Osmanlı Devleti’nde yabancıların taşınmaz mal mülkiyeti edinme hakkı 8 Haziran 1868 ( H.7 Safer 1284 ) tarihinde çıkarılan “Tebaa-yı Ecnebiyenin Emlaki Mutasarrıf Olmaları Hakkındaki Kanun” ile başlayıp, Cumhuriyet dönemine kadar sürmüştür. Yabancılar bu kanunun çıkarıldığı tarihten önce de gayr-i resmi olarak taşınmaz mal mülkiyeti ediniminde bulundukları anlaşılmaktadır. XX. yüzyılın başlarında Amasya’da Almanya uyruğundan olan vatandaşların Amasya’nın merkez kazası ile Varay kazasına bağlı Asibey, Tuzsuz ve Kutu köylerinde taşınmaz mal mülkiyeti edinmişlerdir.
Amasya’da Alman vatandaşları, Avrupalıların ve Almanların desteğiyle takip ettikleri ekonomik, siyasi ve dini politikalarıyla bölgeyi bir koloni şehri konumuna getirmeyi amaçlamışlar ama başarılı olamamışlardır. Bu dönemde açtıkları küçük sanayi işletmeleriyle ve kırsal kesimde kurdukları çiftlikte yaptıkları ziraat ve hayvancılıkla bölgenin ekonomisine katkı sağlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin yabancı gerçek kişilerin taşınmaz mal edinme hakkını düzenlemesi 8 Haziran 1868 ( 7 Safer 1248) tarihli Tebaa-yı Ecnebiyenin EmlakiMutasarrıf Olmaları Hakkındaki Kanun” ile olmuştur. Bu tarihe kadar yabancıların Osmanlı ülkesinde taşınmaz edinmedikleri ve edinim hakkı olmadıkları görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nden yabancı devletlerin, kapitülasyonlarla ekonomik ve adli alanda pek çok imtiyazlar sağlamış olmalarına rağmen uyruklarına taşınmaz edinim hakkı sağlayamamaları bunun önemsenmemiş olmasından değil tarihi bazı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenlerden birisi; İslam hukukuna göre aman alarak İslami bir yönetim olmayan ülkeden, İslam topraklarına gelen yabancıların geldikleri topraklardan taşınmaz ediniminin yasak olmasıdır.
Diğeri ise, yabancı devletlerin kendi vatandaşlarına başka ülkelerde mülk sahibi olmalarına müsaade etmemeleridir. Çünkü derebeylik sisteminin hüküm sürdüğü bu dönemde, yabancı topraklarda uzun süre kalan kişilerin tabiiyetlerini değiştirmiş sayıldıkları kabul ediliyordu. Dolayısıyla devletler vatandaşları üzerinde hâkimiyetlerinin son bulması demek olan böyle bir durumun ortaya çıkmasına meydan vermemek için vatandaşlarının yurt dışı seyahat ve ikametlerini sınırlandırmışlardır. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’ne gelmeleri sınırlanan yabancı devlet tebaalarının yerleşmeleri, hele taşınmaz edinimleri mensup olduğu devletçe yasaklanmıştır.
Osmanlı Devleti’nde yabancıların 1868 kanununun yayınlanmasından önce taşınmaz mal edinme hakkı tanınmamasına rağmen, bu kuralın yabancılar tarafından göz ardı edilerek sıklıkla değişik şekillerde ihlal edildiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki; yabancılar kimi zaman taşınmaz mal edinilmesi sırasında kendilerini Osmanlı vatandaşı gibi göstererek taşınmaz mal satın alabiliyorlardı.
Bu durum yabancılar için sakınca oluşturmadığı gibi kendi asıl tabiiyetlerini kaybetmelerine de sebep olmuyordu. Yine taşınmaz mal edinilmesinde kullanılan hileli yollardan bir diğeri, satın alınan taşınmazı yabancının isminin saklanarak mülkiyetin Osmanlı vatandaşı olan bir şahıs adına resmen tescil ettirilerek gösterilmesiydi.
