Translate

30 Ağustos 2014 Cumartesi

AVRUPA BİRLİĞİNDEKİ OSMANLI VE TÜRKİYE




AVRUPA KONSEYİ ONUNCU YIL BASKISI 1949-1959 /STRASBURG
TÜRKÇE OLARAK



MEĞER 1949'DA TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİ'NİN ÜYESİYMİŞ....

DERLER Kİ, MENDERES BAŞVURDU 1959'DA 
AVRUPA'YA GİRMEK İÇİN...

ŞİMDİ O BAŞVURU, O SÜRECİN BİR AŞAMASI

İNÖNÜ DÖNEMİNDE VE HENÜZ 
CUMHURİYET HALK PARTİSİ İKTİDARINDA, 
TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİNE DAVET EDİLMİŞ.

GELİN BU KONSEYE ÜYE OLUN...

BİZİMKİLERDE DÜŞÜNMÜŞLER VE KARARIMIZ 
BU KONSEYE GİRMEKTİR DEMİŞLER...

ALKIŞLANARAK TÜRKİYE BU KONSEYE ÜYE 
OLARAK GİRMİŞ...

OSMANLI GİRDİ YETMİŞ YILDA BATTI...

TÜRKİYE GİRİŞ TARİHİ 1949, 
PEKİ O ZAMAN BİZ NEREYE GİRMEYE ÇALIŞIYORUZ?

BURADA ÇOK ÖNEMLİ BİR ŞEY DAHA VAR...

AVRUPA KONSEYİ 1949-1959 KİTAPÇIĞI 
TÜRKÇE OLARAK BASILMIŞ...

YANİ, 
TÜRKÇENİN AVRUPA KONSEYİNDE RESMİ DİL OLARAK , O TARİHLERDE TANINIYOR OLMASININ KANITIDIR....

BUGÜN İÇİN BİZİM DİLİMİZ AVRUPA'DA PEK DE KULLANILAN, KABUL GÖREN BİR DİL DEĞİL...

TÜRKİYE AVRUPA İLİŞKİLERİNDE HERKES 
İNGİLİZCE FRANSIZCA ALMANCA KONUŞUYOR, TÜRKÇEYİ KONUŞAN YOK...



KİTAPÇIKTA "ÜYE MEMLEKETLER" BAŞLIĞI ALTINDA:

BELÇİKA, DANİMARKA, FRANSA, İRLANDA, İTALYA, LÜKSEMBURG, HOLLANDA, NORVEÇ, İSVEÇ VE İNGİLTERE OLMAK ÜZERE ON MEMLEKET AVRUPA KONSEYİ STATÜSÜNÜ LONDRA'DA İMZALAMIŞTIR.

1949 AĞUSTOSUNDA AKDETTİĞİ İLK TOPLANTISINDA VEKİLLER KOMİTESİ YUNANİSTAN, İZLANDA VE TÜRKİYE'Yİ BU ON MEMLEKETE KATILMAYA DAVET ETTİ. BU DAVETİ DERHAL MÜSPET KARŞILAYAN YUNANİSTAN İLE TÜRKİYE , GEREK VEKİLLER KOMİTESİNİN GEREKSE İŞTİGARE MECLİSİNİN İLK OTURUMLARINA TEMSİLCİLER GÖNDERDİLER.

....AVRUPA KONSEYİ'NİN GİDERLERİNİN YÜZDE ONUNU TÜRKİYE KARŞILIYOR....


BÜTÇESİ:

ÜYE MEMLEKETLERİN HALİ HAZIRDA KABUL EDİLEN İŞTİRAK PAYLARI ŞÖYLEDİR.

FRANSA ........... 17.73
FEDERAL ALMANYA......17.73
İTALYA................17.73
İNGİLTERE.........17.73
TÜRKİYE..............9.06
HOLLANDA...
BELÇİKA ...
YUNANİSTAN...
İSVEÇ...



1949 YILINDA AVRUPA KONSEYİ İLE İLİŞKİLERİMİZ BAŞLADI, ŞUAN ÜZERİNDEN 60 YILA YAKIN 58 YIL GEÇTİ, OSMANLI 1856 YILINDA AVRUPA BİRLİĞİNE GİRDİ 
1918'TE TARİHTEN SİLİNDİ....


TÜRKİYE'NİN KAÇ YILI KALMIŞ?


BU AVRUPA ÖYLE BİR MERET Kİ , 
İÇİNE ALDIĞI TÜRK'Ü YETMİŞ YILDA BİTİRİYOR...

AMA KENDİ KALIYOR...





Osmanlı 1856 yılında Avrupa Birliğine girmişti.

Napolyon Avrupa'yı kan ve ateşe boğmuş , Avrupa Devletleri Fransa'yı ancak birleştirerek durdurabilmişti. İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya 1814'te Fransa yüzünden bozulan Avrupa dengesini yeniden kurmak üzere Viyana Kongresi düzenleyip Avrupa Korosu adını verdikleri bir birlik oluşturdular, bu birlik düşmanları Fransa'yı bile aralarına çağrırken Osmanlı Devleti'ni Avrupa Korosuna almamışlardı.

O yıllarda Avrupa basınında yer alan ve Avrupa Birliğinin ilk temelleri sayılan bu birliğe ait karikatürler Osmanlı Devletini kör ve topal bir zavallı olarak ilan ediyordu.

1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Gümrük Egemenliğini İngiltere'ye terk eden Osmanlı yine Avrupa Devletler Konseyi'ne girememişti.

1839'da tahta çıkan Abdülmecid 1839 Tanzimat Fermanını yayınlamış ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa Devletlerinin tüm isteklerini anayasal güvence altına almıştır.

Abdülmecid'in tüm isteği Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını ve toprak bütünlüğünü güvence altına almaktı, hem de Avrupa Devletler Konseyinde.

Abdülmecid, Avrupa Devletleri isteği üzerine Rusya'ya savaş açar. Osmanlı donanması Sinop'ta Rusların baskınıyla yenilir ve bu yenilginin ardından "Senin için öldüler Avrupa" diye bir de madalya bastırır.

15 Mayıs 1854 Rusya yayılmasını durdurmak üzere bu sefer Bulgaristan, Osmanlı ordusu Rus ordusunu yener. Abdülmecid bu sefer de "Senin için savaştık senin için yendik Avrupa" diye bir madalya bastırır. Bütün Avrupa Devletlerine dağıtır.

Bu çabaların sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün Avrupa Devletleri tarafından koruyan ve Osmanlıyı bir Avrupa Devletler Konseyi üyesi olarak tanımlayan Paris Barış Antlaşması 30 Mart 1856'te imzalanır.

