlar, Amerikan hükümetini tam bir yalancı – kandırıcı durumuna soktuysa da bunlar ne dün ne de bugün anılmaktadır. Böyle olunca da Ermenilerin bulunduğu bütün ülkelerde, cemaatleri ne kadar ufak olursa olsun, çok etkin çalışmalar sayesinde siyasi ve kültürel sahalarda üst konumlara çıkmaları ve lobicilik yaparak “soykırım yalanına” samimiyetle inanmaları ve dayanışmaları doğaldır. Öyle olunca da Ermeni vatan veya iş severleri (!) Clinton’un masasına rahat oturur; Nobel mükâfatını Orhan Pamuk’a verdirir ve hatta “ Washington Yahudi Holokost” Müzesinin duvarına “Ermenilerin soykırım gördüklerine dair Hitlere atfen bir yalanı” da, müze uzmanlarından bazılarının itirazlarına rağmen koydururlar; çünkü ABD BM Delegasyon şefi Seth Moomjian, Başkan Carter’in yakını idi ve onun vaat ettiği bağış -$ 1 milyon- hatırına, Carter’in arzusu yerine getirildi! Bağışın akıbeti ise meçhuldür; kararı Müze yönetim kurulu dahi bozamazdı! 

Daşnakçı ANCA Derneği başkanı Murat Topalian’ın terörle ilişiği nedeniyle yakalanışı ve kısa zamanda serbest bırakılışı ile ilgili NBC videosu ve ayrıntılı haberler Türkiye’de hiç bilinmez.

Ermeni diasporaları “Türk düşmanlığı ve mazlumluk” prensibiyle dünyada ulaşabildikleri neredeyse tüm ülkelerde birkaç kişi de olsalar, Türkiye aleyhine ses getirici kararları o ülkelerde aldırmakta, soykırım anıtları dikmekte ve kendi halklarından topladıkları bağışları hak etmektedirler. Birçok proje zengin Ermeniler tarafından yürütülmekte ve bütçeler (konferans, kitap, film, akademik destek ve burslar vs.) rahatlıkla karşılanmaktadır. Kraliçenin hukuk danışmanı İngiltere’nin en meşhur avukatı Geoffrey Robertson, Gulbenkian ailesinin siparişi üzerine Türkleri karalayan tarih kitaplarını yazarak, Avustralya ve İngiltere’de, “ciddi uluslararası hukukî ağırlığını” ortaya koymaktadır. Aynı bağlamda, ünlü bir sinema yıldızına eş olan Madam Clooney’e son dakikada yüksek ücretler ödenerek ve konu olaylardan bihaber olarak yüksek mahkemenin etki altına sokulması denenmiştir.

Bu kadar “geniş kaplama alanı ve iletim becerisi olan” Ermeni diasporasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de el atamayacağını sanmak, büyük bir hayaldir. Herhangi bir mücadelede, rakibini hafife almak ve özellikle hem istihbarat toplamamak hem de en ufak bir karşın tedbiri vaktinde almamak, yenilgiyi peşinen davet etmektir. Ancak kişi karşısındakini kendisi gibi lakayt ve bilgisiz sanırsa, seri olarak gelen yenilgilere kendine göre mazeret üretmekle teselli bulabilir. Bu anlamda, bebelerini Türk düşmanlığı ile uyutan, daha ilkokullarda, 10 yaşlarındaki çocuklara tabanca eğitimi veren ve 10 – 12 yaşındakilerin kışlık tatil kamplarını asker eğitmenlere yaptıran ve her vesilede Türk bayrağını yakan “yurtdışı Ermeni diasporasına BİZİM DİYASPORAMIZ” diyerek gösterilen konuşma aymazlığı bazı üst otoritelerin ne kadar gerçeklerden kopuk olduklarını göstermektedir. Lâfazanlık veya futbol seyretmekle probleme çözüm sağlamayı düşünebilmek, en hafif tabiri ile hayaldir.

Sayın Perinçek büyük bir cesaret ve basiret ile davasını, “insanî hak teminatı altında olan” düşüncesini serbestçe ifade hürriyeti prensibine dayandırmıştır. Ermeni lobicilerinin yadırganan fakat onlar için netice veren değişik yöntemleri vardır. Aktörler yöntem, bahane, yalan ve bir vesile ile karşısındakilere o denli yapışırlar ki, kapıdan kovulsalar bahçeden girerler veya otel kapısında herkesin içinde asalak olurlar. Bu tür yöntemler hem 1919-1920 Paris Konferansı’nda hem de Lozan’da denenmiştir. Mustafa Kemal’in ve İnönü’nün dirayeti ile bütün dış baskılara rağmen Türk tarafı 1913 Osmanlı Dışişleri Bakanı Noradunyan başkanlığındaki heyeti kapıdan içeri almamış ve konuşmamıştır. Bu hareketin olumlu sonucu, daha sonra Cemiyet-i Akvam’ın 21.9.1929 Resmi Gazetesinden alıntıyla aşağıda verilecektir. 

