AB İlerleme Raporu’nda şikâyet edilenler tutuklandı
(s. 278-279) Balyoz Tertibi’nde tüm silahlı kuvvetler içinde başlangıçta iki muvazzaf amiralin tutuklanması son derece ciddi mesajlar içeriyordu. Her iki amiral de Deniz Kuvvetleri’nin kritik iki görevini yürütüyordu. Plan Prensipler Başkanlığı Deniz Kuvvetleri’nin özellikle Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlara odaklı stratejisinin oluşturulduğu başkanlık; Harekât Eğitim Daire Başkanlığı da bu stratejinin sahada uygulatıcısı, Cumhuriyet Donanması’nın aktif kullanımını yöneten başkanlıktı. Her ikisinin aynı anda tutuklanması tesadüfle izah edilemezdi. Bu kitabın yazarı Deniz Kuvvetleri’nin strateji ve politikasını son yedi yıldır yönlendirmiş, özellikle Karadeniz stratejileri ile öne çıkan bir amiral, Tuğamiral Cem Çakmak ise gerek Komodorluğu, gerekse Harekât Eğitim Daire Başkanlığı esnasında Cumhuriyet Donanması’nın denizdeki eğitim ve harekâtını yönlendiren çok önemli değerlerindendi. 2009 yılının Türkiye’nin AB İlerleme Raporu’nda şikâyete neden olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi namına Türkiye’nin müstakbel münhasır ekonomik bölge sınırları içinde petrol ve doğalgaz arayan araştırma gemilerinin sahamızdan çıkarılmasında önemli rol oynamıştı. Her iki amiral de ulusal çizgiden ve Atatürk’ten milim taviz vermeyen, başta Amerikalılar olmak üzere yabancı amirallerin çok yakından tanıdığı ve takip ettiği denizcilerdi.
Bir hamlede emperyal kurgu, Deniz Kuvvetleri’nin komuta yapısındaki en kritik iki görevdeki amiralini sahte dijital belgelerle tutuklatacak süreci başlatmıştı. İki gün sonra bu iki ismin yanına yeni amiraller ile aralarında Kardak’a çıkan SAT Tim Komutanı Albay Ali Türkşen’in de bulunduğu dört deniz subayı daha katıldı. Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Semih Çetin ile İskenderun Üs Komutanı Tuğamiral Turgay Erdağ da diğerlerine katıldılar. Dış destekli çetenin kurgusu, Donanma Kurmay Başkanı’nı da Hasdal’a göndererek Deniz Kuvvetleri’nin en etkili üç görev yerini böylece bir anda boşaltmış oldu. Tümamiral Semih Çetin’in bir önceki görevi Genelkurmay Başkanlığı’nda Yunanistan-Kıbrıs Daire Başkanlığı idi. Bu görevi esnasında Dışişleri Bakanlığı ile çok yakın çalışmış ve Türkiye’nin her iki alanda çıkarlarını sonuna kadar korumuştu. Diğer taraftan, Donanma Kurmay Başkanı, oramiral olan Donanma Komutanı’nın karargâhının tek amirali ve Donanma bağlısı Filo Komutanları ile işbirliği ve eşgüdümü sağlayan çok kritik bir görevin sahibiydi. Kurgucular, açıkça Deniz Kuvvetleri’nin komuta yapısını hedef almıştı. İskenderun Üs Komutanı Tuğamiral Turgay Erdağ’ın özelliği de kurmay değil, sınıftan amiral olan çok başarılı bir subay olmasıydı.
Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarına AB, ABD ve İsrail’in büyük ilgisi
(s. 336) Cumhuriyet Donanması için Doğu Akdeniz, Kıbrıs’ın jeopolitik önemi ve “MaviVatan”daki ekonomik çıkarlarımız perspektiflerinden bakıldığında 21. yüzyılda çevrelendiği tüm denizlerin önüne geçerek, öncelikli ağırlık merkezi olmaya adayMare Primus bir alandır.