Osmanlıyı Avrupa Devletler Konseyine üye yapan Paris Barış Antlaşmasıyla , ilgili ülkelerin devlet başkanları tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiş, konsey üyelerini bir arada gösteren resim tarihe not düşmüştü.


Osmanlı Türkiye'den önce Avrupa Birliği üyesi olmuştu 
ama ne pahasına...


BEDELİNİ BU MİLLET ÇOK ACI ÖDEDİ....



 CENGİZ ÖZAKINCI





BU TARİHSEL OLAYLARI OKULLARDA OKUTMAZLAR, OKUTULMASINA İZİN VERMEZLER
ZATEN BU YÜZDEN TARİH TEKERRÜR EDİYOR....





_________










ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ



 WELCOME TO THE TURKISH DELEGATION

Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye'nin katılması için yapılan öneri karşısında Gazi Mustafa Kemal şöyle dedi:
"Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız."





Topluluk, "Başvurma zorunluluğunu" uygulamaktan 
ilk kez vazgeçti ve 43 üyenin oybirliğiyle, 
Türkiye'nin topluluğa davet edilmesine karar verdi.

Bu davet üzerine Türkiye, 
Milletler Cemiyeti'ne katılmayı kabul etti.


Yıl 1932 idi.









ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ

Birinci Dünya Savaşı sürerken, 2 Nisan 1917 günü yansızlığı bırakan Amerika, Almanya'ya karşı İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın yanında savaşa katılmış; ardından 1917 Ekim Devrimi'yle Rusya'da yönetimi elegeçiren sosyalistler, devlet arşivinde buldukları gizli Sykes-Picot Antlaşmasını 23 Kasım 1917 günlü İzvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlamış, İngiliz Manchester Guardian gazetesi de bunları 26 Kasım 1917 günlü sayısında dünyaya duyurmuştu.

İtilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak amacıyla anlaşarak savaşa girmiş oldukları gerçeğini ortaya çıkaran bu “skandal” üzerine ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü kongrede bir konuşma yapacak ve “Ondört Nokta” olarak açıkladığı barış koşullarında, bütün gizli paylaşım anlaşmalarının geçersiz olduğunu duyuracaktı.


Wilson'un onikinci ilkesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşta yitirdiği topraklar dışında elinde kalantopraklarda çoğunluğu Türk olan yerlerde Türk egemenliğinin kurulmasını öngörüyordu.




Wilson’un “Ondört Noktası”nda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk yoğun toprakları üzerinde 
Türk egemenliğinin kurulacağını duyuran onikinci madde.




Savaş sonunda yenilen devletler, silah bırakışması antlaşmalarını, Wilson’un “Ondört Nokta”sında yer alan“kendi kaderini tayin hakkı”nın nasıl olsa kendilerine de tanınacağına güvenerek imzalıyorlardı. 

Örneğin, 3 Mart 1918 günü Sovyet Rusya ve Almanya arasında imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasında Osmanlı Delegelerinin de imzası vardı ve bu anlaşma Wilson’un “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde düzenlenmişti. 

Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı “Mondros Mütarekesi” de yine Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı ve onikinci maddede özellikle yazılı bulunan Türk yoğun topraklarda Türk egemenliğinin tanınacağına güvenilerek imzalanmıştı. 

Mustafa Kemal, “Mondros Mütarekesi” nin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, İstanbul’a geldi. Mütareke koşulları çok ağırdı; ancak,Wilson ilkeleri Osmanlı Devleti’nde Türk egemenliğini tanıdığına göre; mütarekenin bu egemenliği yok sayacak  biçimde uygulanamayacağı düşünülüyordu. 

Ne denli Wilson’un 1918 yılında yayınlanan haritasında Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan gösterilmişse de, buralarda çoğunluğun Türk olduğu saptanır saptanmaz, tüm Anadolu Türk egemenliğine bırakılacaktı. 

Böyle düşünen Halide Edip vs. aydınlar, mütarekenin imzalanmasından kısa bir süre sonra 4 Aralık 1918 günü İstanbul’da bir “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bile kurmuşlardı.




Mustafa Kemal'in tasarısı, Wilson'un Osmanlı topraklarında özerk Ermenistan ve Kürdistan öngören tasarısına uymuyordu; O, 30 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığı anda işgal edilmemiş ve o tarihte Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan topraklarda yaşayan bütün nüfusu -etnik köken ve dinsel inançlara göre ayırmaksızın- bölünmez “Osmanlı Milleti” olarak adlandırıyor; ve Osmanlı devletinin işgale uğramamış toprakları üzerinde, Wilson'un önerdiği etnik özerklikleri değil, “Osmanlı Milleti”nin ülkesiyle ulusuyla bölünmez bütünlüğünü savunuyordu. 


Yeryüzünde iki tür “millet (ulus) oluşumu vardı: 

Biri “Ethnic Nationalism” dedikleri,etnik kandaşlık soydaşlık temeline dayanan Alman örneğindeki “millet” (ulus); diğeri “Civic / Civil Nationalism” dedikleri, eşit özgür birey yurttaşlığı temel alan Fransız örneğindeki “millet”(ulus) oluşumu...


Mustafa Kemal'in mütareke döneminde savunduğu “Osmanlı Milleti” tasarısı, etnik temele dayanmıyor; eşit özgür birey yurttaşlık temeline dayanıyordu. 

Nitekim, Anadolu'ya geçtikten sonra Bağımsızlık Savaşı'mızın amacı olarak benimsenen “Misak-ı Milli” de Mustafa Kemal'in bu tasarısına uygun olarak düzenlenecekti. Mustafa Kemal, yalnızca bir ordu komutanı değil, aynı zamanda devletler arası güçler dengesini, güçler arasındaki ilişkileri ve çelişkileri an be an izleyip, hangi zamanda ne yapılması gerektiği konusunda en doğru kararları veren bir “stratejist” ti; 

18 Ocak 1919 günü başlayan ve ABD Başkanı Wilson’un çok sayıda danışmanıyla birlikte Avrupa’ya gelip başkanlık ettiği Paris Barış Konferansı’nda, galip devletlerin Osmanlı Devleti’nin geleceği konusunda verecekleri kararın Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine uygun olup olmayacağını görmeden önce, hemen bir silahlı direniş başlatılmasını doğru bulmuyordu. İstanbul’da kaldığı sürece, bir yandan yurtseverlerin devlet yönetiminde görev alması için çalışırken, diğer yandan galip devletlerin İstanbul’daki yetkilileriyle görüşmeler yapıyor ve Paris Barış Konferansı’nda olup bitenlere ilişkin haberleri dikkatle izliyordu.

