Tarihte pek az savaş 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi kadar önemli sonuçlar doğurmuştur.
Orada yenilen sadece Yunan Orduları değil, aynı zamanda 1.Dünya Savaşı'nın tüm galip ve mağrur ülkeleridir. Bu savaşın Anadolu açısından önemiyse, Batı'nın bu topraklar üzerinde kurmak istediği kukla birer devleti; Kürdistan ve Ermenistan'ı kurma hayallerini Ege'nin sularına gömen savaş olmasıdır.
Bu savaşın sonunda Yunanistan'da hükümet istifa etmiş, hezimete uğrayan Yunan ordusundan arta kalıp ülkelerine dönebilenler Atina'da darbe yapmışlar ve yönetime "Albaylar Cuntası" el koymuş, bu maceraya karar verip Yunan ulusunun onurunu dünya önünde kırdıkları suçlamasıyla harekâta katılan komutanlar ve hükümet üyeleri, Başbakan Gunaris dahil, kurşuna dizilmiştir.
Bu savaşın sonunda İngiltere'de hükümet istifa edecek, Başbakan Lloyd George İşçi Partisi'nin hesap sorması üzerine, bu mağlubiyetten İngiltere olarak kendi payına düşen sorumluluğu kabul edip Parlamento'ya istifasını sunarken yaptığı konuşmada ;
"...Yüzyıllar nadiren dâhi yetiştirirler. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. Yüzyılda bu dâhi, Türkiye'den çıktı. Mustafa Kemal'i yenemedik..." diyecektir.
Bu savaşın sonunda gelen zafer Sevr'e giden yolu tıkayacak, Lozan yolunu açacak, böylece emperyalist Batı'nın Anadolu topraklarında kurmayı planladığı birer kukla devlet, Kürdistan ve Ermenistan hayali binlerce şehidin kanı pahasına tarihe gömülecektir. Süngüyle çizdiğimiz sınırlarımız içindeki bugünkü birliğimizin bedeli işte o günkü şehitlerimizin kanı; gazilerimizin gayreti, vatan sevgisi, iman gücü; milletimizin bağımsızlık aşkıdır.
Bu sonuç elbette kolayına alınmamıştır. Düşman önce Sakarya'da durdurulmuş ama topyekûn seferber olan millet bu esnada da varını yoğunu tüketmiştir.
Yunanlıların 16.000'i ölü olmak üzere toplam 46.000 zayiatına karşı, Türk ordusu, şehit ve yaralı olarak Sakarya'da 26.000 zayiat vermiştir.
Birlik mevcutlarına göre er zayiat oranı %35-40, subay zayiat oranı ise % 70-80 arasında olmuştur.
O yüzden Sakarya Savaşı'na "Subay Savaşı" denir. O nedenle de mağlup olan Yunan ordusunun geri çekilmesine engel olunamamış, bu bile TBMM'nde eleştiri konusu yapılmıştır.
Oysa Sakarya cephesinde işlerin kritik bir noktaya gitmesi üzerine Meclis tarafından ordunun başına geçmesi istenildiğinde Mustafa Kemal , "geçerim ama Meclis yetkisi" isterim demişti ve büyük tepki görmüştü.
Bu yetkiyi alırsa, yazdığı her metin "yasa" hükmünde olacak ve derhal uygulanacaktı. Çünkü bir var olma-yok olma savaşı yönetecekti. Meclis'ten her defasında onay beklemeye vakti olmayabilirdi. Milletvekilleri ise "... Ya çıkaracağı bir yasayla diktatörlüğünü ilan ederse !.." diye endişe ediyorlardı.
Sonunda her üç ayda bir yeniden oylamak şartıyla, bu yetkiyi verdiler.
O nasıl bir diktatördü ki, Meclis onunla pazarlık yapabiliyordu? Tarihte hangi diktatör, Meclis kararlarına saygı göstermiştir? Zaten, bir başka kurumun iradesine boyun eğiyorsa, ona nasıl diktatör denebilir ki?