2001-2002 Jane’s Fighting Ships dokümanının 23 Nisan 2001 tarihli önsözünde yanlış bir şekilde Türk Donanması’nın karargâhını Gölcük’ten İzmir’e taşıdığı yazılmıştı. Bilgi yanlıştı ancak devamındaki yorum çok doğruydu. Makalede bu gereksinimin 1999 Marmara Depremi’nden kaynaklandığı ancak Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve petrol kaynaklarının bulunmasından sonra Donanma’nın ilgi odağının artık Karadeniz’in kıyı sularından Doğu Akdeniz’e kaydığı yazılıydı. Türkiye’nin refahı ve güvenliği 21. yüzyılda hiç olmadığı kadar Doğu Akdeniz’e bağımlı olacaktır.
(s. 353- 354)Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB’nin Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama aceleciliğinin ardında yatan gerçek, tüketim artarken, petrol kaynaklarının azalmasıydı. Doğu Akdeniz hidrokarbon potansiyeli nedeniyle sadece sahildarların değil, tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölge. Nasıl ki, 1969 yılında Kuzey Denizi ve Alaska’da bulunan kaynaklar Norveç ve ABD’nin geleceğini etkilemişse bu denizde bulunacak kaynaklar sahildarların gelecek nesillerinin hayatını etkilemeye aday. Özellikle doğalgaz kaynaklarının yüksek potansiyeli herkesin iştahını kabartıyor.
Bugün tüm deniz devletleri deniz diplerinden temin edilecek enerji kaynaklarını gelecek nesiller için koruma refleksi içinde hareket ediyor. Ege ve Doğu Akdeniz’deki bilek güreşinin temelinde yatan gerçek budur.
Bu öylesine bir mücadeledir ki sadece bölgesel aktörlerin varlığını düşünmek çok yanıltıcı olur. ABD ve AB’nin bu mücadelede endüstriyel medeniyetin küresel aktörleri olarak yer almaları kaçınılmaz bir jeoekonomik ve jeopolitik bir gerçektir. Örneğin, Güney Kıbrıs’ın adanın güneydoğusunda ilan ettiği 12. parsel, İsrail ile mücavir bir alanda ve bu parsele en büyük ilgi ABD’ye ait Noble Energy firması tarafından gösteriliyor.
ABD’li Noble Energy ile ortaklaşa çalışan, İsrail’in Delek isimli petrol firması, Kıbrıs güneyindeki Leviathan bölgesinde, 16 trilyon metreküp doğalgaz olduğunu açıklarken, Noble Energy’ye göre Kıbrıs’ın güneyinde başka sahalarda da sekiz trilyon metreküp yeni rezervlerin olduğu açıklandı.
Söz konusu şirketin ABD’ye sunduğu bir raporda 12. parsele yönelik değerlendirmesi son derece dikkat çekici. Noble Energy, İsrail’in bölgedeki doğalgaz rezervini “şimdiye kadar şirketin en büyük keşfi” olarak tanımlamış. Noble Energy bir aile firması. Bu aile ABD’nin İsrail yanlısı düşünce kuruluşlarındanHeritage Vakfı’nın da kurucusu. Ailenin hayattaki en kıdemli üyesi Edward Noble, Başkan Ronald Reagan döneminde Sentetik Yakıtlar Kurumu başkanlığını yürütmüş kıdemli bir petrolcü. 2010 yılında Meksika Körfezi’nde BP’nin yaşadığı büyük çevre felaketinden sonra bu alanda daha sonra, denizde araştırma izni alan tek firma Noble Energy.
Kıbrıs’ın güneyinde bulunduğu tahmin edilen rezervlerin göz kamaştıran miktarı ve uluslararası şirketlerin politika ile iç içe geçmiş ilişkileri göz önüne alındığında, Doğu Akdeniz’de yaşanan stratejik rekabetin temelinde enerji mücadelesi ve hidrokarbon savaşı olduğu görülecektir. Çünkü uluslararası enerji şirketleri için petrolün zirve yaptığı ve endüstriyel medeniyetin enerji açlığı dönemine yaklaştığı bir süreçte, Akdeniz gibi sanayi altyapısı ve endüstriyel olanaklara erişimin kolay; doğalgaz veya petrol rezervlerinin yüksek olduğu bir alanda yatırım yapmak, dünyanın pek çok deniz alanına nazaran çok daha kolay ve rantabl bir girişimdir.
