Translate

30 Ağustos 2015 Pazar

30 Ağustos Zaferi Gerçekte Çifte Zaferdir




Kimi zaman kişiler, nedendir bilinmez, bir duraksama geçirirler. 
İnsanın kimi zaman tıkandığı anlar olur. 
Duraksar. Bir belirsizlik çöker. 
Umutla umutsuzluk arasında bir noktadır bu...



Seksen beş yıl önce (makale 2007'e ait) 1922 yılı Ağustos ayına gelindiğinde Türkiye böylesi bir durumla karşı karşıyaydı:

“Bu işin sonu ne olacak?” ya da
“Ne olacaksa olsun!”
“Fırtına öncesi sessizlik” denilen bir durumdu.
“Hani nerede ordumuz, niye bir an önce taarruz etmiyoruz?”,
“Ordumuz durduğu yerde çürütülüyor, daha neyi bekliyoruz?” diyenler yanında
“Bir sonuca ulaşmak için mutlaka savaş şart mıdır? Politik bir çözümle bu iş halledilemez mi? Bu halimizle taarruza kalkışmak kan dökmekten öte bir fayda sağlamaz. Çünkü Yunanları yensek bile İngilizler yine bizim önümüze dikilir. Duruma bakılırsa bir taarruzda başarı şansımız hiç de fazla değildir” diyenler de vardı.

1921 yılı Ağustos ayında durum daha da kötüydü. Kimileri Ankara’dan ailelerini iç bölgelere gönderirken, meclisin ve hükümetin Kayseri’ye, Sivas’a ya da Malatya’ya taşınması dile getiriliyordu.

Erzurum Milletvekili Durak Bey, “Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? Cephe neredeyse meclis de onun arkasında toplantıya devam etmelidir. Düşman bizi burada kendisini yenmek için önlemler düşünürken bulmalıdır. Yerimiz cephedir. Geriye bir tek adım atamayız” derken oluşan sessizliği TBMM’nin renkli bir siması bozdu.

O güne değin ağzını açmamış olan ak sakalı göbeğinde Dersim Milletvekili Diyap Ağa’nın sesi yankılanıyordu:

“Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla kavga edip ölmeye mi? Kaderde ölmek varsa kaçmakla bundan kurtulamayız. Eğer ölürsek burası ikinci bir kabe olur.”

“Bir gün yine giyeriz” diyerek 8 Temmuz 1919 günü çıkardığı üniformasını yine giyen Mustafa Kemal düşüncelerini 5 Ağustos 1921 günü orduya ve ulusa bildirisiyle açıkladı:

“Büyük savaştan çıktığımız en zayıf zamanımızda bütün yurdu çiğnemek ve bütün halkı yok etmek için üzerimize saldıran düşmanlara karşı ulusça birleştik. Bana bu (başkomutanlık) görevi vermiş olan meclisin ve o mecliste temsil edilen ulusun kesin iradesi hareket tarzımın akışını oluşturacaktır. Hiçbir neden ve biçimle değiştirilmesine olanak bulunmayan bu kesin irade kesinlikle düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. Ülkenin ve ulusun maddi ve manevi tüm kuvvetlerini bu sonucun alınması amacına yöneltmek için hiçbir önlem ve girişimden kaçınılmayacak, ne yer ve zaman ile ne de vatan kavramı karşısında ayrıntıdan ibaret kalan diğer düşüncelere bağlı kanılmayarak düşman ordusunun yok edilmesinden ibaret bu tek amaç uğrunda gereken her şey yapılacaktır.”

Ardından “Ulusal Vergi Buyruğu” yayımlandı:
“Her evden bir kat çamaşır, bir çift çorap ve çarık” istendi.
Ayrıca parası sonradan ödenmek üzere tüccar ve halkın elinde bulunan giyim kuşam, yiyecek (yüzde 40), araba, yük ve koşum hayvanları (yüzde 20), silah ve cephane, benzin, kamyon lastiği, yapıştırıcı, kablo, pil ve tel toplandı.

Ustalar, sanatkârlar saptanıp askerlik şubelerine bildirildi. Bu toplama ve alım işleri sırasında kötü işlemleri görülenler ve alınanı kendi malıymış gibi kullanmaya kalkanların “Vatan Hainliği” suçuyla cezalandırılacağı duyuruldu.

Çanakkale’de “Size ölmeyi emrediyorum” buyruğu verdiği ordusuna Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1921 günü bu kez şöyle sesleniyordu:

“(Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.) Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük, her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna dek dayanmak ve direnmekle yükümlüdür.”

Sakarya zaferinin bedeli ağırdı.
25 bin asker, 350 subay yitirilmişti. 800 yaralı subay vardı.

Erlere günler boyunca birer avuç buğday dağıtılmıştı. Askere buğdaydan başka dağıtılacak yiyecek kalmadığını öğrenen Mustafa Kemal ve karargâhtakiler önlerine getirilen tavuğu yemeden aç yatmışlardı. TBMM mutfağına da on bir gün boyunca et girmedi.

Sonuç tüm bu çekilen sıkıntıya ve bedele değerdi. Yunan ilerleyişi durdurulmuş, vatanın işgalden kurtarılması, bağımsızlığa kavuşma düşüncesi düş olmaktan çıkmıştı.

TBMM’de ise açık açık dile getirilmese de en iyi niyetliler bile ordunun taarruz edemeyecek durumda olduğu düşüncesine kapılmıştı. Muhalefet bunu ustaca işliyordu. İsmet İnönü de ayırdındaydı. O günleri şöyle anlatmaktadır İsmet Paşa:

“Daha önceki bunalımlı evrelerde olduğu gibi Sakarya’dan sonra da kötümser bir hava esmeye başladı. Zaten siyasi fitne ve siyasi çekişme hiçbir an durmamıştır. Her büyük savaştan, her büyük askeri bunalımdan az bir süre sonra ümit devri geçer geçmez, yeniden ümitsizlik egemen olur. Bu ümitsizlik havası içeriden dışarıdan her araç ile tahrik edilir. Şimdi yine böyle bir ümitsiz atmosferin içine düştük.”

Hazırlık uzuyor, zaman geçiyordu. Mustafa Kemal çırpınıp duruyordu.

Muhalefetin 2. Grup milletvekillerinin tutum, tavrı ve söyledikleri Mustafa Kemal’i TBMM Hükümeti başkanlığından ve başkomutanlıktan istifa etme eşiğine getirdi. Mustafa Kemal’in rahatsız olup katılmadığı bir oturumda ipler koptu.

Gizli oturum yerine açık oturumda hem Mustafa Kemal’in hasta olduğu açığa vuruldu hem de ona, orduya ve arkadaşlarına ağır dille suçlamalar yöneltildi. Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetki süresini uzatma önerisi reddedildi. Ordu başkomutansız kalmıştı.

Hükümet görevden, Fevzi Çakmak Genelkurmay başkanlığından çekilmeye kalkıştı. “Muhalifler sizin başkomutanlıkta kalmanızı istemiyorlar” diyerek gelişmeleri aktardıkları Mustafa Kemal hasta yatağında meclis tutanaklarını inceledi, arkadaşlarına “24 saat sabredip bekleyin!” dedi.

Mustafa Kemal TBMM’de milletvekillerine seslendi:

“Benim rahatsızlığımı buradan ilana gerek var mı? Belki düşman benim rahatsızlığımı işitir ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Benim hastalığımı düşmanın işitmesi doğru mudur?”

Mustafa Kemal, muhaliflerinin bir başka savına da şöyle karşılık verdi:

“Yasanın ülkede angaryayı yasakladığından söz ediyorlar. Doğrudur; fakat tehlike, gereksinim bize her şeyi meşru göstermektedir. Eğer ordumuzun gereksinimleri ulusa angarya yaptırmayı da gerektirecek olursa bunu da yapacağız ve en doğru yasa bu olacaktır. Şu ya da bu diye oy vermek, göstermek gerekir. Bu nedenle oy göstermemek yüzünden hükümet hareketsiz bir hale gelmiştir.

Bütün bu açıklamalardan sonra son söz olmak üzere şunu söylemek istiyorum ki, hükümet yönetilemez, ordu sevk edilemezse hareketsizliğe mahkum olur. Çocuk oyuncağı yapacak zamanda değiliz. Bu nedenle bu keşmekeşe, bu anarşiye hemen bir son vermek gerekir. Böyle yürüyemeyiz, böyle yürünmez, ulus böyle yürümek için sizi buraya göndermemiştir, ulus buna razı değildir.

Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızdan, hislerimizden vazgeçerek, her şeyi etraflıca düşünelim. Kurtuluş için... İstiklal için... Eninde ve sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak, onu mağlup etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz.”

“Dostları onunla beraber oldukları, düşmanları da ona karşı oldukları için” bütün meclisin desteğiyle Mustafa Kemal’e yetki yeniden verildi. Üstelik bu kez süre yoktu.