1867 yılından önce yabancılarla evlenen Osmanlı vatandaşı kadınların vatandaşlıklarını kaybetmeleri söz konusu olmadığı için Osmanlı vatandaşı olan kadınla evlenen yabancıların taşınmaz mallarını Osmanlı uyruğunda kabul edilen eşlerinin adına tescil ettirebiliyorlardı . Bu yolda taşınmaz edinme yasağı ihlalinin sık rastlanan usullerinden biri idi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde yabancıların taşınmaz mal edinimleri önemli bir mesele olmamıştır. Yabancılar da kapitülasyonlar yoluyla böyle bir hakka sahip olmaya yönelmemişlerdir. 1868 (1284) kanunundan önce yabancılara taşınmaz edinim hakkı verilmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin zamanla milletlerarası ilişkilerinin artması mevcut şartların değişmesi ve gerekliliği sonrasında, yabancılara taşınmaz mal edinimleri konusunda ilk kez 1856 Islahat Fermanı ile bir vaatte bulunulduğu görülmektedir. Bu vaatle Osmanlı kanun ve nizamlarına tabii olmak, Osmanlı vatandaşlarının verdiği vergileri ödemek şartıyla Osmanlı hükümeti ile yabancılar arasında yapılacak düzenlemeler sonrasında yabancıların taşınmaz edinimine izin verilecekti . Fakat bu vaadin gerçekleşmemesi üzerine İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya 15 Şubat 1862 tarihinde verdikleri sözlü nota ile Osmanlı Devleti’nde bulunan yabancıların çeşitli yollarla sahip oldukları taşınmazların durumunu görüşmek için hükümeti müzakereye davet etmişlerdir. Bu notada belirtilen “yabancıların çeşitli yollarla sahip oldukları taşınmazların durumunun görüşülmesi” ifadesiyle yabancıların 1868 tarihli kanundan önce taşınmaz mal edindikleri gerçeği de kabul edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Dönemin Hariciye Nazırı Ali Paşa da 3 Ekim 1862 tarihli cevabi notasında Osmanlı Devleti’nin yabancılara arazi edinme hakkı tanımak istediğini ancak bunun bazı şartlar dâhilinde kabul edilebileceğini bildirmiştir. Nihayet uzun süren görüşmeler sonrasında 8 Haziran 1868 ( 7 Safer 1284 ) tarihinde “Tebaay-ı Ecnebiyenin Emlaki Mutasarrıf Olmaları Hakkındaki Kanun” ile yabancı gerçek kişilere taşınmaz mal edinme hakkı tanınmış oldu.
Bu kanun bir anlamda yabancıların zorlaması olduğu kadar bir anlamda da yabancılar tarafından edinilmiş taşınmaz mallardan doğan meselelere çözüm arayışının sonucu olduğu da söylenebilir . Osmanlı hükümeti yabancılara verdiği bu haktan yararlanmayı bazı şartlara bağlamıştır. Bu şartlardan en önemlisi yabancıları taşınmazlarına ait olan bütün hususlar da Osmanlı yargısından kurtulmak için kapitülasyonlar rejiminden hiçbir şekilde yararlanmaksızın, Osmanlı kanun ve nizamlarına tabi olunması idi.
Bunun dışında yabancılar Osmanlı vatandaşlarının verdiği vergileri ödemek, taşınmazlarla ilgili her türlü hukuki meselelerin Osmanlı mahkemelerinde görüşülmesi şartıyla bu hakkı elde etmiş olacaklardır. Yabancıların Osmanlı ülkesinden taşınmaz mal edinebilmeleri için 1868 kanununa eklenen ek protokolün, kabul eden devletlerce imzalanması şartı aranmıştır.
Bu haktan yararlanmak isteyen devletler ek protokolü sırayla imzalamışlardır. Çalışmamıza konu olan Amasya’daki yabancılardan taşınmaz mal mülkiyeti edinen Almanlar ise 7 Haziran 1869 tarihinde ek protokolü imzalayarak bu haktan istifade etmeye başlamışlardır . Osmanlı Devletinde tüzel kişilere ilk kez taşınmaz mal edinimi hakkı 3 Ağustos 1325 (1911) tarihli “Cemiyetler Kanunu” ile tanınmıştır. 16 Şubat 1328 (1913) tarihinde de “Eşhası Hükmeyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun”la yabancı tüzel kişilere de taşınmaz mal edinme imkânı verilmiştir.
Amasya Sancağında Almanların Taşınmaz Mal Mülkiyeti Edinimleri
Amasya Sancağı, Alman uyruğundaki vatandaşların taşınamaz mal mülkiyeti edindikleri XX. yüzyılın başlarında idari bakımdan Sivas vilayetine bağlı bir sancak konumda idi. Bu dönemde sancağın yönetiminde ise XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren genel idari uygulama çerçevesinde merkezden tayin edilen mutasarrıf paşalar bulunmuştur. Bu uygulama vilayet teşkilatlanmasına kadar da devam etmiştir.
XX. yüzyılda Amasya sancağına bağlı merkez kaza ile Varay kazasına tabii Asibey, Tuzsuz ve Kutu köylerinde Alman uyruğundan olan yabancıların taşınmaz mal edindikleri görülmektedir. Arşiv belgelerinden tespit ettiğimiz bu köy adlarının geçtiği belgeler aynı zamanda çalışmamızın temel kaynağını oluşturmaktadır.
