Translate

30 Kasım 2015 Pazartesi

İkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?







"Batı tarihçiliği iki tür benciliğin hala etkisi altındadır : 
Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism) , 
diğeri ırk bencilliği ( Ethocentrism). 
Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi "Türk"tür. Tüm nesnellik ölçüleri, 
konu "Türk"e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. 
"Türk"ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. 
Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı bir şey görmez. 
Onlar için bunlar, evrensel gerçeklerdir. "Türk", Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. 
Batılı tarihçi bu konuda istediği gibi konuşabilir."
 Prof.Niyazi Berkes 
(Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabından)




____________




Onyedinci yüzyılda Osmanlı toprak rejimi tamamıyla çökmüş, tarımsal üretim düşmüş, dış ticaret tamamıyla Batılı deniz ticaret şirketlerinin tekeli altına girmiş, ticaret muvazenesinin aleyhe dönüşü yüzünden memleket artık kesin olarak hammadde memleketi haline gelmiş, bu yüzden zaten on altıncı yüzyıl sonu dünya fiyat devriminden ve yarattığı mali buhrandan sonra sarsılmış olan Türk maliyesi altın ve gümüş varlığını oluk gibi dışarıya akıtmaya başlamış, bütün bunların tesiri ile devlet, esnaf ve köylü ekonomik anlamda büyük darbeler yemiş bir haldedir. Böyle olduğu halde, topluma yeni bir şekil vermek için, Batı'da yeni ekonomik görüşlerin ve siyasetlerin doğduğu bu devirde Türkiye'de bu konuda şümullü hiçbir fikir doğmamıştır. Tarih kaynaklarında sadece akla gelen bazı tedbirlerden başka bir şeye rastlanmaz.


Mustafa III zamanında olduğu gibi, bazı sıkı tedbirlerle maliyenin düzeltildiği oluyordu. Ama ekonomik olmayan usullerle başarılan bu Hazine ahvalini düzeltme başarıları, sık sık girişilen Rusya savaşları uğruna yok edilir, memleket ve Hazine eskisinden harap hale gelirdi. (1)


Selim III zamanında ilk defa olarak güdülen "şahsi teşebbüs yolu ile ekonomik kalkınma" tedbirleri de başka sebeplerle iflas etti. Mahmut II zamanında yapılan reformlardan sonra ancak 1840 yıllarında devlet eli ile bir ekonomik kalkınma siyaseti düşünüldü. Gerek tarım, gerek endüstri alanında devlet eli ile teşebbüslere geçildi. Fakat, ileride dokunacağımız nedenler yüzünden, her iki alandaki teşebbüsler de Türk toplumunda ve ekonomisinde temelli bir değişim yapamadan iflas etti. Bu iflas Türk ekonomisine çok pahalıya mal oldu. Özel ve kamu teşebbüsleri ile modern ekonomiye katılma çabalarının birinci "raund"u o zaman kaybedildi.


Demek ki eski müesseseleri ıslah etme, Batı'da başlayan yeni ve ekonomik ve teknolojik devrimi benimseme ve taklit etme hareketi şimdi sözü getireceğimiz birtakım köstekleyici etkenlerin tesirinden kurtulamıyordu. Bu köstekleyici engeller olmasaydı daha başlangıçtan birçok Batı dışı uluslardan önce bu hareketi başlatmış olan Türkiye'de başarılı doğru adımlar atılabilirdi. Yani başarısızlıklar, bunları gören o zamanki Batılıların sandığı gibi Türk'ün doğasal ekonomik kabiliyetsizliğinden değildi. Türkiye'den çok sonra aynı yola düşen mesela Japonya gibi Asyalı bir ulus, modern ekonomiyi benimseyip uygulamanın mümkün olduğunu göstermiştir.


Türkiye'de güdülmek istenen gelişmeyi çelmeleyen başlıca üç olay boyuna işin içine karıştı ve yukarıda söylediğimiz başarısızlıkları sonuçlandırdı. Bu üç olay bugüne kadar peşimizi bırakmamıştır; zamanımızda da gene onlarla karşılaşıyoruz; ve bizi asıl ilgilendiren de budur. 


