Translate

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Ermeniler masum insanları öldürdü





ABD'li tarihçi Justin McCarthy, "Masum köylüler ve kasaba halkı yüksek sayıda öldürüldü" dedi.


Türkiye Çalışmaları Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi ve ABD'deki Louisville Üniversitesinden tarih profesörü Justin McCarthy, Kars Kafkas Üniversitesi (KAÜ) tarafından "100 Yılında Ermeni Meselesi" etkinlikleri kapsamında Necdet Leloğlu Salonu'nda düzenlenen "Ermeni İsyancıların Suçu" konulu konferansa katıldı.


Osmanlı'nın Ermenileri tehcir etmesinin gerçek bir tehdide karşı makul bir yanıt vermesi anlamına geldiğini anlatan McCarthy, "Çünkü Ermeniler bir tehditti. İsyancılar Osmanlı imparatorluğuna karşı savaş açmak niyetindeydi. Burada nüfusunun 4'te 3’ü Müslüman olan toprakları Ermenistan istiyordu. Burada Müslümanlar da azınlık tarafından yönetilecek bir devlete karşı çıkacaklardı. Bu bağlamda Ermeniler için tek çözüm Müslümanları o topraklardan çıkarmak oldu" dedi.


Savaş başlamadan hemen önce isyancıların liderlerinin Rusya’ya gittiğini ve yaklaşan savaş için finansman bulduklarını ifade eden McCarthy, şöyle devam etti:


"Broşürler, kitapçıklar, el ilanları üzerinde isyanın detaylı planları yazıyordu. Ermeni köylerine dağıtıldı. Bunun dışında isyanlar için detaylı planlar hazırlandı. Van şehrinde isyancılar bir araya geldi ve savaş başlamadan 6 ay önce saldırı planları yaptılar. Savaş başlamadan hemen önce askere zorunlu çağrı yapılmıştı. Ancak Doğu Anadolu'daki genç Ermeniler evlerini terk ettiler.


Diğer Osmanlı tebaası ve halkı gibi Ermeniler'in de gelip orduya katılıp hizmet sunmaları bekleniyordu. Bu zorunlu çağrı askere çağrı memurlarının raporlarına baktığımızda haritada işaretlenen yerde neredeyse hiç Ermeni kalmamıştı. Bunların çok büyük bir kısmı askere katılmak istemedikleri için kaçmıştı ama büyük bir kısmı Rusya'ya kaçmış casus askerler ve savaşçılar olarak onlara katılmıştı. Burada diğer kalanlarda ormanlara ve tepelere kaçmış partizan çetelere katılmış ve Osmanlı'ya aslında savaş çabaları kapsamında büyük bir hasar vermişlerdi."


McCarthy, Ermenilerin sakladıkları silahlara bakıldığında isyancıların, büyük bir isyana hazırlandıklarının görülebildiğine dikkat çekerek, o tarihte hükümetin isyancıları soruşturmaya almasının Avrupalı güçler tarafından engellendiğini aktardı.


Özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nın gidişatına bakıldığında belirli kısıtlamalar bulunduğunu, yetkililerin bu saklanan silahları ve depoları aramasının yasak olduğunu anlatan McCarthy, şöyle konuştu:


"Ancak aramalar yapıldığında inanılmaz derecede silahlar bulundu. Mesela Harput'ta 5 bin ordu tüfeği ve tabanca bulundu, Gürün kazasında bin 221 tüfek ve tabanca, Kayseri'de 400 adet ordu tüfeği ve bin 200 tabanca, Develi'de 220 adet ordu tüfeği ve 45 adet tabanca, Urfa'da 720 adet ordu tüfeği ve çok fazla sayıda Anadolu şehrinde benzer silahlar keşfedilmişti ve bulunmuştu. Bombaların ve dinamitlerin zulaları İzmit ve İzmir gibi şehirlerde bulunmuştu. İzmit, Doğu Anadolu’dan ne kadar uzak bir yer. Yani Ermeni milliyetçilerinin talep ettiği topraklardan çok uzak yerler buralar. Bunlar ordu binalarına ve hükümet binalarına saldırmak için kullanılıyordu. Evlere, kiliselere, manastırlara saklanıyordu silahlar, tarlalara gömülüyordu. Önceden yetkililer için kutsal sayılan bu mekanlar silah ve dinamitlerle doldurulmuştu.''


Ermeniler masum insanları öldürdü


Ermeni isyancılarının jandarmaya ve Doğu Anadolu’daki diğer yetkililere de saldırdıklarını anımsatan McCarthy, "Masum köylüler ve kasaba halkı yüksek sayıda öldürüldü. Burada isyancılar kısa sürede olsa Urfa gibi, Şebinkarahisar gibi, Başkale gibi yerleri zapt etti ve el koydu. Daha da önemlisi Ermeni isyancıları Van şehrini almışlardı. Güney Doğu Anadolu bölgesindeki en önemli şehirlerden bir tanesiydi. Şehrin çok büyük bir kısmını zapt ettiler. Osmanlı silahlı kuvvetlerini hisar ve kalenin içine sürdüler, hükümet binalarını yok ettiler, Müslüman evlerini yaktılar. Burada aslında Rus istilacılarının yardımı gelene kadar Osmanlı ordusunu geri tuttular. Ruslar oraya vardıklarında Ermeniler aslında Ruslara şehrin anahtarını vermiş, sunmuş oldu" diye konuştu.


Justin McCarthy, o dönemde Müslümanlar için Van'ın kaybedilmesinin sadece bir toprak kaybı olmadığını vurgulayarak, şunları söyledi:


"Ermeniler sıklıkla yardım alıyordu ve Müslümanlar da Van şehrinde evlerinden atılıp öldürülüyordu. Bu bağlamda isyancıların başarısının Kürtler ve Türkler açısından ölüm anlamına geldiği oldukça açık ve aşikar bir gerçek haline geldi. Ermeniler aslında Ruslar için Osmanlı'nın kaybı açısından etkili ve tesirli görevleri yerine getirdiler. Partizan olarak, savaşçı olarak, cephe gerisinde savaştılar ve Rus istilacılara yardımcı oldular. Ermeni gerilla çetecileri Doğu boyunca çalıştı ikmal hatlarını kestiler, Kuzeydoğu'da bin kadar asker aslında sürekli devriye gezmek zorundaydı, sırf telgraf hatlarının korunabilmesi ve ordunun iletişiminin korunabilmesi için.


Ancak askerler bu iletişimi koruma konusunda başarılı olmadılar bir hattı koruduklarında Ermeniler diğer hattı kesiyorlardı. Osmanlı garnizonları Güney Doğu'da yalnızca İstanbul’daki merkezi komutayla iletişim kurabiliyordu. Bunu da at sırtında mesaj gönderip daha sonra başkente Bağdat ve Şam'dan telgraf çekerek iletişim kurabiliyorlardı. Aslında Osmanlı'nın savaş çabalarının zarar görmesinde Ermeniler başarılı oldu. Burada isyancılar çok daha fazlasını yapmaya çalıştılar. Eğer İngilizlerin biraz daha algıları açık olabilseydi, kavrayabilseydi Ermeniler çok daha büyük bir zafer sunabilirdi onlara, savaşın süresi çok daha kısalabilirdi."


Tehcir iddiası


Osmanlı'nın bu isyanlar başlamadan önce herhangi bir Ermeni’yi tehcir etmediğini ve Osmanlı ordusuna Ermenilerin zarar verdiğini bilmenin çok önemli olduğunu dile getiren McCarthy, şunları söyledi:


"Çünkü buradaki tehcir hem isyan hem de isyan tehdidiyle yapılmıştır. Ermenileri öldürme isteğiyle yapılmamıştır. Burada tabii ki Osmanlı Ermenilerin transferini sağladı. Aslında gerçek anlamda tehcirin istatistiklerine baktığımızda açık ve net bir şekilde şunu görebiliyoruz transfer edilenler yada savaş ortamında potansiyel anlamda tehdit teşkil edenler, Müslümanlar için tehdit olanlar tehcir edildi. Tehdit olarak algılanmayanlar yerlerinde bırakıldı. İstanbul, İzmir, Edirne ve birçok batı Anadolu ve Trakya'daki Ermenilerin taşınmadığını, transfer edilmediğini görüyoruz. Buradaki propagandalara baktığımızda sanki bütün Ermeniler Osmanlı tarafından gönderilmiş, çok da kötü yerlere gönderilmiş gibi Fırat nehrinin oradaki yerler söyleniyor ama bu doğru değil."


