İki adlandırma da bizler için aynı anlama gelir. Kemalizm adını önce Kurtuluş Savaşı sırasında yabancılar kullanıyor. Kemali ya da Kemalist biçiminde kullanılıyor.
1930 yıllarında Ahmet Cevat Emre ve Ali Naci Karacan Kemalizm sözcüğünü ilk kullananlar arasındadır. 1932’de Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu Gazetesinde yazdığı bir makalede sistemli olarak bu kavramı kullanır.
1935 yılında CHP’nin 4. Büyük Kurultayı’nda,” Türkiye, ulusçu, halkçı, devletçi, laik ve devrimci bir cumhuriyettir.” Denildikten sonra, anlatım şöyle tamamlanıyor: “ Partinin güttüğü bütün bu esaslar Kemalizm ilkeleridir.”
Hatta bu dönemde Türk Dil Kurumu çalışmaları yapıldığı ve dilde devrim anlayışı sürdürüldüğü için Kemalizm yerine bu sözcük “Kamalizm” biçiminde de kullanılmıştır.
Kuşkusuz Atatürkçülük ya da Kemalizm bir dogma ya da kalıplaşmış bir ideoloji değildir. Atatürk önce bir eylem adamıdır. Önce yapar, sonra bu yaptıklarını söyleme taşır. Biz Kemalizm ve Atatürkçülük kavramları yerine daha geniş kapsamlı olduğu için “Atatürkçü Düşünce Sistemi “ kavramını benimsiyoruz.
Emperyalizmin saldırısıyla her köşesi işgal edilmiş bir yurt, düşmanlarla işbirliği yapan padişah ve onun yönetiminin çıkardığı isyanlar, çeşitli engeller, ekonomik yoksulluk, insan kaynakları ve savunma araçları alanlarındaki yoksunluk, ulusun kurtuluşu konusundaki özgüven eksikliğinden doğan karmaşa ve bilinçsizlik…
Kurtuluş Savaşı öncesini kısaca böyle anlatabiliriz.
Halkımızı, antiemperyalist bir anlayışla bir araya getiren, emperyalist silahlı saldırganları,halkımızı örgütleyerek denize döken,yerli hainlerin çıkardığı isyanları bastıran, savaş sonrasında yaptığı sosyal devrimlerle ortaya koyduğu ilkelerle ulusumuzu, çağdaş, tam bağımsız, laik bir sosyal hukuk devleti durumuna getiren düşünce sistemine Atatürkçülük ya da Kemalizm diyoruz.
“Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, 1. Dünya Savaşının ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini, maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı, yeni bir toplumsal-siyasal düzen yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir.
Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal, liberalizm ve sosyalizmden esinlenerek Türkiye'nin koşullarına göre oluşturduğu devrimci ideolojinin doğmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır.
İdeolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak bir anlamda “sürekli devrimcilik” anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün aksine Kemalizm'in ideolojisi vardır, ama öğretisi (doktrini) yoktur.”
Atatürkçü Düşünce Sisteminin, üç aşamadan oluşan temel amacı vardır:
Bunlar
1- Tam Bağımsızlık: Atatürk, bağımsızlık için siyaset, maliye, ekonomi, adalet, eğitim, askerlik ve kültür konularında tam bağımsızlığı savunur. Şu sözlerine bir kulak verelim:” Biz, batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk Ulusunu araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.( Atatürk, ASD Tamim ve telgraflar s.339)
2-Antiemperyalizm (Yayılmacılığa karşı Olmak): Dünyada emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını veren Türkiye, sömürgeciliğe karşıdır. Yaşamsal olmadığı sürece savaşı cinayet kabul eder. Dünya devletlerinin barış içinde yaşamasını savunur.
3- Çağdaşlık: Sosyal devrimlerin yapılması, okuma yazma oranının yükseltilmesi, tarım, endüstri, ekonomi alanındaki ilerlemeler, tarih ve dil alanındaki devrimler ile laiklik devrimi bu bağlamda düşünülmelidir. Bu ereklere ulaşmak için ideolojinin çerçevesini oluşturan milliyetçilik, cumhuriyetçilik, laiklik ilkeleri Fransız Devrimi dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de Sosyalizmden esinlenerek alınmıştır.
ULUSÇULUK (MİLLİYETÇİLİK) İLKESİ:
”Kemalizm içinde <milliyetçilik> bir yanda ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öğe oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için, önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden biri olan demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu.(...)