İstanbul’daki İtalyan yetkili Kont Sforza, yakında Yunanlıların İzmir’e asker çıkartacaklarını, Yunan askerinin İzmir’e çıkmasını önlemek için Türklere para ve silah vermeye hazır olduklarını fısıldıyordu gizli toplantılarda. 

Ama, Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine ve Wilson’un Ege’yi Türk olarak gösteren 1918 haritasına ters düşen bu olasılığa inanmak kolay değildi. Yine de dikkate alınmış ve İtalyanlarla sıkı ilişkileri bulunan Cami Baykurt, İzmir’e giderek, olası bir Yunan işgaline karşı Müdafaayı Hukuk ögütlenmesini başlatmıştı. 

Bu sırada, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan “Dörtler Konseyi”, 28 Nisan 1919 günü Paris Barış Konferansı’nda aldıkları bir kararla, Wilson’un ondördüncü ilkesini yerine getirerek, “Cemiyet-i Akvam” denilen “Milletler Cemiyeti” ni kurmuşlardı. Wilson ilkelerinin Paris Barış Konferansı’nda galip devletlerce benimsendiğini gösteren bu haber, barış görüşmelerin sonunda, Türk egemenliğinin tanınacağına duyulan umudu da pekiştiriyordu. Şimdiki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncülü olan “Cemiyet-i Akvam” ilkelerine dayanması, “Mondros Mütarekesi” maddelerinin de Wilson’un Osmanlı Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine aykırı biçimde uygulanamayacağına kanıt oluşturuyordu.





Gelgelelim, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşundan çok değil 18 gün sonra, 15 Mayıs 1919 günü, bu kuruluşun üyesi olan Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan İngiltere’nin onayıyla, İzmir’e asker çıkartacak ve böylece, İtalyanların bir süre önce verdikleri haber de doğrulanacaktı. 

Milletler Cemiyeti üyeleri, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek, üzerinde Türk çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı. 

Milletler Cemiyeti üyesi devletlerin, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek giriştikleri bu işgal; her şeyden önce kendi ilkeleriyle tutarsız ve dolayısıyla da savunulamaz bir eylem olduğundan; Anadolu’da başlatılacak silahlı direnişin haklılığı tüm dünyaca kabul edilecekti.

İşte Mustafa Kemal, Yunan işgalinin başlamasından bir gün sonra, 16 Mayıs 1919 günü, böyle bir ortamda Anadolu’ya geçecek; ve kendi kurucu ilkelerini bizzat kendileri çiğneyerek işgale girişen Milletler Cemiyeti üyesi devletlere; başka bir deyişle “Yedi Düvele” karşı, ulusal direnişin önderi olacaktı. 

Sevr’de karşımıza dikilenler de, Lozan’da karşımıza dikilenler de, hep “Milletler Cemiyeti” üyesi devletlerdi. 

Milletler Cemiyeti yasasının 10. maddesi, üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini korumayı yükümleniyordu. 

Türkiye, bu kuruluşa üye olmadığına göre; toprak bütünlüğüne saygı gösterilmeyecek; ve Milletler Cemiyeti, 5 Haziran 1926 günlü kararıyla, Musul’u Ankara’ya değil, Irak’a bağlayacaktı. 

Milletler Cemiyeti’nin bir de Azınlıklar Komitesi vardı. Lozan’da gayrı müslim cemaatlere ilişkin hükümlerin uygulanması da Milletler Cemiyeti’nin denetimine bırakılmıştı. 

1925-26’da, gayrı-müslimlerin Medeni Kanun dolayısıyla; azınlık ayrıcalıklarından feragatleri, Yunanistan ve Almanya tarafından Milletler Cemiyeti’ne götürülecek; Milletler Cemiyeti, 1927’de bu itirazları kabul etmeyerek gayri müslimlerin “anlaşmalı azınlık” konumundan çıkıp “özyurttaş” konumuna geçişlerini onaylayacak; fakat Milletler Cemiyeti’nin başını çeken İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin etnik olarak bölünmesine yönelik çabalarını aralıksız biçimde sürdüreceklerdi.

İngiltere, daha çok Irak ve İran üzerinden; Fransa ise daha çok Suriye üzerinden Türkiye’ye karşı bölücü etkinlikler yürütüyor; buralarda örgütleyip silahlandırdıkları etnik ayrılıkçıları Türkiye’ye yollayarak yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı ayaklanmalara yöneltiyorlardı. 

İngiliz, Fransız güdümlü etnik ayrılıkçı örgütler, Milletler Cemiyeti’ni kendileri için uluslararası bir dayanak olarak görüyordu. Kalkıştıkları her ayaklanmada haklılıklarını tescil etmesi için Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor; ve bastırılan her ayaklanmalarından sonra, Türkiye’yi şikayet etmek üzere, yine Milletler Cemiyeti’ne dilekçeler yağdırıyorlardı. 






1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın hemen ardından, 1926’da İran’dan Anadolu’ya sızan ayrılıkçı örgütler 1926-1930 arası dört yıl boyunca “Ağrı İsyanı” adıyla bilinen ayaklanmalar gerçekleştirmişler; “Agri” adında bir gazete çıkartmışlar; ve söylentiye göre, 1928’de “biz burada Ağrı Kürt Cumhuriyeti kurduk” diyerek, resmen tanınmak üzere İngiltere aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlardı.

İsyanın Ağrı'da çıkartılmasının özel bir amacı vardı. 

Sovyet Ermenistan'ıyla sınırdaş olan Ağrı'da isyan, hem Ermenileri Sovyetler'den ayrılıp Büyük Ermenistan'ı kurmaya özendirecek; hem Kürt kardeşlerimizi Türkiye'den ayrılmaya özendirecekti. 

Ağrı İsyanı, hem Sovyetler Birliği'nin hem de Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehdit ediyordu. O tarihte Ağrı dağının yarısı Türkiye sınırları içinde, diğer yarısı İran sınırları içindeydi. İsyancılar,Türk Ordusu gelince dağın İran tarafındaki eteklerine kaçıyor; ordu çekilince yeniden Ağrı dağının tepesine tırmanıp bayrak dalgalandırıyorlardı. 