Mustafa Kemal bu yasaları oturdu, yazdı...
Bu yasalara "Tekâlifi Milliye" (Ulusal Yükümlülük) yasaları denir ve 10 tanedir.
"Ya başımıza diktatör olursa!..." diye çekinilen Mustafa Kemal'in kaleme aldığı ilk yasa şudur:
" Nüfusu 10.000 olan yerleşim birimlerindeki her hane birer kat iç çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekâlifi Milliye Komisyonu'na (Ulusal Vergi Kurulu) verecektir".
Başkomutan böyle bir yasayı çıkarmak zorundadır çünkü Sakarya'daki Mehmetçiğin ayağında çarığı yoktu.
Ama sarsılmaz bir iman gücü, inanılmaz bir vatan sevgisi, sınırsız bir bayrak saygısı , çağlardan beri geleneksel olarak hep vardı.
Şimdi ise hedef uzundu, hedef yamandı, hedef Akdeniz'di. (Ege Denizine o günlerde Akdeniz deniliyordu) Mehmetçik sağlam bir çarığı hak ediyordu.
Orduyu ve milleti tam bir yıl nihaî zafer için seferber eder ve hazırlar. Zamanı gelince de Meclis'e bile haber vermeden gizlice cepheye gider. Son hazırlıklar Şuhut'ta son bir kez bir daha gözden geçirilir.
Nihayet 25 Ağustos Cuma günü gece yarısı Meclis 2. Başkanı Rauf Bey'e telgraf çeker :
" Rauf Bey, derhal Meclis'i toplantıya çağırınız ve bildiriniz. Ordularımız yarın sabah 05.30'dan itibaren taarruza kalkıyor. Allah yardımcımız olsun, ordularımızı muzaffer kılsın!.."
O andan itibaren Anadolu'nun tüm Dünya ile iletişimi kesilir, bütün telsiz ve telefon hatları kapatılır. Artık hesap günüdür ve bir dış müdahalenin önüne geçilmesi için her tedbir alınmıştır.
Topçu atışıyla başlayan taarruz yıldırım gibi gelişir. Fahrettin Altay Paşa'nın 5000 kişilik Süvari Kolordusu (5. Kolordu) Ahır Dağı'nı dolaşıp çevirme hareketini başarıyla gerçekleştirirken, geri kalan 192.000 kişilik ordunun tamamı piyadedir, yani koşar.
Elinde süngü, sırtında 17 kilo yük, vuruşa vuruşa koşar. Ölümün üstüne gözünü kırpmadan koşar. Afyon -İzmir arası kuş uçuşu 400 km.dir. Karadan ve muharebe sahasının engebeleri dikkate alınırsa, 560 km.
Ordu bu mesafeyi 10 günde koşar.
Mehmetçik belli ki her gün bir maraton koşar ve on günde de ardı ardına on maraton...
Nasıl mı koşar? Elbette koşar, çünkü bilir ki, Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal de en ön saflarda ve ateş hattının içindedir. Ordu'yu Dumlupınar'da Zafer Tepe'den yönetmektedir.
Savaşın en sıkışık bir anında 57. Tümenin hedefine ulaşamadığını görmüştür. Telefona sarılır. Tümen Komutanı Yb. Reşat (Çiğiltepe) Bey karşısındadır.
-Reşat Bey, henüz hedefinize ulaşamadınız. Bu durum harekâtı yavaşlatıyor ve riske sokuyor.
-Yarım saat sonra hedefimize ulaşmış olacağız Paşam.
Aradan yarım saat geçmiş ama Çiğiltepe düşmemiştir. Son derecede sarp olan bu tepeyi bir Yunan Makineli tüfek birliği savunmaktadır. Paşa yeniden telefondadır. Karşısına Tümen Komutanının Emir Subayı çıkar:
"Paşam, Tümen Komutanım az önce intihar etti. Size bir not bıraktı. Okuyorum:
Notta yazılan kısacık bir cümledir:
" Yarım saat dedim, size söz verdim. Sözümde duramadım. Artık yaşayamam."
