Translate

9 Eylül 2014 Salı

ANADOLU'DA YUNAN ZULMÜ VE KURTULUŞU - 9




İzmir'e ilk giren 5. Süvari Kolordusu komutanı
 Miralay Fahrettin Paşa ve 
Kurmay Heyeti 






Batı Cephesi komutanları Akşehir’de toplanmak için ilginç bir bahane buldu. Futbol orduda yaygın bir spor olmuştu. Tatil günleri alaylar, tümenler birbirleriyle kıran kırana maçlar yapıyorlardı. Cephe karargahı futbol takımı ile Kolordular Karmasının 28 Temmuz Cuma günü Akşehir’de maç yapmaları kararlaştırıldı. 

Olay basına bildirildi. Ordu ve kolordu komutanları, yakın birlikler bu güzel maçı izlemeye çağrıldılar. Cephe istihkam birliği bir düzlüğü futbol sahası olarak hazırlamaya koyuldu. İki sıradan oluşan bir ahşap tribün de yapacaktı.

... 

M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa, komutanlar toplantısından önce biraraya gelip planı bir daha gözden geçirdiler. Görüşler birleştirildi. 
Öğleden sonra maçın yapılacağı sahaya gelindi. 

Tribünün birinci sırası M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Y. Şevki Paşa ve Fahrettin Paşa’ya ayrılmıştı. Paşaların çoğu ilk kez bir futbol maçı izleyecekti. 

... 

Maç 2-2 bitti. 
Büyük komutanlar akşam yemeğinden sonra Cephe karargahında, Başkomutan’a ayrılmış olan büyük odada biraraya geleceklerdi. Kolordu komutanları taarruz planını henüz bilmiyorlardı. İlk kez öğreneceklerdi. 

... 

Toplantı sabaha kadar sürecekti 
Akşehir toplantısı saat 21.00’de başladı. 
Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığındaki toplantıda Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Cephe Kurmay Başkanı Asım Bey, 1. ve 2. Ordu Komutanları ile 1. ve 4. Kolordu Komutanları ve Süvari Kolordusu Komutanı vardı. Çok uzun yıllar sonra Türk ordusu ilk kez taarruz edecekti. Taarruz eden ordunun savunmadaki ordudan daha güçlü olması askerliğin demir kuralıyken, düşman sayıca ve ateş gücü bakımından Türk ordusundan daha üstündü. İyi eğitim gördüğü biliniyordu. Afyon tahkimatının gücü hakkında ürkütücü söylentiler vardı. Haklı olarak gergin ve heyecanlıydılar. 

... 

Plan sade, çok etkili ve riskliydi. 

Yakup Şevki Paşa ümitsizce gözlerini kapadı. Süvari Kolordusu’nun hareke geçebilmesinin cephenin yarılmasına bağlı olması Fahrettin Paşayı düşündürdü. Nurettin Paşa planı öğrenmiş ve içine sindirmişti. 

Yakup Şevki Paşa, “Ben düşüncelerimi İsmet Paşa’ya daha önce hem yazmış, hem de söylemiştim...” dedi, “şimdi, izin verirseniz, kısaca tekrarlamak istiyorum.” 

“Buyrun.” 

“Yüz bine yakın insanı, Afyon’un kuzeyinden güneyine kaydıracaksınız ve düşman bunu sezmeyecek. Buna imkan yok! Baskın niteliği kaybolduğu zaman da, bu planın anlamı ve değeri kalmaz. Ben bir taburun yerini oynatıyorum, düşman uçağı ertesi sabah bu değişikliği saptıyor.” 

İsmet Paşa, “Düşmanın anlamaması için her önlemi alacağız, merak etmeyin.” dedi. 
Yakup Şevki Paşa içerledi: 

“Görürüz...” 

Surat içinde devam etti: 
“...Nakliye kollarımız da yetersiz, yürüyen orduya cephane yetiştirebilmeleri mümkün değil...” 

Mustafa Kemal Paşa gülerek, “Biz de cephane ikmalini düşmandan yaparız Paşam.” dedi. Yakup Şevki Paşa’nın yumuşamaya hiç niyeti yoktu: 

“...Afyon tahkimatını da incelettim. Biz burayı öyle bir günde, iki günde yaramayız. Hayal görmeyelim. Ayağı çarıklı askerle, o sarp, vahşi arazide, düşman mevzilerinin ve direnek merkezlerinin karşısında çakılıp kalırız. O zaman ne olacak? Düşmanın ihtiyat kolordusu yetişip savaşa katılacak. Böyle olunca cepheyi yarmaya gücümüz yetmez. Ayrıca düşman savaş sanatı gereği, Afyon’un kuzeyinden Akşehir yönüne doğru taarruza geçerse bizi iyice güneye atar. Konya yönü açık kalır. Ordu, dava, belki de memleket elden çıkar.” 

Mustafa Kemal Paşa, yüzünün çizgileri kıpırdamadan, “Peki, ne yapmamızı tavsiye edersiniz?” diye sordu. 

“Uygun bir yerde cepheden taarruz ederiz. Düşmanla eşit şekilde savaşırız. Geri çekilirse takip ederiz. Çekilmeye zorlayamadığımız yerde durur, tekrar hazırlanır, yeniden taarruz ederiz. Böylece tek dayanağımız olan orduyu tehlikeye atmamış oluruz.” 

“Bu tarz bir savaşla kesin sonuç alınabilir mi?” 

“Alınamaz ama yenilsek bile ordu elde kalır.” 

Yakup Şevki Paşa, Harbiye’de bir süre strateji öğretmenliği yapmıştı. Bu yüzden “hoca” diye anılır, düşüncelerine saygı gösterilirdi. Ama konuştukça cesaretini kaybetmiş olduğu, düşüncelerinin eskidiği anlaşılıyordu. 

İsmet Paşa söz aldı: 
“Uğraşa uğraşa, ancak bir yılda, düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bunu memleketin imkanlarını sonuna kadar zorlayarak elde edebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu yüzden bu sefer kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum.” 