Amasya sancağına, dolayısıyla taşınmaz mal mülkiyetlerinin edinildiği köylere Alman uyruğundan olan vatandaşların göçlerini kısaca değerlendirecek olursak; XIX. ve XX. yüzyıllarda Türkler ile Almanlar arasında karşılıklı olarak göç hareketlerinin yaşandığı görülmektedir. Önce XIX. yüzyılda Anadolu’da savaşlar sebebiyle yıllarca süren askerlik hizmeti, çocuk ölümleri, veba başta olmak üzere salgın hastalıklar ve kıtlık gibi sebeplerden Osmanlı Devleti’nin nüfusunun hissedilir derecede azalması sonrasında Türk ülkesinin göçmen iş güçüne ihtiyaç duyması ve Almanya’nın da iş güçü gönderebilecek konumunda olması Osmanlı Devleti’ne Alman göçünü başlatmıştır.
XX. yüzyıla gelindiğinde ise, yüzyılın ikinci yarısında başlayan büyük ekonomik krizden önce Alman sanayisinin iş gücü ihtiyacının karşılanabilmesi için bu defa Türkiye’den Almanya’ya büyük coşkuyla karşılanan iş gücü göçü olmuştur. Bu yüzyıllarda karşılıklı olarak gerçekleşen işçi göçü sırasında, Alman göçmenleri arasında hatırı sayılır bir bölümün zanaatkâr ve küçük tüccar olması dikkat çekmektedir.
Yine aynı şekilde Almanya’ya giden ilk Türk işçileri arasında meslek öğrenmiş olanların sayılarının çok olduğu bilinmektedir. Böylece Osmanlı Devleti üzerinde ki Almanya etkisinin XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp, XX. yüzyılın ilk yirmi yılına kadar sürdüğü söylenebilir.
Almanya’nın XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti ile yakından ilgilenmesinin sebeplerinden biriside, sanayileşemeyen ve zengin kaynaklara sahip geleneksel bir devlet yapısında olmasıdır. Dolayısıyla ekonomik çıkarlar arayan Almanya geciken bir atılımla Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu ekonomik zenginliklere yöneldi. Bu dönemde Osmanlı ülkesinde İngiltere, Fransa ve Rusya’ya belirgin bir düşmanlığın olması yanında, Osmanlı yönetici çevreleri kadar ülkedeki aydınlarında Almanya’yı iyiliksever bir dost olarak görmeleri iki devleti daha çok yakınlaştırmış oldu. Bu gelişmeler Almanya’yı Osmanlı Devleti’nin kaynaklarından barışçı yollarla faydalanmayı amaçlayan bir siyaset izlemeye yönlendirdi.
Osmanlı yönetimi de Almanya’nın topraklarında günden güne artan bir nüfuz edinmesine direnemedi. Almanlar Osmanlı ülkesine yapacakları kolonist amaçlı göçleri, Balkanlar ve Anadolu’daki nüfus yoğunluğu az olan bölgelere yerleşme şeklinde gerçekleştirmişlerdir.
İlk Alman kolonistler ise, Balkanlarda kuzey Dobruca’daki Akpunar köyüne yerleşmişlerdir. Almanların Türk topraklarına yerleşmelerinin sebepleri arasında, aşırı nüfus artışı, ekonomik sıkıntılar, vergiler, salgın hastalıklar, siyasal ve toplumsal huzursuzluk gibi görünürdeki sebepler yanında zahiri olan misyonerlik ve kolonileşme hareketlerini gerçekleştirme sebepleri de vardır. Dolayısıyla göçmenlere yerli Hıristiyanlarla birlikte olmaktan kesinlikle kaçınmaları istenmiştir. Bu evliliklerden doğacak çocukların hiçbir milletle özdeşleşemeyen kişilikte (tatlısu frengi -levanten) olabilecekleri bunun kolonileşme amacı için bir kayıp olacağı telkinlerinde bulunulmaktaydı.
Balkanlarda Alman yerleşim merkezleri çeşitli milletlerden insanların yaşadığı geçit bölgelerinde kısmen yakın zamana kadar tutunabilmişlerdir. Buna karşılık tek milletli bölgelerde yabancıların yoğun göçüne karşı yerli halkın olumsuz tutumları karşısında yerleşme planlarının gerçekleşmesi güçleşmiştir.
Almanlar, Balkanların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin kalbi konumunda olan Anadolu’da Türk nüfus yoğunluğunun azaldığı bölgelerde göçmenlerin yerleşeceği merkezleri tercih etmişlerdir. Anadolu’nun taşra nüfusunun gözle görülür derecede azalması yabancı göçmenler için cazibe merkezi olarak görülmüştür. Anadolu’nun XIX. yüzyılda içerisinde bulunduğu bu nüfus azlığı durumu seyyahlar tarafından da tespit edilmiştir. Bu seyyahlardan biriside Alman uyruğundan olan ve bir ara Osmanlı Devleti’nin hizmetinde bulunan A.D. Mordmann’dır. Aynı zamanda çalışmamızın mekanını oluşturan Amasya’ya da 1850-1860 tarihleri arasında üç kez gelerek önemli tespit ve gözlemlerde bulunmuştur.