 "Tehciri araştırırken duygu yüklü sözcüklerden kaçınmak lazım"


Ermenilerin çok büyük bir kısmının tehcir edilmediğini anımsatan McCarth, sözlerini şöyle tamamladı:


"Aslında tehcir edilenlerin çok az bir kısmı zor yerlere gönderildi. Çok büyük bir kısmı bugün İsrail ve Filistin olan yerlere gönderilmişti. Ermenilerin çok büyük bir kısmı Anadolu'nun başka bölgelerine gönderildi. Artık tehdit olmayacakları yerlere evlerinden çıkıp gönderildi. Evinde kalan Ermeniler belirli bölgelerde yaşıyordu çünkü o bölgelerdeki hükümetin kontrolü oldukça iyiydi ve tehlike arz etmiyorlardı. Ermenilerin tehcirini araştırırken duygu yüklü sözcüklerden kaçınmak lazım. Çünkü bu gerçeğe gölge düşürür. Nüfus bilimcilerde zorunlu göç adı verilen teknik bir terim kullanılıyor. Zannediyorum en iyi terim de bu. Zorunlu göç çok daha kapsayıcı bir terim. Çok da önemlidir bu. Yani hükümet tarafından gönderilen taşınan, gönderilen insanları da kapsar, hükümetin emri olmadan kendisi korkudan kaçanları da kapsar bu göç terimi. Bu bağlamda tarihi nüfus bilimcilerinin hesaplamalarına baktığımızda kaç kişinin kaçtığı ve kaç kişinin öldüğünün anlaşılması çok büyük önem arz etmektedir." 

(AA)
28 Mayıs 2015















"Savaş bittikten sonra geri dönenlerin mal varlıklarıyla ilgili Osmanlı hükümetinin verdiği kararlar var. Mülkleri geri veriliyor. Daha sonra Lozan'da Ermeniler diye açık olarak belirtilmemekle birlikte, Lozan Antlaşması'nda da dönmüş olanlara mallarının geri verilmesi kabul ediliyor. Yine bazı geri dönenler oluyor, mallarını, gerek taşınmazlarını geri alıyorlar. Daha sonra tabii, geri dönmeyenler açısından da bir zaman aşımı söz konusu, yani mülkiyet hakkı zaman aşımı ile ortadan kalkabilecek. O hakkı değerlendirmediğiniz, kullanmadığınız zaman zaman aşımı ile ortadan kalkar.

İşin ilginç tarafı, bu Amerika'daki Ermeniler açısından da önemli, 1923 yılında Amerikan hükümeti Türkiye'ye diyor ki : Benim Amerikan vatandaşı olan Türkiye'den göç ettirilmiş, veya işte Amerika'ya yerleşmiş olan , benim Ermeni kökenli vatandaşlarımın mallarıyla ilgili bize tazminat verin diyor. Türk hükmetiyle Amerikan hükümeti arasına uzun süreli müzakereler devam ediyor ve 1937 yılında Türkiye bu konuda , şimdi tam rakamı hatırlamıyorum ama 800 bin küsürat , yaklaşık 900 bin dolar Amerika'yaya veriyor , oradaki Ermeniler için.

Ve bu mesele orada bitiyor zaten. Yani Türkiye bu konudaki, Ermenilerin Türkiye'deki taşınmazları konusunda tazminatını vermiş. Bu hak tanınmış, kullananlar kullanmış, kullanmıyanlar açısından bir zaman aşımı oluşmuş, ve özellikle Türkiye ile Amerika arasında imzalanan 37 yılındaki anlaşma ile tazminat verilmiş.

Dolayısıyla artık uluslararası hukuk açısından, gelip oradaki malları, gayri menkulleri, taşınmazları tekrar alma şansları bulunmuyor."

Mehmet Perinçek
video


"The Republic of Turkey, which settled the issue of Ottoman debts in accordance with the Treaty of Lausanne, also paid US$899,840 (dollars of the 1930s) to the US government for distribution to its citizens on the basis of the Agreement of 24 December 1923 and Supplemental Agreements, concluded and implemented between the US and Turkey. The Supplemental Agreement of 25 October 1934 concluded by the two governments provided for the settlement of the outstanding claims of the nationals of each country against the other; Article II of the agreement is as follows:

The two Governments agree that, by the payment of the aforesaid sum [$1,300,000], the Government of the Republic of Turkey will be released from liability with respect to all of the above-mentioned claims formulated against it and further agree that every claim embraced by the Agreement of December 24, 1923, shall be considered and treated as finally settled.

The last US report in 1937 finally estimated that the principal and interest amounted to US$899,840.56 It is remarkable that not a single claimant with an Armenian name was considered by the American civil servants to have made a credible case of seizure and/or destruction of property." - link























AMERİKA, FÜZE, KÜRECİK VE KANSER





Amerika, kendi anavatanını özellikle Rusya ve Çin’den gelebilecek nükleer başlıklı kıtalararası balistik füze tehdidine karşı korumak için erken uyarı uyduları, karasal radar ağı ve bunları desteklemek için kara ve denizde konuşlu füzesavar sisteminden oluşan bir balistik füze savunması (Balistic Missile Defense-BMD) kurmuştur. 

İlk savunma kademesini Rusya’nın sınırlarına yakın yerleştirmek için Avrupa’ya bir Füze Kalkanı kurulması projesi geliştirip, bunu NATO kapsamında yaygınlaştırma başlamıştır.

NATO’nun 19-20 Kasım 2010 tarihlerinde Lizbon’da yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesinde kabul edilen Yeni Stratejik Konsept çalışmasında “NATO, ittifakın ana görevi olarak bölgesel füze savunmasını kabul etmelidir. Bu bağlamda, NATO, bir bölgesel füze savunma sisteminin komuta ve kontrol merkezi kurmak için kendi Aktif Kademeli Harekât Balistik Füze Savunma Sistemini genişletmeyi kabul etmelidir.” şeklinde bir karara varılmıştır.

Sözümona Iran’dan ABD ve Avrupa’ya atılacağı iddia edilen balistik füzelere karşı Avrupa Füze Kalkanı kapsamında Rusya’nın çevrelenmesi için Polonya ve Romanya’ya karada konuşlu füzesavarlar, Çek Cumhuriyeti’ne bir erken uyarı radarı (European Midcourse Radar-EMR) ve Türkiye’ye bir seyyar cephe radarı (forward-based x-band radar-FXB) ve Baltık Denizi, Akdeniz ve mümkün olursa Karadeniz’e Aegis füzesavar deniz gücü yerleştirilmesi öngörülmektedir.

Obama yönetimi bu planı daha ayrıntılı hale getirerek, Avrupa Kademeli Uyum Yaklaşımı (European Phased Adaptive Approach-EPAA) programını AB ve NATO ülkelerine dikte etti.

Bu yazımızda, yukarıda açıklanan süreç irdelenmekte ve ABD liderliğindeki batı emperyalist bloğunun ana hedefinin Rusya’yı kuşatmak, Büyük Ortadoğu Projesi-BOP kapsamında ilan edilecek kuzey Irak Kürt devleti ile Türkiye’nin güneydoğusunu birleştirip, Suriye işgal edilerek Akdeniz ile Hazar Denizi arasında bir enerji koridorunun açılması ve bu nedenle Türkiye’nin komşularıyla düşman haline getirilip, yerli işbirlikçilerinin çabalarıyla parçalanması, Avrupa Füze Kalkanı projesinin yan hedef olarak belirlendiği açıklanmaya çalışılacaktır.