Başkomutan “Ben de” dedi. 

Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa da kesin konuştu: 
“Ben de başka çare göremiyorum.” 

Yakup Şevki Paşa, geri çekilmedi, bir kez daha itiraz etti: 
“Yapmayın. Türk milletinin bütün varı bundan ibaret. Askeri, topu, tüfeği, cephanesi işte bu kadar. Şimdi siz onu bir noktaya yığarak tehlikeye atıyorsunuz. Buna razı gelemem.” 

Mustafa Kemal’in sesi kesinleşti: 
“Varımız bundan ibaretse, kesin sonucu bununla almak zorundayız.” 

“Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi meclisin önünde asarlar.” 

“Korkmayın Paşam. Tarihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir.” 

Hava çok gerilmişti. İsmet Paşa ayağa kalktı, Mustafa Kemal Paşa’ya döndü:
“Paşam, Arkadaşımız, izniniz üzerine düşüncelerini serbestçe arz etti. Yoksa, Başkomutanımız olarak vereceğiniz her emri, tıpkı kendi düşünce ve inancımız gibi gibi canla başla yerine getireceğimizden emin olabilirsiniz.” 

Gözler Yakup Şevki Paşa’ya döndü. Paşa, önüne bakarak, ağır ağır, “Dünya savaşındaki talihsizlikler benim neslimi galiba biraz fazla ihtiyatlı yaptı...”diye mırıldandı, “...kaygılarımı korumakla birlikte Başkomutan’ın vereceği emirlere tereddütsüz uyacağım tabiidir.” 

Gerginlik azalmıştı. İsmet Paşa yerine oturdu. Mustafa Kemal Paşa, “Teşekkür ederim...”dedi, “...öyleyse şimdi planın ayrıntılarına geçiyoruz.” 

Toplantı sabaha kadar sürecekti... 

... 

Gazi, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Asım Bey, öğleden sonra toplandılar. 
Geceki görüşmeler sonunda plan kesin şeklini almıştı. Uygulanması için Bakanlar Kurulunun kararı gerekiyordu. 

Afyon karşısına üç piyade, bir süvari kolordusu yığılacaktı, yani yüz bin kadar insan ve on binlerce hayvan... Yürüyüş çizelgelerini ve uygulama esaslarını inceleyen Fevzi Paşa neşe içinde, “Düşmanı uyandırmamak ve yanıltmak için mükemmel çareler bulmuşlar” dedi. Birlikler düşmanın anlamaması için son yığınak yerine taarruzdan bir gün önce geleceklerdi. 

Gizliliği sağlamak için kolorduların çevresindeki ve yürüyüş yolları üzerindeki köyleri, Yunan taarruzu bekleniyor bahanesiyle, geriye göndermek, hareket alanını haber sızmasına karşı güven altına almak gerekiyordu. Yürüyüş 14 Ağustos günü başlayacaktı. 

Asım Bey, “Yunanlılar da geçen yıl Sakarya’ya doğru yürüyüşe 14 Ağustos günü başlamışlardı.” dedi. 

Hepsi bir an için o ateşten günlere gittiler ve geri döndüler. 

Fevzi Paşa koca sesiyle gürledi. 
“O uzun yürüyüşle bizi aldatıp güya baskın vereceklerdi. Baskın nasıl olurmuş şimdi görürler.” 

Orduya para lazım 
Ordunun taarruza kadar iki milyon yüz bin liraya ihtiyacı olduğu hesaplanmıştı. Milli Savunma Bakanı bastırıyor, Maliye Bakanı “Hazinede beş kuruş kalmadı.” diye feryat ediyordu. 

Başkomutan Bakanları direksiyon binasına çağırdı. İki Bakan da pek acıklı bakmaktaydılar. Başkomutan’ın sakin, hatta güleç bir hali vardı. Bu hal etekleri tutuşmuş iki Bakanın da gücüne gitti. 

Mustafa Kemal Paşa, “Beyler...” dedi. “...tamamen çaresiz değiliz. Hindistan Müslümanlarının yolladığı 600.000 lira bankada duruyor. Hiç dokunmadım. Kimseye de dokundurtmadım. Bu parayı Maliye Bakanlığı emrine vereceğim. İlk ihtiyaçları karşılar.”

Kazım Paşa’nın yüzü güldü. Mustafa Kemal Paşa Hasan Fehmi Bey’e döndü: 
“Geriye bir buçuk milyon lira kalıyor. Onu da Maliye Bakanı olarak siz bulacaksınız.” 

Babacan Hasan Fehmi Bey, kurşun yemiş gibi oldu. Sesi kısıldı: 
“Nerden? Bulabileceğim hiçbir yer yok.” 

Başkomutan mazeret kabul etmez bir tavırla, “Bunu ben bilemem...”dedi, “...siz bu göreve işte bu zor gün için seçilmiştiniz.” 

Hasan Fehmi Ataç, direksiyon binasından içi yanarak, dizleri titreyerek çıktı. Taarruzun parasızlık yüzünden yapılamaması halinde başına gelebilecekleri düşünmemeye çalışıyordu. 

Gece uyuyamadı. 

Sabah işe bir çare bulmuş olarak geldi. Ankara Osmanlı Bankası Müdürü Mösyö Bojeti’yi makamına davet etti. 

Mösyö Bojeti, Fransız şivesiyle tatlı bir Türkçe konuşurdu. “Beni emretmişsiniz” dedi. 
“Estağfurullah. Rica etmiştim. Mustafa Kemal Paşa adına bankada bulunan 600.000 lira Bakanlığımın emrine verildi.” 

“Evet, Gazi Paşa’nın yazılı talimatını aldım.” 

“Bir konu daha var. Bankan şu anda tarihi bir an yaşıyor Mösyö Bojeti.” 

Müdür şaşırdı, bu anın tarihi olmasını gerektirecek hiçbir olağanüstü durum yoktu: 
“Nasıl tarihi an? Anlamadım” 

“Maliye’ye bir buçuk milyon lira lazım ve bu parayı bana sen bulup borç olarak vereceksin.” 