Mordmann’ın Anadolu’daki Türk nüfusunun azalması hakkındaki şu tespiti dikkat çekicidir:”Eğer bir köyün nüfusunda hissedilir bir azalma başlamışsa kalan nüfusun durumu günden güne kötüler. Çünkü vergiler, askerlik hizmetine çağırmalar gibi talepler azalmaz, tersine köyde kalanlar eski nüfusun topluca üstesinden geldiği meselelerin hepsini üstlenmek zorunda kalır. Köy artık yükümlülüklerini yerine getiremeyecek kadar düşkünleşirse en yakın şehre göç eder.”demektedir.
Bundan dolayı seyyahlar sık sık terk edilmiş köylere rastladıklarını ifade etmektedirler. Bu gibi yerlerde yabancı göçmenler için yerleşim alanları olarak seçilmiştir.Osmanlı Devleti merkezindeki yetkili makamlar ülkenin sadece iş gücüne değil, Avrupa’nın nitelikli uzman gücüne de ihtiyaç duyduğunu düşünerek cazip tekliflerle Avrupalı uzmanları ülkeye davet etmişlerdir. Davete icabet ederek Osmanlı ülkesine gelen uzmanlar sadece başkente değil Bursa, Ankara ve Amasya gibi şehirlere gelerek kendi iş kolları ile ilgili alanlarda faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Almanya’nın Baden eyaletinde bulunan dokuma tüccarı ve sanayici Kral Meez, eyaletin Freiburg şehrindeki işletmesinin bir şubesini 1840’dan hemen sonra iyi cins ipek sağlamak amacıyla Amasya’da kurdurdu. Yönetimine İsviçreli Georg Kurg’u getirdi. Amasya’ya bu işletmenin açılması tesadüfi olmamıştır. Çünkü buradaki ipeğin kalitesi ve bolluğu üretimindeki artışı Avrupa’nın dikkatini çekmesindendir.
Anadolu’da Amasya’nın ipeği, Bursa ve Edirne ipeğinden sonra üretilen en iyi üründü. Eğer üreticiler ipeğin hazırlanmasında daha fazla özen gösterirlerse, Amasya Avrupa ipek ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayabilecek durumda idi. Kalite bakımından Bursa ipeği ile arasında pek az fark vardı. Ayrıca İngiltere pazarında yer alabilecek talep görebilecek kadar kaliteliydi. XIX. yüzyılda Amasya’ya gelen Mordmann başta olmak üzere bütün seyyahların bu tespitlerde hemfikir oldukları anlaşılmaktadır.
Açılan işletme zamanla o kadar hızlı gelişti ki ipek iplikhanesi ve çeşitli yapılar için arsalar alınarak yeni yeni yapılar yapıldı. Böylece yabancıların taşınmaz mal edinimi kanunu çıkmadan önce resmi olmayan yollarla taşınmaz sahibi oldukları görülmektedir. Aynı zamanda işletme için gerekli olan uzman Alman personel sayısı artmasıyla, Amasya giderek bir koloni şehri şekline dönüştü.
Amasya’daki ipek ipliği işletmesinin sahibi olan Kral Meez 1851 ve 1857 yıllarında şehre gelerek oluşturulan koloninin yerli halkın saygısını kazanması amacıyla denetimde bulundu. Kolonide ki kültürel ve dini ihtiyaçların karşılanması için Protestan bir papaz ile Hıristiyan bir öğretmeni şehre gönderdi.
Böylece Amasya ve çevresinde ticaretin yanında, Hıristiyanlık kolonisi anlamına geldiği ifade edilen Evangelist Protestan Hıristiyanlık propagandası yapmaya başlandı. Bölgede bu gibi faaliyetlerin yürütülmesinde Amerikan Protestan misyoner teşkilatına bağlı çalışan ve Mayıs 1854 tarihinde Amasya’ya gelip buradan yedi yıl görev yapacağı Tokat’a geçen misyoner Van Lennep’in büyük katkı sağladığı belirtilmektedir.
Kral Meez’in büyük umut ve harcamalarla başlattığı bu faaliyetler beklediği gibi başarıya ulaşamadı. Amasya’da Kral Meez’in açtığı ipek ticarethanesinin yöneticisi olan George Krug 25 yıllık çalışma süresince Amasya’da Avrupalıları temsil etmiş. Anadolu’ya gelen batılı seyyahların, iş adamlarının ve diplomatik temsilcilerin ilk uğradıkları ve misafir oldukları yer Krug’un evi olmuştur. Hem sanayi ve ticaretle uğraşması, hem misyoner faaliyetlerde bulunması, hem de bölgenin kolonileşmesinde gösterdiği çalışmaları bakımından bu dönemin önemli bir siması olarak karşımıza çıkmaktadır.