Oysa çok kısa bir süre sonra tepe düşecektir. Yarbay Reşat Bey'in rütbesi Albaylığa yükseltilecek ve ilerde de bu şehit düştüğü tepenin adı, soyadı olarak kendisine verilecektir.
İşte ER'inden SUBAY'ına " Kemal'in Askerleri " böylesine cesur, böylesine kahramandırlar ve Mustafa Kemal'e dün de, bugün de , yarın da böylesine ölümüne bağlıdırlar.
O bağlılık bize bu coğrafyayı Vatan kıldı. Üzerinde, onurla, gururla, başımız dik yaşayalım diye.
Didişelim diye değil... Bunun kıymetini bilelim.
Zafer Bayramı hepimize kutlu olsun... Çünkü o zafer hepimizin.
Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç,
Maltepe Üniversitesi
akademipolitik'ten alıntıdır.
İnatla dayandı düşman
Yerden bitercesine çoğala, çoğala,
Mermiyle vur,
Dipçikle vur,
Tükenmez gâvur oğlu gâvur.
N’edersin alamadık Çiğiltepe’yi,
Şehit verdik
Yiğit Reşat Beyi,
Tövbe ettik yaşamaya…
Daha gidecek can varmış helâlinden,
Kader bu ya…
Gün ışığında karardı benzimiz
Vıcık vıcık gömleğimiz
Kan akar her damardan.
Sonunda
Söktük hepsini topraktan
Yalın ellerimizle,
Göz yaşımızda parladı Çiğiltepe,
Bir nur…
İnanmıştık: Şehitler ile
Mustafa Kemal Paşa
Bizi korur…
Cenab Ozankan
HARP SAN'ATI BAKIMINDAN PARLAK BİR ŞAHESERDİR
EGE DENİZİ'NİN ADI NEREDEN GELİYOR ?
"Türkiye'deki Tarihsel Adlar" adlı eserinde Bilge UMAR "Türkiye'deki tarihsel adlar üzerine araştırma yapmak, Türkiye'nin tarihi üzerine araştırma yapmaya benzer. Gidebileceğiniz genişliğin, inebileceğiniz derinliğin sonu yoktur" demektedir.
Yazar, Anadolu'daki tarihsel adlar ve kökenleri incelendiğinde bunların sanılanın aksine Helenlerden kalma isimler olmadığını, Anadolu'nun eski bir dili olan Luwi dilinden kalma olduğunu belirtmektedir.
Bilge UMAR'ın bu çalışması Ege kelimesinin anlamı ve bu adlandırmanın nerelerden geldiği konusunda özellikle kelimenin etimolojik kökeni hakkında büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır.
Bilge Umar'a göre Etimolojik olarak Yunan dili ile açıklanamayan Ege ismi, Anadolu'nun diğer bir çok tarihi ismi gibi önceki kültürlerden Türkçe'ye miras kalmış bir isimdir. Yunan kültürünce, etimolojik olarak sahiplenilemeyen Ege adına bir köken ve açıklama getirmek için AEGEUS adında bir destan kişisi yaratılmıştır.