2007 Şubat Münih Güvenlik Zirvesi

Münih’te 10 Şubat 2007’de yapılan 43. Güvenlik Zirvesi toplantısında Rusya Devlet Başkanı V. Putin, “Bush'un Orta Avrupa ve özellikle Polonya'da kurmayı planladığı füze kalkanı projesine dair kriz konusunda da taviz vermeyeceğini belirterek, füze kalkanı kurma nedenlerinin ikna edici olmadığını, NATO'nun Doğu'ya genişlemesinin de "tehdit" olarak algılandığını belirtti.” Ayrıca, aynı toplantıda Rusya Savunma Bakanı Sergey Ivanov, “Balistik her füze izlenip ilk fırlatılma anında vurulabilir. ABD neden sistemlerini Irak, Afganistan ya da Türkiye'ye kurmuyor” demiştir.


2007 Haziran G-8 Zirvesi

Almanya’da 7 Haziran 2007 tarihinde toplanan 33. G-8 zirvesinde George W. Bush ve Vladimir Putin arasında yapılan doğrudan görüşmelerde Rusya devlet başkanı Amerikalılara, Asya’dan ve özellikle İran yönünden atılacak füzelerin kontrolü için Rus radarlarının ortak kullanımını teklif etti ve böylece doğu Avrupa’ya kurulacak Amerikan anti-balistik füze savunma sistemine gerek kalmayacağını belirtti.

ABD’nin Çek Cumhuriyetine yerleştirmeyi düşündüğü radarın İran’dan ABD’ye doğru atılacak olan balistik füzeleri izleyeceğini konusundaki ısrarı üzerine Putin, radarın döner antenli olması nedeniyle ana amacının Rusya’nın batı bölgesini izleyeceğini belirtmiş, eğer Amerika İran konusunda samimiyse, Rusya’nın Azerbaycan’daki Gabala ve Kuzey Kafkasya’daki Armavir radarlarını ortak işletmeyi teklif etmiştir.


Avrupa Füze Kalkanı ve Kürecik Radarı
Halûk DURAL
devamı





ABD'NİN TÜRK-KÜRT SAVAŞI ARZUSU
ABD-NATO FÜZE KALKANI VE ARKA PLANI


AMERİKAN'IN PLANI - TÜRKİYE'DE İÇ SAVAŞ OLDUĞUNDA TÜRKİYE'Yİ DEĞİL, BÖLGEYE YERLEŞEN AMERİKALILARI  KORUMAK.... VİDEO




Füze Kalkanı nedir?
ABD Başkanı Reagan zamanında başlatılan YILDIZ SAVAŞLARI projesi, esas itibariyle düşman füzelerini uzayda lazer toplarıyla vurmak için geliştirilen bir proje olup, zaman içinde proje maliyetinin çok yükselmesi ve gerekli teknolojik ilerlemenin sağlanamaması nedeniyle rafa kaldırılmıştır.

Bunun yerini, ABD'nin balistik füze saldırılarına karşı korunması için, geliştirilmeye başlanan FÜZE KALKANI projesi almıştır. Füze kalkanının esası, bir balistik düşman füzenin, füzesavar bir füzeyle vurulmasıdır.


Balistik Füzeler
Balistik füze, menzile bağlı olmaksızın, atıldığı yerden hedefine varana kadar bir parabolik rota üzerinde hareket eder. Bu rota başlıca dört bölümden oluşur:

i)- itme evresi (boost phase), motorların yakıt bitene kadar çalıştığı kısım,

ii)- yükselme evresi (ascent phase), yakıtın bitmesinden sonra atmosferden çıkıp, füzenin ağırlığı ile yerçekiminin dengelendiği ve artık yükselmenin durduğu zirveye (apogee) varış, 

iii)- düşme evresi, füzenin yerçekimi etkisiyle hızlanarak alçalması (descent phase) ve son olarak

iv)- son evre (terminal phase), füzenin yeniden atmosfere girip hedefe ulaşması.


Ana yakıtı yükselme evresinde bitmiş olan füzenin düşme ve son evrelerde sadece hassas hedef ayarlaması yapan küçük motorları bulunabilir ve füze bu nedenle büyük rota değişiklikleri yapamayacağı için bu iki evrede; atmosfer dışındayken yüksek irtifa füzesavar füzeleri veya atmosfer içindeyken orta irtifa füzesavarlar tarafından vurulur.


Balistik füzelerin 1000-9000 km olan menzilleri ile kıyaslandığında füzesavarların menzilleri 45-400 km gibi küçük kaldığından, füzesavar füze bataryaları, hedef ülke topraklarında kurulur.


ABD füzesavar sisteminin çalışma esası

Bir kıtalararası balistik füze (ICBM inter-continental balistic missile) ateşlendiği zaman uydular tarafından algılanır ve kontrol merkezine bildirilir. Füze, geliştirilmiş erken uyarı radarları (upgraded early warning radars) tarafından izlemeye alınırken, ayrıca radar dalgalarının X bandında (dalga boyu3 cm) çalışan X-bandı radarı ile hassas rota tayini yapılır. Rotası kesinleşen füze atmosfere girince, denizde veya karada konuşlandırılmış füzesavar füzesi ateşlenir. 


Balistik füzenin yolunu kesen füzesavar onunla çarpışarak veya yakınında infilâk ederek, düşman füzesini imha eder.


ABD füzesavar sistemi kademeleri
ABD tarafından geliştirilen füzesavar sistemlerinde; 


300-1000 km kısa menzilli balistik füzelere (SRBM) karşı, hedef ülke topraklarına yerleşen Patriot PAC-3'ler (Patriot Advanced Capability), 1000-3000 km orta menzilli füzelere (MRBM) karşı yine hedef ülke topraklarına yerleştirilen THAAD (Terminal High Altitude Defense) füzeleri, 3000-5500 km ara menzilli füzelere karşı denizde gemi veya platformlarda konuşlu Aegis (Aegis Missile Defense Ships and Aegis Ashore platforms) füzeleri ve 5500 km'den daha uzun menzilli kıtalararası füzelere karşı ise merkezi ölçüm ofisi (Central Measurement Office CMO) için yüksek irtifada Aegis füzesavarları için veri toplanır. 



Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanı

ABD-NATO Projesi

Türkiye'ye 2 adet AN/TPY-2 Forward-Based X-Band radarı (Army Navy/Transportable Radar Surveillance) yerleştirilecektir. Bu radarların menzili 4300 km'dir. Balistik füzelerin yörünge tayinini hassas şekilde yapan bu radarlar, ABD ordusunun Yüksek İrtifa Hava Savunma füze sistemi THAAD (Terminal High Altitude Defense) ve Patriot PAC-3 (Patriot Advanced Capability) ve ABD Aegis füze savunma gemi ve kıyı platformlarına (U.S. Aegis Missile Defense Ships and Aegis Ashore platforms) bağlanacaktır. 


Sistemin komuta ve kontrolü sadece ABD'ye aittir.  Türkiye'ye yerleştirilmek istenen Patriot ve THAAD füze bataryalarının dışında ABD, Akdeniz ve Karadeniz'de Aegis sistemiyle donanmış füze kruvazörlerini dolaştırmak istemektedir. Nitekim, şimdiden İsrail'e AN/TPY-2 radarları yerleştirilmiştir.


Füzelerin özellikleri

Patriot Füzeleri ABD Patriot PAC-3 (Patriot Advanced Capability) Füzeleri, menzil 15-45 km, hız 5 Mach, uçak ve füzelere karşı kullanılır.


THAAD Füzeleri
ABD THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) füzesi, menzil 200 km, uçuş tavanı 150 km, Hız 2,8 km/s olup, orta menzilli balistik füzelere karşı kullanılır.


AEGIS Füzeleri
Aegis gemilerinde veya platformlarında kullanılan SM-3 (RIM-161) füzesavar füzeleri; uçak, gemi, balistik ve seyir füzelerine ve alçak yörünge (250 km) uydularına karşı kullanılmaktadır.