Mustafa Kemal karşıtları şöyle düşünüyordu:
“Ordu iyice yenildi ve yoruldu. Bundan sonra bir daha belini doğrultamaz. Mustafa Kemal bu yenik ordunun başında yenik bir komutan olarak tüm saygınlığını yitirir.”

1922 Ağustos ayında elde edilen zafer dış güçler karşısında olduğu denli, içte de Mustafa Kemal karşıtları karşısında yürütülen bir savaşımın sonucudur.

30 Ağustos’ta işgal ordusunu dağıtan Mustafa Kemal, düşmanı dört bir yana dağıtabilmek için önce, kendi kurduğu TBMM’deki kendi milletinin vekillerini bir noktada toplamak zorunda kalıyordu.
30 Ağustos Zaferi bu nedenle, yalnızca cephede işgalci düşmana karşı kazanılmış bir zafer olmasının çok ötesinde, içeride, TBMM’deki kimi milletvekillerine karşı da kazanılmış bir zaferin simgesidir.


Yaşar Öztürk 
Bütün Dünya,2007 Ağustos








ZAFER VE TAYYARE BAYRAMLARI 30 AĞUSTOS







ZAFER VE TAYYARE BAYRAMLARI DÜN 
YURDUN HER TARAFINDA ÇOŞKUN ŞENLİKLERLE KUTLANDI



Dün şehrimizde askeri geçid resmi ve fener alayı yapıldı ; Halkevindeki gece çok güzel oldu.

Dün Ankara en heyecanlı günlerinden birini daha yaşadı. Dün en büyük zaferimizin 14üncü yıldönümünü kutlamak için Ankara halkı erkenden gençlik parkı yerini ve etrafındaki yolları kaplamıştı.


Ankaralıların bugün vesilesiyle orduya karşı besledikleri sarsılmaz eşsiz saygı ve sevginin tezahürlerine daha ordu merasimdeki yerini almağa giderken geçid resmine başlamadan çok evvel şahid olduk.


Bütün halk , bütün gençlik , yaşlı ve çocuk bütün Ankara halkı en büyük bayram gününe layik bir kıyafet, en büyük bayram gününe yaraşır bir sevinç içinde idi.


Şehir, şafakla beraber donanmıştı. Bütün evlerden fecrin ufkunu kıskandıran bir renk güzelliği taşıyordu.


Saat 10:30 da ordu ve halk yerini almış , bütün halk bugünün 14 yıl evvelki safhalarını ve her zaman sürecek mana ve şümulünü tazeliyecek söylevlerden sonra kahraman orduyu kütle halinde bir daha yakından görmeyi bekiyordu.


Ordu bandosunun çaldığı İstiklal Marşı büyük bir huşuğ ile dinlendi. Genç zabit Sabahaddin Doras, meydanın ortasında top arabı üstünde, bütün kalabalığın dinlemesini temin eden radyo önünde merasimin ilk söylevini verdi.


Genç Zabit bu söylevinde büyük zaferin cihan mikyasında mana ve şümulüne işaret etti. O günün dünya ve Türkiye manzarasını çizdi.


(Bingazi, Anafartalar, Yıldırım Orduları kahramanının nasıl zamanında başa geçtiğini) anlattı.

Bugünkü Türkiye'nin 30 Ağustos'un öz malı olduğun, o günden bugüne kadar kazanılan her yenilik ve ilerleyişin öz kaynağı 30 Ağustos olduğunu tebarüz ettirdi. Bizi zaferden zafere kavuşturan şehit ve gazileri ve bütün zaferlerin başında olan Atatürk'ü derin saygılar ve çözülmez bağlılıklarla andı.

Genç Zabitin alkışlanan bu söylevinden sonra Türk Tayyare Kurumu adına kürsüye şıkan candan inkilab şairi Behçet Kemal Çağlar halka şöyle hitab etti :


"Ne mutlu Türk milletine; Atatürk gibi atası var; ne mutlu Atatürk'e ; Türk milleti gibi milleti var. Atatürk eşsiz...Türk esşiz....

bu zafer , ne Atatürksüz başarılabilirdi, fakat ne de Mehmetçiksiz... Ve bizler, boynuna kadar ilikli esvablılar, boynuna kadar iliksiz esvablılar, fark ancak bu kadar... Ruhumuzla, kanımızla,  duygumuzla birer yaşayan Mehmetçiğiz....

Dumlupınarsız kalan istiklal sakat yarı...
Dumlupınarlar millet yapacak yığınları...
Sen nasıl ulaştınsa ilk Akdeniz'e...
Ve nasıl getirdinse dünyayı orda dize...
Şehit asker ! Bizde de aynı hamle, aynı hız...
Sana layik bir vatan yapmak davasındayız...
Baş kumandan, 17 milyon onun askeri...
Hedef, medeniyetin ön safıdır ileri !...
Dumlupınarlardayız biz bu gün de , yarın da,
Yaşıyan Mehmetçiğiz davanın saflarında.


Behçet Kemal alkışla kesilen bu mısradan sonra sözüne şöyle devam etti.


"Ben bu yersiz edebiyat tabirini kaldırmak istiyorum: Niçin Mehmedcik ? Mehmed !
Ne demek bu tasgir edatı !

Yemen'de, Galiçya'da ölürken belki; Dumlupınar'da ana yurdu uğrunda seve seve ölen Türk yiğitine, acır gibi bu isim nedir ?

Ona acımak hangi faninin haddine düşmüş? Eğer ona layık olmaya uğraşmıyanlarımız varsa o , onlara acısın!

Güneşe hiç güneşçik diyor muyuz? Tanrı diyoruz, tanrıcık değil !

Öyle ise Mehmedcik değil Mehmed...Tanrının (anlaşılmıyor) dikilmiş etten, kemikten ve ruhtan heykeli Mehmed !

Dumlupınarı yaratan Mehmed !
Selam sana, saygı sana !
İnandılar, döğüştüler, öldüler ; bıraktıkları emanetin bekçileriyiz !
Bu benim cümlem değil, bu milletin cümlesi !
Bu sözümüzü her zaman anmalı, her fırsatta yerine getirmeliyiz !

Böyle ordusu olan bir millete karada ölüm yok ! Göke bakalım ! Göklerimizin emniyetini unutmayalım ! Yurd korunması uğrunda alacağımız tedbirlerin en mühimi üzerinde duralım : 

Tayyare !
Ya köstebek gibi sürüneceğiz ! Ya Kartal gibi kanatlanacağız !
Yerde arslan olana gökte kartal olmak mukadder; fakat ona kanad vermek gerek !

Ankara sizleri bağrına basıyor Mehmedlerin anası ! Mehmedlerin oğulları ! Sizlerden babalarınızın kalbi ve ruhu gibi ruhu, kalbi kadar kafası da eşsiz Mehmedler yaratmak yolundayız !...
Bakın sizlere imreniyoruz : Ah bir Mehmed olamadım, bari Mehmedin kardeşi, bari Mehmedin oğlu olaydım! diyoruz !


Ve Dünya milletlerinin bütün harb ölülerinin ruhlarına başlarını eğmişler, saygıyla, gıbtayla Mehmedin mezarı başındalar :

Öldü- diyorlar- bari bu kadar şerefli bu kadar insanca bir maksad için ölebilseydik !

Türk Ordusu ! Dünyanın en önemli yeri boğazları beklemeye bütün dünyaca yegane layık görülen, emin görülen ordu! Senin çehrendeki ve eserindeki rengi bayrağımız ve toprağımız kadar seviyoruz! "


Bu inanılır ve ateşli sözlerden sonra halktan biri heyecanını yenemiyen bir çokunlukla söz aldı ve milletin orduya, en büyüğe şükranlarını sundu.

Tümkomutan General Kemal Gökçe daha kürsiye gelirken halkın çoşkun alkışları ile karşılandı. Sayın general şu vakur ve veciz söylevi verdi:

"Yüce Ulusum !

Büyük zaferinin 14.yıldönümünü en büyüğümüz başımızda gene ve büyük sevinçler içinde karşılıyoruz.

Zaferin kutlu olsun ! Yüce Türk ulusu !


Seni tanımadan seni saymadan, bir vakitler , senin başına geçerek seni idareye kalkışmış olan düşkünler senin yüksek onurunla oynamış, 18 yıl önce, yurd kapılarını, düşmanlara açık bırakarak seni yoksul, utanık bir duruma sokmuşlardı.


Ezdirilmiş türk ulusu parçalanmış, hiyanet edilmiş Türk vatanı her taraftan gelen türlü saldırımlarla yanıp tutuşarak büyük kurtarıcısını bekliyordu.


Bu bekleme çok sürmedi. Yurdun ve arıkan Türk ulusunun içinden bir güneş parladı, ulusun cesaretini, azmini, iradesini, özverisini kendinde toplamış ulusal Türk kahramanı ATATÜRK gööründü. Yaralı yurdunun sahibsiz ulusunun başına geçti.