YENİLEŞMEYE ENGEL OLAN KUVVETLER


Bunların birincisi, memleket içinde değişmeye karşı daima direnen ve savaşan gerici kuvvetlerdir. Bu gerici kuvvetler çok kere ilerici kuvvetlerden üstün  gelmiştir. İlerde tartışacağımız nedenlerle, ilerici kuvvetler köksüz, gerici kuvvetler ise toplumun dibine kadar kök salmış durumdadır. Bu kökler, ileride göreceğimiz gibi, hâlâ tamamıyla sökülmemiştir; bazıları hâlâ yerinde duruyor.


İkincisi, Batı'dan alınan fikirlerle kendini ıslah etme işine giriştiği zamanlar Türkiye'nin kendini daima Batı dünyasında olup giden çekişmelerin içinde bulması, bunlardan kaçınacağına onlara bulaştığı için Batı devletlerinin politik ve ekonomik peyki haline gelmesi, hiçbir programı sürekli olarak uygulayamamasıdır.


Üçüncüsü, reform teşebbüslerine hep bu çekişmelerin Türkiye'ye yönelmiş olduğu zamanlarda hazırlıksız olarak kalkışılması, bu yüzden, dış baskıların karışması ile yapılan işlerin halk kütlelerinin durumunu iyileştireceğine kötüleştirmesidir. Bu yüzden halk kütleleri arasında devrim veya reform teşebbüslerine karşı daima güvensizlik, hatta nefret yaratılmıştır. Bu durum birçok hallerde irtica hareketlerine, hatta geri tepici ayaklanmalara yol açmış; bu da gericilerin köklerini biraz daha derinlere salmalarına yaramıştır. Yani Türk evrimi kuşaktan kuşağa kangallaşan bir "fasit daire" (kısır döngü) içine girmiştir.


Daha başka bir deyimle, (a) Osmanlı İmparatorluğu'nun iç yapısından, (b) modernleşme hareketine girişildiği zamanların dünya politikasındaki şartlarından, (c) ıslahat veya reform işini yürüteceklerin yetersizliklerinden ileri gelen üç olay (yani gericilik, emperyalizm ve ekonomik yoksullaşma) Türk toplumsal değişimini ve evrimini daima baltalamış, onun ileriye doğru gelişme olmak yerine bir çökme ve devamlı gerileme olmasına sebep olmuştur. İleriye doğru değişmeyi engelleyen, bu yolda yapılmış çabaları faydalı olmak yerine tesirsiz, hatta bazan zararlı şekle sokan bu etkenleri, bugünün reform meselelerini daha iyi kavramak için, tarih açısından biraz daha yakından tanımağa çalışacağız. Çünkü bu engellerin üçü de hâlâ ortadan kalkmamıştır.


* * * 


Türkiye için "gelişmemiş toplum", "geri kalmış toplum" deyip geçerken üzerinde durmadığımız, fakat şimdi tartışılmasına sıra gelen bir noktaya dokunmak isterim. Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulan Türkiye bugün anlaşılan ve son yıllar içinde hep bir ağızdan benimsediğimiz anlamda gelişmemiş bir toplum mudur? Onun, değişme ve gelişme halinde bir toplum olma imkânları kendi içinde, yapısında ve temelinde yok mudur?


İki yüz yıllık bocalamadan sonra, Kemalizmin açtığı yolda Türk ulusunun kısa zaman içinde ileri bir toplum haline gelme şansları, bugün kalkınma çabası içinde bulunan birçok uluslara nazaran fevkalade denecek derecede yüksektir. Burada vereceğimiz hükümler, başka ulusları aşağı ve kabileyetsiz görmek gibi bir düşünceden ileri gelmiyor. Her insan toplumunun kalkınmaya hem hakkı, hem kabiliyeti vardır. Bu, hiçbir üstün ulusun veya ırkın tekeli altında değildir. Söylemek istediğimiz şey, Türk ulusunun bazı elverişli tarihi şartlara malik olmakta talihli bir durumda olduğudur.