Sonunda Türk Ordusu, Rus Kızılordusu ile uyum içinde çalışarak, isyancıların İran’a kaçış yollarını kesmiş ve ayrılıkçı isyan önderleri yakalanıp etkisizleştirilerek ayaklanma bastırılmıştı. Türkiye, ileride aynı sorunla karşılaşmamak için 23 Ocak 1932’de İran’la bir antlaşma imzalayarak Ağrı Dağı’nı bütünüyle Türkiye sınırları içine katacak; ve etnik öbeklenmeleri dağıtıp tüm yurda yayarak etnik kaynaşmayı sağlamak amacıyla düzenlenen İskan Yasa Tasarısı, 5 Mayıs 1932 günü T.B.M.M. tarafından kabuledilecekti.


Türkiye ile Rusya’nın arasına Ağrı merkezli bir Kürt + Ermeni Koalisyon Devleti sokarak, bu iki ülkeyi birbirinden ayırma girişimlerinin, Türk-Sovyet dayanışmasını daha da güçlendirdiğini gören; bu yöndeki her kalkışmanın Türk-Sovyet ortak harekatlarıyla bastırılacağını anlayan; “Kürt Kartı”nın işe yaramadığını kavrayan İngiliz ve Fransızlar; Türkiye’ye karşı etnik ayırımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalacaklardı.


Mustafa Kemal Ağrı İsyanı’nın bastırılmasından sonra İngilizlerin Türkiye’ye karşı etnik bölücü politikalarını gözden geçirmekte olduklarını, Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan koparmak istediklerini sezmişti. 

Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ağrı Dağı’nın bütünüyle Türkiye sınırları içine katılmasından 3 ay gibi kısa bir süre sonra, Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nin Silahsızlanma Konferansı’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer Milletler Cemiyeti Türkiye’yi katılmaya davet ederse, Türkiye Hükümeti bunu memnuniyetle kabul edecektir.” diyecek; ve bir gazeteyle yaptığı söyleşide, aynı sözleri yineleyecekti. 

İlk kez, Eski Bern Elçimiz Cemal Hüsnü Taray'ın 6 Kasım 1962 günlü Cumhuriyet'te; sonra Büyükelçi Dr. Üner Kırdar'ın 10-17 Kasım 1971 arası Milliyet'te yayımlanan makalelerinde ve daha sonra Mahmut Goloğlu'nun 1974'te yayımlanan “Tek Partili Cumhuriyet”adlı kitabında yer alan Türkiye'nin Milletler Cemiyetine davet edilmesi süreci, Dışişleri Bakanı T.R. Aras'ın bu demeçleriyle başlamıştı.

Aras’ın sözleri, bir türlü bölemedikleri ve Sovyet Rusya’dan uzaklaştıramadıkları Türkiye’ye karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumda olan İngilizlerin dikkatini çekmişti. 

Rusya ve Türkiye, her ikisi de Milletler Cemiyeti üyesi değillerdi. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne alınırsa; böylelikle Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırma amacına ulaşılmış olurdu. Milletler Cemiyeti, azınlıklara özerklik öngörüyordu. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmek istiyorsa, azınlıklara özerklik tanımayı da kabul edebilir; ve onca uğraşmayla sağlanamayan etnik özerklik, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin bir koşulu olarak dayatılabilirdi.

Milletler Cemiyeti Genel Sekreti İngiliz Sir Eric Drummond, derhal Aras’ı Milletler Cemiyeti’ndeki makamına davet etmiş; Türkiye’nin örgüte üyeliği konusunu kendisiyle özel olarak görüşmüş; ve yardımcısı Comert de Türkiye’nin örgüte katılması için yapması gereken zorunlu işlemleri Aras’a anlatmıştı. 

Buna göre: Milletler Cemiyeti’nin üye olmak isteyen devletleri davet etmek gibi bir yetkisi yoktu. Üye olmak isteyen devlet, davet edilmez, kendisi Cemiyete üyelik başvurusunda bulunurdu. Türkiye Cumhuriyetinin davet edilmesi, örgütün yasalarına aykırıydı.

Fakat Türkiye, Meksika’yı örnek göstererek, “davet edilmek” konusunda diretiyor; ve şayet örgüt kendisini davet etmeyecek olursa, üyelik için başvurmayacağını söylüyordu. 



Durumu inceleyen Dummond: Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin yasal biçimi, üye olmak isteyenin başvuruda bulunmasıdır; ancak, şayet bu prosedürü uygulamamız Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte katılmasına engel oluşturacaksa; bu durumda bu yasal uygulamanın bir yana bırakılması gerekir; çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasının örgüt açısından çok büyük bir önemi vardır, diyecek ve bu konuda bir karar vermek üzere Genel Kurulu’nu toplantıya çağıracaktı.

Milletler Cemiyeti’nin 1 Temmuz 1932 günlü toplantısının tek gündem maddesi vardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyetine Katılma Biçimi”…

Türkiye Cumhuriyeti, katılma prosedürü bir yana bırakılarak örgüt tarafından üyeliğe davet mi edilecekti, yoksa diğer ülkeler gibi Türkiye’den de başvuru dilekçesi vermesi mi istenecekti?






İspanya Delegesi Salvador de Madariaga, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt prosedürü dışına çıkılarak davet edilmesini savunan 29 imzalı bir öneri sundu:

“Biz Arnavutluk, Almanya, Avusturya, Avusturalya, İngiltere, Bulgaristan, Kolombiya, Küba, Danimarka, İspanya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Macaristan, İtalya, Japonya, Letonya, Yeni Zelanda, Panama, Hollanda, İran, Lehistan, Romanya, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya delege kurulları, bir devletin Milletler Cemiyeti’ne üye olabilmesi için Antlaşmanın birinci maddesinde göz önünde tutulan genel koşulları Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine getirmiş olduğunu görerek, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olmaya ve değerli işbirliğinden Cemiyeti yararlandırmaya davet edilmesini teklif ediyoruz.”

Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilmesini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardı. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özetle şöyleydi:

“Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek  sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şerefine hak kazanmıştır... Yunan delegeler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacaklardır.”





Avustralya delegesi Sir Granville Ryrie, sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında şöyle diyordu:

“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine dair öneriyi hararetle destekleriz. Bir çok kuşaklardan süregelmişen yüksek bir kültüre ve olağanüstü ciddi bir ulusal niteliğe sahip olması, Türkiye’nin en belirli niteliklerinden biridir… Genel Savaşın savaşçılarından biri ve Gelibolu, Filistin, Sina, Suriye cephelerinde bulunmuş bir insan olarak söylüyorum: Türk askerinin savunmadaki eşsiz kahramanlığını ve hücumdaki güç ve yeteneğini hayretle görmek fırsatlarını kazandım. Gelibolu’da, arkadaşlarım ve ben, Türklerin cesaretleri ve dayanma güçleri karşısında çok kez şaşkınlıklar içerisinde kaldık. Türk ordularının Avustralya mitralyözlerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağmuru altında, korkusuzca ileri atıldıklarını gördük. Türklerin değerleri ve dayanma güçleri hakkındaki yüksek düşüncelerimi işte ben böyle elde ettim. Savaşın korkunç kötülüklerini bu kadar yakından gören bu milletin, gelecekteki çabalarını savaşa engel olmaya adayacağı kanısı o günden beri her türlü duygunun üstünde olarak bende kesinlikle yer etmiştir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinin birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.”