George Krug’un, Yeşilırmak’ın kenarında sulanabilen ve ekilebilen geniş bağ, bahçe ve tarla gibi taşınmaz sahibi olduğu görülmektedir. Ayrıca işçiliğin Avrupa’dan daha ucuz, su gücü ve enerji kaynaklarının daha düşük bir fiyatta olmasından da faydalanmıştır. Suyla çalışan birkaç un değirmenini buharla çalışan ipek ipliğinin çözülmesini sağlayan atölyelere dönüştürerek kolonideki sanayi faaliyetlerinin de öncüsü olmuştur. Bölgede uzak ve yakın çevredeki Protestanların hamisi olarak onların dertleriyle ilgilendiği gibi evinde 100 kişilik cemaatı bulunan bir Protestan kilisesi ile okulu açarak faaliyette bulunmalarına imkân sağlamıştır.
Amasya’da sevilen ve sayılan bir kişi olarak tanınan Krug, şehirde kendi adına birçok iş yeri açarak hem buraların yönetiminde bulunmuş hem de ticaret yapmıştır. Almanlar, Amasya merkez kazadan taşınmaz mal mülkiyeti edindikleri gibi kırsal kesimde Varay kazasının Asibey, Tuzsuz ve Kutu köyü arazilerinden de toprak satın aldıkları görülmektedir. Bu köylerin arazilerinden Alman vatandaşı Vaiz Baruksa adına, Alman vatandaşları Kervin kardeşler 65.000 kuruş bedel ödeyerek Atabey çiftliğinden 1898 yılında1600 dönüm gibi külliyetli miktarda arazi satın almışlardır.
Yine Alman vatandaşı olan Maksumir adına buradaki Ermeni cemaatından olan Totis adlı kişiden Atabey çiftliği arazisinden 22.000 kuruşa 480 dönüm arazi satın alınmıştır. Bu da Türk ve Müslüman Osmanlı vatandaşlarından alındığı gibi gayrimüslim vatandaşlardan da yabancıların taşınmaz mal satın alındığını göstermektedir. Daha sonra Hakuser adına 28.000 kuruşa Tuzsuz köyü çiftliği arazisi hissedarlarından Zekeriya Ağa ve Hatice Hatundan 540 dönüm arazi satın alınmıştır. Böylece yabancılar tarafından taşınmazların tasarruflarında olduğunu gösteren senetlerle birlikte toplam 115.000 kuruş ödenerek 2620 dönüm arazi satın alınmıştır.
Yabancıların satın aldıkları bu toprakların geneli kuru mülkiyeti devlete tasarruf hakkı şahıslara ait olan arazilerdi. Çiftlik haline getirilen bu arazilerde yabancılar o zamanki ziraat talimnamelerine göre Avrupa’dan getirdikleri alet ve edevatla buğday, arpa ve mısır ziraatı yapmışlardır. Bugün yine aynı adla anılan atabey çiftliğindeki arazinin ufak bir kısmını cayır bırakıp hayvanları için ot olarak biçtikleri anlaşılmaktadır.
Günümüzde bu çiftlik halk arasında hala Alman çiftliği diye anılmaktadır. Çiftliğin bir kısmı okula dönüştürülüp, yetim Ermeni çocuklarının toplanıp eğitim yaptırıldığı tespit edilmiştir. Bu gelişme üzerine ruhsatsız okul ve kilise açılmasına müsamaha ile bakılamayacağı bildirilmiştir. Bunun maarif nizamnamesi ve özel kararlar hükmüne uygun olmadığından yapılamayacağı ifade edilmiştir. Aynı zamanda eğitim ve öğretime mahsus olarak ruhsatsız okul ve binalar yapmanın mülken ve siyaseten çeşitli sakıncalara sebep olacağından, bu gibi faaliyetlere meydan verilmemesi konusunda bölgedeki memurlar uyarılarak dikkatli olmaları istenmiştir. Sivas vilayetince çiftlik yönetimine yapılan ihtar üzerine Ermeni yetim çocukları ailelerine iade edilerek eğitim faaliyetlerine de son verilmiştir.
Çiftlikte ikamet edenler arasında Almanyalı çiftlik sahibi ve nazırlarından oluşan yönetim organı yanında, çiftlikte kendi ustalık alanları ile ilgili işlerini yapan demirci ve marangoz ustaları, hayvancılığın çiftliğin asli uğraşılarından olmasından dolayı yağ ve peynir imalatını yapan ustalar vardı. Ayrıca işçi olarak çalışanlar arasında yabancı hademeler yoktu. Çiftlikte işçi olarak çalışanlar arasında civar köylerin Müslüman halkından olanlar bulunmaktaydı. Aynı zamanda Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerden, Sivaslı bazı Rum ve Amasya halkından olan Rum ve Ermeni vatandaşlar da ücret karşılığında çalıştırılmaktaydı.