Artık ordular hazırlanıyor, yurdun her yönü kan ve ateş selleri içinde çalkanıyordu:
Özgenlik ve Erkinlik savaşı başlamıştı.


İnönünde, Kütahya ve Eskişehirde, Sakaryada yapılan kanlı ve çetin savaşlarda başta kurtarıcı Başbuğu olduğu halde Türk ordusu yıllarca yoksulluklar içinde çalıştı. İç ve Dış düşmanlarla yiğitçe döğüştü, öldü ve öldürüldü.


Sakarya savaşı ile düşman, savleti en yüksek haddini bulmuştu. Sakaryada Türk'ün yendiği düşman üstünlüğü Türk saldırışına başlangıç oldu. Sakarya'dan sonra düşman artık Türk'ün kuvvetini denemiş ve kendini koruma çarelerine baş vurmaya koyulmuştu.


Sakaryadan sonra düşman tam bir yıl her taraftan yardımlar alarak direnmek ve dayanabilmek için hazırlandı. Fakat bütün bu hazırlıklar Türk'ün yenilmez, başbuğunun dehası, Türk'ün bükülmez pazusu karşısında faydasız kaldı.


Sakaryadan bir yıl sonra 26 Ağustos 1922 de başlıyan büyük Türk taarruzu dört gün dört gece sürdü. Biribiri ardınca yarılan ve çökertilen düşman mevzileri yer yer Türk süngüsünün ve Türk pazusunun kuvvetini haykırıyor, nihayet 30 Ağustos 1922 de düşman ordusunun Dumlupınar'da dört yandan sarılarak yenilmesi ve esir edilmesi yüce Başbuğunda toplanmış olan Türk genisini bütün medeniyet dünyasına ilan ediyordu.


Tarihlerde eşi görülmemiş bu zafer 14 yıl önce bugün kazanıldı. Ve kazanılan bu zafer yurdu kurtardı. Ulusu istiklaline kavuşturdu.


Kara günleri aydınlatan, acıları dindiren, yurdu ve ulusu kurtaran ey Büyük Kurtarıcı, Türk'ün baştacı ATATÜRK !


Zafer sana ve senin merd ve asil ulusuna yaraşır. Çünkü sen yurda zaferler yaratan ve ulusu yarattığın binbir zafer yollarında durmadan yürütensin.


Sen yaşa ey Türk'ün bezersiz kahramanı. Yurdunla, sana yürekten bağlı, senden asla ayrılmaz ulusunla yaşa !


Sayın dinleyiciler !

Erkinlik savaşında yüce başbuğun gösterdiği yolu tutarak nasıl zafere erdi isek, savaştan sonra Kurtarıcı Önderin buyurduğu yönü tutarak nasıl amacımıza vardı isek ; onun yurt ve ulus için durmadan dinlenmeden işliyen genisi sayseinde deniz kapılarımıza hakim olarak erkinliğimizi nasıl tamamladıysak bundan sonra da gene ve hiç düşünmeden ulu ATATÜRK'ün aydınlattığı yoldan ve onun arkasından içten bir inan ve özveriyle yürüyeceğiz.


Yaşasın büyük yaratıcı ATATÜRK!
Yaşasın yurdumuz ve ulusumuz!
Yaşasın Türk Cumurluğu!


Çok alkışlanan bu değerli söylevi kahraman ordunun geçid resmi, takib etti. Canlı bir çelik akını halinde, tunç yüzlerinde ana yurdun güneş ve toprak rengi, geçen askerlerin her kıtası ayrı ayrı ve uzun uzun alkışlandı. O sırada tayyarelerin gürültüsü gökleri dolduruyor, halk bir taraftan onları alkışlarken bir taraftan da konfetiler halinde serptikleri Türk Hava Kurumunun kağıdlarını taşıyordu.
Bu sırada sayın tayyarecimiz Vecihinin tayyaresine bağlı gençlerden Tevfik ve Feridi taşıyan iki ve Türk Hava Kurumu uzmanının tayyaresine bağlı. Mehmedin planörü saha üstünde muvaffakiyetli uçuşlar yaptılar ve kurumun değerli ve nizamlı çalışmalarla yetiştirdiği paraşütçü gençlerden Yıldız, Hikmet, Rüstem ve Hüseyin, hocaları Abdürrahmanın idaresinde paraşütle atlama tevrübelerini meydanlarda ve yollardaki binlerce halkın gözlerini dakikalarca göke çeken bir muvaffakıyetle başardılar.



HALKEVİNDE

Ankara halkevinin 30 Ağustos Zafer Bayramını kutlamak için hazırlamış olduğu programa saat 8:30 da İstiklal Marşıyla başlandı.


Değerli subaylarımızdan kurmay yüzbaşı Sadeddin Özoğul geceyi açarak 30 Ağustos'un askeri, tarihi, siyasi ehemiyetini tebarüz ettirerek değerli bir konferans yaparak bu Türk'ü yaşatan ve yaşatacak olan zaferin portresini çizdi ve bu zaferin bir millete karşı değil, bütün bir dünyaya karşı kazanılmış en büyük zafer olduğunu göz önüne koydu. Konferansı şiddetli alkışlarla kesilen değerli yüzbaşı sözlerine devam ederek bu zaferi yaratan meydan muharebesinin muasır hayata, muasır harb usullerine bir örnek olduğunu tebarüz ettirdi ve bugünkü varlığımızın, gelecek varlıkların hep bu zaferin eseri ve verimi olduğunu ileri sürdü.


B.Sadeddin alkışlar arasında sözlerini bitirirken Atatürk'ün şu sözünü tekrarladı :

" Ne mutlu bugüne ! Ne mutlu Türküm diyene!"


Bundan sonra çok ince ve değerli şairimiz Münür Müeyyed Bekman "bu günlere" adlı şiirini heyecan dolu bir eda ile okudu ve şiddetle alkışlandı. Münür Müeyyed Bekman'dan sonra genç ve ateşli sanatkar Kamuran Bozkır bugün için yeni yazdığı "ben istiyorum ki..." adlı şiirini yürekden gelen bir heyecanla okudu. Halk tarafından şiddetle alkışlandı. Aziz Eryalaz da "Dulupınar" isimli bir şiirini kendine has bir tarzda okuyarak alkışlandı.


Şiirlerinden sonra Nevşehirli saz şairleri Tahsin ve İdris birçok halk türküleri çaldılar, tekrar tekrar sahneye getirilerek alkışlandılar. "Eşmekaya" , "Emine" , "Aygelin" türküleri halkı fazla ilgilendirdi çok alkışlandı. Saz şairlerinin konserinden sonra İstiklal piyesi temsil olundu. Temsilde rol almış bulunan arkadaşların hepsi de rollerinde en iyi bir artist kadar muvaffak oldular. Sonra inkılabın muhtelif sahnelerini canlandıran filmler gösterildi. Gece halkın neşesine ve şuurlu inanına bir örnek olarak bitti.


Halkevinde 30 Ağustos'un kutlanması bu akşam ve yarın akşam da devam edecektir.



İSTANBULDA

İstanbul, 30 (A.A.) - Türk ordusunun, büyük başkumandanun eşsiz sevk ve idaresi altında yurdu, ebediyen kurtardığı 30 Ağustos günü bütün İstanbul halkı tarafından en candan tezahürler ve nümayişlerle kutlanmaktadır.


Şehrin her tarafı donanmış ,taklar ve bayraklarla süslenmiştir. Bütün sokaklar orduyu candan alkışlıyan halk ile doludur.


Saat sekizden itibaren İstanbul kumandanlığında , kumandan tarafından tebrikler kabul edilmiş ve 10.45 de Bayazıd meydanında askeri kıtaların, mekteplerin ve sivil kurumların iştirakiyle büyük bir geçid resmi yapılmıştır. Geçid resminden önce genç bir subayın İstiklal harbi hakkındaki ntukuna kumandan bir nutukla mukabele etmiştir.


Geçid resmine iştirak eden kıta ve heyetler şehrin ana caddelerinden geçerek Taksim'e gitmişler ve Cumhuriyet abidesine çelenkler koymuşlardır. Tayyarelerimiz bu tezahürlere uçuşlariyle iştirak etmişlerdir.


Gece fener alayları ve şehrin muhtelif yerlerinde tezahürat yapılmıştır.


ULUS Gazetesi
31 Ağustos 1936





















30 AĞUSTOS'UN GÜNÜMÜZDEKI ANLAMI




Tarihte pek az savaş 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi kadar önemli sonuçlar doğurmuştur.



Orada yenilen sadece Yunan Orduları değil, aynı zamanda 1.Dünya Savaşı'nın tüm galip ve mağrur ülkeleridir. Bu savaşın Anadolu açısından önemiyse, Batı'nın bu topraklar üzerinde kurmak istediği kukla birer devleti; Kürdistan ve Ermenistan'ı kurma hayallerini Ege'nin sularına gömen savaş olmasıdır.