İtalya delegesi Vittorio Scialoja’nın uzun konuşmasının özeti şuydu:

“Avrupa’nın esaslı bir unsuru olanTürkiye’nin aramızdaki eksikliği açıkça belliydi. Öneriyi desteklemekle sadece Türkiye hakkındaki dostluğumuzu ve içtenliğimizi açıklamış olmuyor, aynı zamanda Gazi’nin aydın yönetiminde genç  Akdeniz Devleti’nin doğuşunu memleketimin nasıl bir güvenlik duygusuyla karşıladığını ve gelişimini de izlediğini Genel Kurulumuz önünde tekrar perçinliyorum.”






Fransız Delegesi Paul Boncour, coşkulu konuşmasında özetle;

 ”Türkiye’nin davet edilmesi için açıklanan duygulara katılmak üzere Fransa adına bizzat kendim gelmek istedim. Avrupa ile Asya arasında bir bağlılık kuran bu çok eski ülkenin Cemiyete katılması, izlenen evrensel değerlerin bir sembolüdür.” diyordu.





İngiliz delegesi Lord Londonderry;

“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması, dünya çapında memnunluk doğuracaktır. Türkiye çağırıyı kabul ederse, İngiltere hükümeti bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır.”





Japon delegesi Büyükelçi Naotake Sato;

“Japonya, Batılılarca çok az tanınmış olduğu bir dönemde bile samimi ilişkilere sahip olduğu Büyük Türk Milletini olağanüstü bir memnunlukla karşılar.”





Alman Dışişleri Bakanı Baron Von Neurath adına konuşan Almanya temsilcisi Otto Goeppert;

“Ünlü Başkanı Atatürk’ün isabetli yönetimi altında uluslararası barış yapıtında işbirliğine özellikle layık olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin davet edilmesini Almanya memnunlukla karşılar.” diyordu



Diğer ülkelerin delegeleri de söz alıp Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne özel olarak davet edilmesi gerektiğini savunan konuşmalar yaptıktan sonra, oylamaya geçilmiş ve bütün üyelerin oybirliği ile Türkiye’nin davet edilmesine karar verilmişti. 

Örgütün Genel Sekreteri Sir Eric Drummond, Milletler Cemiyeti’nde alınan davet kararını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupla bildirdi. 

Fransız Uluslararası Diplomasi Akademisi’nden Vasiliei Nitikine, Diplomasi Sözlüğü’nde yayımlanan ve Davet’ten kısa süre önce yazdığı “Kürtler” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:

“Eğer bir gün Türkiye Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmeyi talep ederse, Kürt etnik azınlığının varlığını dikkate alacağını, bütün azınlıkların statüsünün bu konuda Cenevre toplantısında kabul edilen ilkelere uygun olarak gözden geçirileceğine ve düzenleneceğine inanıyoruz.”


Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet edilmesi”; Nikitine’in öngörüsünü boşa çıkartmıştı. 

Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu. 

Atatürk’ün Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunda bulunmayıp, Milletler Cemiyeti’nden “davet” beklemesinin hukuksal anlamı buydu. 

Bu davetle, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasal egemenliğinin dokunulmazlığı da Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilmiş oluyordu. 

Bu, Atatürk’ün, 1919’dan bu yana Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya çalışan Milletler Cemiyeti’ne karşı kazandığı en büyük zaferdi. Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği yanıtta, en başından itibaren o güne dek yaptığı bütün işlemlerin ve anlaşmaların, Milletler Cemiyeti ilkelerine ve uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini özellikle vurgulamaktan çekinmemişti. Türk Dışişlerinin davete yanıtı özetle şöyleydi:


"Sayın Genel Sekreter, Genel Kurul adına yapılan davetinize karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olmaya hazır olduğunu ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi olmayan devletlerle yaptıklarını da içine alan şimdiye kadar yapmış olduğu bütün sözleşmelerle üzerine almış olduğu yükümlülüklerin, Milletler Cemiyeti üyeliği görevi ile bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur duyarım. 

Bu hususta zaten Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyeliği göreviyle bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur kazanırım. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyelerinin çoğununun imzalamış olduğu Paris Misakı’nın ruhuna uygun olarak yapıldığını belirtirim. Bu açıklamayı yaparken, Türkiye’nin 24.7.1923’de Lozan’da imzalanan sözleşmelerden doğan askeri nitelikteki yükümlülüklerden ötürü özel bir durumda bulunduğunu da eklemeyi görev bilirim."

Derin Saygılarımla,
Dr. Tevfik Rüşdü





Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu yanıtla; gerek Sovyet Rusya ile imzalamış bulunduğu anlaşmaların; gerek gayrı müslimlerin Lozan’da kendilerine tanınan anlaşmalı azınlık konumundan feragat ederek öz yurttaşlar konumuna geçişlerine dair yapılan yasal işlemlerin; özetle üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirmiş oluyordu. 

Türkiye’nin, Anadolu’daki etnik öbekleşmeleri nüfus içine dengeli bir biçimde yaymaya yönelik olarak daha önce çıkartıp uygulamış olduğu zorunlu iskan yasalarının Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığı da iddia edilemeyecekti. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyeti tarafından üyeliğe davet edilmesi, Türkiye’nin o güne dek gerçekleştirdiği bütün iç ve dış hukuk işlemlerinin, Milletler Cemiyeti tarafından uluslararası hukuka uygun olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Milletler Cemiyeti davetine verdiği yanıt, örgütün Genel Kurul’unda Başkan Hymans tarafından okunmuş; Türkiye’nin üyeliğinin kabul edildiğine ve Türk delegelerin dönem toplantılarına çağrılmasına ilişkin karar tasarısı, üye devletlerin oyuna sunulmuş; ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, toplantıda bulunan 43 üyenin oybirliğiyle kabul edilmişti.



İşte o gün, etnik ayrılıkçı örgütler için “kara bir gün”dü. 