Müdür çok telaşlandı: 
“Ben, hayır, buna imkan yok!” 

“Boşuna çırpınma. Milli hükümetin sınırları içinde 16 şubeniz var. İstediğim bu parayı vermezsen, şubelerin tamamına el koyar, kasalardaki bütün parayı alır, yerine makbuz bırakırım. Düşünmek için sana bir saat mühlet. Git, düşün, gel!” 

Mösyö Bojeti durumun ciddiliğini anlamıştı.İşi uzatırsa miktarın artacağından korktu. “Mühlet istemem...”dedi, “...bir buçuk milyon liraydı değil mi?” 

“Evet.” 

“Peki. Yarın emrinizde olur.” 

Hasan Fehmi Bey, büyük bir cömertlikle, “Şimdi bir bardak çayı hakettin” dedi. 

Türk sultanı, Türk ordusunu yok edebileceğini sanıyor 
7 Ağustos günü Vahidettin ile Sir Harold Rumbold son kez görüştüler. Bir daha görüşmeleri kısmet olmayacaktı. 

Rumbold bu görüşmeyi Lord Curzon’a şöyle bildirdi: 
“...Barış ümidimi sordu. İngiltere’nin her barış çabasına öncülük ettiğini, bu çabaların başarısızlığının sebebini Ankara’da aramak gerektiğini anlattım. Milliyetçi liderlere karşı ağır hakaretlere başladı. Onların bir hükümet değil, bir asiler ve ihtilalciler topluluğu, İttihatçı ve Bolşevik olduklarını söyledi. 
Kendisinin barış yapmaya, bunun için fedakarlıkta bulunmaya hazır olduğunu belirtti. 
Milliyetçilerin bastırılması için meşru hükümetin desteklenmesini, İstanbul kuvvetlerine silah ve para yardımı yapılmasını istedi.” 

Sir Harold Rumbold tecrübeli bir diplomattı, birçok şaşırtıcı, çarpıcı olaya tanık olmuştu ama böylesini ne görmüş, ne de duymuştu. Yazmayı bırakıp bir an durdu. 

“İnanılmaz bir durum...”diye düşündü. “...Türk Sultanı, düzenini korumak amacıyla Sakarya Savaşı’nı kazanmış Türk ordusunu silahla yok etmek istiyor, daha da şaşırtıcı olanı, yok edebileceğini sanıyor. Böyle birine ne denir?” 

Sessiz yürüyüş 
Afyon güneyine kaydırılacak birliklerin geçeceği yollar, konaklayacakları yerler belirlenmişti. İstihkam birlikleri ve işçi taburları ağır topların geçeceği yolları düzeltiyor, köprüleri güçlendiriyor, dar geçitleri genişletiyordu. Toprakta iz kalırsa, çalışıldığı anlaşılmasın diye, ağaç dalları ya da samanla örtülüyordu. 

Yürüyüş sırasına bağlı olarak köyler boşaltılmaktaydı. 

Yürüyüş emrini alan birlik hava kararınca yola çıkacak, yol boyunca ışık kullanmayacak, gün doğmadan önce konaklayacağı yere varacaktı. Herkes ağaç altlarına, evlere, ahırlara, ambarlara sığınıp akşama kadar gözden saklanacak, gündüz kimse görünmeyecek, ateş yakılmayacak, açıkta kalan her şey maskelenecekti. 

Amaç çok sık uçan Yunan keşif uçaklarına açık vermemekti. 

Bazı birliklerin, ayrıldıklarının anlaşılmaması için çadırları sökmeden bırakması uygun görüldü. Geride kalacak az sayıda er, birlik ayrılmamış gibi günlük etkinlikleri sürdürecekti. Düşmanı kandırmak için kimi küçük birlikler gündüz ters yönde yürütülüp gece geri alınacaktı. 

İsmet Paşa yürüyüşü günlük, kısa emirlerle kendi yönetecekti.

13 Ağustos günü ilk emrini verdi. 14/15 Ağustos gecesi, Birinci Kolordu’dan 15. Tümen Çay batısına kayacak, onun boşalttığı yere de Dördüncü Kolordu’dan 11. Tümen gelecekti. 

Büyük yürüyüş bir gün sonra başlayacaktı. 

... 

Afyon’un güneyine dört kolordu kaydırılacaktı: 100.000 kadar insan, binlerce at, hayvan ve araba. 

Birinci Kolordu Çay yakınında, İkinci Kolordu Emirdağ’da, Dördüncü Kolordu Bolvadin civarında, Süvari Kolordusu Ilgın ve Akşehir çevresindeydi. 

... 

Subaylar ve askerler erkenden yemeklerini yediler. 

Komutanlar alayları, bataryaları ve ağırlık kollarını denetlediler. Bir Yunan taarruzu olasılığına karşı önlem olarak yer değiştirdiklerini sanan subaylar ve askerler, neşesiz ve öfkeliydiler. 

Hava iyice kararınca 15. Tümen yürüyüşe geçti. 

“Allah vatanını savunanla beraberdir” 

Ankara’da Azerbaycan Büyükelçiliğinde yemek vardı. Zengin bir büfe hazırlanmıştı. Azerbaycan elçiliği görevlileri ile Türk ve Rus misafirler, öbek öbek oturmuş sohbet ediyor, yiyip içiyorlardı. Piyanoda bir hanım alçak sesle Azeri şarkıları söylüyordu. 
M. Kemal Paşa, İbrahim Abilev ve Aralov, bir köşede oturuyorlardı. 

.... 

(M. Kemal Paşa) “Şimdi bu tartışmayı bırakalım. Size söyleyeceklerim var. Uygun bir yere geçelim.” 

İbrahim Abilov’un çalışma odasına geçtiler. 
“Bir hafta sonra, taarruza geçmek üzere cepheye hareket edeceğim...” 