Bu "Füze Kalkanı" konusu 2006 yılından beri ABD'nin isteğiyle bir yanıp, Rusya'nın direnciyle bir sönen projeyle, Bush yönetimince Polonya ve Çek Cumhuriyeti'nde kurulacaktı. Ancak, Rusya buna direnmiş, bu maksatla Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA)'dan bile çekilmiş, hatta yıllardır unutulan Kuzey Denizi'nde uzun menzilli keşif uçaklarını kullanmaya başlamış, NATO'yu tedirgin etmişti. 


Türkiye, kendi millî ihtiyaçlarına göre bir yüksek irtifa hava savunma sistemi kurmak çabasındayken, 2008 Bükreş zirvesinde kararlaştırılan Füze Kalkanı kurulması konusu, 14 Ekim 2010 tarihinde Brüksel'de gerçekleşen NATO Dışişleri ve Savunma Bankaları Toplantısında, Avrupa'yı bir nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeye karşı koruyabilecek "Füze Kalkanı" inşası yeniden gündeme geldi.


ABD-NATO tarafından Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanının "İran'a karşı" olduğu yüksek sesle dillendirilmesine rağmen, NATO dokümanlarında ne İran, ne Suriye, hatta ne de Rusya "tehdit" olarak yer almaktadır. 


Basına yansıdığı kadarıyla, 27.Ekim.2010 günü toplanan MGK'nda kabul edilen yeni Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'nde (MGSB) Rusya, İran, Irak ve Yunanistan Türkiye için dış tehdit kapsamından çıkarılmıştır.


Türkiye - İran sınırı 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasından beri hiç değişmemiş olan yegâne sınırdır. Diğer bir deyişle bugün İran'dan Türkiye sınırına bir tehdit yoktur. 


Ayrıca İran, PKK'nın kolu olan PEJAK'ı vurmakta, TSK ile koordineli ortak harekât yapmaktadır. Geçmişte İran'ın Türkiye'ye rejim ihraç etmek istediği iddia edilmişse de bugün buna gerek yoktur, zira Türkiye zaten "lâiklik karşıtı eylemleri odağı" olmaktan hüküm giymiş bir parti tarafından yönetilmektedir. Yani İran, Türkiye için başka ülkelerle kıyaslandığında dış tehdit sıralamasının en altında yer alabilecek durumdadır.


İran'ın kendi geliştirdiği Şahap-3 (Göktaşı-3) balistik füzelerinin menzili 2000 km, hızı 4900-5100 km/s cıvarında olup, bazı Balkan ve doğu Avrupa ülkeleri menzil içinde kalmaktadır.


Buna karşın, İran ile hiçbir Avrupa ülkesi arasında, İngiltere hariç, bir husumet yoktur. Özellikle Almanya ve Fransa'nın İran'da önemli yatırımları vardır.  Bu durumda İran nükleer silah üretse bile, Avrupa ülkeleri için de dış tehdit olmaktan uzaktır. 


Çünkü İran'ın tehdit algılamasında en başta iki ülke bulunmaktadır; ABD ve İsrail.  İranlı strateji uzmanı Mohsen Rezaee'nin 18.Haziran.2010 tarihli "Gelecek Onyılda İran'ın Ulusal Güvenlik Stratejisi" isimli makalesinde belirttiği üzere:  İran'ın sahip olduğu ulusal üstünlüklerin yanısıra şu kırılganlıkları vardır:


- Suudi Arabistan, Türkiye ve Pakistan ile yaşanan rekabet,
- İran'ın millî sınırları içine sıkıştırılması veya Tahran'ın Amerikan emirlerini ve hegemonyasını kabule zorlanmasıdır. 


İran'a yönelik bu tehdit daha net ifade edilirse;

1- Sömürgeleştirme : ABD'nin bu tavrı bölgesel güvensizliğin ana kaynağı olup Irak, Afganistan işgali ve Lübnan'a saldırılar ile Irak'tan İran'a yönelik saldırılar, Taliban'ın beslenmesi ve İran'daki Halkın Mücahitleri Örgütüne destek, 

2- Siyonizm : İsrail'in siyonizm tehdidi Filistin'den Suriye, Lübnan ve Mısır'a doğrudan ve diğer bölge ülkelerine dolaylı yoldan güvensizlik taşımaktadır.


Gerçekten de bugün İran, Gürcistan'dan Afganistan'a kadar uzanan bir dizi Amerikan askerî üssüyle kuşatılmış durumdadır. Amerikan ambargoları İran'ı ekonomik açıdan zorlamaktadır. 


Ayrıca İran'a karşı çeşitli askerî müdahale planları havalarda uçuşmaktadır. İtalyan strateji uzmanlarının senaryolarına göre;  İsrail'den İran'ın nükleer tesislerine karşı yapılacak hava saldırıları değişik seçenekleri içermektedir: Birincisi, İncirlik üssünde ikmal yaptıktan sonra Türk hava sahasından, ikincisi Ürdün Irak hava sahasından ve üçüncüsü ise Suudi Arabistan hava sahasını kullanmayı öngörmektedir. 


Ayrıca İran hedeflerine karşı İsrail balistik füze saldırısı öngörülmektedir. İsrail'in bu amaçla kullanabileceği Jericho sınıfı kendi yapımı balistik füzeleri bulunmaktadır.


Özellikle Jericho-3 balistik füzesi 7900 km menzili ile Avrupa'nın tamamını hedef alabildiği gibi, nükleer, biyolojik ve kimyasal başlıklar taşıyabilmektedir.  İsrail'in 1960'lı yıllardan beri ABD yardımıyla nükleer silah ürettiği ve halen elinde, çeşitli güçlerde ve tiplerde atom bombaları (1999'da 60-80) olduğu kesin olarak bilinmektedir.


Türkiye ve Avrupa'nın tamamı, İsrail'in balistik füze menzili içinde ve nükleer tehdidi içindedir. 

İran ile kıyaslandığında ise;
İsrail PKK'ya silah, eğitim, ikmal ve her türlü desteği vermektedir. İsrail, Mavi Marmara gemisine saldırıp 8 Türk, 1 Türk kökenli ABD vatandaşını öldürmüştür. Aynı İsrail Mavi Marmara olayından sonra Yunanistan ile (16 17).08.2010'da Netanyahu'nun ziyareti sırasında Türkiye aleyhine stratejik ve askerî işbirliği anlaşması yapmış olup, Akdeniz ve Ege'de ortak askerî tatbikatlar yapmaktadırlar.


Bu durumda, eğer bir devletin nükleer silahlara ve uzun menzilli balistik füzelere sahip olması, menzil içindeki ülkeler açısından bir TEHDİT ise en başta Türkiye ve pek çok Avrupa ülkesi İsrail'i dış tehdit olarak algılamalıdır. İran nükleer silah üretse bile, balistik füzelerinin menzili Avrupa'nın sadece yakın ülkelerini kapsayacak kadardır.


O zaman ortaya iki olasılık çıkmaktadır:

(i)- Ya bu sistem halâ Rusya'ya karşı, ya da çift maksatlı (yani hem Rusya'ya, hem de olası bir İran saldırısına karşı) düşünülmektedir,

(ii)- veya, büyük bir ihtimalle İsrail'i olası İran nükleer başlıklı füzelerinden korumak içindir….


Ancak, son Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'ne göre İran dış tehdit kapsamından çıkartıldığına göre ABD-NATO tarafından Türkiye'ye yerleştirilmek istenen füze kalkanındaki THAAD ve Patriot PAC-3 füzelerinin İran'dan Türkiye'ye atılacağı iddia edilen balistik füzelere karşı olamaz. 