Bu savaşın sonunda Yunanistan'da hükümet istifa etmiş, hezimete uğrayan Yunan ordusundan arta kalıp ülkelerine dönebilenler Atina'da darbe yapmışlar ve yönetime "Albaylar Cuntası" el koymuş, bu maceraya karar verip Yunan ulusunun onurunu dünya önünde kırdıkları suçlamasıyla harekâta katılan komutanlar ve hükümet üyeleri, Başbakan Gunaris dahil, kurşuna dizilmiştir.


Bu savaşın sonunda İngiltere'de hükümet istifa edecek, Başbakan Lloyd George İşçi Partisi'nin hesap sorması üzerine, bu mağlubiyetten İngiltere olarak kendi payına düşen sorumluluğu kabul edip Parlamento'ya istifasını sunarken yaptığı konuşmada ;

"...Yüzyıllar nadiren dâhi yetiştirirler. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. Yüzyılda bu dâhi, Türkiye'den çıktı. Mustafa Kemal'i yenemedik..." diyecektir.

Bu savaşın sonunda gelen zafer Sevr'e giden yolu tıkayacak, Lozan yolunu açacak, böylece emperyalist Batı'nın Anadolu topraklarında kurmayı planladığı birer kukla devlet, Kürdistan ve Ermenistan hayali binlerce şehidin kanı pahasına tarihe gömülecektir. Süngüyle çizdiğimiz sınırlarımız içindeki bugünkü birliğimizin bedeli işte o günkü şehitlerimizin kanı; gazilerimizin gayreti, vatan sevgisi, iman gücü; milletimizin bağımsızlık aşkıdır.


Bu sonuç elbette kolayına alınmamıştır. Düşman önce Sakarya'da durdurulmuş ama topyekûn seferber olan millet bu esnada da varını yoğunu tüketmiştir.


Yunanlıların 16.000'i ölü olmak üzere toplam 46.000 zayiatına karşı, Türk ordusu, şehit ve yaralı olarak Sakarya'da 26.000 zayiat vermiştir.


Birlik mevcutlarına göre er zayiat oranı %35-40, subay zayiat oranı ise % 70-80 arasında olmuştur.
O yüzden Sakarya Savaşı'na "Subay Savaşı" denir. O nedenle de mağlup olan Yunan ordusunun geri çekilmesine engel olunamamış, bu bile TBMM'nde eleştiri konusu yapılmıştır.


Oysa Sakarya cephesinde işlerin kritik bir noktaya gitmesi üzerine Meclis tarafından ordunun başına geçmesi istenildiğinde Mustafa Kemal , "geçerim ama Meclis yetkisi" isterim demişti ve büyük tepki görmüştü.


Bu yetkiyi alırsa, yazdığı her metin "yasa" hükmünde olacak ve derhal uygulanacaktı. Çünkü bir var olma-yok olma savaşı yönetecekti. Meclis'ten her defasında onay beklemeye vakti olmayabilirdi. Milletvekilleri ise "... Ya çıkaracağı bir yasayla diktatörlüğünü ilan ederse !.." diye endişe ediyorlardı.
Sonunda her üç ayda bir yeniden oylamak şartıyla, bu yetkiyi verdiler.


O nasıl bir diktatördü ki, Meclis onunla pazarlık yapabiliyordu? Tarihte hangi diktatör, Meclis kararlarına saygı göstermiştir? Zaten, bir başka kurumun iradesine boyun eğiyorsa, ona nasıl diktatör denebilir ki?


Mustafa Kemal bu yasaları oturdu, yazdı...


Bu yasalara "Tekâlifi Milliye" (Ulusal Yükümlülük) yasaları denir ve 10 tanedir.


"Ya başımıza diktatör olursa!..." diye çekinilen Mustafa Kemal'in kaleme aldığı ilk yasa şudur:

" Nüfusu 10.000 olan yerleşim birimlerindeki her hane birer kat iç çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekâlifi Milliye Komisyonu'na (Ulusal Vergi Kurulu) verecektir".


Başkomutan böyle bir yasayı çıkarmak zorundadır çünkü Sakarya'daki Mehmetçiğin ayağında çarığı yoktu.


Ama sarsılmaz bir iman gücü, inanılmaz bir vatan sevgisi, sınırsız bir bayrak saygısı , çağlardan beri geleneksel olarak hep vardı.


Şimdi ise hedef uzundu, hedef yamandı, hedef Akdeniz'di. (Ege Denizine o günlerde Akdeniz deniliyordu) Mehmetçik sağlam bir çarığı hak ediyordu.


Orduyu ve milleti tam bir yıl nihaî zafer için seferber eder ve hazırlar. Zamanı gelince de Meclis'e bile haber vermeden gizlice cepheye gider. Son hazırlıklar Şuhut'ta son bir kez bir daha gözden geçirilir.


Nihayet 25 Ağustos Cuma günü gece yarısı Meclis 2. Başkanı Rauf Bey'e telgraf çeker :

" Rauf Bey, derhal Meclis'i toplantıya çağırınız ve bildiriniz. Ordularımız yarın sabah 05.30'dan itibaren taarruza kalkıyor. Allah yardımcımız olsun, ordularımızı muzaffer kılsın!.."


O andan itibaren Anadolu'nun tüm Dünya ile iletişimi kesilir, bütün telsiz ve telefon hatları kapatılır. Artık hesap günüdür ve bir dış müdahalenin önüne geçilmesi için her tedbir alınmıştır.


Topçu atışıyla başlayan taarruz yıldırım gibi gelişir. Fahrettin Altay Paşa'nın 5000 kişilik Süvari Kolordusu (5. Kolordu) Ahır Dağı'nı dolaşıp çevirme hareketini başarıyla gerçekleştirirken, geri kalan 192.000 kişilik ordunun tamamı piyadedir, yani koşar.


Elinde süngü, sırtında 17 kilo yük, vuruşa vuruşa koşar. Ölümün üstüne gözünü kırpmadan koşar. Afyon -İzmir arası kuş uçuşu 400 km.dir. Karadan ve muharebe sahasının engebeleri dikkate alınırsa, 560 km.


Ordu bu mesafeyi 10 günde koşar.


Mehmetçik belli ki her gün bir maraton koşar ve on günde de ardı ardına on maraton...


Nasıl mı koşar? Elbette koşar, çünkü bilir ki, Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal de en ön saflarda ve ateş hattının içindedir. Ordu'yu Dumlupınar'da Zafer Tepe'den yönetmektedir.


Savaşın en sıkışık bir anında 57. Tümenin hedefine ulaşamadığını görmüştür. Telefona sarılır. Tümen Komutanı Yb. Reşat (Çiğiltepe) Bey karşısındadır.


-Reşat Bey, henüz hedefinize ulaşamadınız. Bu durum harekâtı yavaşlatıyor ve riske sokuyor.
-Yarım saat sonra hedefimize ulaşmış olacağız Paşam.


Aradan yarım saat geçmiş ama Çiğiltepe düşmemiştir. Son derecede sarp olan bu tepeyi bir Yunan Makineli tüfek birliği savunmaktadır. Paşa yeniden telefondadır. Karşısına Tümen Komutanının Emir Subayı çıkar:

"Paşam, Tümen Komutanım az önce intihar etti. Size bir not bıraktı. Okuyorum:


Notta yazılan kısacık bir cümledir:

" Yarım saat dedim, size söz verdim. Sözümde duramadım. Artık yaşayamam."


Oysa çok kısa bir süre sonra tepe düşecektir. Yarbay Reşat Bey'in rütbesi Albaylığa yükseltilecek ve ilerde de bu şehit düştüğü tepenin adı, soyadı olarak kendisine verilecektir.


İşte ER'inden SUBAY'ına " Kemal'in Askerleri " böylesine cesur, böylesine kahramandırlar ve Mustafa Kemal'e dün de, bugün de , yarın da böylesine ölümüne bağlıdırlar.


O bağlılık bize bu coğrafyayı Vatan kıldı. Üzerinde, onurla, gururla, başımız dik yaşayalım diye.
Didişelim diye değil... Bunun kıymetini bilelim.


Zafer Bayramı hepimize kutlu olsun... Çünkü o zafer hepimizin.



Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç, 
Maltepe Üniversitesi
akademipolitik'ten alıntıdır.