Abilov ve Aralov heyecanlandılar. 
“...Ama bunu dünyadan gizlemek, özellikle İngilizlerin Yunanlıların yardımına gelmesini önlemek istiyorum. Sizden bir ricam var. Ben Ankara’dan ayrıldıktan sonra, Çankaya’da bir çay partisi vereceğim ilan edilecek. Bu parti ertelenecek. Siz de birkaç gün sonra, bir kabul resmi düzenlediğinizi açıklarsınız. Kabul resmi başladığı saatte, görevlendireceğim biri gelip rahatsızlandığım için katılamayacağımı bildirir. Bu bana birkaç gün daha kazandırır. Ne dersiniz?” 

“Tamam” 

Aralov da “Kabul” dedi. 

“Teşekkür ederim.” 

Abilov, “Paşam...” dedi heyecan içinde, “sen muzaffer olacaksın. Çünkü Allah vatanını savunanla beraberdir.” 

Sarıldılar. 

Dışarda piyanoya bir Türk geçmiş olmalıydı. Bir İzmir türküsü duyuldu: 

“İzmir’in kavakları 
Dökülür yaprakları...” 

Üç yüz yıldır verilmemiş karar ve emir... 
20 Ağustos akşamı, İkinci Kolordu ile Süvari Kolordusu da hareke geçti. İki kolordu güneye inerken, büyük komutanlar da Akşehir’de Başkomutan’ın geniş odasında biraraya geldiler. 

Saat 23.00’tü. Başkomutan kısa bir açıklama yaptı, kararının kesin olduğunu söyledikten sonra, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde ayrıntılı olarak anlattı... 

“25 Ağustos akşamı her türlü haberleşmeye son verilecek. Limanlara giriş-çıkış durdurulacak. İstanbul ile İzmit arasındaki kara ve demiryolu ulaşımı kesilecek. Yani biz işi bitirene kadar dünyanın Anadolu’dan haberi olmayacak. Yeteri kadar uçağımız var. Çocuklar düşmanın hava keşfi yapmasını da önlesinler.” 

“Başüstüne.” 

İsmet Paşa’ya baktı: 
“Siz de ordulara yazılı emrinizi veriniz. 26 Ağustos Cumartesi sabahı düşmana taarruz edeceğiz.” 

Üç yüz yıldır verilmemiş bir karar ve emirdi bu. 

Ayağa kalktı. Başta Y. Şevki Paşa olmak üzere hepsi ayağa fırlayıp esas duruşa geçti. Nurettin ve Fahrettin Paşaların gözleri dolmuştu. “Paşalar! Gazanız mübarek olsun!” 

...

“Bir hareket yok” 

“Generalim, bir Türk askeri cephemize sığınmış. Türklerin Afyon güneyine gizlice üç tümen yığdıklarını söylüyormuş.” 

Trikupis durakladı: 
“Güney cephemizde zaten üç tümenleri var. Üç daha altı eder. Altı tümen taarruz için az, savunma için çok.” 

Acele hava keşfi istedi. İki saat sonra gözlemci subay telefon etti: 

“Bir hareket yok. Fotoğrafları gönderiyorum.” 

Eski ve yeni fotoğraflar karşılaştırıldı. Türk mevzilerinde hiçbir yenilik, değişiklik görünmüyordu. Yine de Trikupis birliklere dikkatli olmalarını ve gözlerini açmalarını emretti. 

İngiliz Haberalma Örgütü de ciddi bir sürpriz beklenmediğini bildirince, Atina Elçisi Lord Granville, huzur içinde yaz tatiline çıktı. Sir H. Rumbold da çıkmak için hazırlık yapıyordu. 

Trikupis Türklerin taarruz edeceğinden kuşkulandığını orduya bildirdi. Hacianesti güldü: 

“Cephedeki komutanlar abartıcı ve duyarlı olurlar. General Trikupis de böyle. Bugüne kadar ki bilgilerimiz gösteriyor ki düşmanın genel bir taarruza geçmesi olası değil. İngilizler de bu kanıda.” 

Passaris itiraz etmeye yeltendi: “Fakat generalim...” 

Hacianseti bu kuruntulu kurmayını küçük bir el hareketiyle susturdu: 

“Olsa olsa kendi kamuoyunu oyalamak için sınırlı bir hareket yapacaktır.” 
Valettas, “Buna rağmen...”dedi, “bazı önlemler almamız doğru olmaz mı?” 

Komutan General Valettas’ı dinlemek inceliğini gösterdi: 
“Pekala. Orduyu uyarın. Ama telaşa vermeden.” 

Akşehir’den ayrıldılar 
24 Ağustos günü, akşama doğru, Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile karargahları bir dizi otomobil ve kamyonla Akşehir’den ayrıldılar. 

Bu cephe gerisindeki Şuhut kasabasında kalacak, 25 Ağustos günü Kocatepe’nin eteğindeki çadırlı ordugaha geçeceklerdi. 

Öndeki arabada M. Kemal, Fevzi ve İsmet Paşalar vardı. Mustafa Kemal Paşa gülümseyerek “Fransız Başbakanı Mösyö Poincare gizli bir mesaj yollamış dedi...”dedi,“...diyor ki: 

‘Eğer taarruz edip Afyon’u alabilir ve on beş gün elinizde tutabilirseniz, yakında Venedik’te toplamayı düşündüğümüz barış konferansında bu başarı, sizin için oldukça önemli bir koz olur.” 

Fevzi ve İsmet Paşa yüksek sesle güldüler. Fevzi Paşa, “Bunlar hala gücümüzün farkında değil” dedi. 

“İyi ki.” 

Mustafa Kemal Paşa Çalıkuşu’nu bitirmişti. Kitabı İsmet Paşa’ya verdi. 

Mustafa Kemal ve arkadaşları Şuhut’a girerken... 
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Şuhut’a girerken, Afyon’daki ordu evinde balo başlamıştı. Görevleri baloya katılmalarına elveren subaylar ve eşleri, sevgilileri salonu doldurmuşlardı. Neşe içinde yiyip içiyorlardı. Bazı subaylar İzmir’deki eşlerini bu balo için Afyon’a çağırmışlardı. 