Almanlar tarafından taşınmazların alınıp çiftliğe dönüştürülmesi sırasında çiftlikteki mevcut olan yapılardan başka, Osmanlı yönetiminden izin alınması sonrasında yeni binalarda inşa edilmiştir. Bu yapılar arasında nazır ikametgâhı, 2 ahır, 2 samanlık ve 3 otluk yapılmıştır. Bu da çiftlikte hayvancılığın hatırı sayılır bir seviyede olduğunu ve hayvan ürünlerine yönelik imalatın yapıldığını göstermektedir. Ayrıca iş haneyi içerisine alan büyük bir daire ile 2 tanede çiftçi dairesi bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yabancıların taşınmaz arazi mülkiyeti yanında gayrimenkul mülkiyet sahibi oldukları da görülmektedir. Alman vatandaşı Maksumir satın aldığı taşınmazının yanından yeniden arazi almak için daha önceki yazışmayı örnek alarak izin isteğiyle müracaatta bulundu. Kutu köyü Çerkez muhacirlerinin tasarruflarında bulunan 460 dönüm araziyi köylülerle pazarlık yaparak 62.000 kuruşa anlaştı. İhtiyaten arazi için senet yapılmayarak satın alma işlemlerinin yapılmasına müsaade edilmesi isteğinde bulundu. Çünkü yabancıların satın alabilecekleri arazi miktarının sınırlı olup olmadığı bilinmemekteydi. Eğer nizamname hükümlerince satın almada bir engel ve mevki olarak da sakınca yoksa bu arazinin alınmak istendiği bildirilip işlemlerin başlatılması talep edilmiştir.
Bu isteğin Amasya sancağının bağlı olduğu Sivas vilayetine bildirilmesi üzerine vilayetten satın alınmak istenen araziden büyük kazanç sağlanılacağının haber alındığı, bu arazinin neden alınmak istendiğinin ve ne için kullanılacağının incelenerek sonucun bildirilmesi istenmiştir. Bundan sonra arazinin alınabilmesi için gerekli olan izinin verilmesi konusunda Sadaret, Dışişleri ve Sivas valiliği arasında yoğun bir yazışmanın yaşandığı gözlemlenmektedir.
Maksumir’in satın almak istediği taşınmaz hakkın da yapılan araştırmalar sonrasında daha önce yabancıların aldıkları taşınmazlarda olduğu gibi burada da ziraat yapılmak düşüncesi olduğu bildirilmiştir. Taşınmazın tasarrufuna müsaade edilip edilmeyeceği, yabancıların toplam ne kadar taşınmazı tasarruflarında bulundurup işlem yapabilecekleri konusunda cevap verilmemiştir. Taşınmazın satın alma işleminin gerçekleşmesi için ısrarcı olunması üzerine 27 Mayıs 1319, 14 Haziran 1319 ve 28 Temmuz 1319 tarihlerinde yeniden müracaatlar da bulunulmuştur.
Eğer istenen izin alınamasa, bu defa hükümete başvurarak satın alma işlemlerinin tamamlanmasını kesinlikle talep edeceklerini bildireceklerdir. Hatta değişik bir üslupla, şimdiye kadar terbiyelerinden dolayı cevap vermeyip sustuklarını ama bundan sonra susmayıp elçiliklerine müracaat ederek gereğinin çabucak yapılmasını isteyeceklerini ifade etmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nde yabancıların emlak tasarrufu ve arazi konularında Osmanlı vatandaşlarından farkları olmadığı halde, Alman vatandaşı Maksumir’in ısrarcı taleplerine karşı Kutu köyü halkından almak istediği arazinin satın alma işlemlerinin yerine getirilmemesinin bazı endişelerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Almanların satın aldıkları arazilerin kuru mülkiyetinin devlete ait olması ve bu arazilerden halka ihtiyacından fazlasının verilmemesindendir. Eğer buna rağmen yinede arazi alınmak istenirse bunun padişah emri dâhilinde olmasından yerel yöneticilerin danışmadan, sormadan kimseye satın alma işlemlerinin başlamasına müsaade etme yetkilerinin bulunmamasıdır.
Diğer bir endişe konusu da; Yabancıların tasarruflarında bulundurdukları arazilere sonradan kolonist yerleştirerek buraları bayındır hale getirip birçok yabancıyı da davet edip iskân etmelerine imkân tanımalarıdır. Ayrıca Osmanlı sınırlarına yakın ve askeri bakımdan öneme haiz veya Osmanlı vatandaşlarının elinde bulunması gerekli olan yerlerdeki arazilerin kendi tasarruflarında bulundurmak istenmesidir.