Buna engel olabilecek faktörlerin başında gelen Türk Deniz Kuvvetleri ise, 2009 yılından sonra başlayan davalar sayesinde amirallerinin yarısı sahte delillerle tutuklanarak zaten sorun olmaktan çıkarılmış bir durumda. O hâlde küresel sermayenin güçlü sahiplerini, Akdeniz’in diplerinde yatan ve milyonlarca yıldır yeni sahiplerini bekleyen hidrokarbon kaynaklarıyla buluşmaktan ne alıkoyabilir ki?
Önsöz - Amiral Cem GÜRDENİZ
2009 yılı baharından bugüne kadar, Türk Deniz Kuvvetleri’nin medyada yer almadığı hemen hemen tek bir hafta olmadı. Deniz Kuvvetleri, personeli ile birlikte Türklerin tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı ölçüde aşağılandı ve küçük düşürüldü. Türk halkı bir deniz devleti olan Türkiye’nin denizlerdeki yaşamsal çıkarlarının henüz farkına bile varamadan, sahip olduğu güçlü donanmasının emsali görülmemiş tertiplerle zayıflatılmasına; komuta yapısının neredeyse yok edilmesine seyirci kaldı. Aydınlarımız dahil bu saldırıların başladığı günlerde kimse çıkıp da bu saldırıların neden bir anda başladığını, Cumhuriyet Donanması’nın [1] en seçkin amiral ve denizcilerine yalan ve iftiralara dayalı aşağılık senaryolarla hangi nedenlerle saldırıldığını sorgulamadı. Son dört senede devletin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de başta deniz diplerindeki enerji kaynaklarının gelecek nesiller için korunması olmak üzere deniz çıkarlarımızın bir bir kaybedildiğini, birkaç istisna dışında sorgulayan olmadı. Medyada denizcilerimiz isimli sahte davalarla darbeci, terörist, casus, kadın taciri ve her türlü aşağılayıcı tanımlamalar ile paramparça edilirken aslında parçalananın Anadolu’nun ve bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak nesillerin denizlerdeki geleceği olduğunu kimse göremedi. Deniz jeopolitiği ve deniz stratejisi alanında yetişmiş ve bu kurguyu görebilecek pek az sayıda insan da korku iklimi içinde susmayı tercih etti.
Bu kitapta Deniz Kuvvetleri’nin neden hedefte olduğunu, Cumhuriyet Donanması’nın kurulduğu günden bugüne kadar, geçirdiği aşamalar ve önemli olaylar çerçevesinde anlatmaya çalıştım. İşin özü, Türklerin denizden uzaklaştırılmasıdır. Zira denizlerin ve okyanusların tam kontrolü geçmişte olduğu gibi bugün de küresel egemenliğin vazgeçilmezidir.
Tarihin en önemli kilometre taşları deniz suyu ile yıkanmıştır.
Dünya tarihini denizler ve denizde yaşananlar şekillendirmiştir. Kolomb’un Amerika’yı; Vasco Da Gama’nın Hindistan’ı; Macellan’ın batı rotalarını keşfi; Salamis, Preveze, Trafalgar, Jutland, Çanakkale, Leyte Körfezi gibi deniz savaşlarının sonuçları tuzlu suyun dünya siyasi tarihi üzerinde bıraktığı en önemli izlerdir.
Mavi derinlikler dünya siyasetinin şekil almasında daima öncü olmuştur. Zira deniz ticaret, ticaret de zenginlik demektir. Denizleri kontrol edenin, ticareti kontrol edeceğini; denizden gelen istila güçlerinin iktidarları değiştirebileceğini insanoğlu tarım devriminden sonra öğrenmiştir. Denizler böylece devirler açmış, devirler kapatmıştır, Fatih, gemileri karadan yürüterek Haliç’te denize ulaşmış, bir çağı sonlandırarak Avrasya’da Türk hâkimiyetinin kapısını aralamıştır. Nusret’in Çanakkale Boğazı’nı geçilmez kılan, Karanlık Liman’a döşediği 26 mayın, Türk tarihinin geleceğini aydınlatmış, yarattığı sonuçlarla Sovyet devrimini tetiklemiştir. Mili mücadelede Karadeniz üzerinden Sovyetler Birliği’nden sağlanan lojistik destek, bir milletin geleceğinin şekillenmesindeki en önemli unsurlardan biri olmuştur. Atatürk kulağını neden İnebolu’ya yaslamıştı? “Ya İstiklâl ya Ölüm” açmazında, istiklâl yolunun denizden geldiği gerçeğini nasıl da görebilmişti!