Eğer bu füze kalkanı İran'dan İsrail'e atılacak balistik füzelere karşı düşünülüyorsa, THAAD'ın 200 ve Patriot PAC-3'ün 45 kilometrelik menzilleri, İran'dan Avrupa'ya veya İsrail'e atılacağı varsayılan 2000 km menzilli Şahap-3 füzelerine karşı etkin olamayacak kadar kısadır. Zaten bu füzeler, saldırgan balistik füzelerin tekrar atmosfere girdiği "alçalma evresinde" füzenin hedefe yaklaştığı sırada etkindir. Bu nedenle, THAAD ve Patriot PAC-3 füze kalkanları özellikle İsrail gibi hedef ülkelere kurulmalıdır.


ABD-NATO Füze Kalkanının Asıl Hedefi
Türkiye kurmayı düşündüğü 8 adet kendi millî yüksek irtifa füze kalkanı bataryalarının 2 tanesini Ankara ve İstanbul'a diğerlerini ise tehdidin değişmesine bağlı olarak seyyar konuşlandıracaktır.


Halbuki, ABD-NATO bataryalarının nerelere yerleştirileceği henüz açıklanmamış olmakla beraber, İran tehdidi bahanesiyle sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerine konuşlandırılacağı yönünde bilgiler dolaşmaktadır.  Yani, Yunanistan-Ermenistan ve yine Yunanistan-İsrail arasında stratejik ve askerî işbirliği anlaşmaları imzalanmışken, Yunanistan'ın Türkiye sınırına AB sınır birlikleri yerleştirilirken, Yunanistan karasularını 12 mile çıkarmaktan vazgeçmemişken, kimse ABD-NATO füze kalkanının tehdit algılanan bu sınırlara yerleştirilmesin bahsetmemektedir.


Bu füze kalkanının Türkiye'ye yerleştirilmesi;

(i)- Türkiye ve İran arasında husumete yolaçacaktır.

(ii)- Güneydoğu ve Doğu bölgelerimize NATO şemsiyesi altında ABD askerlerinin yerleşmesini sağlayacaktır.

(iii)- Komuta ve kontrolü tamamen ABD elinde olacağı için, kime karşı, ne zaman kullanılacağı Türkiye'nin bilgi ve yetkisi dışında olduğundan Türkiye için büyük bir tehdit oluşturacaktır. 


Bu durumda İran'dan gelmeyen bir tehdide teknik olarak karşı koyma imkânı olmayan ama ısrarla 

Güneydoğu Anadolu bölgemize yerleştirilmek istenen ABD-NATO füze kalkanı, bu durumda kime karşı kullanılacaktır?


Bu soruyu cevaplamadan önce Haziran 2011 seçimleri sonrasına kadarki dönemde gerçekleşebilecek muhtemel gelişmeleri hatırlayalım:


Yeni MGSB'ne göre Rusya, İran, Irak ve Yunanistan dış tehdit kapsamından çıkarıldığına göre, TSK'nin yeniden yapılandırılmasıyla mevcudu 300.000'e indirilecek, sınır birlikleriyle ilgili yasa çıkartılıp, İçişleri Bakanlığı'na bağlı olarak kurulacak "Sınır Birlikleri", TSK'nin öncelikle Irak sınırından geri çekilmesiyle boşaltılacak Irak sınırına yerleştirilecek, Jandarma teşkilatı, TSK'den kopartılıp, İçişleri Bakanlığına bağlanacak, görev alanı ve yetkileri budanacak,


Eğer AKP, Anayasanın ilk üç maddesini değiştirip, Türkiye'yi federal yapıya geçirirse, anayasaya PKK'nın isteği doğrultusunda "Kürt Halkı" ibaresi sokulacak.


Özal'ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991 yılında 3723 sayılı ve 12.04.1991 tarihli yasa ile TBMM tarafından onaylanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı anayasal güvenceye bağlanacak ve ayrılıkçı Kürt hareketinin isteği doğrultusunda (ABD+AKP+BDP+PKK+Barzani) işbirliğiyle, 15 Kasım 2010 tarihinde Paris'te Talabani ile görüşen CHP ,Talabani'nin isteği doğrultusunda hareket ederse AKP'nin Kürt açılımına CHP'nin vereceği destekle, Güneydoğu ve Doğu bölgesine "Özerklik" verilecek, Irak'taki ve yurtiçindeki PKK militanlarına af getirilerek, yurda girişleri ve BDP'li belediyelerde istihdam edilerek, özerk bölgenin milis kuvveti oluşturulacak.


Ayrılıkçı Kürt Hareketi BM'e başvurup, İkiz Sözleşmeler'in birinci maddesine göre, Türkiye'den ayrılıp, Kuzey Irak'taki Barzani ile birleşmek üzere "Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı" için plebisit isteyecekler.


ABD'nin Irak'tan çekeceği 50.000 kişilik muharip birlikleri ağır silahlarıyla birlikte İskenderun ve Mersin limanlarından gitmek üzere Zaho'dan Türkiye'ye girmeye başlayacaklar, 18 ay sürecek çekilme sırasında Güneydoğu Anadolu bölgemizde karakollar kuracaklar, yani bölgeyi fiilen işgâl ederek, ayrılıkçı hareketlere askerî koruma sağlayacaklar.


Ülkemizin işgali ve bölünmesine karşı, Türk halkı ve Ordusu, vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak üzere harekete geçecekler, Bölgede, bugüne kadar provaları yapılmış olan "Kalkışma" başlatılacak ve buna ABD destekli Barzani fiilen katılacaktır.


Türk Ordusu Barzani'ye ve ayrılıkçı harekete ve onlara koruma sağlamak için çekilme bahanesiyle bölgeye yerleşen Amerikan kuvvetlerine müdahale ettiğinde, Acaba, Türk Hava Kuvvetleri karşısında, İran'a karşı yerleştirildiği iddia edilen ABD-NATO füze kalkanının THAAD ve Patriot füzelerini mi bulacaktır?


ABD-NATO füze kalkanı konusunda, bütün Türk Halkı, başta CHP olmak üzere tüm yurtsever partiler bu melaneti doğru görmeli ve bu projeye engel olmak için tüm güçlerini birleştirip seferber etmelidir.


HALUK DURAL 
Ulusal Strateji Merkezi - USMER İstanbul Başkanı
20.Kasım.2010







"AKP’den (Türkiye’deki Kürecik radarından) İsrail’e istihbarat verilmektedir, ancak bunun Filistin’deki kara hedeflerinin bombalanması ve Hizbullah'ın İsrail'e attığı küçük, kısa menzilli füzelerle bir alâkası yoktur."

Millî Merkez Genel Sekreteri
Halûk DURAL - 21 Temmuz 2014
Detaylı







Bölge, Malatya ile Maraş sınırında, her biri Anadolu’nun çağlar boyu uygarlık merkezlerinden Akçadağ, Darende, Doğanşehir ve Elbistan ilçelerine komşu. 







FÜZELERİN OLDUĞU YERLERDE KANSER VAKALARI ARTIYOR!..



Kürecikte kurulan ‘Füze Kalkanı’ radarının insan ve çevre sağlığına olası olumsuz etkileri üzerine bir araştırma-derleme


- Radar ve özellikleri
- Işınlar, Radyasyon, Radyoaktif Radyasyon
- TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu), kısaca görevleri
- Radar ışınlarının olası zararları
- Isıya / Sıcaklığa bağlı olarak olası zararları
- Kanser oluşumuna etkileri
- Sinir sisteni ve buna bağlı olarak organların fonksiyon bozukluklarıne etkileri
- DNA lara etkileri ve buna bağlı özürlü çocuk doğumlarına etkileri
- Doğaya ve çevreye etkileri (Mikroorganizmalara etkileri)
- EMD lardan korunma


devamı







füzeler, nükleer, kanser







70 years ago, people who had red hair, and people who were brunettes, and people who had dark features were told by a man with black hair that the 'IDEAL' person would have blonde hair and blue eyes... 

He told them that this MASTER-RACE was superior in every way - and that anyone who opposed this idea should be tortured and killed... He burned down his own parliament building and blamed it on 'terrorists' who disagreed with his MASTER-RACE idea. 