“Bizim diasporamız” (!) denilenlerin öyle bir doymazlığı vardır ki, hem “hepimiz öldük” derler – 1.3 milyondan 1.5 milyonu öldürür – hem de Anadolu’nun yarısını Karadeniz’in Batum – Giresun kısmından Güneyde Mersin Antakya arasını “ölülerimiz için de toprak istiyoruz” diyerek resmen Paris Konferansı’nda isterler ve üstelik o bölgede “Hıristiyan olmayanların (%80) hudut dışı yapılmasını” da isterler. Peki, “burayı kim dolduracak” derseniz, size derler ki “1.3 milyondan 1.5 milyon öldükten sonra elde kalan 1.2 milyon yaşayanımız var, biz doldururuz… 

” Basit bir ifade ile “Ankara’yı verseniz İstanbul’u da istemeye kendilerinde hak görürler” ve – bugün olduğu gibi – hep her şeyi isterler. Bu doyumsuz talepler sonucunda İsviçre ve Fransa “soykırım inkârını suç sayan” saçma yasaları, Yahudilerin çıkarttırdıkları yasadan mülhem olarak çıkarttılar. Bu “doyumsuzluk, Perinçek’e çattı” ve şimdi bu yasaları – Türkler zaten ses çıkarmaz – diyerek çıkaranlar kendilerini büyük bir saçmalık veya hukuk garabeti içinde buldular. Gerçek durumda, dünyada yaklaşık 6 milyar Hıristiyan inanan varken “ben İsa’ya da, Allah’a da, Cennet ve Cehennemine de inanmıyorum, bütün bu kiliseler, mukaddes kitaplar, dualar, ayinlerin aslı yoktur, saçmalıktır, inanmıyorum ve kabul etmiyorum” derse ona kimse bir şey diyemez, çünkü fikrini söyleme hürriyetidir, fakat “Ermeni soykırımı olmamıştır, inanmıyorum” derse suç olabilmektedir.

Davanın ilk açılışında İsviçre’nin AİHM’ye verdiği 2010 tarihli layihadan, İsviçre’nin veya onlara akıl veren diaspora uzmanlarının TEMEL direklerden HABERSİZ olduklarını görünce bu boşluklara vurulması yönündeki uyarılarım sanırım “hukuki temel sağlamlığı nedeniyle” hukukçularca dikkate alınmamıştı. İsviçre’nin yazı ile ifade ettiği boşluklardan bazıları aşağıda vurgulanmaktadır:

“İsviçre hükümeti, İsviçre halkının 25 Eylül 1994’teki halk oylamasıyla kabul ettiği İsviçre Ceza Yasası’nın 261. maddesinin başlangıç kısmında yeterli açıklığın var olduğunu düşünmektedir”. “İsviçre Hükümeti, uluslararası bir mahkemenin kararını gerektiren ve hudutları dışında, kendisi ile ilişiği olmayan bir konuda tarih yazmak ve cezalandırmak yetkisini kendinde görmektedir. Nitekim Divandaki Romanyalı Bayan Hâkim “İsviçre’nin bu yetkiyi nereden aldığını” sorarak İsviçre’nin haddini bilmezliğini yüzüne vurmuştur.”

Soykırım sadece bir uluslararası bir suç olarak kalmamakta – Roma uluslararası Adalet Mahkemesinin Temmuz 1998 tarihli tüzüğü – fakat yasaklanması jus cogens’in de bir parçası olmaktadır.

“Roma 1998 Soykırım Konvansiyonunda, “soykırım sıfatı için” çok hassas veri ve ispatlar istenmiş, bunlara uymayanların soykırım olamayacağı tasrih edilmiş ve ayrıca soykırım iddiaları için BM Genel Sekreterine özel bir raportör tayin edilmiştir. OFFICE OF THE UN SPECIAL ADVISE ON THE PFREVENTION OF GENOCIDE (OSAPG) 2004’ten itibaren faaldir. İlk Raportör Juan Menendez Francis idi, bugünkü (Ban ki Moon’nun 2012 yılında tayin ettiği) Raportör Adam Dieng of Spengal’dir. B.M. veya OSAPG’nin resmen kabul ettiği soykırımlar yalnız Nuremberg Mahkemesi kararına dayalı 1945 veya 1948 Yahudi Soykırımı ve gene Uluslararası Mahkeme kararı ile teyitli Rwanda Soykırımıdır. İsviçre hükümeti ya apaçık bir bilgi zafiyetindedir veya B.M. kurallarını saymamaktadır.”