Tarih denizler üzerinde şekil alır. Denizi jeopolitik perspektifte görebilen ve yaşayabilenler mutlak hâkimiyete ulaşırken, tarih diğerleri için hep hüzünlü sonları kurgular.
devamı
* * *
HUDSON’DA DARBE İHBARI
2006 sonbaharında, Türkiye Anayasası’nın kökten değiştirilmesi girişimleriyle ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasıyla gerginlik iyice artmıştı. TSK Genelkurmay II. Başkanı Org. Ergin Saygun 11 Kasım 2006’da ABD’ye bir kez daha gitti; askeri görüşmelerini bitirdikten sonra 17 Kasım 2006’da Washington’a döndü ve resmi kimliği bulunmayan Hudson Institute’te sınırlı sayıda kişiyle görüşmeye başladı.
Hudson Institute Avrasya Programı yöneticileri toplantıyı, “Türk Genelkurmay II. Başkanı General Ergin Saygun ile Kayıtdışı Tartışma” diye duyurdu. Toplantıda kimlerin bulunduğu bildirilmedi, yalnızca “General Saygun bölgesel güvenlik sorunları ve Birleşik Devletler–Türkiye işbirliği olanakları üstüne görüşlerini bildirdi” denildi. Türk kamuoyu, Genelkurmayın ikinci komutanının yabancı özel kuruluşta Türkiye’nin kaderini etkileyebilecek bir konuda anlattıklarını öğrenemedi.
T.C. tarihinde, eğitim için gönderilenler dışında, 1999–2009 arasındaki kadar çok sayıda general ABD’ye resmi görevle gitmemiştir. Özellikle 1994’ten sonra ABD ile yepyeni ve sağlam ortaklıklar kurulmaya başlanınca TSK yöneticilerinin Washington gezileri de sıklaştı. Bu durum, “değişen dünya” ya da “küreselleşme dinamikleri” ya da “Türkiye’nin dış politikasında girişimciliğin yükselişi” gibi her anlama çekilebilecek yakıştırmalarla açıklanamazdı kuşkusuz.
WINEP bölümünde de belirtildiği gibi ABD’de görüşmeler resmiyetin dışına taşıyor ve subaylar, hiçbir gerekçe belirtmeden derneklere, vakıflara konuk oluyor. Sanki her birinin görevi askeri işlerle sınırlı değilmişçesine birer etkili siyasal yönetici gibi davranıyorlar; askeri teknik konuların dışında ve özellikle ABD’nin Balkanlar, Kafkasya, Asya ve özellikle Ortadoğu tasarımlarında rol alma isteğini dışa vuruyorlar.
Orgeneraller, tıpkı hükümet üyeleri gibi, kulis yapmak üzere Amerikalı senatörlerle buluşuyor; ‘düşünce topluluğu’ denilen özel niyetli derneklerin kapalı toplantılarında siyasal konulara girerek ülkeyi bağlayıcı konferanslar veriyorlar. Aynı orgeneraller Türkiye’de yurdun sorunlarını dert edinmiş kuruluşlara uğramazken, Amerika’da değerleri kendi tanımlarıyla sınırlı kuruluşlara uğramadan edemiyorlar. Uluslararası ilişkilerde devleti temsil etme ölçütü ve karşılıklılık kuralı geçersizdi artık.
Darbe ihbarı
Org. Ergin Saygun, 19 Kasım 2006’da Türkiye’ye döndü; Hudson toplantısından söz etmedi. Ne ki toplantıyı düzenleyen Zeyno Baran, Newsweek’te “Üst düzey subaylardan edindiğim izlenime göre” diye başlayıp “Türkiye’de askeri darbe olasılığı” diye yazdı...
Ortağın Çocukları - Mustafa Yıldırım
Selam olsun...
Delta,
India,
Romeo,
Echo ,
November ,
Golf ,
Echo,
Zulu ,
India