Hanımların hepsi tuvaletliydi. 

General Trikupis ile kolordusuna bağlı 1. Tümen Komutanı General Frangos, 4. Tümen Komutanı General Dimaras, 5. Tümen Komutanı Albay Rokka, 12. Tümen Komutanı Albay Kalidopulos, birlikte oturmaktaydılar. Baloya katılabilen subaylarının mutluluğunu izliyorlardı. 

Tarih 25 Ağustos 1922, günlerden Cuma idi. 
İsmet Paşa saat 12.00’de ordulara ve Kocaeli Grubu’na genel taarruz emrini yolladı. 
Cephedeki bazı kıpırtılar, tecrübeli Trikupis’i iyice huylandırdı. Her olasılığa karşı tümenleri alarma geçirdi. Hastanelerdeki ağır hastaların İzmir’e yollanmasını emretti. 

İkinci (İhtiyat) Kolordu’dan takviye olarak 7. Tümen’i istedi. Kolordu kurmayları Türklerin Afyon önünde en fazla 6 tümen toplayabileceğini hesap etmişti. Bu kadar bir kuvvet Afyon müstahkem mevkii için bir tehlike değildi. 

Trikupis, Türklerin Afyon güneyinde bunun iki katı kuvvet topladıklarını bilmediği için akşam orduevinde iştahla yemek yedi, keyifle şarap içti. 

Gül Hanım haykırdı... 

Gün batıyordu. 

Sesi güzel askerler, topların, cephane sandıklarının ya da taşların üzerine çıkarak ezan okudular. Cephe boyunca tabur tabur akşam namazı kılındı ve zafer için dua edildi. 

Sessizce sıcak yemek yenildi. 

Uzun asker kaputlu, beyaz başörtülü Gül Hanım Dördüncü Kolordu birliklerini dolaşıyordu: 

“...Hiç yakınmadan silahınıza cephane, size ekmek taşıdık. Yüksünmeden siperlerinizi kazdık. Severek yaranızı yıkadık, kırığınızı sardık. Ateş altında suyunuzu yetiştirdik. Yolunuza saçımızı serdik. Şimdi bunca kadının hakkını, erkek olmanın bedelini ödeme vaktidir. Eğer bu sefer kardeşlerinizi kurtarmadan dönerseniz, bilin ki ananız da, bacınız da, yavuklunuz da hakkını helal etmeyecektir...” 

23. Tümen’de bir er onbaşısına fısıldadı: 
“Alay sabah sancak açacak mı?” 

“Öyle duydum.” 

“Açarsa askere rüzgar yetişemez.” 

15. Tümende bir teğmen takımını çevresine toplamıştı. 

“Eğer gözümü bir an için olsun geriye çevirirsem, ölümden yılıp da geriye tek bir adım bile atarsam, beni hain bilin. Kanım size helal olsun!” 

Askerler köyden gelmiş mektup, sigara tabakası, yavuklu yadigarı çevre, işlemeli çorap gibi değerli eşyalarını bölük emrine teslim ettiler. Sonra birbirleriyle helalleştiler. Dargınlar barıştı. 

Toplan boruları vurmaya başlamıştı. Silahları kuşanıp düzene girdiler. Sallanıp da ses çıkaracak ne varsa hepsini sıkılayıp bağladılar. 

Takımlar, bölükler, taburlar, alaylar, bataryalar, cephane ve yiyecek kolları, sıhhiyeciler, muharebeciler, istihkamcılar, gündüzden yolları öğrenmiş kılavuzların öncülüğünde, taarruza hazırlık mevkilerine doğru, büyük bir sessizlik içinde yürümeye başladılar. 

Kısa bir yürüyüş yapacaklardı. 

Üç günlük bir hilal vardı gökyüzünde. İnce kollarıyla bir yıldızı kucaklamıştı. 

Yaşlılar bunu zafere yordular. 

“Ağır ağır Kocatepe’ye çıktılar” 

Paşalar ve karargahlarının savaş kademeleri, halkın “Kılıcınız keskin olsun! Allah’a emanet olun!”sesleri arasında Şuhut’tan ayrılıp Kocatepe’nin eteğindeki çadırlı ordugaha taşınmışlardı. Ordugah Çakırözü deresinin yanına kurulmuştu. 

Yalnız telgraf takırtıları, telsiz bipleri ve su değirmeninin gıcırtısı duyuluyordu.

Bu savaşa kurmay yüzbaşı olarak katılan (askeri tarihçi) Fahri Belen, taarruzda yüksek komutanlara gözetleme yeri vazifesi gören Kocatepe ve etrafındaki arazi yapısı için sonradan şöyle yazacaktı: 

“Kocatepe 1900 metre yüksekliği ile bütün sahaya hakim idi, doğuya ve batıya doğru uzanan kollarıyla büyük kuvvetlerin gizlice toplanmalarına, manevra yapmalarına elverişli idi. İnsan o günkü duruma göre Kocatepeyi, düşmanı göz altında bulundurmak ve bir orduyu gizlemek -için tabiatın bir lütfu sayabilirdi.” 

Başkomutan, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve karargahlarının savaş kademeleri, saat 03.30’da atlara bindiler. Sisli, serin, karanlık bir geceydi. 

Fenerli iki süvari yol göstermek için öne geçti. Yola çıktılar. Mustafa Kemal Paşa önde gidiyordu, yalnızdı. Arkasından Fevzi ve İsmet Paşalar geliyordu. Daha arkada kurmaylar, yaverler, görevliler, hizmet erleri, seyisler vardı. 

Çevre yedekler ve geri hizmet birlikleriyle doluydu. 

Ağır ağır Kocatepe’ye çıktılar. 

Ve saat 05:30... 
Saat 05.00’e doğru gün ışımaya, sis dağılmaya, Afyon’un kalesi ve dev tepeler yavaş yavaş belirmeye başladılar. 