Bu düşüncelere ek olarak Anadolu dâhilinde bulunana yabancıların yavaş yavaş büyük araziler satın almaları sonrasında buraların gelecekte yabancı göçmenlerin eline geçmesi gibi sakıncaların ortaya çıkabilecek olması ve bölgenin kolonileşmesine meydan vermemek için yabancıların taşınmaz mal edinmek istemeleri kontrol altında tutulmak istenmiştir. Bu itibarla da kuru mülkiyeti devlete ait olan arazilerden danışılmadan ve sorulmadan taşınmaz alımı taleplerine karşı satın alma işlemlerinin yerine getirilmesine müsaade edilmemiştir.
SONUÇ
Bir devlet sahip olduğu toprakların taşınmaz iyeliğinin yabancılara devredilmesi konusunu sadece mülkiyet devri gibi görmemelidir. Çünkü toprak devletin vazgeçilmez unsuru, egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Dolayısıyla devletler kendi şartlarına ve bulundukları coğrafyaya göre yabancıların taşınmaz mal mülkiyeti edinimi meselesine farklı yaklaşımlar göstermişlerdir. Hâkimiyetlerindeki insan topluluğunun güvenliğini ve yarınını gözetmek zorunda olduklarından siyasetlerini buna göre şekillendirip, kamu yararını uzun vade de buna göre sağlama çabasında olmalıdırlar.
Bu özelliklerde yapılacak düzenlemeler insan haklarına saygılı, ölçülü ve adil olunması gerektiğinden kamu yararı ve kamu düzeni dengeleri gözetilerek sağlama yoluna gidilmelidir. Aksi durumda yapılan düzenlemeler siyasi, ekonomik ve mali meselelere sebep olabilecektir.
Osmanlı Devleti 1868 yılında çıkardığı kanun ile yabancılara taşınmaz mal mülkiyeti edinme hakkını vermiştir. Yabancılar bu kanuna göre Amasya Sancağında taşınmaz mal sahibi olabilmişlerdir. Fakat Osmanlı Devleti bu hakkı mülken ve siyaseten bazı sakıncaların ortaya çıkmasına meydan vermemek için vatandaşlarının güvenliğini ve yararını gözeterek kontrol altında bulundurmuştur.
Yrd. Doç.Dr. Selim Özcan
Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü - Amasya,2010
'Hatay'ın yarısından fazlası satıldı!'
CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu, Hatay’da yabancılara gerçekleştirilen toprak satışlarını Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sordu. Soru önergesinde Hatay’ın toplam yüzölçümünün yarısından fazlasının yabancılara satılmış olduğunu belirtti. İçeriği:
"Son yıllarda Hatay ilinde yabancılara toprak satışında ciddi şekilde artışlar olduğu Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün verilerinden anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede;
1-) 23 Temmuz 1939 yılında ülkemiz topraklarına katılan ve bu nedenle de stratejik ve jeopolitik büyük öneme sahip olan Hatay ilinde, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne ait Ocak 2012 verilerine göre 1974 kişiye toplam 3,722,824,00 m2 olan 1320 adet parsel satıldığı gözükmektedir. Hatay ilinde yabancılara satılan bu parsel artışının sebebi nedir?
2-) Bu verilere göre Hatay ilinin toplam 5,566,000,00 m2 lik bir alana sahip olduğu belli iken, bunun 3,722,824,00 m2 lik kısmı yani yarıdan fazlası yabancılara neden satılmıştır? Bu alanların satışları ülkemizin güvenliğini tehlikeye düşürmez mi?
3-) Hatay ilinde satışı gerçekleştirilen bu alanlardaki dikkat çekici artış toplam alandan yollar, parklar, kamu alanları ve ormanlar düşüldüğünde daha vahim bir tablo içermektedir. Bu tabloya göre Hatay ili yerleşim alanlarının yüzde kaçı yabancılara satılmıştır? Bu satışlar sonucunda Hatay ili toprakları yabancılara peşkeş çekilerek ikinci bir Filistin olmaya aday değil midir? Devlet anlayışı sadece ülke ve insanlarının çıkarlarını gözetmeyi gerektirirken, ülke topraklarını haraç mezat satarak iktidarınızın çıkarlarını gözetmek ve Hükümetin yanlış politikaları sonucu oluşan bütçe açığını kapatmak ifade ettiğiniz “Lider ülke”, “Büyük devlet” anlayışına sığar mı?"....
ilgili
Filistin de bu ürkünç (vahim) hatayı yapmadı mı?? İsrail yoken ortada Yahudilerin orada devlet kurma politikası ile parsel parsel sistematik olarak satın alınan Arap topraklarında 1948’de Ben Gurion Yahudi İSRAİL Devleti‘nin kuruluşunu ilan etmedi mi??
Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yabancıya toprak satışları serbest değildir, kurallara bağlanmıştır. Örneğin; İspanya, Danimarka, Norveç ve İngiltere’de toprak millîdir. Bu konuda koruyucu kanunlar vardır, birey ve toplum yeterli ölçüde bilinçlenmiştir. Yabancıya ev satılmaktadır; ama toprak satılmamaktadır.
İngiltere’de “Toprak devletin asli unsurudur” anlayışı geçerlidir, yani İngiltere toprakları Büyük Britanya Kraliçesi’ne aittir ve 49-99 yıllığına kendi vatandaşlarına dahi kiraya vermektedir. Satış yapılınca, arazinin tapusu verilmez. Halk, sadece toprağın üzerine dikilen konut ve işyerlerinin kullanım hakkına sahiptir. İsrail’de de topraklar devletin olup
yüzde 5’i vatandaşın, yüzde 13’ü Yahudi Ulusal Fonu’nundur.
Türkiye’de ise toprak millî değildir. Yani ülkemiz “mutlak mülkiyet tapusu” vermektedir. Türkiye’de satışlar,
yabancıları dahi şaşırtan bir kolaylıkla sürüp gitmektedir. Peki ne için; ne amaçla?…
Olaya geniş perspektiften bakınız: Yabancılara toprak satışları, yabancılara maden satışları, Türk görünümlü yabancı şirketler, misyonerlik faaliyetleri, kiliselerin açılması, yabancı vakıflar kanunu, dinler arası diyalog, ılımlı İslam,
Büyük Ortadoğu Projesi, Siyonizm, azınlıklarla ilgili yasalar, özelleştirmeler, vb. vb.…
Çoğumuz ince gözlem yapmaya üşendiğimiz, meseleyi bütün yönleriyle düşünemediğimiz için, yabancılara toprak satışına kayıtsız kalıyoruz.Para, refah, büyüme her şey demek değildir; onur, haysiyet, bağımsızlık denilen değerler de vardır. Türkiye gibi özel bir tarihi ve stratejik konumu olan ülkede, yabancıların arazi ve emlak edinmesi
salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez.
Yabancıya toprak satışında “gizli satış” uygulaması vardır, araştırılmalıdır.
Türkiye’deki her toprak alımını bireysel girişim olarak görmek yanlıştır. Toprak satın alan İsrailli ve diğer ülke vatandaşlarının arkasında güçlü lobiler olduğuna dair işaretlere rastlıyoruz. Toprak alan yabancılar arasında daha önce Türkiye’den göçmüş Ermeni ve Rumların torunları vardır. Bunların gizli bir plan çerçevesinde hareket etmeleri olasılığı çok yüksektir.
Topraklar yalnızca toprak olarak değil, altındaki maden kaynakları için de satın alınabilmektedir.
Dolayısiyle yabancıya toprak satışı derken, bu boyutu da göz önünde tutmak gerekir.
Yabancıya mülk satışları konusunda halk bilinçsizdir. Aydınlatılmalı, uyarılmalıdır.
Karşılıklılık ilkesi liberalizmin hukuk alanına uygulanmasından başka bir şey değildir. Bu sebeple ideolojiktir. Mütekabiliyet gerekçesi ancak eşit güçte olan ülkeler arasında bir anlam ifade eder. Oysa Türkiye bu bakımdan ABD ve Avrupa ülkeleri karşısında dezavantajlı bir durumdadır. Bu sebeple Diğer ülkelerdeki satışları örnek olarak göstermek
yanlış bir muhakemenin ürünüdür. Bu husus Türkiye’nin jeopolitik durumu, potansiyeli bakımdan da doğrudur.
Ortadoğu ülkelerinde, dolayısiyle Türkiye’de yabancılara toprak satışı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin araçlarından biri olabilir. Azınlık faktörü Batı’nın bizim gibi ülkeleri çökertmek için kullandığı 5 silahtan biridir.
Toprak satışları AKP iktidarına bu silahı güçlendirmek için dayatılmıştır.
03.06.2016 Cuma günü TBMM ne oldu? Elektrik kanunu (peşkeş çekiliyor)!
SADECE "TARIM ARAZİSİ " OLARAK :
1923 TEN 2002 YE KADAR 11 MİLYON METREKARE TARIM ARAZİSİ SATILMIŞ.
2002 DEN 2012 YE KADAR 90 MİLYON METREKARE TARIM ARAZİSİ SATILMIŞ.
SADECE 2012 DE YASANIN ÇIKTIĞI 18 MAYISTAN KASIM AYINA KADAR SATILAN TOPRAKLARIN BÜYÜKLÜĞÜ
YAKLAŞIK 6 MİLYON METREKAREDİR...
BİR ZAT: ALIP TA GÖTÜRMEYECEK YA ! DEMİŞTİ...
GÖTÜRMÜYORLAR BELKİ AMA SAHİPLENİYORLAR !