İnatla dayandı düşman
Yerden bitercesine çoğala, çoğala,
Mermiyle vur,
Dipçikle vur,
Tükenmez gâvur oğlu gâvur.
N’edersin alamadık Çiğiltepe’yi,
Şehit verdik
Yiğit Reşat Beyi,
Tövbe ettik yaşamaya…
Daha gidecek can varmış helâlinden,
Kader bu ya…
Gün ışığında karardı benzimiz
Vıcık vıcık gömleğimiz
Kan akar her damardan.
Sonunda
Söktük hepsini topraktan
Yalın ellerimizle,
Göz yaşımızda parladı Çiğiltepe,
Bir nur…
İnanmıştık: Şehitler ile
Mustafa Kemal Paşa
Bizi korur…

Cenab Ozankan









HARP SAN'ATI BAKIMINDAN PARLAK BİR ŞAHESERDİR 
















EGE DENİZİ'NİN ADI NEREDEN GELİYOR ?


"Türkiye'deki Tarihsel Adlar" adlı eserinde Bilge UMAR "Türkiye'deki tarihsel adlar üzerine araştırma yapmak, Türkiye'nin tarihi üzerine araştırma yapmaya benzer. Gidebileceğiniz genişliğin, inebileceğiniz derinliğin sonu yoktur" demektedir. 


Yazar, Anadolu'daki tarihsel adlar ve kökenleri incelendiğinde bunların sanılanın aksine Helenlerden kalma isimler olmadığını, Anadolu'nun eski bir dili olan Luwi dilinden kalma olduğunu belirtmektedir. 


Bilge UMAR'ın bu çalışması Ege kelimesinin anlamı ve bu adlandırmanın nerelerden geldiği konusunda özellikle kelimenin etimolojik kökeni hakkında büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır.


Bilge Umar'a göre Etimolojik olarak Yunan dili ile açıklanamayan Ege ismi, Anadolu'nun diğer bir çok tarihi ismi gibi önceki kültürlerden Türkçe'ye miras kalmış bir isimdir. Yunan kültürünce, etimolojik olarak sahiplenilemeyen Ege adına bir köken ve açıklama getirmek için AEGEUS adında bir destan kişisi yaratılmıştır.


Efsaneye göre; Atina'da düzenlenen Panathenaia bayramında, Giritli atlet Androgues öldürülür. Bu olay üzerine Girit kralı, diyet olarak Atina'dan her yıl kurban edilmek üzere, yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini ister. Çok ağır olan bu şart üzerine Atina Kralı Aegeus, oğlu Theseus'dan Girit kralını öldürmesini ister ve onu bir gemi ile Girit'e gönderir. Eğer kralı öldürmeyi başarırsa, dönüşünde gemiye beyaz yelken çekmesini ve böylece uzaktan müjde vermesini ister. Eğer öldürememişse yelkenlerin siyah olarak donatılmasını tembih eder. Theseus, Girit'e gider ve giriştiği savaşta galip gelerek kralı öldürür. Atina'ya dönmek üzere denize açılır. Bu sırada zafer sarhoşluğundan babasının öğüdünü unutur ve siyah yelken çeker. Kıyıda oğlunu bekleyen Aegeus siyah yelkeni görünce oğlunun mağlup olduğunu zanneder ve üzüntüsünden denize atlayarak intihar eder. Aegeus'un intihar ettiği yer Atina Körfezi'dir. Bu nedenle bu körfez ve çevresi "Aegeus Pontos" "Ege Denizi" olarak adlandırılmaya başlanmıştır.


Ege Denizi'nin Türkler tarafından kullanılan tarihi adı Adalar Denizi'dir. Bu görüşü destekler mahiyette çok sayıda yazılı tarihi belge bulunmaktadır. Türkler 1081 yılında Ege Denizi ile ilk karşılaştıklarında bu denize üzerindeki adaların çokluğundan dolayı "Adalar Denizi" adını vermişlerdir. Bölgede hüküm süren Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlı kaynaklarında, hep "Adalar Denizi" olarak geçmektedir.


Piri Reis, 1519 yılında yazmış olduğu "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde, "Şunu bilmek gerektir ki, adalar arası denen yere "Erso Peloga" derler. Biz buradaki adaları münasip olduğu şekilde anlattık" demekte ve bu adalar arasındaki tüm adaları ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. 

Katip Çelebi, 1656 yılında yazmış olduğu "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" adlı eserinde; "Boğazdan dışarı Rumeli kıyıları Ece Ovası, Kavala, Ayanoroz, Lonkoz, Kesendire, Selanik Körfezi, Koloz ve İstin Körfezleri, Eğriboz, Atina ve Mora'dan Anadolu ve Menekşe Burnu ki Anadolu'dan Tekir Burnu nice ise Rumeli'nde bu da öyle köşeler ve geçit yeridir. Karadan denize girip Girit Adasının doğu batı uçları bu iki burunlar ucuna uzanıp öteki Akdeniz adalarının çoğu bu ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı bu ortalığa "Adalar Arası derler" diye yazmaktadır.


Atatürk'ün Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra verdiği emir, "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" şeklindedir. Atatürk, NUTUK'un 444'üncü sayfasında, bu emrin sonrasında yaşanan gelişmeleri vurguladığı ifadesinde "... ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı." yorumunu yapmakta, Adalar Denizi ifadesini dahi kullanmamaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 12'nci maddesinde Bahr-i Sefid Adaları için Island of Eastern Mediterranean ifadesi geçmektedir. 


Ancak Lozan Antlaşması'nın ayrılmaz parçası olan altı devlet kararı incelendiğinde Ege ifadesine rastlanmaktadır. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan "Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi" adlı eserde Ege Denizi ibaresine rastlanmamakta ve Adalar Denizi ifadesi kullanılmaktadır.


Faik Sabri DURAN'ın 1938 yılında yayınlanan, lise kitapları, sınıf III, Türkiye Coğrafyası (Kanaat Kitabevi, İstanbul), adlı kitabının 26'ncı sayfasında, Ege bölgesinin alanları biraz daha geniş tutulmuş ve bu bölgeye Garbi Anadolu (Batı Anadolu) adı verilmiştir. Aynı eserde sayfa 27'de Ege Denizi ifadesi, sayfa 70 ve sayfa 328'de sunulan haritalarda ise Adalar Denizi ifadesi kullanılmıştır.


6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde icra edilen Birinci Coğrafya Kurultayı'nda adlandırma konusunda standartlaşmayı sağlamak maksadıyla Ege Denizi terimi kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır.


Dz.Kur.Yb.Selçuk AKARI
KAYNAK
Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi,Yıl 2011, Sayı 70
("Dil Tarih ve Coğrafya Denkleminde Ege Denizi'nin Adlandırma Tarihi ve Ege Kelimesinin Anlamı.")



















28 Ağustos 2015 Cuma

Atatürk ve Ömer Muhtar








Tarihçi Koloğlu, İtalyanlar'la savaşan Ömer Muhtar'ın 1927'de Atatürk'ten yardım istediğini 
ancak mektubun İtalyan komutanda olduğunu açıkladı.



Libya lideri Muammer Kaddafi'nin, bir zamanlar ülkesini işgal eden İtalya'ya yaptığı ziyarette, göğsüne fotoğrafını astığı Libyalı direnişçi Ömer Muhtar'ın Atatürk'ten yardım istediği ortaya çıktı. Ancak Muhtar'ın yardım mektubu, İtalyan komutanın eline geçtiği için Atatürk'e ulaşmamış. 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'ı işgal edince, Osmanlı subayları Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla gerilla harbi için buraya gitti.


Bunlardan biri de halı tüccarı kılığında Trablusgarp'a giden Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal burada yerel aşiretleri örgütledi ve İtalyanlar'a karşı savaştı. O dönemde Osmanlı subaylarıyla omuz omuza İtalyanlar'a karşı mücadele edenlerden biri de Sunusi aşiretinden Ömer Muhtar'dı. Libya'da başbakanlık da yapan Sadullah Koloğlu'nun oğlu, tarihçi-yazar Orhan Koloğlu, Ömer Muhtar'ın 1927'de, İtalya'nın Antalya'ya da göz diktiği yıllarda, ülkesini işgal eden İtalyanlara karşı mücadelesini sürdürdüğü dönemde, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin lideri Mustafa Kemal'e mektup yazdığını açıkladı.


"Ömer Muhtar'ın 50'inci şehadet yılı, Atatürk'ün 100. doğum yılı" anısına 1981'de "Mustafa Kemal'in yanında iki Libyalı lider" isimli kitabının kapağında Mustafa Kemal'le Ömer Muhtar'ın resimlerini kullanan Koloğlu, şunları anlattı: "Ömer Muhtar ile Mustafa Kemal, 1911'de belki aynı dönemde savaşmışlardır.


Çünkü o dönemde Ömer Muhtar'ın Sunusi aşireti içinde direnişe katıldığı bilinir. Ancak buna dair bir belge yok. 1964-1965 yıllarında Roma Büyükelçiliği'nde basın ateşesiydim. Tarihe meraklı olduğum için araştırdım. Bir gün orada eski kitaplar satan bir yerde gezerken, Muhtar'la uzun süre mücadele eden faşist İtalyan komutan Mareşal Rodolfo Graziani'nin bir kitabı elime geçti. Komutan bu kitabında, Muhtar'ın Mustafa Kemal'e mektup yazarak, 'Bize yardım edin' dediğini, ancak mektubun kendi eline geçtiğini anlatıyor."