Bu gecikmiş milliyetçilik akımını bir düşünce sistemine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedef gözetmeyen, ırkçı olmayan bir milliyetçiliktir.”
“Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle “mazlum milletlerin” birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret vermiştir.
Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi,<çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi> olmaktır. Siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir <tam bağımsızlık> bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır. Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise çağdaş bir ulus yaratmaktır.
Bu ulus, ne <ırkçı> ne de <ümmetçi> bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre, ulus ne din ne de ırk temeline dayanır. Ulusu yaratan temel öğe, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür.”
“Onun için <Türk> Anadolu toprakları üzerinde <kederde, kıvançta> dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk, o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken Anadolu’nun tüm insanları etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır.
Atatürk <Medeni Bilgiler> kitabında şöyle demiştir.”Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de,”ulus; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirlerine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.”
“Milliyetçilik aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu; toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir.
Başka bir deyişle toplumdaki birikimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak için kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.”
“İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte insanları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik bölücü değil birleştiricidir. İleri milliyetçilik savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde yukarıdaki amaçlar uğrunda kabul eder.İşte ilerici milliyetçilik Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle evrensel ve kalıcıdır.”s.51-53
CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ:
”Kemalizm İlkelerinden <cumhuriyetçilik> bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa aitse ülkenin kimler tarafından, hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecektir demektir.
Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik giderek< demokrasi> ile bütünleşmekle eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik, aynı zamanda siyasal iktidarın, dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.”
“Mustafa Kemal'e göre,<Yeni Türkiye Devleti> bir halk devleti idi. Oysaki geçmişteki devlet, bir <kişi devleti> idi, kişilerin devleti idi.
Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini, sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir.Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirlerini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Kili'nin de altını çizdiği gibi, Kemalist Cumhuriyetçilik anlayışı, ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.”
“Cumhuriyetle demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar Avrupa'sında neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye için özenilir olmadıklarını vurgulamıştır.
Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi faşist, nazist modelden etkilenmişlerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması, son derece önemli ve anlamlıdır.
Mustafa Kemal bu tercihini yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yolda, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu.
Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kalındığı zaman, bunu doğal saymıyor;<Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman zorunlu olarak onaylanır.> diyordu.
“Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: <Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.>
Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti.”
“Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler vardır ki, günümüzün <katılımcı> demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini göstermektedir. Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş, böylece onlara ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır.
Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere armağan etmiş ve onlardan gerektiğinde, ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini, demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.”
“Atatürk, gerçekleştirdiği <kültür devrimi> açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Her şeyin devlet içinde ve <devlet için> olduğu faşizmin yükselme döneminde bile <Türk Dil ve Tarih Kurumları> siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Atatürk, onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 <halkevi >ile dört bin kadar< halk odası>kağıt üzerinde partiye bağlı olmakla birlikte büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmışlardır.”
“Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu. <İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar.
Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır.Türk demokrasisi Fransız İhtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin, o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” S.53-56
HALKÇILIK:
”Bugünkü varlığımızın asıl niteliği, milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir.
İlkenin içeriği Halk Partisinin programında üç öğe olarak görüldü: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içinde gelişmesi.
1922’de Meclis kürsüsünde şöyle diyordu:” Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Diyebilirim ki bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız , kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı, iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz, bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
“Mustafa Kemal, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında meclis önünde yaptığı bir konuşmada halkçılığın toplumsal ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu:
“ Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin bir hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü atmakla ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içersinde yeri yoktur. O halde söyleyin baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal uğraştır.”
“ Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok devrim, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkinler- halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi <Türk dilini yabancı diller boyunduruğundan kurtarmak> amacıyla gerçekleştirilen <dil devrimi> yani dilde arılaştırma çalışmalarıdır.
Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-farsça yüklü Osmanlıca bırakılmış, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.”
“Kemalist halkçılık, ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı yansıtmıyordu. Suna Kili’ye göre: <Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden ılımlı bir toplumcuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında, halk yararının gözetilmesini amaçlar.”
DEVRİMCİLİK:
”Kemalist <devrimcilik> ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. O, bu anlayışını daha 1923 yılında Konya’da yaptığı bir konuşmada ortaya koyar:
“Bozuk zihniyetli milletlerde, büyük çoğunluk, başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu, kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı.
Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa, her türlü hareketi kabule derhal hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi gerekir.
“Bu seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda,sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açık olmak biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.”
Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyordu:
”Devrim, Türk Milleti’nin son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır.”
Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O’nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara paralel olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu.
İşte bu nedenledir ki, Kemalizm’in devrimcilik ilkesi aynı zamanda bir< sürekli devrimcilik> anlayışını da yansıtmaktadır.
“En ileri kurumlar bile koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin<bekçiliği> ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in bu sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Mustafa Kemal’in sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri <Kemalist> ya da <Atatürkçü> saymak olanaksızdır.
Suna Kili;<Devrimcilik kalıplaşmayı, duraganlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrim anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur.> derken haklıdır.
Emre Kongar da aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: < İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimi’ni, temel ilkeleri yönünden ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız, mevcudun ve gerçekleştirilenin korunmasıyla yetinilmeyecek, Türk Devrimi zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelere göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecektir.”
DEVLETÇİLİK:
“Kemalizm’in < devletçilik >ilkesini de halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Batının gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu.
Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye’nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise<halkçılık> anlayışı karşıydı.
“1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye ne özel kişilerin yeterli parası ne yeterli deneyimi ne de yeterli teknik bilgisi vardı. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu.
Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için<devletçilik> ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek hem de hakça bir dağıtım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.”
“Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan son düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu:
<Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özelikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir.
“Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören Marksizm ile kuşkusuz hiçbir ilgisi yoktur.Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu.
Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı.
Türkiye’de bir yandan özellikle altyapı ve sanayi yatırımları gerçekleştirilerek oldukça büyük bir ekonomik büyüme sağlandı. Öte yandan sanayileşme devlet eliyle sağlandığı için Türk işçisi, Batıdaki örnekleri gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda edilmesi gibi olumsuz bir durum yaşamadı.
1929-1939 arasında on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken Türkiye’de sanayi üretimi artışı yüzde 96’yı buldu.
Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye’den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı.
Bunun sonucunda oluşan ve büyüyen sanayi işçisi nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme hakkını elde ettiyse yine kan dökülmesine, kuşaklar boyunca acı çekilmesine meydan verilmeden insancıl çalışma koşullarına kavuştu.
Kemalist <sürekli devrimcilik> anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. (Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir.)
LAİKLİK:
Altı ok ile sistemleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk’ün kuşkusuz ki en önem verdiği ilkelerin başında belki de <laiklik> geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü:
Laiklikten ödün vermemek!
Serbest Fırkanın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar’a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu:”
Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.”
“Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındaki cumhuriyetçiliğin de milliyetçiliğin de devrimciliğin de ve hatta halkçılığın da ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek bir özgür seçim olmaz.
Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öğe, ulus değil, inananların oluşturduğu ümmettir.
Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır.
Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.
“Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü eski düzenle çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişikliklere hep karşı çıkmış, dini siyasal bir amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır.
Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de <dinsizlik> olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.
“Atatürk, din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: <Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur, biliniz ki; o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz, aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”
“Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu:
<Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın.”
“Müslüman Türk halkı, Kuran’ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına, ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe ezan gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, Kemalizm’e karşı olan tutuculara karşı bir ödün olarak ortadan kalktı.
Kemalizm sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir İslam ülkesindeki laik devlet böylece doğdu.”
“Hiç kuşku yok ki Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyimde, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin bir bütünlük içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir sonuç olduğunu, bugün takdir edebilmek zordur.”
“Napolyon <süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz.> diyor.
Bunun sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket dayandığı toplum kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder ne kadar büyük olursa olsun belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı, o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse ,o ölçüde başarılı sayılır.”
“Mustafa Kemal’in birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için dayanabileceği güçler belliydi; Asker sivil bürokratlar, ulusal nitelikli ama oldukça zayıf bir kentsoylu (burjuva) kesimi ve büyük toprak sahipleri.
Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı.”
“Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra <toprak reformu>n a geldiğinde başaramadı.
Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de <toprak ağaları> idi. Kemalizm’in başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920’lerin Türkiye’sinin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz.”
“Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor:
<Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılar uyandırdı. Bugün üçüncü dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan alanda, Türkiye’nin 1919’dan sonraki atılımı ve uygulanan reformlar, çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizm’den alınacak dersler araştırıldı.”
Ulu Önder Atatürk, bu altı temel ilkeyi seçerken şu temel düşünceyi vurgular: “Doğu’nun dinsel, sosyal ve siyasal baskısından olduğu kadar, Batı’nın siyasal ve ekonomik zorbalığından uzak bir devlet kurmak, bir toplum yaratmaktı.”