Türkiye 1924'ten itibaren, toplumsal kalkınma savaşına girdiği zaman (daha o zamandan arkasında uzun bir tecrübe devresi vardı), bugün geri kalmış birçok ulusların gıpta edeceği önemli avantajlara malikti. Bu avantajların ne olduğunu görmezsek, bazı Amerikalı kalkınma iktisatçılarının yaptığı gibi, Türkiye'yi Nijerya veya Tanganyika gibi toplumlar kategorisine sokmuş ve kalkınma ile ilgili önemli noktaları onlar gibi yanlış anlamış oluruz. Türkiye'nin bu saydığım memleketleri bırakın, Hindistan ve Pakistan gibi, talihsiz analizleri yüzünden halklarının yüksek kabiliyetleri ile mütenasip avantajları olmayan memleketlere nazaran bile talihli bir durumu vardı.


Her şeyden önce Türkiye'nin adeta mucize denecek şekilde, modern bir ulusal bütün olmak için gerekli asgari unsurları hazırdan elinde bulunuyordu. Bunların çoğu, bugün gelişmemiş memleket denen yerlerde yoktur. Türk toplumu korkunç dil, din, ırk, kast ayrılıklarına; prensler, racalar, nuvaplar, vs gibi imtiyazlı zümrelere; kabile, aşiret gibi bölünmelere uğramış bir yapı değildi. Bu açılardan Türk toplumu demokratik, laik ve modern bir ulus olmaya hazır bir halde idi. Daha önce anlattığımız ortaçağ nizamından kalma sakatlıklar toplumsal reformlarla düzeltilebilecek şeylerdir. Halbuki, geri kalmış toplumların çoğundaki parçalıklar insanın başını döndürecek, ümitlerini kıracak kadar büyük dertlerdir. (Mesela, Hindistan'ın sadece dil durumunun meselelerini düşünmeniz yeter).


Türkiye, birçok geri kalmış ulusların aksine sömürgelikten çıkmış, hata sömürgelilik halinin yarattığı bir toplum da değildi. Sömürge ulusları, özellikle Müslüman olanları, tabi oldukları sömürge idarelerinin tesiri altında birçok kötü geleneklere varis olmuşlardır. Bu kötü gelenekler yüzünden laik ve ulusal eğitim sistemleri bile yoktur. Daha garibini söyleyelim: Generalleri, hâkimleri, avukatları kendilerine yabancı ve hatta kendilerine düşman saydıkları memleketlerde tahsil görürler. Donanmaları veya orduları yabancı komutanlar elinde olanlar bile var. Türk halkı siyasi varlığını ve efendiliğini muhafaza etmiş bir ulustur. Daha dün diyeceğimiz zamanlara kadar birçok ulusları, hem de ulusluklarına dokunmadan, idare etmek sanatında pişmiş bir ulustur. Bunu, övünmek ve şovenizm için değil, sırf bir gerçek ve bir olay olarak bilmek ve hatırlamak gerektir.


Türk toplumun aydınları daha imparatorluk dağılmadan önce hem ulusal şuur, hem çağdaş uygarlık şuurunu kazanmış kimselerdi. Halkının bütünü, siyasi devlet birimini ulusal ve çağdaş anlamda olmasa da tabii bir olay olarak benimsemişlerdir. Mesela Hindistan ikiye bölünüp bundan Müslüman bir devlet çıkınca bu memleketin halkını bırakın, aydınları bile ulusal ve laik devlet kavramını kabullenememişlerdir. Bu devletin genel ve ulusal bir dili olmadığından resmi dil olarak kimsenin bilmediği Arapçayı almak isteyenler olmuş; buna bile karar veremediklerinden İngilizcesiz bu devlet işlemez, çeşitli bölgeleri arasındaki halk birbirini anlamaz olmuştur. İdeal hâlâ Hazret-i Ömer devletidir. Şu bizim politikacılarımızın bir türlü anlayamadığı Atatürk devrimleri Asya ve Afrika'nın geri kalmış uluslarının bugün bile varamadığı merhaleye Türkiye'nin şöyle böyle yarım yüzyıl önce varmış olduğunun bir ifadesidir. Bu devrimler sayesinde, modern Türkiye'nin politik bağımsızlığı gerçekleştiği zaman, Türkiye'nin bugünkü geri kalmış birçok ulusun karşılaştığı çok ciddi meselelerle uğraşmak derdine düşmemek gibi tarihi bir talihliliği vardı.