Herkesin Ankara’da sandığı Başkomutan Kocatepe’de, ordusunun başındaydı. Başıyla İsmet Paşa’ya işaret etti, İsmet Paşa Nurettin Paşa’yı uyardı. 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa telefonla kolordulara gerekli emri verdi. 

Önce bir tek top sesi duyuldu, mermisi koca Tınaz Tepe’ye düştü. Sonra bütün toplar düzenleme (tanzim) ateşi için gürlediler. 

05.30’da batarya komutanları zevk narası atar gibi emir verdiler: 

“Ateş!...” 
“Ateş!...” 
“Ateş!...” 

Ne Yunanlılar böyle yoğun, dehşet verici ateş görmüştü, ne de Türkler. 

Tepeler yanıyordu sanki. Cephanelikler ateş alıyor, kamyonlar uçuyor, toplar parçalanıyordu. Kocatepe bile zangırdıyordu. 

Piyadeler hücum mevzilerine, tel örgülere doğru ilerlemeye başladılar. 

Bu cehennemlik ateş 20 dakika sürdü. Bataryalar bu kez 10 dakika sürecek imha (yok etme) ateşine geçtiler. Siperleri ve gözetleme yerlerini dövmeye başladılar. 

Başkomutan ateş planını, topların ustaca kullanımını çok beğenmişti. İsmet Paşa’ya birçok kez teşekkür edecekti. 

Bazı tel örgüler topçu ateşiyle yıkılmıştı. Bazılarını da istihkamcılar ya da sabırsız askerler yıktılar. İmha ateşi sona erer ermez subaylar ve askerler, açılan gediklerden mevzilere, direnek merkezlerine daldılar. 

Fırtına gibi esiyorlardı: 
“Allah Allah... Allah Allah...” 

Topçular ateşi ilerilere kaydırdılar. Top, makineli tüfek, el bombası, boru sesleri ve savaş naraları içinde, 06:45’te 5. Tümen Kalecik Sivrisini ele geçirdi. 

On dakika sonra 15. Tümen’in 38. Alayı’nın da Tınaz Tepe’yi aldığı haberi geldi. 

... 

Belen Tepe’nin ön yamacındaki yüksek ve sık çalılar, top ateşi yüzünden tutuşmuştu. Subaylar ve askerler hiç duraksamadan bu alevlere daldılar. Kimi yanarak şehit oldu, kimi alevlerin içinden ok gibi geçip siperlere, direnek merkezlerine girdi. 

Saat 09.00’da 23. Tümen de Belen Tepe’yi ele geçirmişti. 

Alınmaz, geçilmez, yarılmaz sanılan Afyon mevzilerinin en kritik yerleri tek tek ele geçiriliyordu. Şimdi bu başarıyı derinleştirip genişletmek gerekti. 

Hava Bölüğü Yunan İhtiyat Kolordusu’nun düzeninde bir değişiklik olmadığını rapor etti. Bu iyi haberdi. 

Sabah aynı saatte 2. Ordu’nun ve Kocaeli Grubu’nun yaklaşık 100 topu da ateşe başlamıştı. 

Top ateşleri geri kaydırılınca, ilk hat birlikleri, karşılarındaki birlikleri yerlerinde tutmak için taarruza kalktılar. Gösteriş taarruzu olduğu için çatışmalar sert değildi. 

Ama Yarbay Salih Omurtak’ın komutasındaki 61. Tümen, ciddi bir atılımla cephesindeki güçlü Kazuçuran direnek merkezini ele geçiriverdi. Bu sonuç Yunanlıları duraksattı: Asıl taarruz yeri kuzey miydi yoksa güney miydi? 

... 

Asıl taarruz yerinin Afyon güneyi olduğu belli olmuştu. Trikupis yetişen 7. Tümen’i 1. Tümen Komutanı General Frangos’un emrine verdi. Yedekte bekleyen Albay Plastiras’ın alayını da 4. Tümen’i takviyeye yolladı. Yetmeyecekti bu. Çünkü cephedekiler, ‘dalga dalga ölüme yürüyen Türkler karşısında askerlerin zorlukla tutunduklarını’ bildiriyordu. 

... 

Demiryolu ve telgraf hatları, köylülerin de yardımıyla, birkaç yerden tahrip edildi. 

Birinci ve İkinci Yunan Kolordularının İzmir’le ulaşım ve haberleşmesi kesildi.
Saat 14.00’tü. 

Başkan Vehbi Hoca, Başbakanı, ‘askeri durum hakkında açıklama yapmak üzere kürsüye davet edince’ Meclis’te bir kıpırdama oldu. 

Ardahan Milletvekili Hilmi Bey şaştı: 
“Allah Allah, ne var ki?” 

Kara Vasıf Bey, “Belki bir köy almışızdır” diye güldü. 

Rauf Bey kürsüye geldi. Heyecanını belli etmemek için kendini tuttuğu anlaşılıyordu.

“Efendim, uzun zamandır noksanlarını tamamlamakla uğraşan ordumuz , bu sabah taarruza geçmiştir...” 

Alkışlar yükseldi. 

“Allah başarı versin!” 

“En yakın zamanda kesin zafere nail olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eylerim.” 

... 

Durak Bey bağırdı: 
“Biri dua etsin!” 

Erzurumlu Nusret Efendi kürsüye yürüdü. 

“Başkomutan gözünü kırpmadan savaşı izliyordu” 

...

Kocatepe’de hava öğleden sonra gerginleşti. Hız azalmış, cephe hala yarılamamıştı. Yunanlılar bazı yerleri geri almaya başlamışlardı. 

Nurettin Paşa çok sinirliydi. Gecikme, Kurmay Başkanı Asım Bey’i ve bazı kurmayları da telaşlandırmıştı. 

Başkomutan gözünü kırpmadan savaşı izliyordu. Genellikle ayaktaydı. Kimi zaman bir taşa ilişip haritasını işaretliyordu. Yemek yememişti. Ardarda kahve ve zincirleme sigara içiyordu. 

İsmet ve Fevzi Paşalar sakin görünüyorlardı. 