Efsaneye göre; Atina'da düzenlenen Panathenaia bayramında, Giritli atlet Androgues öldürülür. Bu olay üzerine Girit kralı, diyet olarak Atina'dan her yıl kurban edilmek üzere, yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini ister. Çok ağır olan bu şart üzerine Atina Kralı Aegeus, oğlu Theseus'dan Girit kralını öldürmesini ister ve onu bir gemi ile Girit'e gönderir. Eğer kralı öldürmeyi başarırsa, dönüşünde gemiye beyaz yelken çekmesini ve böylece uzaktan müjde vermesini ister. Eğer öldürememişse yelkenlerin siyah olarak donatılmasını tembih eder. Theseus, Girit'e gider ve giriştiği savaşta galip gelerek kralı öldürür. Atina'ya dönmek üzere denize açılır. Bu sırada zafer sarhoşluğundan babasının öğüdünü unutur ve siyah yelken çeker. Kıyıda oğlunu bekleyen Aegeus siyah yelkeni görünce oğlunun mağlup olduğunu zanneder ve üzüntüsünden denize atlayarak intihar eder. Aegeus'un intihar ettiği yer Atina Körfezi'dir. Bu nedenle bu körfez ve çevresi "Aegeus Pontos" "Ege Denizi" olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
Ege Denizi'nin Türkler tarafından kullanılan tarihi adı Adalar Denizi'dir. Bu görüşü destekler mahiyette çok sayıda yazılı tarihi belge bulunmaktadır. Türkler 1081 yılında Ege Denizi ile ilk karşılaştıklarında bu denize üzerindeki adaların çokluğundan dolayı "Adalar Denizi" adını vermişlerdir. Bölgede hüküm süren Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlı kaynaklarında, hep "Adalar Denizi" olarak geçmektedir.
Piri Reis, 1519 yılında yazmış olduğu "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde, "Şunu bilmek gerektir ki, adalar arası denen yere "Erso Peloga" derler. Biz buradaki adaları münasip olduğu şekilde anlattık" demekte ve bu adalar arasındaki tüm adaları ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır.
Katip Çelebi, 1656 yılında yazmış olduğu "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" adlı eserinde; "Boğazdan dışarı Rumeli kıyıları Ece Ovası, Kavala, Ayanoroz, Lonkoz, Kesendire, Selanik Körfezi, Koloz ve İstin Körfezleri, Eğriboz, Atina ve Mora'dan Anadolu ve Menekşe Burnu ki Anadolu'dan Tekir Burnu nice ise Rumeli'nde bu da öyle köşeler ve geçit yeridir. Karadan denize girip Girit Adasının doğu batı uçları bu iki burunlar ucuna uzanıp öteki Akdeniz adalarının çoğu bu ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı bu ortalığa "Adalar Arası derler" diye yazmaktadır.
Atatürk'ün Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra verdiği emir, "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" şeklindedir. Atatürk, NUTUK'un 444'üncü sayfasında, bu emrin sonrasında yaşanan gelişmeleri vurguladığı ifadesinde "... ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı." yorumunu yapmakta, Adalar Denizi ifadesini dahi kullanmamaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 12'nci maddesinde Bahr-i Sefid Adaları için Island of Eastern Mediterranean ifadesi geçmektedir.
Ancak Lozan Antlaşması'nın ayrılmaz parçası olan altı devlet kararı incelendiğinde Ege ifadesine rastlanmaktadır. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan "Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi" adlı eserde Ege Denizi ibaresine rastlanmamakta ve Adalar Denizi ifadesi kullanılmaktadır.
Faik Sabri DURAN'ın 1938 yılında yayınlanan, lise kitapları, sınıf III, Türkiye Coğrafyası (Kanaat Kitabevi, İstanbul), adlı kitabının 26'ncı sayfasında, Ege bölgesinin alanları biraz daha geniş tutulmuş ve bu bölgeye Garbi Anadolu (Batı Anadolu) adı verilmiştir. Aynı eserde sayfa 27'de Ege Denizi ifadesi, sayfa 70 ve sayfa 328'de sunulan haritalarda ise Adalar Denizi ifadesi kullanılmıştır.
6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde icra edilen Birinci Coğrafya Kurultayı'nda adlandırma konusunda standartlaşmayı sağlamak maksadıyla Ege Denizi terimi kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır.
Dz.Kur.Yb.Selçuk AKARI
KAYNAK
Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi,Yıl 2011, Sayı 70
("Dil Tarih ve Coğrafya Denkleminde Ege Denizi'nin Adlandırma Tarihi ve Ege Kelimesinin Anlamı.")