Türkiye'nin hatırı sayılır bir devrim ve kalkınma geleneği de vardı. Ve bu Batı uygarlığına yegâne kavuşmuş Batı dışı bir toplum olan Japon toplumunun değişim tarihinden öncesine kadar gider. Türkiye üstün bir uygarlıkla karşılaşmış olmanın verdiği dersler altında yoğrula yoğrula, modern uygarlığın fırını içinde pişe pişe çağdaş uygarlığın gerçekliklerini ve zorunluluklarını tanımıştır. Atatürk devrimleri, bütün bu deneylerin mahsulüdür. O, Atatürk'ün sulh siyaseti ile bütün imparatorluk iddialarını bırakmış, emperyalist iddialı devletlerin kavgalarının dışına çekilmiş; Birinci Cihan Savaşı'ndan sonraki sulh devresinden faydalanma ve kendi ekonomik kalkınmasını başlatma uyanıklığını da göstermişti. Bu sulh devresinde uygarlık ve teknik devriminin bazı önemli metotlarını da bulmuş, uygulamaya başlamıştı. Gerek ekonomi, gerek eğitim alanlarında Kemalist Türkiye'nin kendi deneyleri ile bulduğu şeyleri hâlâ bugün bile bulamamış uluslar çoğunluktadır. Türkiye'nin bu deneyleri hakkında Batı'da, özellikle iktisatçılar arasında, esaslı bilgiler olmadığı halde son zamanlarda bazı Amerikalı iktisatçılar bile kalkınma meseleleri bakımından bunun belli belirsiz farkına varmağa başlamışlardır.  Mesela, evvelce sözünü ettiğimiz Uluslararası Kalkınma Bankası'nın uzman heyetinin Türkiye ekonomisi hakkında hazırladığı ve kitap halinde yayınlanan raporunu tenkit eden iki önemli Amerikalı iktisatçı (Kindleberger ve Spengler) bu raporu tenkit ederken birbirinden habersiz olarak ikisi de şöyle bir hükme vardılar:


"Türkiye eğer 1950-52 sıralarında bu uzmanlara hak verdirir gibi gözüken kalkınma alâmetleri göstermişse bunu, dış yardım veya özel teşebbüs ve yabancı sermaye yatırımından ziyade Atatürk devrimlerinin ve devletçilik siyasetinin hazırladığı temelde aramak lazımdır. Bütün bu elverişli şartlar üstünde, nihayet, Türkiye'nin Atatürk gibi büyük bir öndere, Batı devlet adamlarından kuşak kuşak ilerilerde bir büyük adama malik olmak gibi eşsiz bir talihliliği vardı. Bağımsız Türk ulusu ve devleti Sir Ebubekir veya imam bilmem ne gibi garip unvanlı zatlarla değil, böyle bir adamla kurulmuştur. Geri kalmış toplumların hiçbiri, henüz daha bu çapta bir kurucuya kavuşmamıştır."


Türkiye'nin tarihsel şartlarının sağladığı, onu sonradan çıkma, yeniden yapılma bir toplum değil, kökleri geçmişte bulunan bir ulusal varlık yapan olumlu avantajlar bunlar. Geçmişe ve temele ait bu yanlardan başka, bugünkü durumda Türkiye'nin gelişme halinde çağdaş bir toplum olmasına elverişli şartlar var mıdır? Türkiye'ye özellikle dışarıdan bakıldığı zaman, dünya ulusları arasında onun kendini özgü bir durumu göze çarpar. Bugün toplumlar, gittikçe ulus birimleri haline gelmekle beraber, çeşitli açılardan gruplaşmalar gösterirler. Bir kısmı belirli uygarlıklara mensuptur. (Batı uygarlığı ulusları gibi); bir kısmı ideolojik kümelenmelere mensupturlar (kapitalist veya sosyalist gruplar gibi); bir kısmı ekonomik kümeler teşkil ederler (Ortak Pazar veya İngiliz uluslar kümesi gibi); kültür, din veya dil kümeleri teşkil edenler var (Müslüman toplumlar veya Arap kavimleri gibi). 