O güne dek İran, Irak ve Suriye’de yuvalanmış, İngiliz Fransız parası ve silahlarıyla örgütlenerek Türkiye’ye sızıp yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı eylemlere katılmaya zorlayan; aşiretleri “ulus” diye etiketlendirip kışkırttıkları aşiret isyanlarını “ulusal kurtuluş savaşı” diye yutturan ve yabancıların buyruğuyla “intiafada” (!) lar, “serhildan” (!) lar gerçekleştirip, Ağrı dağının tepesinde Kürt Cumhuriyeti kurduk diye Milletler Cemiyeti’ne başvurup zılgıtlar çeken Herekol Azizan kod adlı Celadet Ali Bedirhan önderliğinde ayrılıkçı Hoybun örgütü; o gün karalar bağlamıştı. 

Güvendikleri İngilizlerin Fransızların kışkırtmasıyla Milletler Cemiyeti tarafından tanınacaklarına inandırılarak çıkardıkları Ağrı isyanının bastırılmasından sonra; bölmek istedikleri Türkiye, Milletler Cemiyeti tarafından davet edilmiş; o güne dek devlet olarak yaptığı bütün işlemlerin uluslararası hukuka uygunluğu tescil edilmiş; dahası toprak bütünlüğüyle siyasal egemenliği de Milletler Cemiyeti’nce onaylanmıştı. 

Milletler Cemiyeti o günden sonra Türkiye’de dinsel ya da etnik azınlıklardan ve bunlara ayrıcalıklar, özerklikler tanınmasından vs. söz edemeyecekti.

1930’ların etnik bölücü terör örgütünün başı Celadet Ali Bedirhan, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği haberinden sonra, iki yıl kendine gelemeyecek; Millet Cemiyeti’ne öfke kusan ve kendilerine ihanet etmekle suçlayan Fransızca bir kitapçık yazmakla geçirecekti günlerini: “De La Question Kurde”.. Bedirhan bu kitapçıkta özetle şöyle diyordu: 

“Rus-Türk yakınlaşmasının ertesinde, müttefikler Kürt sorunuyla ilgilerini kestiler ve Kürtleri ulusal özlemleriyle birlikte Ankara’nın insafına terkettiler. (sf.16) Ankara, Milletler Cemiyeti’ne kabul edilişinin arifesinde, genel olarak azınlıkların çıkarlarını savunmak ve korumak ve üye devletlerin azınlıklarla ilgili yönetimlerini denetlemekle görevli olan Yüksek Kurul’a meydan okur gibi, 5 Mayıs 1932 Mecburi İskanYasası’nı hazırladı, resmen yayınladı ve uygulamaya sokmaya çalıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulü sırasında hiç bir üye ülke Türkiye’deki azınlıklar rejimini tartışmayı uygun görmedi. Çünkü büyük güçlerin çıkarları böyle gerektiriyordu. (sf.19)”


O yılların bölücü silahlı örgüt elebaşılarından Dr. Nuri Dersimi de 1952 yılında Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabında, aynı olgulardan yakınıyordu:

“Sovyetlerle Türkler arasında dostluk anlaşmasına dayanarak Ruslar Kürt harekatına engel olacak derecede Türk kuvvetlerine yardımda bile bulunmuşlardı. İngiliz ve Fransızlar, bir taraftan Musul petrolleri ve diğer taraftan Fransızlarla Türklerin henüz çözülmemiş anlaşmazlıklarının kendi çıkarları doğrultusunda çözümlenmesi için Türklere karşı (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetini kullanmışlardır. Türklerle olan sorunlarını çıkarlarına uygun şekilde hallettikten sonra (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetlerine engel olmuşlardır. Hoybun, dünya siyasetinin gidişatına ayak uydurarak çalışmalarına son vermek zorunda kaldı (Sf. 252).”


Atatürk Türkiyesi’nin Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmaları ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üyeliği,etnik ayrılıkçı bölücü örgütlerin dış kaynaklarını kurutmuş ve Dersim’i Tunceli’ye dönüştüren 1937-1938 harekatlarından sonra, yaklaşık kırk yıl boyunca hiç bir etnik ayrılıkçı örgüt bir daha silaha el sürememişti. 
Bu da, etnik ayrılıkçı örgütlerin dış güçler beslediği sürece var, dış destek kesildiği an yok oluverdiklerinin kesin, somut, yadsınamaz kanıtını oluşturuyor.

Etnik ayrılıkçı örgütler, Türkiye’yi her zaman Milletler Cemiyeti’ne şikayet etmişlerdir. Ağrı İsyanı dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan Celadet Ali Bedirhan imzalı şikayet dilekçeleri de, Dersim Olayları dolayısıyla Türkiye’yi kitle kıyımı yapmakla, zehirli gaz kullanmakla suçlayan Nuri Dersimi imzalı şikayet dilekçeleri de; Ermeni Taşnak Örgütünün Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan şikayet dilekçeleri de; bunların hepsi 1946 öncesi Milletler Cemiyeti’nin arşivindedir.

Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye yönelik bu gibi şikayetleri haklı bulmamış; incelemeye değer görmemiştir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet”le girişi; girmeden önce gerçekleştirdiği bütün işlem ve tasarruşarın uluslararası hukuka uygunluğunun, Milletler Cemiyeti üyesi bütün devletlerce kabul ve tescil edilmiş olduğu anlamına geldiği gibi; bu Cemiyet 1946’da Birleşmiş Milletler Örgütü’ne dönüşünceye dek Türkiye’nin yaptığı bütün işlem ve tasarruşarın uluslararası hukuka uygunluğunun da yine üye devletlerce tescil edilmiş olduğu anlamına gelmektedir.

Atatürk, kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuka uygunluğunu, “davet” yoluyla Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirmekle; “Benim naciz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır” sözünü eylemle perçinlemiştir. 

Atatürk’ün “Milletler Cemiyeti’ne Davetle Katılma” zaferi; herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşun Türkiye’nin karşısına dikilip, parmağını sallayarak, “sen geçmişte şu suçu işlemiştin, geçmişte şu haksızlığı yapmıştın” diyerek tarihsel suçlamalarda bulunma hakkını ortadan kaldıran, ve böylesi densizlikleri boşa çıkartmaya yetecek bir dayanaktır.


Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin pasif bir üyesi olmamış, yönetsel görevler üstlenmiştir. 