“30 Ekim 1997’de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin ırkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, anti-semitizmi ve her türlü hoşgörüsüzlüğü mahkûm eden tavsiyesi (1997) aynı çerçeve içinde mütalaa edilmektedir. Avrupa Komisyonu, ırkçılık ve hoşgörüsüzlük çalışmalarına karşı Türkiye hakkındaki 3. Raporu’nda, Avrupa Adalet Divanı 17.12.2003 T-346/03 kararının 19’cu maddesi, aşağıda verilmiştir:

“1987’de alınan kararın, sırf siyasi bir açıklama içeren, her an parlamento tarafından tekrar değiştirilebilecek bir doküman olduğunun tespitini yapmak yeterlidir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu kararın, kararı alanlara karşı hukuki bağlayıcılığı olmadığı gibi, hele diğer davalı organlara karşı da iç bir bağlayıcı hukuki sonuçlar inkişaf ettirmez.”

Görülüyor ki, ne İsviçre Hükümeti, ne akıldaşları ne de bizim cephe, yeterince ödevlerine çalışmamışlardır. Daha ileride daha can alıcı eksikler de vurgulanacaktır. Bilindiği gibi AİHM kararında davanın esas konusu olan “ifade hürriyetini” temel hak kabul eden beş yargıç Perinçek lehine karar vermiştir. İki yargıç ise, – Ermeni suflörlere uyarak – karşı karar vermişlerdir. Bu iki yargıcın bazı itiraz temel noktaları şunlardır:

1- Yazı İnsan Hakları Beyannamesinin 17’ci maddesin e atıfla başlamaktadır ve İsviçre Hükümetinin “16.12.2003 tarihli soykırımın uluslararası tanımını” kabul ettiğini ifade etmektedir. Yukarıda da gösterildiği gibi, BM veya Uluslararası Yetkili Organ tarafından beyan edilmiş her hangi bir “Ermeni soykırım karar veya referansı yoktur.” Esasen yukarıda anılan 2003 tarihli Avrupa Adalet Divanı kararı, siyasi kurumların bu gibi kararlar vermeye yetkili olmadığını teyit etmektedir.

2- Diğer çok büyük ve affedilemez kritik bilgi zühulü de, Cemiyet-i Akvam Genel Sekreteri Sir Eric Drummond’un aşağıdaki mevsuk ve 1.3.1920 tarihli note verbale’dir:

“Page 2: ‘Further, in Turkey, minorities were often oppressed and massacres carried out by irregular bands who were entirely outside the control of the central Turkish Government.’”

Bu yazılı belge Türk hükümetlerinin katliamlarda herhangi bir emrinin olmadığını, olayların tamamen “başıbozuk çetelerin marifeti olduğunu”, en üst makam olarak teyit etmektedir. Bilindiği gibi bazı yollarda ve bölgelerde Kürt ve Çerkez çetecilerin hücumları, sayısız Ermeni gönüllü çetelerin seri katliamları birçok Ermeni yazarın kitabında, kahramanların adları ile verilmektedir (Keri, Murat, Kasap Dro Kanayan, Armen Garo, Antranik vs.). Türk tarafında da beslenememe ve sair mazeretlerle (köydeki ailelerini merak eden…) çeteler vardı ve bunların büyük kısmı asker kaçaklardı. Cemal Paşa 1916 da kurduğu Divanı Harplerde Türk-ErmeniKürt-Çerkez ayırımı yapmadan çok kişiyi cezalandırdı; çünkü çeteler soygunlarda din-millet ayırımı yapmıyorlardı. Bu tür çatışmalarda 48 jandarma öldü, fakat suiistimaller de oldu.

Özellikle Rus Mayıs 1917 devriminden sonra Doğu cephesinde Rus askeri kalmayınca, Ermeni asker ve gönüllüler de geriye çekilirken, Erzincan – Erzurum – Kars hattı üzerinde içinden geçtikleri bütün köyleri yaktılar ve içindekileri istisnasız öldürdüler. Bu hususlar General Harbord, Yüzbaşı Niles ve ayrıca olayları yaşayan bir Hollanda gazetecisinin makalesinde ve başka belgelerde yazılıdır.

- Anlaşılan Cemiyet-i Akvam’dan bihaber olan ve “tarih çarpıtan/atlayan” yargıçlar, Ermeni delegasyonun 1923’te Lozan Konferansında Cemiyet-i Akvam’a verdikleri 2.2.1923 tarihli yazıda (ülkelerini göstererek) 700.000 Ermeni muhacirin hayatta olduğunu bilmemektedirler.