Türkiye bu çeşit kümelenmelerin yalnız başına hiçbirine mensup olmayan tek başına, adeta yalnız bir toplumdur. Her biriyle az buçuk yaklaştığı bir şeyler varsa da hiçbir açıdan tüm şuna veya buna mensup değildir. Bugünkü Türkiye ne bir Müslüman devleti, ne bir Batı ulusudur; ne Hıristiyanlık camiasına, ne sosyalist veya kapitalist Batı ulusları camiasına mensuptur. Ne Asyalıdır, ne Avrupalı. Gerçi Türkiye'nin bütün tarihi boyunca ekonomik ve siyasi münasebetleri Doğu ile olmaktan ziyade. Batı ile olmuştur. Osmanlı tarihinin üstün eğilimi Doğu'ya doğru olmaktan çok Batı'ya doğrudur. Fakat kültürce Doğulu kalış, Türkiye'yi Batı dünyasının bir parçası olmaktan alıkoymuştur. Son yarım yüzyılda kuvvetlenen Batılılaşma hareketi yüzünden Batı Avrupa ile olan münasebetlerin ekonomik ve politik unsurları artmışsa da bu hep tek yanlı ve daima aleyhe işler şekilde olmuş; geleneği olmayan, Türk halkına çok pahalıya mal olan ıstıraplı ve şüpheli bir münasebet şeklinde kalmıştır. 


Avrupa Türkiye'yi hiçbir zaman kendinden bir parça saymamıştır. Bizim aramızda bunun aksine bir sanı varsa da buna bizden başka kimse inanmamaktadır. Askeri ve siyasi düşüncelerle Batı, Türkiye'yi Avrupalı sayar gibi gözüktüğü hallerde bile bu, büyük karşılıklar ödemek şartıyla mümkün olmuştur. Bazı Avrupalı memleketler Türkiye'nin NATO'ya kabulüne başlangıçta açıkça itiraz etmişlerdir. Türkiye'nin coğrafyadaki gerçek yeri Yakın ve Ortadoğu denen yerdir; fakat oradaki kendine benzer komşularının hiçbiri ile tam anlamı ile ekonomik, politik ve kültürel birliği yoktur. Bir kısmı ile ciddi ihtilaf halindedir.


Demek ki Türkiye bugün iç dokusu ile kuvvetli bir ulus olmanın bütün unsurlarına malik olduğu halde, yakın ve uzak çevresi ile olan ekonomik, politik ve kültürel münasebetleri bakımından tam bir yalnızlık içindedir. Türk aydını, bugünkü Türkiye'nin bu bakımlardan olan durumunu ve yönünü anlamak, aydınlamak, belirlemek zorundadır. İç yönlerdeki karışıklığın yaratılmasında bu dış yönsüzlük halinin büyük tesiri vardır. Türkiye, bugün bütün dünyada serbestçe düşünülen, tartışılan ekonomik ve politik ideoloji ve doktrinlerle meselelerinin çözümünü aramak sorusu ile karşılaştığı halde, hâlâ Batıcılık, İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık gibi yönsüzlük yani tarihsel şaşkınlık ifadesi olan manasızlıkların baskısı altındadır. Bunların politik alanda bocalamalar yaratmasına fırsat verilmesi, karşılaşılan tehlikelerin en büyüklerinden biridir.


Fakat bu içinden çıkılamayacak bir iş değildir. Bunun çözümü yani bu kadar yıllık bocalamalara bir son verilmesi, kısaca iç ve dış yönün bulunması imkânsız değildir. Türk ulusunun yönünü bulması ne hayali ve soyut fikirlerle, ne emperyalist ihtiraslarla, ne kişi çıkarları ile, ne de diplomat pazarlıkları ile değil, Türk toplumunun ulusal iyiliğinin gerekleri ölçü olarak alınmakla mümkündür. Asyalı veya Müslüman olarak fakir ve geri olmaktansa; Avrupa'nın borçlusu veya Amerika'nın fahri vilayeti olmaktansa, kendi kendimizin efendisi olmak yeğdir, ama bunun gerektirdiği bağımsızlık yolunda yılmadan yürümek şartıyla.