He also murdered some of his most loyal followers and blamed it on terrorists, so that the people would allow him the money to spend on building Concentration Camps. 

That happened less than 70 years ago.  Back then, the enemy was the 'Jew'.  Right now, the enemy is the 'Muslim'.  In a few years from now, the enemy could be YOU. It's time for a Global Revolution !!!


Christopher Everard










Remember Nurse Nayirah? 
Was anybody ever held accountable for lying the US into First Gulf War?

In August 1990 there was conflict between Iraq and Kuwait, mostly over oil fields as Saddam Hussein accused Kuwaitis of theft of these resources. On October 10th the whole world turned its eyes toward a fifteen-year old girl named Nayirah, who wept profusely as she talked about inhumane crimes committed by Iraqi soldiers. The young Kuwaiti was to witness the killing of more than 300 babies in a hospital. The dramatic speech touched the hearts of viewers and managed to drum up overwhelming support for the involvement of the United States in this conflict and the outbreak of the Gulf War.

When the battle dust settled, someone took a closer look at Nayirah. Quickly it became apparent that the sobbing girl in front of millions of viewers was the daughter of Sheikh Saud Nasser Al-Saud Al-Sabah – Kuwaiti Ambassador to the United States and a member of the royal family. The child was handed to PR whizzes – Hill & Knowlton company, where she passed a course in comprehensive acting training. It had to work out – the company bosses signed an $11.9 million contract with the Kuwaiti royal family. The task was simple — to persuade the U.S. military to take action against Iraq. Nayirah lied.



video:
Faked Kuwaiti girl testimony:



FAKE PEARL HARBOUR
FAKE IRAK
FAKE AFGHANISTAN
FAKE LIBIA
FAKE EGYPT
FAKE PALESTINE
FAKE IRAN
FAKE UKRAINE
FAKE SYRIA
FAKE 9/11
FAKE TERROR

THE GOAL IS TURKEY, ASIA AND HUMANITY...


ARE YOU STILL BELIEVING IN LIES?
THERE IS NO WAR AGAINST THE TERRORISM
THE TERRORISTS ARE THE GOVERNMENTS; USA, ISRAEL AND EU, WHO SUPPORTS TERRORISM!


TO THE AMERICAN SOLDIERS:
STOP FIGHTING!

TO THE AMERICAN CITIZENS:
STOP FUNDING!

THE REAL HEROES ARE THE PEOPLE WHO FIGHTS IN HIS OWN COUNTRY AGAINST THE ENEMY!
PATRIOTISM IS VALID ONLY AT HOME, AND NOT OUTSIDE!




VİDEO: 
Dr.Dahlia Wasfi speech:Life in Iraq Under U.S. Occupation
What You Didn't Know About The War:






No matter how paranoid or conspiracy minded you are, what the government is actually doing is worse than you imagine

The United States is not concerned with this thing called ‘democracy’, no matter how many times every American president uses the word each time he opens his mouth. As noted in the Introduction, since 1945 the US has attempted to overthrow more than fifty governments, most of which were democratically elected, and grossly interfered in democratic elections in at least thirty countries. 


When will the dropping of bombs on innocent civilians by the United States, and invading and occupying their country, without their country attacking or threatening the US, become completely discredited?

The United States is not actually against terrorism per se, only those terrorists who are not allies of the empire.
William Blum
Former US State Department employee





// NO JUSTICE NO PEACE



































Hedefteki Donanma!..






AB İlerleme Raporu’nda şikâyet edilenler tutuklandı


(s. 278-279) Balyoz Tertibi’nde tüm silahlı kuvvetler içinde başlangıçta iki muvazzaf amiralin tutuklanması son derece ciddi mesajlar içeriyordu. Her iki amiral de Deniz Kuvvetleri’nin kritik iki görevini yürütüyordu. Plan Prensipler Başkanlığı Deniz Kuvvetleri’nin özellikle Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlara odaklı stratejisinin oluşturulduğu başkanlık; Harekât Eğitim Daire Başkanlığı da bu stratejinin sahada uygulatıcısı, Cumhuriyet Donanması’nın aktif kullanımını yöneten başkanlıktı. Her ikisinin aynı anda tutuklanması tesadüfle izah edilemezdi. Bu kitabın yazarı Deniz Kuvvetleri’nin strateji ve politikasını son yedi yıldır yönlendirmiş, özellikle Karadeniz stratejileri ile öne çıkan bir amiral, Tuğamiral Cem Çakmak ise gerek Komodorluğu, gerekse Harekât Eğitim Daire Başkanlığı esnasında Cumhuriyet Donanması’nın denizdeki eğitim ve harekâtını yönlendiren çok önemli değerlerindendi. 2009 yılının Türkiye’nin AB İlerleme Raporu’nda şikâyete neden olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi namına Türkiye’nin müstakbel münhasır ekonomik bölge sınırları içinde petrol ve doğalgaz arayan araştırma gemilerinin sahamızdan çıkarılmasında önemli rol oynamıştı. Her iki amiral de ulusal çizgiden ve Atatürk’ten milim taviz vermeyen, başta Amerikalılar olmak üzere yabancı amirallerin çok yakından tanıdığı ve takip ettiği denizcilerdi.


Bir hamlede emperyal kurgu, Deniz Kuvvetleri’nin komuta yapısındaki en kritik iki görevdeki amiralini sahte dijital belgelerle tutuklatacak süreci başlatmıştı. İki gün sonra bu iki ismin yanına yeni amiraller ile aralarında Kardak’a çıkan SAT Tim Komutanı Albay Ali Türkşen’in de bulunduğu dört deniz subayı daha katıldı. Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Semih Çetin ile İskenderun Üs Komutanı Tuğamiral Turgay Erdağ da diğerlerine katıldılar. Dış destekli çetenin kurgusu, Donanma Kurmay Başkanı’nı da Hasdal’a göndererek Deniz Kuvvetleri’nin en etkili üç görev yerini böylece bir anda boşaltmış oldu. Tümamiral Semih Çetin’in bir önceki görevi Genelkurmay Başkanlığı’nda Yunanistan-Kıbrıs Daire Başkanlığı idi. Bu görevi esnasında Dışişleri Bakanlığı ile çok yakın çalışmış ve Türkiye’nin her iki alanda çıkarlarını sonuna kadar korumuştu. Diğer taraftan, Donanma Kurmay Başkanı, oramiral olan Donanma Komutanı’nın karargâhının tek amirali ve Donanma bağlısı Filo Komutanları ile işbirliği ve eşgüdümü sağlayan çok kritik bir görevin sahibiydi. Kurgucular, açıkça Deniz Kuvvetleri’nin komuta yapısını hedef almıştı. İskenderun Üs Komutanı Tuğamiral Turgay Erdağ’ın özelliği de kurmay değil, sınıftan amiral olan çok başarılı bir subay olmasıydı.


Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarına AB, ABD ve İsrail’in büyük ilgisi


(s. 336) Cumhuriyet Donanması için Doğu Akdeniz, Kıbrıs’ın jeopolitik önemi ve “MaviVatan”daki ekonomik çıkarlarımız perspektiflerinden bakıldığında 21. yüzyılda çevrelendiği tüm denizlerin önüne geçerek, öncelikli ağırlık merkezi olmaya adayMare Primus bir alandır.


2001-2002 Jane’s Fighting Ships dokümanının 23 Nisan 2001 tarihli önsözünde yanlış bir şekilde Türk Donanması’nın karargâhını Gölcük’ten İzmir’e taşıdığı yazılmıştı. Bilgi yanlıştı ancak devamındaki yorum çok doğruydu. Makalede bu gereksinimin 1999 Marmara Depremi’nden kaynaklandığı ancak Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve petrol kaynaklarının bulunmasından sonra Donanma’nın ilgi odağının artık Karadeniz’in kıyı sularından Doğu Akdeniz’e kaydığı yazılıydı. Türkiye’nin refahı ve güvenliği 21. yüzyılda hiç olmadığı kadar Doğu Akdeniz’e bağımlı olacaktır.