- 1.3.1914 tarihli müşterek Ermeni-Fransız Toprak Tevzi Komisyonu raporuna göre Osmanlı İmparatorluğu hudutları içinde 1.280.000 Ermeni vardı ve bunun 600.000’i Doğu vilayetlerdeydiler. Gene Cemiyeti Akvam kayıtlarına göre savaş başlayınca en az 200.000 Ermeni kendileri Rus tarafına geçmişlerdi4. Prof. Justin McCarthy, “1914 – 1923 yılları arasında her türlü sebepten dolayı” Ermeni kaybını 584.000 olarak vermektedir. Bu rakam matematiksel ve belgesel – hata hariç – mevsuk ve inandırıcıdır.

- Evet, yaklaşık 584.000 Ermeni vatandaşımız muhtelif sebeplerle ölmüştür. Şimdi bu 584.000 kişinin nerede, ne vakit ve nasıl öldüklerini inceleyelim:

a) Ermeni tarihçi A.A. Lalaian ve Sovyet Resmi Tarih belgelerine göre, 1918 Haziran – 1920 Aralık 30 aylık Ermeni Cumhuriyeti devresinde “açlık ve hastalıktan 195.000 Ermeni Ermenistan’da kendi hükümetlerinin idaresinde ölmüştür.” (Ermeni halkın % 22’si, aynı devrede Müslümanların % 77’si, Kürtlerin % 98’i Ermenistan’da yok olmuştur). Bu ölümler, (%98’i Hıristiyanlara verilen) ABD yardımları ve Sovyetlere geçtikten sonra Rus gıda yardımları olmasaydı daha yüksek oranda olacaktı. Türk askeri kışlalarında, hastalık ve kaçaktan dolayı bazı yerlerde zayiat % 30 civarındaydı.

b) Diğer kritik bir tarih bilgi boşluğu, Cemiyet-i Akvam’ın (21.9.1929) Resmi Gazetesinde çıkan alttaki haberin bilinmemesidir. İsviçre veya yargıçlar asla Ermenilerden bazılarının isyan ettiklerini, ordu hatlarını arkadan sabote ettiklerini belirtmez. Tümü zavallı ve müdafaasız sivillerdir ve belirtilmeyen nedenlerle aniden öldürülmüşlerdir. Hâlbuki belge özetle diyor ki:

“… Batılı Güçler Ermenilere dediler ki “Bizimle beraber Türklere karşı savaşırsanız ve savaşı kazanırsak size milli bir yurt, hürriyet ve bağımsızlık vermeyi vaat ediyoruz”. Ermeniler Batılılar için savaştılar. İki yüz bin Ermeni Batılı Güçler için hayatlarını feda ettiler; fakat ateşkes imzalandığı ve sulh yapıldığı vakit Ermenilere verilen sözler unutuldu.”




Bu en resmi ve yetkili yazının tarihsel geçerliliğine ve doğruluğuna kim nasıl karşı gelebilir?

Yargıçların itiraz yazıları daha sonra Ermenilerin verdikleri ders ile saçma saptırmalarla “soykırımı” ispat etmeye çalışmaktadır. Örneğin; Britanya-Fransa-Rusya’nın 15.5.1915 tarihli ve Osmanlıyı suçlu tutacağını beyan eden ihtarnamesini belge olarak sunmaktadır. Sanki savaşta düşmandan dostluk beklenebilirmiş gibi. Bu zatlar da kestirme tarih yazacaklarına biraz – mesela Morgenthau hatıratını – okumuş olsalardı şu basit gerçekleri öğrenebilirlerdi.

- Fransız-İngiliz donanması 17 Mart’ta Çanakkale’yi topa tuttuğu zaman, hastane ve sivil evleri savaş kurallarına rağmen hariç tutmadı, ne varsa hepsine istisnasız ateş ettiler.

- Alman Generali Bronsart von Schellendorf bir yazı ile bunu Nisan ayında basına şikâyet etti.

- Bombardıman hedefleri değişmeyince, Enver Paşa Morgenthau’ya haber vererek ve onun karşı gelmesine rağmen yüz kadar sivil İngiliz ve Fransız’ı cepheye top hedeflerine yolladı.

- Haberler İngiliz ve Fransızlara gidince biraz yola geldiler fakat 15.5.1915 tarihli blöf name ile güya daha başlamamış olan soykırımı ihtar ettiler.

Başka bir aleni tarih saptırmacılığı, Yargıçların “Nemrut Mustafa’nın kurduğu divanı - harp mahkemesinin 5.7.1919 tarihli idam kararlarını soykırım delili olarak göstermek hafifliğidir. Haliyle onlara ders veren Ermeniler, işgal altındaki Osmanlı (Tevfik Paşa) hükümetinin, İngiliz Komiseri atlatarak note verbale ile” 1919 Şubat başlarında İsveç, İsviçre, İspanya, Danimarka ve Hollanda’dan tarafsız mahkeme divanı için ikişer yargıç istediğini, bu ülkelerin İngiltere’ye danıştıktan sonra bu talepleri yazılı geri çevirdiklerini söylemezler. 