Atatürkçü Düşünce Sistemini oluşturan üç temel amaç ve altı ilkeye, şu bütünleyici ilkeler de eklenebilir:
Ulusal Egemenlik, Ulusal Bağımsızlık, Akılcılık, Bilimsellik, Yurtta Barış, Dünyada Barış! Ulusal Birlik, İnsan ve İnsanlık Sevgisi.
Atatürkçülük ya da Kemalizm, akıl ve bilimi yol gösterici olarak kabul eder. Barışçıdır, aydınlanmacıdır, ulus devletten yanadır.Laik hukuka dayanır. Özgür yurttaş yetiştirmeyi amaç edinir. Anadilimiz Türkçeyi, bilim ve kültür dili olarak geliştirmeyi amaçlar. Tarihsel süreç içinde Türk kimliğini otaya çıkarmak, Türklerin yalnız asker değil, uygar bir ulus olduğunu kanıtlayarak, onlara özgüven sağlamayı temel amaç edinir.
Mustafa Kemal Atatürk’ü,” Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.
Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım.” Sözü her yönüyle anlatır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Söylevi Türk Ulusu’na verdiği ülküyü de içerir.
Buna göre:
A) Yurdu , dünyanın en bayındır ve en uygar memleketleri düzeyine çıkarmak
B)Ulusu en geniş ve gelişmiş refah, araç ve kaynaklara sahip kılmak
C) Ulusal kültürü, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak.
Ulu Önder Atatürk, Türk Ulusu için yaptıklarını belgeleyerek halkına hesap veren bir liderdir. Bu yönüyle de dünya liderleri arasında tek örnektir. 15-20 Ekim 1927 tarihinde, CHP’nin kurultayında 36,5 saat süren bir konuşma yapar. Yaptıklarının belgeleriyle hesabını verir çok sevdiği halkına.
Söylevinin sonunda Türk Cumhuriyeti’nin, Türk bağımsızlığının korunması ve sonsuzluğa kadar sürdürülmesi görevini Türk Gençliğine verir. Genç yapısı gereği ataktır, kuralları zorlar, yeniliklere değişime ve gelişime açıktır.
Onlarla ilgilenilir, yönetime katılır ve onların gizil gücü olumlu değerlendirilirse gençlerimizle çok iyi şeyler yapılabilir. Gençlerin bu yapısını bilen Atatürk, Söylevinin sonunda şöyle der:
” Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk Gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.”
Cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı koruma görevi verdiği gençlere güvenir. Şu sözleri bunun en güzel kanıtlarıdır.
” Gençler! Yürekliliğimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık niteliğinin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en büyük simgesi olacaksınız.”” Ey Yükselen yeni kuşak! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve sürdürecek sizsiniz.””
Genç düşünceli demek gerçek düşünceli demektir.” “Sizler yeni Türkiye’nin genç çocukları, yorulsanız da beni izleyeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler hiç mi hiç yorulmazlar. Türk gençliği, amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan yorulmadan yürüyecektir.”
Atatürkçü Düşünce Sistemini daha iyi anlamak için Ulu Önder Atatürk’ün şu sözlerini de bir kez daha vurgulamakta yarar var.
“ Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşıyız.”
”Türk demek, dil demektir. Ne mutlu Türk’üm diyene!”
“Bilim ve fen neredeyse oradan alacağız ve mutlaka her kafaya sokacağız.”
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma ,hiçbir kalıplaşmış ve donmuş kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur… Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”
Yazımı, yobazların şehit ettiği, Atatürkçü bilim adamı, siyasetçi ve ADD Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın ışıklı düşünceleriyle bitiriyorum.
”Atatürk’ün son zamanlarında yaptıklarının bekçiliği değil, son zamanlarda yaptıklarının toplamı da değil. Biz Kemalizm dediğimiz zaman, Atatürk’ün altı ilkede çerçevesini çizdiği ilkelerin ışığı altında değişen koşulların, aklın ve bilimin ışığında, en ileri çözümleri üretmeyi anlıyoruz. Özetle ifade etmek gerekirse Kemalizm geçmişin bekçiliği değildir, bir anlamda geleceğin öncülüğüdür.”
Kemalizm’in ışıklı düşünceleriyle yola çıkarak geleceğin öncülüğünü yapanlara ne mutlu!
NAİL TOPAL
(emekli öğretmen)
Not: Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği yapıtının, s. 48-65 sayfalarından yararlanılmıştır.
____________________________________________