1934’te, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyonda başkanlık ve raportörlük görevi üstlenen Türkiye, 1934-1936 arası Milletler Cemiyeti Konseyi üyeliği ve 1935’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığını üstlenmiş ve 1937’de Milletler Cemiyeti genel kurul başkanlığını yapmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 15.11.1971)


Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Türkiye adına Milletler Cemiyeti başkanı seçildiği zaman, eski başkan onu şöyle tanımlamıştır : 

“Genel Kurul, oybirliğiyle Türkiye birinci temsilcisi Sayın Rüştü Aras’ı başkanlığa seçmiştir. Kendilerinin çok seçkin bir politik meslek yaşamları vardır ve üstün nitelikleri geniş görgü ve deneyimleri, sonsuz incelikleri ile, Milletler Cemiyeti’ne katıldıkları ilk günden bu yana herkesin derin sevgi ve saygılarını kazanmışlardır. Genel kurul kendilerini başkan seçmekle, yalnızca bu devlet adamı ve kuruluşun iyi hizmetkarına değil, aynı zamanda temsil ettikleri Mustafa Kemal Türkiyesi’ne ve ulusuna karşı duyduğu saygıyı da belirtmek istemiştir.”


Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri, 10 Kasım 1938 günü ölüm haberini aldığında  Atatürk’ü “Barışın Dahi Yapıcısı” olarak nitelendirmiş ve Milletler Cemiyeti’nin Atatürk’e duyduğu saygı ve hayranlığı bir kez daha belirtmek üzere, cenazesine özel bir temsilciler kuruluyla katılmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 11.11.1971)





Bugün, özellikle de Atatürk dönemine sövgüler yağdırarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım, toplu katliam gibi iftiralarda bulunan devletlere; kendilerinin geçmişte Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne övgüler yağdırıp Milletler Cemiyeti’ne alkışlarla “davet” etmiş olduklarını anımsatacak kimse yok mu devletimizde?

Milletler Cemiyeti arşivindeki Türkiye ile ilgili bütün belgeleri, tıpkı basımları ve Türkçe çevirileri ile birlikte, anıtsal bir kitap halinde basarak; bu kitabı, hem ders kitabı hem de Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara karşı yanıt olarak kullanmak; üniversitelerimize düşen en onurlu görevlerden biri değil midir?


Ölümünün 72. yılında, Atatürk’ü, “1932 Milletler Cemiyeti Zaferi”yle; başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tasarruşarının uluslararası hukuka uygunluğunu tescil ettirerek, ülkemizi ölümünden sonra 40 yıl süreyle etnik ayrılıkçı terörden kurtarmış olan uluslararası diplomasi zaferiyle anıyorum.

Ve buruk bir şarkı dolanıyor dilime:

“Unutturamaz seni hiç bir şey; unutulsam da ben…” 


CENGİZ ÖZAKINCI









Tevfik Rüştü Aras'ın yazmış olduğu kitap



Atatürk'ün Dış Politikası


1925'ten Atatürk'ün ölümüne kadar 13 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras'ın bu kitapta yer alan makaleleri seçilirken, Atatürk'ün dış politikasını mümkün olduğunca ortaya koyan yazıların bir araya getirilmesine özen gösterildi.

"Atatürk'ün dış politikası" denince, ilk akla gelen kuşkusuz "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesidir. Tevfik Rüştü Aras'ın bu konuda söyledikleri Atatürkçü dış politikanın bir özetidir. Barışın korunması konusunda son derece gerçekçi saptamalarda bulunan Aras, kitapta yer alan çesitli makalelerinde Türkiye-Sovyetler Birligi dostluğuna özel bir önemle vurgu yapıyor ve Atatürk döneminde olduğu gibi bu ülkeyle yeniden yakın ve dostane ilişkiler kurulmasını tavsiye ediyor.



***

HAVADAN ATIP KONUŞANLARA, 
GÜNDEM YARATIP 
İNSANLARIN KAFALARINI KARIŞTIRANLARA DA 
DERS OLARAK OKUTULSUN. 
HATTA GÖZLERİNE SOKULSUN !!!



SB.

***






30 AĞUSTOS - ÇİFTE ZAFER








30 Ağustos Zaferi 
Gerçekte  Çifte Zaferdir


Kimi zaman kişiler, nedendir bilinmez, bir duraksama geçirirler. İnsanın kimi zaman tıkandığı anlar olur. Duraksar. Bir belirsizlik çöker. Umutla umutsuzluk arasında bir noktadır bu... 

Seksenbeş yıl önce 1922 yılı Ağustos ayına gelindiğinde Türkiye böylesi bir durumla karşı karşıyaydı:

“Bu işin sonu ne olacak?” ya da

“Ne olacaksa olsun!”

“Fırtına öncesi sessizlik” denilen bir durumdu. 

“Hani nerede ordumuz, niye bir an önce taarruz etmiyoruz?”,

“Ordumuz durduğu yerde çürütülüyor, daha neyi bekliyoruz?” diyenler yanında 

“Bir sonuca ulaşmak için mutlaka savaş şart mıdır? Politik bir çözümle bu iş halledilemez mi? Bu halimizle taarruza kalkışmak kan dökmekten öte bir fayda sağlamaz. Çünkü Yunanlar’ı yensek bile İngilizler yine bizim önümüze dikilir. Duruma bakılırsa bir taarruzda başarı şansımız hiç de fazla değildir” diyenler de vardı.

1921 yılı Ağustos ayında durum daha da kötüydü. Kimileri Ankara’dan ailelerini iç bölgelere gönderirken, meclisin ve hükümetin Kayseri’ye, Sivas’a ya da Malatya’ya taşınması dile getiriliyordu. 

Erzurum Milletvekili Durak Bey, “Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? Cephe neredeyse meclis de onun arkasında toplantıya devam etmelidir. Düşman bizi burada kendisini yenmek için önlemler düşünürken bulmalıdır. Yerimiz cephedir. Geriye bir tek adım atamayız” derken oluşan sessizliği TBMM’nin renkli bir siması bozdu. 

O güne değin ağzını açmamış olan ak sakalı göbeğinde Dersim Milletvekili Diyap Ağa’nın sesi yankılanıyordu:

“Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla kavga edip ölmeye mi? Kaderde ölmek varsa kaçmakla bundan kurtulamayız. Eğer ölürsek burası ikinci bir kabe olur.”

“Bir gün yine giyeriz” diyerek 8 Temmuz 1919 günü çıkardığı üniformasını yine giyen Mustafa Kemal düşüncelerini 5 Ağustos 1921 günü orduya ve ulusa bildirisiyle açıkladı:

“Büyük savaştan çıktığımız en zayıf zamanımızda bütün yurdu çiğnemek ve bütün halkı yok etmek için üzerimize saldıran düşmanlara karşı ulusça birleştik. Bana bu (başkomutanlık) görevi vermiş olan meclisin ve o mecliste temsil edilen ulusun kesin iradesi hareket tarzımın akışını oluşturacaktır. Hiçbir neden ve biçimle değiştirilmesine olanak bulunmayan bu kesin irade kesinlikle düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. Ülkenin ve ulusun maddi ve manevi tüm kuvvetlerini bu sonucun alınması amacına yöneltmek için hiçbir önlem ve girişimden kaçınılmayacak, ne yer ve zaman ile ne de vatan kavramı karşısında ayrıntıdan ibaret kalan diğer düşüncelere bağlı kanılmayarak düşman ordusunun yok edilmesinden ibaret bu tek amaç uğrunda gereken herşey yapılacaktır.”