Yazılar ortada; inkâr edilemez. Bu olay üzerine Tevfik Paşa istifa ettirilir, yerine Damat Ferit (emireri) Sadrazam olarak geçer ve bir taraftan “Kürt Mustafa Divanı” kurulurken diğer taraftan 144 Osmanlı eşrafı tutuklanarak Malta’da mahkeme edilmek üzere iki yıldan fazla enterne edilir. Fransa bu işe hiç katılmaz. Kraliyet Savcısı bu defa suçlamak için elle tutulur sağlam delil ister, iki yılda her taraf aranır taranır, hiçbir tutarlı belge bulunamaz ve sonuç “iddianame bile hazırlanmadan” 144 şüpheli eşraf Türkiye’ye iade edilir ve bunların bir bölümü Mustafa Kemal’e katılır. Tabiatıyla bunların işine gelmediği için Malta hukuk skandalı da pek anılmaz.

İsviçre tarafı şurada burada “Ermeni soykırımının Enternasyonal evren tarafından kabul edildiğini” ve Avrupa Konseyi’nin de bunu 24.4.1998’de onayladığını yazarlar.

Cemiyet-i Akvam’ın ne olduğunu ve önemli tarihi belgeleri bilmeyeceksin, Avrupa Adalet Divanı 2003 Kararını yok sayacaksın sonra “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” gibi bir üs merci adına bilgi yerine, yetersizliğini sergileyeceksin. Bütün bunlar, Türk tarafı da bunları daha önce bilmek istemediği veya avukatlar “bilmediğime dokunmam, davamız hukuken yeterli ve sağlamdır” dedikleri için tamamen boş verilmiş, iki kez fırsat varken bu çiviler çakılmamıştır.

Diğer tipik bir saçmalık, hudutları çizilmemiş, Vahdettin tarafından da tasdik edilmemiş ve Millet Meclisi hükümeti tarafından da peşinen ret edilen Sévres “Barışı”nın 230’cu maddesindeki “harp suçlularının cezalandırılması paragrafının kanıt olarak” gösterilmesiydi.

Sévres “Barışı”nın hudutları Washington’da ancak 22.11.1920 tarihinde çizildi. Daha bunlar Avrupa’ya gelmeden Ermenistan “Sévres barış şartlarını da ret ederek”, 2.12.1920’de Gümrü Barışını imzalamadı mı? Doğrusu yüksek mevkilerde olan bazıların, kendi bilgileri olmaksızın başkalarına güvenerek papağan gibi hareket etmeleri, parodiler doğurabilmektedir.

Diğer büyük bir bilgi boşluğu veya dünyayı aptal sanmanın örneği, bu yargıçların Berlin’de sokak ortasında arkadan öldürülen Talat Paşa’nın katili Tehlirian’ın 3.6.1921 günü Alman Mahkemesi’nin parodi duruşması ve “geçici şuur kaybı ile ne yaptığını bilmeden” işlediği cinayetten tahliyesi idi. Mahkeme neredeyse zorla katili serbest bıraktı, Alman Generali von Schellendorf şahit olarak yazılı olduğu halde çağrılmadı. Duruşmanın en sonunda savcı bile “Alman imajının bozulmaması için beraat” talep etti. Aslında bu mahkeme Almanya için öyle bir hukuk ayıbıdır ki, konu hakkında yaptığım 12.000 kelimelik bir çalışmayı, daha önce Perinçek davasını yazan Cambridge Journal of International and Comparative Law (CJICL)’a Ata Atun ile ortak yolladık. Okuduktan sonra içeriğini beğenmediler ve iade ettiler. Dostum Ata Atun sanırım sekiz ayrı akademik yayına koydurdu. 


28.1.2015 AİHM Üst Kurul Duruşması Hakkında Yorumlar: Konuşmalar canlı olarak – farklı lisanlarda – anında yayınlanmış ve İngilizce – Fransızca’ya spontane tercüme edilmiştir. Konuşmaların bazılarının yazılı metinleri kısmen mevcuttur.

Tarafsız bir seyirci-dinleyici aşağıdaki kısa yorumları yapabilir. Türk tarafının Doğu Perinçek ile avukatı Mehmet Cengiz tarafından yapılan Türkçe konuşmaları çok net ve kapsamlıydı. Dava konusunun insan hakkı olan “fikir ifade hürriyeti” olduğu, iddia edildiği gibi ırkçılık ve nefret ile hiçbir ilginin bulunmadığı kanıtları ile anlatıldı. Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden avukat da fevkalade veciz bir şekilde “Perinçek’in düşüncesini beyanda hür olduğu, İsviçre’nin yaptığı uygulama ve tefsirin hatalı olduğunu” hukuk dili ile vurucu anlattı.