Çizdiğimiz bu özel durumun, aleyhte gözüken yanlarına rağmen, özlenen amaç halamından lehe olan yanları vardır. Bunların en önemlisi Türkiye'nin ekonomik ve siyasi emperyalist çıkar ve çalışmaların hedefi olmayacak bir memleket haline gelmiş olmasıdır. Bunu gerçekleştirmede olduğu kadar, bunun anlamlarını kavramada en başta gelen adam Atatürk olmuştur. Bu anlayıştan ötürü o, Türkiye'nin her anlamda en zayıf olduğu bir zamanda cesur ve korkusuz bir dış siyaset uygulamıştır. Öyle bir korkusuz dış siyaset ki cesur olduğu ölçüde dost ve emniyet kazanan bir siyaset olmuştur. Onun devrinde Türkiye hiçbir kudretli devlete dayanamadığı halde, hiçbir kudretli devletten de bir sataşma görmemiştir. Son on beş yıl içinde ise bunun ikisi de olmuştur. 


Bu, Türkiye'nin büyük devletler çatışmasında veya emperyalist çıkar yarışında hedef olmak gibi bir hali olmasından değil, Atatürk diplomasisinin eski Osmanlı devri "dragoman"larını andıran diplomatlar elinde tersine çevrilmesinden ileri gelmiştir. Kemalist Türkiye'nin en büyük başarısı kimseden ne alacağı, kimseye ne vereceği olmayan bir memleket haline gelmesi ve bunun böyle olduğunu tanıtması olmuştur. Halbuki bu dragoman tipli diplomatlar, Türkiye için eski Osmanlı devletinin "tamamiyeti mülkiyesi düvel-i muazzama tarafından garanti edilmedikçe devlet yaşayamaz" diplomasisini ihya etmişler; başlangıçta bu fikirde olmayan yabancı devletlere bunu adeta zorla kabul ettirmişler; Birleşmiş Milletler'de yıllarca "kahve döğücülere" " hık " demekten başka ses çıkarmamışlar; hiçbir önemli dünya meselesi hakkında Türkiye'nin sesini duyurmamışlar, hemen hemen bütün milletlerin güvensizliğini davet etmişlerdir.


EKONOMİK BAĞIMSIZLIĞIN VE KALKINMANIN TEMELLERİ


Bağımsız olmak zorunda olan bir toplum için yukarıda saydığımız bulunmaz bir mazhariyet olan yanlardan
başka, Türkiye'nin aynı derecede önemli bir avantajı daha vardır. Birçok memleketlerden farklı olarak Türkiye, kendine yeter bir ekonomik birim halini, kalkınmasını kendi tabiat ve insan kaynakları ile harekete getirmesini çok geniş ölçüde sağlayabilecek bir memlekettir. Bu kaynaklar muazzam ölçülerde olmamakla beraber, mutedil, çeşitli ve birbirini tutacak, destekleyecek şekildedir.


Bir defa Türkiye; İngiltere, Japonya, Yunanistan, Lübnan gibi tabii kaynaklarca mahdut olduğundan refahının ekonomik temelini kuvvetli bir dış ticaretten sağlama zorunda olan bir memleket değildir. İkincisi, Türkiye petrol, pamuk, kauçuk gibi dünya piyasalarına tabi ve daima kudretli sermayelerin tamah hedefi olan maddelerden birine ekonomisini dayandırma zorunda olan bir memleket değildir. Bu gibi ülkelerin zayıf ve geri olanları özellikle petrolü olanlar, bir bakıma büyük avantajlara malikseler de hem bağımsızlıklarını, hem kalkınmalarını güçleştiren durumlar yaratması yüzünden daha çeşitli ekonomilerle kendilerini emniyete almak zorundadırlar. Bu durum bizde kendiliğinden vardır. Son on beş yıldır yabancı sermaye çekmek için çok tavizler verildiği halde, bu sermayenin fazla itibar göstermemesi bundandır. Aksi halde, bu tavizlerle Türkiye tam bir sömürge haline gelebilirdi.