(s. 353- 354)Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve AB’nin Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama aceleciliğinin ardında yatan gerçek, tüketim artarken, petrol kaynaklarının azalmasıydı. Doğu Akdeniz hidrokarbon potansiyeli nedeniyle sadece sahildarların değil, tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölge. Nasıl ki, 1969 yılında Kuzey Denizi ve Alaska’da bulunan kaynaklar Norveç ve ABD’nin geleceğini etkilemişse bu denizde bulunacak kaynaklar sahildarların gelecek nesillerinin hayatını etkilemeye aday. Özellikle doğalgaz kaynaklarının yüksek potansiyeli herkesin iştahını kabartıyor.

Bugün tüm deniz devletleri deniz diplerinden temin edilecek enerji kaynaklarını gelecek nesiller için koruma refleksi içinde hareket ediyor. Ege ve Doğu Akdeniz’deki bilek güreşinin temelinde yatan gerçek budur.


Bu öylesine bir mücadeledir ki sadece bölgesel aktörlerin varlığını düşünmek çok yanıltıcı olur. ABD ve AB’nin bu mücadelede endüstriyel medeniyetin küresel aktörleri olarak yer almaları kaçınılmaz bir jeoekonomik ve jeopolitik bir gerçektir. Örneğin, Güney Kıbrıs’ın adanın güneydoğusunda ilan ettiği 12. parsel, İsrail ile mücavir bir alanda ve bu parsele en büyük ilgi ABD’ye ait Noble Energy firması tarafından gösteriliyor.


ABD’li Noble Energy ile ortaklaşa çalışan, İsrail’in Delek isimli petrol firması, Kıbrıs güneyindeki Leviathan bölgesinde, 16 trilyon metreküp doğalgaz olduğunu açıklarken, Noble Energy’ye göre Kıbrıs’ın güneyinde başka sahalarda da sekiz trilyon metreküp yeni rezervlerin olduğu açıklandı.


Söz konusu şirketin ABD’ye sunduğu bir raporda 12. parsele yönelik değerlendirmesi son derece dikkat çekici. Noble Energy, İsrail’in bölgedeki doğalgaz rezervini “şimdiye kadar şirketin en büyük keşfi” olarak tanımlamış. Noble Energy bir aile firması. Bu aile ABD’nin İsrail yanlısı düşünce kuruluşlarındanHeritage Vakfı’nın da kurucusu. Ailenin hayattaki en kıdemli üyesi Edward Noble, Başkan Ronald Reagan döneminde Sentetik Yakıtlar Kurumu başkanlığını yürütmüş kıdemli bir petrolcü. 2010 yılında Meksika Körfezi’nde BP’nin yaşadığı büyük çevre felaketinden sonra bu alanda daha sonra, denizde araştırma izni alan tek firma Noble Energy.


Kıbrıs’ın güneyinde bulunduğu tahmin edilen rezervlerin göz kamaştıran miktarı ve uluslararası şirketlerin politika ile iç içe geçmiş ilişkileri göz önüne alındığında, Doğu Akdeniz’de yaşanan stratejik rekabetin temelinde enerji mücadelesi ve hidrokarbon savaşı olduğu görülecektir. Çünkü uluslararası enerji şirketleri için petrolün zirve yaptığı ve endüstriyel medeniyetin enerji açlığı dönemine yaklaştığı bir süreçte, Akdeniz gibi sanayi altyapısı ve endüstriyel olanaklara erişimin kolay; doğalgaz veya petrol rezervlerinin yüksek olduğu bir alanda yatırım yapmak, dünyanın pek çok deniz alanına nazaran çok daha kolay ve rantabl bir girişimdir.


Buna engel olabilecek faktörlerin başında gelen Türk Deniz Kuvvetleri ise, 2009 yılından sonra başlayan davalar sayesinde amirallerinin yarısı sahte delillerle tutuklanarak zaten sorun olmaktan çıkarılmış bir durumda. O hâlde küresel sermayenin güçlü sahiplerini, Akdeniz’in diplerinde yatan ve milyonlarca yıldır yeni sahiplerini bekleyen hidrokarbon kaynaklarıyla buluşmaktan ne alıkoyabilir ki?




 Önsöz  - Amiral Cem GÜRDENİZ

2009 yılı baharından bugüne kadar, Türk Deniz Kuvvetleri’nin medyada yer almadığı hemen hemen tek bir hafta olmadı. Deniz Kuvvetleri, personeli ile birlikte Türklerin tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı ölçüde aşağılandı ve küçük düşürüldü. Türk halkı bir deniz devleti olan Türkiye’nin denizlerdeki yaşamsal çıkarlarının henüz farkına bile varamadan, sahip olduğu güçlü donanmasının emsali görülmemiş tertiplerle zayıflatılmasına; komuta yapısının neredeyse yok edilmesine seyirci kaldı. Aydınlarımız dahil bu saldırıların başladığı günlerde kimse çıkıp da bu saldırıların neden bir anda başladığını, Cumhuriyet Donanması’nın [1]  en seçkin amiral ve denizcilerine yalan ve iftiralara dayalı aşağılık senaryolarla hangi nedenlerle saldırıldığını sorgulamadı. Son dört senede devletin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de başta deniz diplerindeki enerji kaynaklarının gelecek nesiller için korunması olmak üzere deniz çıkarlarımızın bir bir kaybedildiğini, birkaç istisna dışında sorgulayan olmadı. Medyada denizcilerimiz isimli sahte davalarla darbeci, terörist, casus, kadın taciri ve her türlü aşağılayıcı tanımlamalar ile paramparça edilirken aslında parçalananın Anadolu’nun ve bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak nesillerin denizlerdeki geleceği olduğunu kimse göremedi. Deniz jeopolitiği ve deniz stratejisi alanında yetişmiş ve bu kurguyu görebilecek pek az sayıda insan da korku iklimi içinde susmayı tercih etti.


Bu kitapta Deniz Kuvvetleri’nin neden hedefte olduğunu, Cumhuriyet Donanması’nın kurulduğu günden bugüne kadar, geçirdiği aşamalar ve önemli olaylar çerçevesinde anlatmaya çalıştım. İşin özü, Türklerin denizden uzaklaştırılmasıdır. Zira denizlerin ve okyanusların tam kontrolü geçmişte olduğu gibi bugün de küresel egemenliğin vazgeçilmezidir.


Tarihin en önemli kilometre taşları deniz suyu ile yıkanmıştır.


Dünya tarihini denizler ve denizde yaşananlar şekillendirmiştir. Kolomb’un Amerika’yı; Vasco Da Gama’nın Hindistan’ı; Macellan’ın batı rotalarını keşfi; Salamis, Preveze, Trafalgar, Jutland, Çanakkale, Leyte Körfezi gibi deniz savaşlarının sonuçları tuzlu suyun dünya siyasi tarihi üzerinde bıraktığı en önemli izlerdir.


Mavi derinlikler dünya siyasetinin şekil almasında daima öncü olmuştur. Zira deniz ticaret, ticaret de zenginlik demektir. Denizleri kontrol edenin, ticareti kontrol edeceğini; denizden gelen istila güçlerinin iktidarları değiştirebileceğini insanoğlu tarım devriminden sonra öğrenmiştir. Denizler böylece devirler açmış, devirler kapatmıştır, Fatih, gemileri karadan yürüterek Haliç’te denize ulaşmış, bir çağı sonlandırarak Avrasya’da Türk hâkimiyetinin kapısını aralamıştır. Nusret’in Çanakkale Boğazı’nı geçilmez kılan, Karanlık Liman’a döşediği 26 mayın, Türk tarihinin geleceğini aydınlatmış, yarattığı sonuçlarla Sovyet devrimini tetiklemiştir. Mili mücadelede Karadeniz üzerinden Sovyetler Birliği’nden sağlanan lojistik destek, bir milletin geleceğinin şekillenmesindeki en önemli unsurlardan biri olmuştur. Atatürk kulağını neden İnebolu’ya yaslamıştı? “Ya İstiklâl ya Ölüm” açmazında, istiklâl yolunun denizden geldiği gerçeğini nasıl da görebilmişti!