İsviçre’deki Türk Federasyonu avukatı Prof. Laurent Pech de Fransızca konuşarak gayet net ve ayrıntılı ifadelerle davanın hukuken tutarlılığını, İsviçre tarafından ileri sürülen nedenlerin hukuken geçerli olmadıklarını ve 1915 olayları hakkında İsviçre mahkemelerinin soykırım kararı vermeye yetkisini sorguladı. Prof. Pech de tamamen davanın dar konusu içinde tutarlı ve hukukî görüşlerini, dinleyenleri tatmin edici bir belagat ile anlattı veya okudu. Prof. Pech de dar konu içinde kaldı, aleyhteki oylara veya Ermenilerin saptırma/rivayet iddialarına cevap vermedi.

İsviçre’nin avukatı Fransızca yaptığı konuşmayla, temelden saçma olan davaya hukuken bir haklılık kazandırabilmeye gayret etti, fakat ifadeler kesik ve tereddütlü idi. Avukatlar, aslında haklı olmadıklarını bile bile, İsviçre’nin kararında haklı olduğunu mahkeme heyetine anlatmaya çırpındılar. Örneğin, soykırımı kabul eden ülkeleri kanıt olarak saydılar. Gene soykırım inkârını, insanlığa karşı işlenen suçlardan sayarak cezalandırılmasına ait maddeyi vurguladılar. Ayrıca cezalandırma sayesinde “vahşetlere maruz kalanların aile ve akrabalarının da, insanlık onuru adına, itibar ve şereflerinin iade edilmiş (?) olacağı”nı vurguladılar.

Divan üyelerinden bir hanım yargıcın İsviçre’ye bu tür bir soykırım yasası veya kararı yetkisini nereden aldıklarını sorgulaması, İsviçre’yi makul bir cevap vermekte apaçık zorladı ve davada uluslararası değil, kendi iç hukuk tefsirlerine öncelik verdikleri bir kez daha kanıtlandı. Ermenistan ekibinin performansı, her yönü ile felâket derecede başarısızdı. Ekibin başı Bay Costanian, dava konusu “ifade hürriyeti” hakkında konuşacağına 1915 de katliam, soykırım, Ermenilerin esir alındığından, isim değiştirdiklerinden ve sair davanın konusuyla hiçbir ilişiği olmayan dramatize olaylardan bahsetti.

Ermenistan takımının yıldız avukatı, hem Avustralya hem de İngiliz tabiiyetli, İngiltere’nin İnsan Hakları Savunucusu, Kraliçenin Danışmanı, Geoffrey Robertson idi. Robertson, Londra’da meşhur Gulbenkian ailesinin siparişi üzerine 2009’da bir kitap yazmış, İngiltere Parlamentosunu “soykırımı neden kabul etmiyorsunuz” diye sorarak basında ses verecek bir tarzda zorlamıştı. İngiliz hükümet sözcüsü “henüz böyle bir karar yok, bekliyoruz” diyerek ağır hücumu def etmişti. Bilindiği gibi Londra’da Gomidas Enstitüsü başkanı tarihçi Ara Sarafian, Türk arşivlerinde aylarca bulundu, Türkçe ve konuyu çok iyi bilir fakat görevi nedeniyle İngiltere’de “soykırım bandosunun” başı sayılabilir. 

Robertson şöhretini bir kenara bırakıp Sarafian’a danışsaydı, bunca hata ile malul bir kitap yazmış olamazdı. Bu hatalar kitabının cevabını 2009’da sıcağı sıcağına yazmak teklifim, maalesef hiç destek bulmadı; buna rağmen birkaç yıl sonra Londra’daki Atatürkçü dernek üyelerinin “imece gayretleri” ile 2011 yılında “Twisted Law versus Documented History” cevap kitabı yazılarak 30 Kasım 1913’te Londra’da bir Üniversite salonunda tanıtımı yapıldı. Yaklaşık 70 yabancı Elçilik (Ermenistan ve TC dâhil) tanıtıma davet edildiler. Her birine davetiye eki olarak kitap da sunuldu. Toplantımıza resmi TC kurumlarından bir katılım olmadı fakat Robertson tarafından görevlendirilen iki avukat katıldı ve 8 sayfalık bir karşı beyan yazısını dağıtım için getirdiler. Olayın ve belgelerin ayrıntıları ile video internette dünyaya açıktır. Robertson beyannamesinde hakkımda şu iltifatları yapmıştı: “cahil – kötü niyetli – dürüst değil - gülünç – havlayan – aptal – acımasız – şarlatan”.