Üçüncüsü, kendi tabiat ve insan kaynaklan ile Türkiye, dengeli bir iç ekonomi düzeni kurabilecek durumdadır. Bunu da ilk ve en iyi kavrayan Atatürk olmuştur ve devletçilik siyasetini başlatabilmek bundan ötürü mümkün olmuştur. Bu, Türkiye'nin Amerika ve Rusya gibi kendi kendine yeter olabileceği demek değildir; fakat, İsviçre gibi ufacık bir memleketin, Japonya gibi dar ve tabii kaynaklarca adeta fakir bir memleketin üstün seviyede bir refah sağlayabilmesi sağlam bir ekonomik temel kurmada önemli amilin büyüklük değil, idare, bilgi ve emek olduğunu gösterir.


Dördüncüsü, Türkiye tabiat kaynaklarını nüfus ve insan gücünü planlı kullanma yolu ile kalkınmasının tabii ve içten takılmış motoru haline koyabilecek bir memlekettir. Dışarıdan motor aramaya ihtiyacı yoktur Devletçiliğin, evvelce gördüğümüz gibi, dar şekilde uygulanışı bile bunun mümkün olduğunu göstermiştir. Bir felaket haline gelebilecek nüfus artışını, tersine, bir saadet haline getirecek şekilde kullanılması bu şekilde mümkündür.


Bu şartlar altında Türkiye'nin tek zayıf tarafı, kalkınması için gerekli teçhizat ve bilgi sermayesini dışardan sağlamaya hâlâ muhtaç durumda bulunmasıdır. Bu, ithalat-ihracat dengesizliğini tehlikesiz durumda tutmayı gerektiren ve bunun için gerek sanayi, gerek tarım ekonomisini planlamayı daha da zaruri yapan bir durumdur. Japonya, Rusya, Amerika, Almanya gibi sanayi uygarlığına sonradan girmiş memleketlerde bile başlangıçta böyle olmuştur. Bunun, bugün bizim için daha da zaruri bir hale gelmesinin diğer bir sebebi ekonomice bağlı olduğumuz Batı Avrupa'nın bugün görülmedik bir yükselme safhasına girmiş olmasıdır. Daha şimdiden işçi gündelikleri Amerika'daki seviyeye gelmiş ve hatta geçmektedir. Çağdaş uygarlığı şimdiye kadar çok pahalıya satın almış olan Türkiye için, ekonomice ona bağlı kaldığı sürece, bu durum daha sıkı davranmayı gerektirecek bir tehlikedir. O uygarlığın eserlerinin gittikçe pahalılaşması bizim verebileceğimizin gittikçe ucuzlaması demektir. Ortak Pazar'a girmek heveslerini bu açıdan değerlendirmeliyiz.


Dış dünya ile münasebetlerin bu özellikleri iç ekonomik ve siyasi münasebetlerin özelliklerini belirleyecek noktalardır. Her iki anlamda bunun gerektirdiği şey, Atatürk'ün anladığı anlamdaki "milli siyaset"tir. Cart curtçuluk milliyetçiliği olmayan bu ulusal siyaseti Atatürk şu çok veciz sözlerle anlatır:

"Bizim aydın ve uygulanır gördüğümüz siyasi meslek ulusal siyasettir. Ulusal siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam şudur: (a) ulusal sınırlarımızın içinde, (b) her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, (c) ulus ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, (d) gelişigüzel büyük emeller peşinde ulusa oyalamamak ve zararlandırmamak, (e) uygarlık dünyasından uygarlıklı ve insanca muamele, karşılıklı dostluk beklemek."






Son on yedi yıllık iç ve dış siyaset, Atatürk'ün anladığı anlamdaki bu ulusal siyaset değil, hemen her noktada ona zıt olan bir siyaset olmuştur. Yeni bir ulusal siyasete dönülebilmesi, ulusal ekonomik siyasetin yürümesini tıkayan, bu incelemede tartıştığımız engellerin ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. Atatürk devrimleri ile doğru yoluna girmiş olan Türk evrimini baltalayan, ekonomik kalkınma tedbirlerinin toplum üzerine etkisiz kalmasına sebep olan, etkisi olduğu zaman da bu etkinin toplumu modernleştirme amacını gerçekleştirmeyen bir etkisi olmasına sebep olan kuvvetlerin neler olduğunu tarihsel incelememiz yeteri kadar göstermiştir. Bunların yarattığı tıkanıkların nerelerde olduğu, bunların nasıl giderileceği bu tarihsel tartışmada beliriyorsa da bunların derinliğine incelenişi böyle bir incelemenin değil, aktüel davaların tartışılması çevresine girer.