Sabah,2009










24 Mart 2011 tarihinde, TBMM’den çıkan “tezkere” ile Türkiye, NATO kapsamındaki Libya operasyonuna 
“askeri güçle” katılmayı kabul etti.


1911’de İngiltere ve Fransa’nın da onayını alan İtalya, Osmanlı toprağı olan Libya’ya (Trabkusgarp) saldırmıştı. İtalyanların saldırı gerekçesi, “Osmanlı’nın Libya’yı iyi yönetemediği ve Libya’da özgürlüklerin kısıtlandığı” biçimindeydi. İtalya’nın asıl amacı ise Libya’yı sömürmekti: 1911’de Libya’ya yapılan emperyalist bir saldırıydı.


Aradan tam yüzyıl geçti. 2011 yılında ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya yine Libya’ya saldırdı. Bu seferki saldırı gerekçesi, “Libya lideri Kaddafi’nin halkını öldürmesi ve Libya’da özgürlüklerin kısıtlanmasıydı.” Müttefiklerin asıl amacı ise yine Libya’yı sömürmekti: 2011’de Libya’ya yapılan yine emperyalist bir saldırıydı. 


Yüzyıl önceki 1911 Libya saldırısında Batı emperyalizmine direnen Türkiye, tam yüzyıl sonraki 2011 Libya saldırısında, bugün Batı emperyalizminin yanında yer almıştır.


Ne diyelim, “One Minute”ci Başbakanımızın ve “Hoca” lakaplı Dışişleri bakanımızın bir bildiği vardır elbet! Milletimiz onlara güveniyor, biz de güvenelim!...


Benim aslında Türkiye-Libya ilişkisinde altını çizmek istediğim başka bir nokta var. Libya’daki olayların patlak vermesinden beri Türkiye-Libya ilişkileri tartışılırken, nedense hep tarihsel arka plandan yoksun, sadece bugünkü ve yarınki “ekonomik çıkarlara” odaklı olarak tartışılmaktadır. Neymiş efendim! Türkiye’nin Libya’yla iş yapan müteahhit firmaları varmış, Libya’daki Türk yatırımlarının akıbeti ne olacakmış, Türkiye büyük paralar kaybedecekmiş, vs. vs… Kimse de çıkıp, “Libya halkına ne olacak, oradaki insanların canları, malları nasıl korunacak, oradaki çocukların, hastaların, yaşlıların, sakatların ihtiyaçları nasıl karşılanacak, en zor zamanlarımızda, örneğin Kurtuluş Savaşı’nda bize destek olan Libya’ya ve Libyalılara nasıl yardım edebiliriz? diye sormayı aklından geçirmiyor. 


Türkiye-Libya ilişkisine yönelik bu “kapitalist” bakış açılarını gördükçe hep aklıma, Atatürk’ün Birinci Meclis’te söylediği, “Bizi mahvetmeye çalışan emperyalizme ve bizi yutmaya çalışan kapitalizme karşı mücadele ediyoruz” sözleri geliyor. Ve maalesef geldiğimiz noktada bugün, emperyalizmin bizi mahvettiğini ve kapitalizmin de bizi yuttuğunu görüyorum…


Her neyse!...Gelelim asıl meseleye…


Ben, Libya tezkeresine “evet” oyu veren bütün milletvekillerine, bugün adı unutulmuş bir Libyalıdan söz etmek istiyorum. 1920’de Atatürk’ün çağrısıyla Ankara’ya gelip Türk Kurtuluş Savaşı’na destek olan gerçek Türkiye dostu bir Libyalı’dan; Şeyh Ahmet Sünusi’den söz etmek istiyorum…



Şeyh Ahmet Sünusi’nin Kurtuluş Savaşı’ndaki Misyonu

Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı fotoğraflarından birinde, üniformaları içindeki Atatürk’ün biraz arkasında, boydan boya beyaz bir örtüye bürünmüş, beyaz sakallı, güzel yüzlü bir adam vardır. O adam, Anadolu’ya gelip Kurtuluş Savaşı’na katılan Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi’dir.


Atatürk, İngiltere’nin, Fransa’nın ve ABD’nin “ayrılıkçı Kürtleri” Milli harekete karşı kışkırtmak için her yolu denedikleri Kurtuluş Savaşı günlerinde, Kürtleri Milli harekete kazanmak için Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Güneydoğu Anadolu bölgesine ve Kuzey Irak’a, Kürt-Arap-İslam dünyasında çok iyi tanınan Şeyh Ahmet Sünusi’yi göndermiştir. 


Şeyh Ahmet Sünusi, Libya’daki Sünusiye tarikatının şeyhidir. Bu tarikat 1837 yılında Libyalı Muhammed Bin Ali Sünusi tarafından kurulmuştur. Aktivizmi ve Sufizmi savunan Sünusiye tarikatı, Batılı güçlerin istilasına karşı çıkan “antiemperyalist” bir çizgiye sahiptir. Sünusiler, 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı (Libya’yı) işgal etmesi üzerine, oradaki Osmanlı ordusunda İtalyanlara karşı savaşmışlardır. 


1911’de İtalya Trablusgarp’a (Libya’ya) saldırınca Atatürk, Enver Paşa, Yakup Cemil, Kuşçubaşı Eşref, Ali Fethi (Okyar) gibi bazı gönüllüler, gizli yollarla Libya’ya giderek orada bölge halkını İtalyanlara karşı örgütleyerek “gerilla savaşı” vermişlerdir. 


Atatürk, Libya’da olduğu günlerde, daha sonra milli bir kahraman olacak olan Libyalı Ömer Muhtar’la ve daha sonra Anadolu’ya gelip Kurtuluş Savaşı’na katılacak olan Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi’yle tanışıp dost olmuştur.


Şeyh Ahmet Sünusi, ilk olarak I. Dünya Savaşı sırasında Sultan Mehmet Reşat’ın davetini kabul ederek, 1918’de bir Alman denizaltısıyla gizlice İstanbul’a gelmiştir. Enver Paşa, Afrikalı şeyhlerle birlikte İstanbul’a gelen Şeyh Ahmet Sünusi’yi, Halife’nin “cihat fetvasını” İslam dünyasına duyurması ve İslam dünyasını Türklerin yanında olmaya çağırması amacıyla Arap-İslam ülkelerine göndermek istemiştir. Ancak bu sırada Vahdettin’in padişah olmasıyla bu planlar bozulmuştur. Enver Paşa’dan hiç hazzetmeyen Vahdettin, İngiltere’ye ve Fransa’ya karşı İslam dünyasını kışkırtıp onların düşmanlığını kazanmaktansa, bu ülkelerle anlaşıp birlikte hareket etmek gerektiğini belirterek, Enver Paşa’nın “Şeyh Ahmet Sünusi’nin Arap-İslam dünyasına gönderilmesi” görüşüne karşı çıkmıştır. Ahmet Sünusi’nin İngiliz karşıtlığından çok rahatsız olan Vahdettin, ayrıca İttihatçıların, kendisinin yerine Şeyh Ahmet Sünusi’yi Halife yapacaklarından kuşkulanmıştır. 


Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Bursa’da bulunan Ahmet Sünusi, Bekir Sami Bey aracılığıyla Atatürk’e haber göndererek Milli harekete katılmak istediğini bildirmiştir. Bunun üzerine Atatürk, Ahmet Sünusi’ye bir mektup yazarak onu Ankara’ya davet etmiştir:

“Şeyh Sünusi Hazretlerinin milli mücahadelere yardım hususunda gösterdikleri hissiyata şükran arz eyleriz. Hilafet makamının fiilen işgali karşısında Şeyh Hazretlerinin duydukları infial hissinin İslam alemine tebliği pek ziyade lazım ve faydalı olacaktır. Bu konuda icab eden görüşünüzü ayrıca arz ederiz. Şeyh Hazretlerinin Ankara’da bulunmalarını arz ederiz…” 


15 Kasım 1920’de Ankara’ya gelen Şeyh Ahmet Sünusi onuruna Atatürk, 23 Kasım’da Meclis’te bir yemek vermiştir.


Ahmet Sünusi, burada yaptığı konuşmada: “İslamiyetin yok olmasının muhakkak görüleceği bir halin meydana çıkması üzerine Müslümanların ümitleri kesildiği bir sırada Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, arkadaşlarıyla beraber din uğruna savaşmaya başladılar. Ve siz de beraber savaştınız, cihat ettiniz. Bu hizmet bütün İslam aleminin devamına, İslam aleminin kurtuluşuna ait mukaddes bir vazifedir” demiştir. 