Savaş aşağıda, tepeler, yarlar, çukurlar, taşlı bayırlar, kayalar, siperler, tel örgüler, hendekler, kum torbaları, makineli tüfek yuvaları, kamyon ve top enkazları yanmaya devam eden çalılar, ölüler ve toplanmamış yaralılarla dolu ürkünç arazide, savaş dumanı altında bir an bile durmadan devam ediyordu. 

Bu sınırlı alanda altmış bin insan boğuşmaktaydı. 

... 

Türkler gecenin içinden boran gibi geldiler. Süngüleri aydınlatma fişeklerinin keskin ışığında parıl parıl yanıyordu. 

Paşalar çadırlı ordugaha dönmüşlerdi. Fevzi Paşa yemeğini yiyip yatmıştı. İsmet Paşa ordular ve kolordular ile telefonla konuşuyor, ertesi gün için emir veriyordu. 

M. Kemal Paşa, Mahmut Bey’e ve kaygılı olduklarını gördüğü yaverlerine, “Yunanlılar iyi dövüşüyorlar...”dedi, “...iyi dövüştükleri için de mahvolacaklar. Çünkü savaşmakla hata ettiler. Bugün Dumlupınar’a çekilseler belki kurtulurlardı. Yarmak için gerekli bütün kritik yerler elimizde. Yarın bu iş biter.” 

Binbaşı Tevfik yaklaştı: 
“15. Tümen Tınaz Tepe’de elinden çıkan yerleri geri almış efendim.” 

“Bu haberi bekliyordum. Güzel. Haydi yatalım. Yarın yorucu bir gün olacak. Allah rahatlık versin.” 

... 

Trikupis, emrine ek birlikler de vererek Plastiras’ın, bir gece taarruzuyla Küçük Kalecik’i geri almasını istemişti. 

Karargah görevlilerinden Yüzbaşı Kanellopulos, Albay Plastiras’ın gece yarısı yolladığı mesajı General Trikupis’e bildirdi: 
“Albay taarruz etmeyi reddediyor efendim.” 

“Neden?” 

“Gece taarruzunu tehlikeli bulduğunu söyledi. Sabah harekete geçecekmiş.” 

Trikupis’in içine ilk kez korku düştü. 
“Ümit ederim ki geç kalmış olmayız.” 

Bütün tümenler geceleyin sabah taarruzu için hazırlık yaptılar. Bataryalar ileri yanaştırıldı. 

Bir gün önceki savaş sırasında taşlık arazide askerlerin çarıkları parçalanmıştı. Çıplak ayak taarruz edeceklerdi. 

Albay Kemalettin Sami Bey, tümen komutanlarına dedi ki: 
“Birlikleriniz imha derecesinde sarsılsa bile bugün hedeflerinizi zaptedeceksiniz.” 

“Başüstüne!” 

Albay İzzettin Bey de Tınaz Tepe’ye geldi. Yarma bölgesindeki iki tümen komutanıyla buluştu. 

“Bugün ne pahasına olursa olsun, cepheyi yaracağız.” 
“Emredersiniz!” 

Hepsinden önce en sağdaki Efe Kazım’ın 8. Tümeni sabahı beklemeden harekete geçti, saat 04.00’te, ateş etmeden sessizce ilerledi, süngü hücumu ile ilk Yunan mevzilerine girdi. Bu kesimdeki savunma sisteminin kilit noktası olan Kurtkaya direnek merkezini 04.30’da ele geçirdi. 

Albay Reşat Bey’in bıraktığı not... 
Erkmen Tepesi saat 06.00’da düşürüldü. Düşmanın bu kesimde tutunması artık pek mümkün değildi. 

Soldaki Birinci Kolordu tümenleri de, birbirleriyle yarışmaktaydılar. Son tepeleri de alırlarsa, cephe yarılmış olacak, Sincanlı ovasına ineceklerdi. 

Engellenemez bir tutku ile ilerliyorlardı. 

Paşalar ve karargahları sabah erkenden Kocatepe’ye gelmişlerdi. Yunan savunma sisteminin adım adım çöküşünü seyrediyorlardı. 

Yalnız Çiğiltepe karşısındaki 57. Tümen bir türlü ilerleyememişti. Kuşatma kolu, ateş yememek için, hayli açıktan dolaşınca etkisiz kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa bu tümenin komutanı Albay Reşat Bey’i severdi. Emrinde çok başarılı hizmetler görmüştü. Teşvik etmek için telefon etti: 

“Reşat Bey hala hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?” 
“Yarım saat sonra ulaşacağım efendim. Söz veriyorum.” 
“Peki, size güveniyorum.”

Yarım saat dolalı hayli olmuştu. Çiğiltepe düşmemişti hala. Mustafa Kemla Paşa, Reşat Bey’le konuşmak istedi. 

Telefona Emir Subayı Üsteğmen Bozkurt Kaplangı çıktı. 
“Reşat Bey’i istemiştim.” 

Bozkurt zorlukla, “Reşat Bey az önce intihar etti efendim...” dedi, “...size bir açıklama bırakmış. Peki, okuyorum: 

‘Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” 

Üsteğmen, Başkomutan’ın teselli edici sözlerini ağlayarak dinledi. 

...

Müsteşar Rattigan General Harington’u telefonla aradı: “Rahatsız ettiğim için çok özür dilerim. Türklerin taarruz ettiği hakkında bir söylenti var.” 

Harington gülümsedi. 
“Aslı yok Mr. Rattigan. Keyfinize bakın.” 

“Teşekkür ederim.” 

Türkler taarruz ederek pazar gününü mahvetmiş olsalardı Rattigan çok kızacaktı. Büyük Ada’ya gitmeye hazırlanıyordu. Zengin bir Rumun vereceği yemeğe katılacaktı. 

...