Tarih denizler üzerinde şekil alır. Denizi jeopolitik perspektifte görebilen ve yaşayabilenler mutlak hâkimiyete ulaşırken, tarih diğerleri için hep hüzünlü sonları kurgular.


devamı





* * * 



HUDSON’DA DARBE İHBARI


2006 sonbaharında, Türkiye Anayasası’nın kökten değiştirilmesi girişimleriyle ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasıyla gerginlik iyice artmıştı. TSK Genelkurmay II. Başkanı Org. Ergin Saygun 11 Kasım 2006’da ABD’ye bir kez daha gitti; askeri görüşmelerini bitirdikten sonra 17 Kasım 2006’da Washington’a döndü ve resmi kimliği bulunmayan Hudson Institute’te sınırlı sayıda kişiyle görüşmeye başladı.


Hudson Institute Avrasya Programı yöneticileri toplantıyı, “Türk Genelkurmay II. Başkanı General Ergin Saygun ile Kayıtdışı Tartışma” diye duyurdu. Toplantıda kimlerin bulunduğu bildirilmedi, yalnızca “General Saygun bölgesel güvenlik sorunları ve Birleşik Devletler–Türkiye işbirliği olanakları üstüne görüşlerini bildirdi” denildi. Türk kamuoyu, Genelkurmayın ikinci komutanının yabancı özel kuruluşta Türkiye’nin kaderini etkileyebilecek bir konuda anlattıklarını öğrenemedi.


T.C. tarihinde, eğitim için gönderilenler dışında, 1999–2009 arasındaki kadar çok sayıda general ABD’ye resmi görevle gitmemiştir. Özellikle 1994’ten sonra ABD ile yepyeni ve sağlam ortaklıklar kurulmaya başlanınca TSK yöneticilerinin Washington gezileri de sıklaştı. Bu durum, “değişen dünya” ya da “küreselleşme dinamikleri” ya da “Türkiye’nin dış politikasında girişimciliğin yükselişi” gibi her anlama çekilebilecek yakıştırmalarla açıklanamazdı kuşkusuz. 


WINEP bölümünde de belirtildiği gibi ABD’de görüşmeler resmiyetin dışına taşıyor ve subaylar, hiçbir gerekçe belirtmeden derneklere, vakıflara konuk oluyor. Sanki her birinin görevi askeri işlerle sınırlı değilmişçesine birer etkili siyasal yönetici gibi davranıyorlar; askeri teknik konuların dışında ve özellikle ABD’nin Balkanlar, Kafkasya, Asya ve özellikle Ortadoğu tasarımlarında rol alma isteğini dışa vuruyorlar. 


Orgeneraller, tıpkı hükümet üyeleri gibi, kulis yapmak üzere Amerikalı senatörlerle buluşuyor; ‘düşünce topluluğu’ denilen özel niyetli derneklerin kapalı toplantılarında siyasal konulara girerek ülkeyi bağlayıcı konferanslar veriyorlar. Aynı orgeneraller Türkiye’de yurdun sorunlarını dert edinmiş kuruluşlara uğramazken, Amerika’da değerleri kendi tanımlarıyla sınırlı kuruluşlara uğramadan edemiyorlar. Uluslararası ilişkilerde devleti temsil etme ölçütü ve karşılıklılık kuralı geçersizdi artık. 


Darbe ihbarı

Org. Ergin Saygun, 19 Kasım 2006’da Türkiye’ye döndü; Hudson toplantısından söz etmedi. Ne ki toplantıyı düzenleyen Zeyno Baran, Newsweek’te “Üst düzey subaylardan edindiğim izlenime göre” diye başlayıp “Türkiye’de askeri darbe olasılığı” diye yazdı...


Ortağın Çocukları - Mustafa Yıldırım

















Selam olsun...


Delta, 
India, 
Romeo, 
Echo , 
November ,
Golf , 
Echo, 
Zulu , 
India




























TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI NASIL YOK EDİLDİ?








1) ASKERÎ TEHDİT
2) KÜLTÜR EMPERYALİZMİ
3) İŞBİRLİKÇİ BULMA
4) POLİTİKA DAYATMA
5) ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR
6) YARDIM


Askerî tehdit… kültürel yayılma… işbirlikçiler: Emperyalist ülkeler askerî tehdide başvuruyor. Hedef ülkenin insanlarını kültürel etki altına alıyor. Sızmayı ve amacını kolaylaştırmak için o ülkede işbirlikçiler buluyor. Politika dayatma… anlaşmalar ve yardım: İşbirlikçiler sayesinde kendi lehlerine olan politikaların uygulanmasını sağlıyorlar. Bütün bu yaptıklarını anlaşmalar ve bir takım yardımlarla destekliyorlar.


Hedef, ülkenin doğal kaynakları ve pazarları: Peki, neden giriyorlar bunca “zahmet”e? Ülkenin ekonomik kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmek için!  Buna giden yol da, o ülkede hükümet kararlarının kendi lehlerine, başka bir deyişle dış –ve onlarla ortak çalışan iç- odakların lehine alınması gerekiyor. Özetle, ülkenin bağımsız olmaktan çıkması gerekiyor. Meclise, hükümete ve yargıya kararları istedikleri şekilde aldırmaya başladıkları an,  ülkenin tam bağımsızlığı yara almaya başlıyor. Süreç devam ettikçe, ülkenin bağımsızlığı zayıflıyor, aşınıyor, sonunda tamamen yok oluyor.


İşte Türkiye’de Atatürk’ten sonra yaşanan, esas itibariyle budur.


Verilen ödünler her iktidar döneminde, her yıl birbirine eklene eklene sonunda bugünkü emir kulu, boynu eğik, bütün kaynakları iç ve dış düşmanların talanına açılmış, büyük güçlere tam anlamıyla bağımlı bir Türkiye yaratılmış oluyor.



Prof.Dr.Cihan Dura
detaylı:





* * *



Özetle 1923-1938 Türkiyesi’nde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa hepsi yıkıldı, ters yüz edildi:


• Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu.

• ABD ile başka antlaşmalar, ikili antlaşmalar yapıldı. Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, giderek yok edildi.

• Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve pazar haline getirilmeye başladı.

• Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimleri’nin birinci güvencesi olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı.

• Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı.

• Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. Dış borçlanma başlatıldı.

• Ulaştırmada demiryolları terk edildi, karayoluna ağırlık verildi.

• Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapıldı.

• İrtica yeniden harekete geçti.


Atatürk’ün yolu… 
Kurtuluşa, cennete, gönenç ve onura giden yol… 
Ne büyük hatâdır ki bir süre sonra sapılıyor, o yoldan. 
Sapılan yerde, ayak izleri… 
Sapanlar bütün sonraki kuşakları, bizleri de sürükleyip götürdü. 
O izler arasında, hem de en başlarda 
“İsmet İnönü’nün ayak izleri var.”


Biz böyle deyince 
Atatürkçülüğü “laiklik ve çağdaşlık” köşesine sıkıştıranlar öfkeleniyorlar.
“Sovyet tehdidi karşısında, başka ne yapabilirdi? Batıya sığınmaktan başka seçeneği yoktu” diyerek İsmet İnönü’yü mazur göstermeye kalkışıyorlar.


Oysa, bir seçenek daha vardı!

Atatürk, 
Nutuk’ta haykırıyor o seçeneğin ne olduğunu:
“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam istiklâle (bağımsızlığa) sahip olmakla gerçekleştirilebilir… Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir… Bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir!

Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm!”



Atatürk’ün bütün başarısı bu formülde gizlidir.
Tabii, İnönü’nün bütün başarısızlığı da!




Prof.Dr.Cihan DURA
Türkiye’de Amerikancılık Nasıl Başladı?
detaylı:









Sinan Meydan ve Atatürk İnönü Dönemi



Oktay Sinanoğlu İnönü Dönemi







________