Atatürk, cevabi konuşmasında Sünusilerden ve Şeyh Ahmet Sünusi’den şu övgü dolu sözlerle söz etmiştir:

“Sünusi teşkilatı diğer teşkilatlar gibi sadece bir tarikat değildir; bu tarikat insanlığı İslamiyetin saadet yolunda yürütmeye yönelik esaslı bir teşkilattır. Bu gece huzurlarıyla müşerref olduğumuz zat, İslam aleminde büyük bir esasa dayanan mukaddes bir teşkilatın başında bulunan yüce bir zattır. (…) Dolayısıyla bundan sonra kendilerinin İslam alemine yapacakları hizmetler, şimdiye kadar olan hizmetlerini taçlandıracaktır. Ve bu sayede Türkiye devletinin, bütün İslam cihanının dayanak merkezi olan Türkiye devletinin de sağlamlaştırılmasına hizmet etmiş olacaklardır. Seyid Ahmet Şerif Sünusi Hazretlerinin gelecekteki hizmetlerine şimdiden gerek şahsım ve gerek TBMM namına teşekkür arz eylerim.” 



Atatürk, Şeyh Ahmet Sünusi’ye, aynı amaca hizmet eden üç farklı görev vermiştir:


1. İslam dünyasındaki antiemperyalist hareketleri Ankara’nın etkisi altına almak.

2. Arap-İslam dünyasında, özellikle de Irak ve Suriye’de Hilafet propagandası yaparak bölgedeki Müslüman Arapları İngiltere ve Fransa’ya karşı harekete geçirmek.

3. Türkiye içinde, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu’da, Milli harekete katılımı arttırmak ve ayrılıkçı Kürtçü propagandasına, karşı propagandayla yanıt vermek. 


Şeyh Ahmet Sünusi, Atatürk’ün kendisine verdiği bu üç görevi yerine getirmek için hemen harekete geçmiştir.


İstanbul’daki Amerikan temsilcisi, 26 Ocak 1922 tarihli raporunda, Şeyh Ahmet Sünusi’nin, muhtemel bir Kürt ayaklanmasını önlemek için Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeye gönderildiğini bildirmiştir. 


Atatürk, Şeyh Ahmet Sünusi’nin doğudaki ününden yararlanmak istemiştir. Bu öyle bir ündür ki, o günlerde Antep’te, “Şeyh Sünusi Hazretlerinin geçtiği toprağı düşman istila etmezmiş!” gibi söylentiler dolaşmaya başlamıştır. 


Şeyh Ahmet Sünusi ile Atatürk arasında çok yakın bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh’in gördüğü rüyaları sık sık Atatürk’e anlatması, bu yakın ilişkinin kanıtlarından sadece biridir. Örneğin, bir keresinde Ahmet Sünusi rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Hz. Muhammed, Ahmet Sünusi’nin elini sol eliyle sıkınca, Ahmet Sünusi, Hz. Muhammed’e, “Ey Allah’ın Resulü, neden sağ elini uzatmadın?” diye sorar. Hz. Muhammed, bu soruya “Sağ elimi Anadolu’da Mustafa Kemal’e uzattım” diye cevap verir… 


Atatürk, Ahmet Sünusi’yi, “genel vaiz” olarak görevlendirmiştir. Ahmet Sünusi’nin görevi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da il il gezerek camilerde vereceği vaazlarla Kürtleri Milli harekete katılmaya çağırmaktır. Ahmet Sünusi görevini eksiksiz yapmıştır. Her gittiği yerde verdiği vaazlar ve hutbeler çok etkili olmuştur. Sivas’ta ve Urfa’da birer kongre düzenleyen Şeyh Ahmet Sünusi, Güneydoğu Anadolu’daki propaganda çalışmalarıyla bir çok Kürt aşiret reisini Milli harekete katılmaya ikna etmiştir. 


Ahmet Sünusi, Diyarbakır’a gittiğinde büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Hakimiyet-i Milliye, Öğüt ve Anadolu’da Yeni Gün gazeteleri bu coşkulu karşılamayı haber yapmışlardır. Diyarbakırlıların ilgisinden çok memnun olan Şeyh Ahmet Sünusi, Atatürk’e telgrafla teşekkür etmiştir.


Bir süre Diyarbakır’da kalan Ahmet Sünusi, Atatürk’ün ramazan bayramını kutlamak için tebrik göndermiştir. Atatürk, bu nazik kutlamaya, 12 Haziran 1921 tarihli bir telgrafla yanıt vermiştir. Atatürk’ün, Ahmet Sünusi’ye gönderdiği bayram tebriği, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanmıştır. 


Şeyh Ahmet Sünusi, Ankara, Konya, Sivas, Elazığ üzerinden, Urfa ve Diyarbakır’a, sonra Mardin’e, oradan da Musul’a kadar gitmiştir. 


Şeyh Ahmet Sünusi’nin Anadolu’daki çalışmaları İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiştir. İngiliz istihbaratı, Sünusi’nin adım adım Anadolu’yu gezdiğini belirterek, onun etkisinin Irak, Suriye ve Hicaz’a kadar yayılmasından endişelendiğini Londra’ya rapor etmiştir.

Ahmet Sünusi, her gittiği yerden Atatürk’e telgraf çekerek “Halka gerekli dini öğütleri verdiğini” belirtmiştir. Ahmet Sünusi’nin sözünü ettiği “dini öğütler”, Milli hareketin bir “cihat” olduğu ve bu hareketi desteklemenin her Müslümana farz olduğu, şeklindeki öğütlerdir. 


Ahmet Sünusi, Mardin’de bir camide yaptığı konuşmada Sultan Vahdettin’le Atatürk’ün tam bir ittifak içinde olduklarını belirterek,“Atatürk’ün, Halife-Sultanın sözünü dinlemediğini” şeklindeki “zararlı propagandayı” etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. 


İngiliz istihbaratı, Atatürk’ün Şeyh Ahmet Sünusi’yi Mardin’e gönderdiğini ve Sünusi’nin görevinin bölgedeki Kürtleri Milli harekete katılmaya çağırmak olduğunu Londra’ya bildirmiştir. 


Şeyh Ahmet Sünusi, Konya İsyanı’nın bastırılmasında da etkili olmuştur. Bu isyanın, “İslam düşmanlarının işi” olduğunu belirten Ahmet Sünusi, isyancıların Alaattin tepesini savunan askerleri bırakmalarını sağlamıştır. 


Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürt politikasının en önemli ayaklarından birini oluşturan “Kürtlere yönelik propagandalar”, Şeyh Ahmet Sünusi tarafından büyük bir başarıyla uygulanmıştır. Atatürk, Kürtleri Milli harekete karşı ayaklandırmaya çalışan Binbaşı Noel gibi İngiliz ajanlarının menfi (olumsuz) propagandalarını, Kürtleri Milli harekete kazanmaya çalışan Şeyh Ahmet Sünusi gibi “bağımsızlıkçı” din adamlarının müspet (olumlu) propagandalarıyla etkisiz hale getirmiştir. “Büyük savaş ustası”, her zaman yaptığı gibi yine düşmanını düşmanın silahıyla vurmuştur…


Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, Said-i Nursi gibi “büyük din alimlerinin!” Kurtuluş Savaşı günlerinde Çamlıca’daki konaklarında ikamet ettikleri günlerde, elin Libyalısı, Şeyh Ahmet Sünusi’nin Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başarısı için canla başla mücadele ettiği gerçeğidir. Ancak ne gariptir ki, Kurtuluş Savaşı’na katılmayan (Ankara’ya 1922’de gelmiştir) Said-i Nursi, kimi Cumhuriyet tarihi yalancılarınca “Kurtuluş Savaşı kahramanı” ilan edilirken, Kurtuluş Savaşı’na katılarak başarıyla mücadele eden Şeyh Ahmet Sünusi nerdeyse unutulmuştur…


Libya’ya sadece “yatırım, iş, para” diye bakan kapitalist aydınlarımıza; BOP’un Eşbaşkanı olduğunu belirten Başbakanımıza, Küdüs’te namaz kılma hayalleri içindeki Dışişleri bakanımıza ve “tezkereci” milletvekillerimize, Atatürk’ün yanında Türk Kurtuluş Savaşı’na “manevi destek” veren Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi’yi hatırlatmak istedim, hepsi bu!...


Sinan Meydan 
Odatv , 2011

























26 Ağustos 2015 Çarşamba

SUBAY, TOPLUMUN YARARINI DÜŞÜNEN EN BÜYÜK VARLIK OLMALIDIR.








MUSTAFA KEMAL
ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL




...Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır. Ve ancak bu suretle Piyade Talimnamesi'nin sözü geçen 266.maddesi* gereğince emrindeki erlere örnek olabilir...


...Subaylık demek kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir...Subaylık zafer kazanmışcasına ve fedakarca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır...


...Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tamamı, görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne uygun bir kişiliğe sahip olmalıdır. Bu önemli görevin en ayırt edici, başta gelen koşulu fedakar ve cesur olmak, kendini ve hayatı hiçe saymaktır. Bir subay, sanatı adına, hayatına ve varlığına hiç önem vermeyecektir. Gerek kendinin ve gerek yanındakilerin hayat ve hatta rahatını en iyi biçimde korumaya çalışacak, ancak sanatının ve işinin gerektirdiği anlarda bunları gözden çıkarmaya ve feda etmeye hazır bekleyecektir. Ve bu gibi anlarda bunları hiç düşünmeyecektir. Hayat ve rahatın hiç düşünülmemesi gerektiğinde, körü körüne atılacaktır. Namusun gereği budur. Görev bunu istiyor. Din ve millet bunu emrediyor. Vatan ve millete olan borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz...


...Ve yine, Subay o derece metin ve mert ve cesur olmalıdır...





*Piyade Talimnamesi - İkinci Muharebe Bölümü - Madde 266:
Subay, emrindeki erler için örnektir. İleri atılarak göstereceği örnek davranışla askeri de kendisiyle birlikte ileriye sürer. Subay, kıtasını sıkı bir disiplin altında tutarak büyük güçlüklerden ve çok fazla kayıptan sonra bile başarıya ulaştırır. Subay, askerlerinin neşe, keder ve bütün yoksunluklarına katılan sadık bir yol gösterici olmalıdır. Askerin tam güveni böyle kazanılır. Bu kutsal savaş görevleri için subay, daha barış zamanında nefsini eğitme yoluyla kendini yetiştirerek güçlendirmeli ve hazırlamalıdır.






Savaşta bulunan veya bulunmayan herkesin övgüsünü kazanan büyük asker ve 
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal hakkında 
Çanakkale savaşıyla ilgili olarak herkesin ittifakla
söylediği bir cümle vardır: 
“25 Nisan 1915’te (kara savaşlarının başladığı çıkartma günü) 
her iki taraftan hata yapan birçok kişi vardı. 
Tek hata yapmayan ise Mustafa Kemal’di”. 










"Buradaki vatan evladı daha 32 yaşında. Vatanına, sevdiklerine doyamadı. Bunun katili kim? Bunun sebebi kim? 
Düne kadar çözüm diyenler ne oldu da sonradan savaş diyor. Saraylarda 30 tane korumayla gezip, zırhlı arabalara binip 
'Şehit olmak istiyorum' diye bir şey yok. Git o zaman oraya git" 

Yarbay Mehmet Alkan








Yarbay Alkan’la ilgili disiplin soruşturması açılabileceğinin sinyalini İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk: 
“Kendisine şehit gözüyle bakmak lazım. O gözle bakınca da anlıyorum. 
Ancak üniformalı birisinin siyasetle ilgili bu tür açıklamalar yapması da doğru değil” . 
Jandarma Genel Komutanlığı Yarbay Mehmet Alkan hakkında disiplin soruşturması açtı!!!





Yarbay için soruşturma açılmasına neden olan sözlerinin yanından cenaze töreninde Erdoğan da protesto edilmişti. Cenaze töreninde Erdoğan’ı protesto eden gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınan 3 kişiden 2′si tutuklanarak cezaevine gönderildi....












HER İFTİRAYI ATTILAR

Nitekim iftiralar anında başladı. Yarbayın “PKK-HDP ağzıyla konuştuğunu”, “PKK sözcülüğü yaptığını”, “Fethullah Terör Örgütü mensubu olduğunu” da öne sürdüler. Bu yalan, dolan, iftiralar bitmez. Daha buna yenileri eklenir. Bakarsınız komutanı sol örgütün mensubu gibi de gösterirler. Alevi olduğunu dile getirip saygısızca ifadeler kullanırlar.

Yaptığı açıklamalardan dolayı Jandarma Genel Komutanlığı, Yarbay Mehmet Alkan hakkında disiplin soruşturması başlattı. Tabii bunun sonucunda nasıl karar verilir bilemiyorum ama AKP’lilerin bu gelişmeyi yakından takip edeceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Çünkü, AKP’nin aleyhine kim yazıyor, kim konuşuyorsa onların cezalandırılması için ellerinden geleni yapıyor, devlet imkanlarını da sonuna kadar kullanıyorlar.


CENAZE NAMAZI KILDIRILMADAN

Bakın şu hale, şehidimizin cenaze namazı bile kılınamadı. Son dönemde 6 şehit veren Osmaniye’de cenaze namazlarının kılınmasında düzen-intizam diye bir şey olmadığı görüldü. İl müftüsünün arkasında AKP milletvekilleri, il başkanı şehit ailesinin önündeki sıraya geçirilmeye çalışılıyor. Oysa şehit ailesinin arkasındaki sırada MHP milletvekilleri Mevlüt Karakaya, Seyfettin Yılmaz, Ruhi Ersoy ile Fahrettin Oğuz Tor bulunuyordu. Nedir yani AKP’li milletvekillerinin özelliği?

Nedense son dönemde cenaze namazı kıldıranlar, terör örgütü PKK’nın adını bile anmıyor, onları besleyen, eylemlere teşvik edenler için bir çift söz söyleyemiyor. Osmaniye’de, müftünün tutumu, yaşanan karışıklık, müftü ve AKP milletvekillerine olan tepkiler nedeniyle şehit yüzbaşının cenaze namazı bile kıldırılamadı. Bu durum, halkı daha da öfkelendirdi. Müftü, cenaze namazının mezarlıkta kıldırılacağını söyledi. MHP Kadirli İlçe Başkanı Çağlar Bağcılar’a sordum, “Mezarlıkta cenaze namazının kıldırılacağı söylenmesine rağmen orada da namaz kıldırmadılar. Bunu herkes bilsin” dedi.

Sonuçta, şehidimizin cenaze namazını kıldıramayan, terör örgütüne, onları koruyup, kollayan, besleyenlere tepki gösterilemeyen bir ülke haline getirildik. Eserinizle övünün!


ALLAH’A HAVALE ETTİ

Yarbay Mehmet Alkan’a disiplin soruşturması açanlar, ona ceza vermek isteyenler kendilerini Yarbay Mehmet Alkan’ın yerine koysunlar. Şehit edilen kardeşine cenaze namazı bile kıldırılamıyor. 

Komutan bir anda PKK’lı, Fethullahçı, Ergenekoncu yapılıyor. 

Telefonda Yarbay Alkan’a yazılanları, söylenenleri hatırlattım, cevabı “Hepsini Allah’a havale ediyorum. Başka ne diyeyim?” oldu. Disiplin soruşturması için de “Neye karar verirler bilemiyorum” dedi.

İşte biz telefonda konuşurken, “son dakika” haberi olarak Şemdinli’de iki askerimizin şehit edildiği belirtiliyordu. Şehit ağabey bu acı haberi bizden önce almıştı. Hatırlattığımda şunları söyledi:

“Kardeşimin şehit olmasından sonra onun son şehit olması, başkalarının da ocağında bu acıların yaşanmaması için dua ettim. Bunu yürekten diledim. Şemdinli’den iki şehit haberini aldığımda o ailelerinin nasıl acılar içinde olduğunu yaşayan birisi olarak biliyorum.”


Saygı Öztürk /kendi sayfası








Atilla Kıyat (Emekli Koramiral): 
Kardeşini kaybeden bir subay ve bu subayın bu çıkışı sadece kardeş acısından kaynaklanan bir durum değil, bugün ülkenin getirildiği duruma karşı da bir isyan. Malesef yıllardır ‘analar ağlamasın’ diyenler, bugün ‘ne mutlu şehit annelerine’ demeye başladılar. Yarbayımız da bu duruma isyan ediyor. TSK’nin yarbayımıza sahip çıkması lazım. Çünkü yarbayımız daha çok yeni olan acısı dikkate alınmadan malesef bir taraftan, belirli bir kesim tarafından linç edilmeye kalkışıldı. Yarbayımızın isyanı vatan için ölünmez isyanı değil. Vatan için ölünür. Ama vatanı bu hale getirenler biz vatan için öldüğümüz zaman onlar da bence siyaseten ölmelidirler.


Ahmet Keser (Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Genel Başkanı): 
Acılı bir abinin sesi, TSK’nin kapalı kapılar ardında konuştuğunu cesaretle söyledi. Komutanlar da cesaretli olmalı. TSK pısırık tavır sergilememeli. Şehit Yüzbaşı Ali ve abisine herkes sahip çıkmalı, TEMAD olarak söylemlerin arkasındayız.Yarbay Alkan’ın üniformayla cenazeye gelip bu konuşmayı yapması bir birikimin sonucu. Bunlar sadece kendi duyguları değil, tüm silah arkadaşlarının duyguları. Şu güne kadar çözüm diyenler neden şimdi sonuna kadar savaş diyorlar? Siyasilerin oraya gelip gövde gösterisi yapmasından herkes rahatsız. Onlarla aynı safta durmak istemiyorlar.
basın