Robertson bu defa daha kalın bir kitap yazdı ve bunu 2014 Kasım sonunda Avustralya’da Başkent Canberra’da dört dörtlük bir programla yabancı delegasyonlara tanıttı ve dünyaca bilinen ününü katladı. Ne var ki “An Inconvenient Genocide – Who Now Remembers the Armenians” veya Türkçe olarak “UYGUNSUZ BİR SOYKIRIM – Ermenileri Şimdi kim Hatırlıyor” isimli kitabın yalanı daha adından başlamaktadır. “Kim Ermenileri Hatırlıyor”, sözü Hitlerin kullandığı iddia edilen fakat kesinlikle kullanmadığı, aklından Ermeni kelimesinin hiç bir vakit geçmediği ve yalan olduğu birkaç sağlam kaynak (Nuremberg Mahkemesi, belgenin Almanca belgenin Alman daktilosunda yazılmadığı ve en son ABD ordu arşivi) tarafından saptanmıştır.

Bu ünlü avukatın da savunacağı fazla bir dayanak yoktu ve bu nedenle dava konusu dışında hakaretamiz tabirlerle Perinçek’i küçültmeyi yeğledi. Perinçek’in “ırkçı-nefretçi” olduğu iddiasının tutar tarafı yoktu. Talat Paşa’nın Osmanlı Hitler’i olduğu saçmalığı ithamı açık bir çaresizlikti. Savunmasının sonu tam bir fiyaskoydu, şöyle demişti: 

“Perinçek Yunanistan’a gitti, onu sokmadılar… - gidenler Perinçek’in kendisi değil arkadaşlarıydı… Bunu dahi bilmiyordu - Kendisi “soykırım inkâr müşterisidir” (?). Avrupa’da onu mahkûm edebilecek ülke aramakta ve yalancı tarihi göstermektedir. Ona İngiltere’de can sıkıcı davacı bir böcek denilirdi. Bu nedenle mahkemenin onun beyanına adlî, tarihî ve siyasî değer vermesi saçmalıktır.”

Ünlü Geoffrey Robertson’dan sonra söz alan Bayan Clooney ise saçmalıklara yenilerini katarak dava konusu “ifade hürriyetinden” söz edeceğine, “bir milyon Ermeni’nin katledildiğini ve bunun soykırım olduğuna çok fazla kanıt olduğundan” bahis etti. Lâf arasında, (aykırı karar veren yargıçların da bu konuyu belirtirken yazdıkları gibi) bunun arkasında özel yok etme niyetinin var olduğunu söyledi. Arkadan, insanların hayvan vagonlarında nakledildiklerini, temerküz kamplarında tutulduklarını ve hatta Fırat Nehrinin kırmızı aktığını söyledi. 

Osmanlı’da temerküz kampları hiç olmadı, kampların etrafı açıktı, nöbetçi yoktu. Bunlar ya yollarda aktarma- dinlenme kampları veya geçici yaşam kamplarıydı. Bayan Clooney konu ile ilişiği olmayan (ve parayı veren Ermenilerin ona kopya verdikleri) çok duyulan iddiaları tekrarladı. Sonunda mahkeme başkanı sözünü bağlamasını talep etti.

Davanın özü hukuk bakımından baştan sonra Doğu Perinçek’in lehinde idi. Karşı taraftakilerin, laf cambazlığı dışında fazla tutunacak mesnetleri yoktu ve mahkemede şaşırtıcı yeni kanıtlar üreteceklerine, eskilerini tekrar öne sürdüler. Yetersiz ve baştan sona hukukî temel ve mantık boşlukları içinde oldukları görüldü; sadece bocalayabildiler.

Türk tarafı, mahkemenin beklentisine uyarak konu dışına – Ermenilere cevap vermek için dahi – çıkmadı; hem hukuk kurallarına hem de disiplin ve sürelere mükemmel uydu. Bu durumda mahkemenin ilk kararı onaylaması kaçınılmazdır. Fakat üst kurul önceki kararı onaylasa da, Ermeni soykırım iddialarının duracağını beklemek bence hayaldir.


Öncelikle alınacak karar, soykırım olup olmadığı hususuna dokunmamaktadır. Kişinin serbest irade beyanı kapsamında, “soykırımı inkâr için” yapılmış mantıksız istisnayı kaldırmaktadır. Resmen “soykırım olmamıştır” tarzında bir karar olmadığına göre, bu “cambaza bak” çağırışları devam edecektir, çünkü “cambaza bakılmazsa” ve bakanlar cambazlara inanıp bahşiş vermezse, bunca personel işsiz, gelirsiz kalır. Hükümet yöneticileri de, lobiciler de, bu türkünün devam etmesini tercih ederler. Belki Türkler lehine birazcık geçici puan alınır; fakat yeni buluşlar ve tam seferberlik içinde canlanıp “bekle – gör – sabret” sistemini tercih edenleri kısa zamanda tekrar bunaltırlar; “bizim diasporamız” diyenlere de gülüp geçerler veya tersine istifade ederler.