Bu tarihsel inceleme bize göstermiştir ki Türkiye'nin bugün gelişmemiş toplumların karşılaştığı problemlerin aynı olan problemlerle karşılaşması, onun tarihinin zorunladığı bir şey değildir. Bu durum onun, gelişen bir toplum olmadaki çok kuvvetli imkânları ile telif edilir bir şey değildir. Türkiye, iki yüz yıllık çabalardan sonra yolunu bulmuş, gelişme haline gelmiş, çağdaş bir toplum olma yoluna çoktan girmiştir. Onun bu durumdan gelişmemiş toplumların durumuna düşürülmesi, bu incelemenin ikinci kesiminde anlattığımız geriletici kuvvetlerin eseridir.


Bu kadar elverişli şartlar içinde Türkiye'nin, ekonomik kalkınma, toplumsal değişme, çağdaş uygarlığa uyma işlerini başaramamış olmasını izah için, bu kuvvetlerin ötesinde sebep aramamıza lüzum yoktur. İlk yüz yıllık bocalama hikâyesindeki gözlemlerimiz; yersiz bir bedbinliğin değil, Türk toplumunun taşıdığı büyük imkânların dar kafalı çıkarcıların elinde öldürülmüş olması karşısında Türk aydınının aciz kalışının verdiği acının eseridir.




200 Yıldır Neden Bocalıyoruz II
Prof.Dr.Niyazi Berkes (1908-1988)
ilk baskı 1997

Niyazi Berkes, 1940’lı yıllarda Türkiye’de kaynatılan “cadı kazanı” sırasında ırkçı turancı saldırılara hedef olmuş, Behice Boran (1910-1987) ve Pertev Naili Boratav (1907-1998) ile birlikte Ankara Üniversitesi’nde yürütülen tasfiye sonucunda kürsüsü elinden alınmış bilim adamlarımızdan (sosyolog) biridir. ("Unutulan Yıllar" arka kapak)
Ayrıca Emre Kongar 'dan "Niyazi Berkes'ten Çağdaşlaşma Kavramı" makale için





(1) Batılı devletler, özellikle Fransa bu savaşları tahrik ederler, fakat ittifaka yanaşmazlardı. Rusya 'ya karşı bize Batı 'dan teknik yardım ve uzman gelmesi on sekizinci yüzyılda başlar. Batı devletleri teknik subay, harita ve istihkâm uzmanları gönderirler; fakat bunlar Türkiye 'nin müdafaası işlerinden ziyade kendi devletlerinin çıkarlarına yarayacak işlerle uğraşırlardı. Mesela, Boğazlar ve Süveyş gibi önemli yerlerin mesahalarını, haritalarını, resimlerini yaparlar, kendi hükümetlerine sunarlardı. Bunu mazur göstermek için, Türklerin cahil ve bunlardan anlamaz olduğu fikrini yayarlardı. Bu uzmanların o zaman en meşhuru olan Baron de Tott, Türkler hakkında mübalağalı uydurmalarla dolu bir kitap yazmış; bu kitap birçok Avrupa dillerine çevrilmişti. Avrupa, yarım yüzyıl Türkleri bu kitapta edindiği fikirlerle tanımıştır. Vaktinin birçoğunu çapkınlık peşinde geçiren bu zat, sözde teknik yardım uzmanı, aslında bir Fransız askeri müfettişi idi; asıl ödevi Fransa 'nın Yakın Şark 'a ve Mısır 'a hâkim olması şartlarını hazırlamaktı. Mısır beyleri ile yaptığı gizli müzakereleri hükümet haber almış, Cezayirli Gazi Hasan Paşa 'nın pençesinden yakasını zor kurtarmıştı.








__________________________
__________________________