Esir Mustafa Kemal! 
Hacianseti’nin yaveri Yüzbaşı Kazanidis, Türklerin taarruza geçtiği geçtiğini öğrenen kulağı delik gazetecilerle başa çıkamayacağını anlayınca, yazmayacakları sözünü aldıktan sonra, “Evet...”dedi, “...dün taarruza geçtiler. Daha doğrusu Mustafa Kemal, itibarını kurtarmak için ordusunu ateşe attı.” 

“Sizce ne olur?” 

Kazanidis gülümsedi: 
“Birkaç gün sonra burada sizi esir Mustafa Kemal ile tanıştırabilirim.” 

Gazeteciler ordu bir bildiri yayımlayana kadar hiçbir şey yazmayacakları sözünü vererek, ordu karargahından neşe ile ayrıldılar. 
Saat 13.00’tü. 

...

“Afyon’un düşeceğini hiç düşünmemişlerdi” 
Kolordu Bağlı Birlikleri, Afyon’daki askeri okulun öğrencileri, Yunanlı memurlar, cephane kamyonları, ambulanslar, demiryolu görevlileri, subay aileleri, kargaşalık içinde Afyon’u terk ediyorlardı. 

Kargaşalığın sebebi, Afyon’un düşeceği hiç düşünülmediği için bir boşaltma planı yapılmamış olmasıydı. 

Son olarak General Trikupis ve karargah ordusu, koşar adım komutanlık binasından çıktılar. Koyu bir yangın dumanı şehri kaplamaktaydı. Yunan ruhu, Türklere ait bir yerleri yakmadan sükunet bulmuyordu. Telaşla otomobillere bindiler. Son subay da binince kafile hareket etti. Yunan işgali ve zulmü sona ermişti. 

Bütün minarelerden sala verilmeye başlandı. 
İmaret Camisine koşup aç ve susuz bırakılmış olan Türkleri kurtardılar. Ama gittikçe genişleyen yangınlarla baş edemediler. 

23. Tümen, Yunan cephesinin gerisindeki Türk köyü Sinirköy’den (şimdiki adı Tınaztepe) geçerek kuzeybatıya doğru ilerleyecekti. Yamaçtan aşağıya inerken, tümen bandosu İzmir Marşı’nı çalmaya başladı. 

Köylüler sevinç gözyaşları dökerek komutanların ellerini öpmeye koştular. Atlara, özengilere sarılıyor, kızlar askerlerin üzerine çeyiz bohçalarından çıkardıkları mendilleri, çevreleri atıyor, kolonya serpiyorlardı. 

...Tümen köyü hiç durmadan geçit, ovaya inip ilerledi. Saat 14.00’tü. 

Tümen Komutanı Kolorduya şu raporu gönderdi: 
“Sinirköy’deyim. Gazi Başkomutanımızı cephede görmediğinden bahseden Hacianesti’nin Sincanlı Ovası’nı dolduran perişan birliklerinin kaçışını seyrediyorum.” 

...

Zaferin sihri buydu... 
8. Tümen’den bir alay saat 17.30’da Afyon’a girdi. 

Halk yol boyunca iki yana ayran kazanlarını, su küplerini, börek ve ekmek kadayıfı tepsilerini, dilim dilim kesilmiş karpuzları, kavunları dizmişti. 

Alay Komutanı iki bölüğü yangınları söndürmeye yolladı. Kalanlar durmadılar, yürüyüşlerini biraz ağırlaştırıp yiyerek, içerek, alkışlar, dualar arasında yürüdüler. 

Dördüncü Kolordu’nun öteki üç tümeni de hızla tepelerden aşağıya, Afyon’un batısına iniyordu. Görevi Yunan tümenlerinin Dumlupınar’a çekilmesini önlemek ve rastladığı birlikleri imha etmekti. Pek az uyumuş, durmadan dövüşmüşlerdi. Ayakları yara içindeydi. Öğle yemeği yememişlerdi. 

Ama hiç savaşmamış gibi dinç ve neşeliydiler. 

Zaferin sihriydi bu. 

...

27 Ağustos gecesi pek az çatışma oldu. İki yan da birbirlerini dinlendirdi. 

Türkler 28 Ağustos sabahı erkenden düşman peşine düştüler. 

... 

23. Tümen yeni yola çıkmıştı ki 4. Yunan Tümeni’yle karşılaştı. Bu tümenin güneyini Albay Plastiras alayının koruması gerekirken, Plastiras emri dinlememiş, gece haber vermeden alayını alıp daha kuzeye gitmiş, 4. tümenin güneyini açık bırakmıştı. 

23. Tümen hızla savaş düzenine girerek taarruza geçti. Baskına uğrayan 4. Tümen büyük kayıp vererek dağıldı. General Dimaras ertesi gün, yanında kalmış olan 500 askerle Trikupis’e sığınacaktı. 

... 

29 Ağustos sabahı İzzettin Bey kolordusunun bütün tümenleri Frangos kuvvetlerini yakalamak için harekete hazırlanıyordu. 

... 

Fevzi Paşa, Yakup Şevki Paşa’nın savaş idare yerine gelmişti. İki paşa kucaklaştılar Kurmaylar paşaların çevresini sardı. Hepsinin yüzü parlıyordu. 

Fevzi Paşa’nın açıklamasını dinleyen Yakup Şevki Paşa, “...Yani Afyon cephesini yardık, düşman ordusunu üçe böldük ve dört günde düşmanın iki kolordusunu kuşatacak duruma geldik ha?” dedi. Hayret içindeydi. 

Fevzi Paşa güldü: 
“Evet paşam.” 

Yakup Şevki Paşa, “Ben tecrübesiz, kararsız, korkak bir asker değilim...”dedi kendine dargın bir sesle, “...ama ne iddia ettimse tersi çıktı. Neye karşı durdumsa mahcup oldum. Yahu, bu mucizenin sırrı ne?” 

Fevzi Paşa, Yakup Şevki Paşa’nın elini okşadı ve sorusunu cevapladı: 


“M. Kemal Paşa.”




ŞU ÇILGIN TÜRKLER - Turgut ÖZAKMAN






AĞLAYALIM/GURURLANALIM/UNUTMAYALIM.