Ermeni tarafı B.M. özel Soykırım Raportörünü ve “soykırımı tanıttırma formalitelerini” bilmiyor mu? Bilirler, fakat hiçbir zaman hukuk yoluna gidemezler, ellerinin boş olduğunu ve arşivleri açarlarsa sabıkalarının çığ gibi döküleceğini bilirler. Binaenaleyh, “soykırım bisikletinin ayakta olması ve tekerleğinin dönmesi” hayat meselesidir.

Önceki kararda, aleyhte oy veren iki yargıcın Ermeni diasporası tarafından eğitildiğinde şüphe yoktur. Ermeni diasporası, dostları veya yararlananları, bu defa 14 yargıcı etkilemek için denemede bulunmayacaklar mı? Deneyecekleri kesin de, kaç kişiden yüz bulup bulamayacakları belli değil. Fakat bir oturuma girmeleri için Robertson ve Clooney’e çuval ile ödeme yapanların, diğer kanalları da ısrarla yoklayacakları tahmin edilmelidir. Onlara sonradan “tutamak olacak” tek aleyhteki oy veya “kararı birazcık gölgeleyebilecek bir cümle için” fedakârlıktan kaçınmayacaklardır. Bu bağlamda, “konu dışına sakın çıkmayın” diyen ve şimdiye dek dedikleri harfiyen uyulan bizim hukukçular, hatırlatmalara rağmen kale almadıkları “sair uydurma vahşet hikâyelerine” atıf yapılarak bir cümle eklenirse, kimin ne diyebileceği doğrusu merak edilir!

Karşımızdakiler modern ve medeni kılıklı süper kibar ve becerikli “katil, hırsız, dolandırıcı ve asaletli bağış tahsildarlarıdır”. Hafife alınacak veya görünür hiçbir kusurları yoktur. Bazı durumlarda, karşınızdaki “yedi canlı ise” normal bir şekilde öldürmek yetmeyebilir. Örneğin denilir ki “vampirler ölseler de dirilirler ve onları ebediyen öldürmek için (masalına göre) fırsat olunca kalplerine tahta kazık çakmak lazımdır”.

Mücadele daha da çamurlaşarak devam edecektir. Bugüne dek, bizim cephemizde görülen güç dağınıklığı, güvensizlik ve teşkilâtsızlık kuru hamasetle tedavi edilemez. Daha rakibimizin ağı ve mafya gücü hakkında hiçbir şey bilmediğimizden, “falanı maaşa bağlayarak veya iki çocukça lafla soykırım canavarını yok edebileceğimizi” sanmak hatasında ısrar etmekteyiz.

Son söz: Kişisel görüşümü tekerleme ile tatlıya bağlayalım: Gökten üç elma düştü, biri bu yazıyı yazana, diğeri bunu okuyana ve üçüncüsü de “bunlar dert değil” deyip aldırmayana! Sözümüz genel olarak Ermenilere – hele Türkiye’den olanlara – değil, onların da şarlatan maceracılarınadır. Yoksa hayatımda çok Ermeni ile dostluğum oldu ve eğrisine hiç rastlamadım. 


Şükrü Server AYA
Araştırmacı




MOURAD TOPALİAN’ın 12 Ekim 1980′de U.N.Plaza’da bombalama olayı, 3 Haziran 1981′de Los Angeles’daki Anaheim Convention Center’ın bombalanması, 20 Kasım 1981′de Beverley Hills’deki Türk Başkonsolosluğu’nun bombalanması, 22 Ekim 1982′de Philadelphia’da Türkiye fahri konsolosunu ofisinde öldürmeye kalkışmak gibi eylemlerde yer aldığı belirlendi. 

Yasadışı örgüt JCAG’ın ve ARF’nin askeri kanadının lideri ve ABD’nin en güçlü isimlerinden biri olan, istediği zaman ABD Başkanları ( Bill CLiNTON) ile bile görüşebilen bu Ermeni, kamuoyunun karşısına tam bir terörist olarak çıkmıştır. Mourad Topalian bu olaydan sonra tutuklanmış, 30 yıl mahkum olması gerekirken, yapılan anlaşmayla 37 ay hapisle cezalandırılmıştır.


Şehit Türk Diplomatları 3. ve 4. bölümde bahsediliyor.
ABD medyası tarafından hazırlanan belgesel









AVİM Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı
AVRASYA İNCELEMELERİ MERKEZİ
CENTER FOR EURASIAN STUDIES
AVRASYA İNCELEMELERİ MERKEZİ (AVİM) KONFERANS KİTAPLARI No: 13
03 Şubat 2015, Ankara