Ardından “Ulusal Vergi Buyruğu” yayımlandı:

“Her evden bir kat çamaşır, bir çift çorap ve çarık” istendi. 

Ayrıca parası sonradan ödenmek üzere tüccar ve halkın elinde bulunan giyim kuşam, yiyecek (yüzde 40), araba, yük ve koşum hayvanları (yüzde 20), silah ve cephane, benzin, kamyon lastiği, yapıştırıcı, kablo, pil ve tel toplandı. 

Ustalar, sanatkârlar saptanıp askerlik şubelerine bildirildi. Bu toplama ve alım işleri sırasında kötü işlemleri görülenler ve alınanı kendi malıymış gibi kullanmaya kalkanların “Vatan Hainliği” suçuyla cezalandırılacağı duyuruldu.

Çanakkale’de “Size ölmeyi emrediyorum” buyruğu verdiği ordusuna Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1921 günü bu kez şöyle sesleniyordu:

“(Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.) Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük, her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna dek dayanmak ve direnmekle yükümlüdür.”

Sakarya zaferinin bedeli ağırdı. 

25 bin asker, 350 subay yitirilmişti. 800 yaralı subay vardı. 

Erlere günler boyunca birer avuç buğday dağıtılmıştı. Askere buğdaydan başka dağıtılacak yiyecek kalmadığını öğrenen Mustafa Kemal ve karargâhtakiler önlerine getirilen tavuğu yemeden aç yatmışlardı.

TBMM mutfağına da onbir gün boyunca et girmedi. 

Sonuç tüm bu çekilen sıkıntıya ve bedele değerdi. Yunan ilerleyişi durdurulmuş, vatanın işgalden kurtarılması,  bağımsızlığa kavuşma düşüncesi düş olmaktan çıkmıştı.

TBMM’de ise açık açık dile getirilmese de en iyi niyetliler bile ordunun taarruz edemeyecek durumda olduğu düşüncesine kapılmıştı. Muhalefet bunu ustaca işliyordu. İsmet İnönü de ayırdındaydı. O günleri şöyle anlatmaktadır İsmet Paşa:

“Daha önceki bunalımlı evrelerde olduğu gibi Sakarya’dan sonra da kötümser bir hava esmeye başladı. Zaten siyasi fitne ve siyasi çekişme hiçbir an durmamıştır. Her büyük savaştan, her büyük askeri bunalımdan az bir süre sonra ümit devri geçer geçmez, yeniden ümitsizlik egemen olur. Bu ümitsizlik havası içeriden dışarıdan her araç ile tahrik edilir. Şimdi yine böyle bir ümitsiz atmosferin içine düştük.”

Hazırlık uzuyor, zaman geçiyordu. Mustafa Kemal çırpınıp duruyordu.

Muhalefetin 2. Grup milletvekillerinin tutum, tavrı ve söyledikleri Mustafa Kemal’i TBMM Hükümeti başkanlığından ve başkomutanlıktan istifa etme eşiğine getirdi. Mustafa Kemal’in rahatsız olup katılmadığı bir oturumda ipler koptu. 

Gizli oturum yerine açık oturumda hem Mustafa Kemal’in hasta olduğu açığa vuruldu hem de ona, orduya ve arkadaşlarına ağır dille suçlamalar yöneltildi. Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetki süresini uzatma önerisi reddedildi. Ordu başkomutansız kalmıştı. 

Hükümet görevden, Fevzi Çakmak Genelkurmay başkanlığından çekilmeye kalkıştı. “Muhalifler sizin başkomutanlıkta kalmanızı istemiyorlar” diyerek gelişmeleri aktardıkları Mustafa Kemal hasta yatağında meclis tutanaklarını inceledi, arkadaşlarına “24 saat sabredip bekleyin!” dedi.

Mustafa Kemal TBMM’de milletvekillerine seslendi:

“Benim rahatsızlığımı buradan ilana gerek var mı? Belki düşman benim rahatsızlığımı işitir ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Benim hastalığımı düfşmanın işitmesi doğru mudur?”

Mustafa Kemal, muhaliflerinin bir başka savına da şöyle karşılık verdi:

“Yasanın ülkede angaryayı yasakladığından söz ediyorlar. Doğrudur; fakat tehlike, gereksinim bize herşeyi meşru göstermektedir. Eğer ordumuzun gereksinimleri ulusa angarya yaptırmayı da gerektirecek olursa bunu da yapacağız ve en doğru yasa bu olacaktır. Şu ya da bu diye oy vermek, göstermek gerekir. Bu nedenle oy göstermemek yüzünden hükümet hareketsiz bir hale gelmiştir.

Bütün bu açıklamalardan sonra son söz olmak üzere şunu söylemek istiyorum ki, hükümet yönetilemez, ordu sevk edilemezse hareketsizliğe mahkum olur. Çocuk oyuncağı yapacak zamanda değiliz. Bu nedenle bu keşmekeşe, bu anarşiye hemen bir son vermek gerekir. Böyle yürüyemeyiz, böyle yürünmez, ulus böyle yürümek için sizi buraya göndermemiştir, ulus buna razı değildir.

Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızdan, hislerimizden vazgeçerek, herşeyi etraflıca düşünelim. Kurtuluş için... İstiklal için... Eninde ve sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak, onu mağlup etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz.”

“Dostları onunla beraber oldukları, düşmanları da ona karşı oldukları için” bütün meclisin desteğiyle Mustafa Kemal’e yetki yeniden verildi. Üstelik bu kez süre yoktu. 

Mustafa Kemal karşıtları şöyle düşünüyordu:

“Ordu iyice yenildi ve yoruldu. Bundan sonra bir daha belini doğrultamaz. Mustafa Kemal bu yenik ordunun başında yenik bir komutan olarak tüm saygınlığını yitirir.”

1922 Ağustos ayında elde edilen zafer dış güçler karşısında olduğu denli, içte de Mustafa Kemal karşıtları karşısında yürütülen bir savaşımın sonucudur.

30 Ağustos’ta işgal ordusunu dağıtan Mustafa Kemal, düşmanı dört bir yana dağıtabilmek için önce, kendi kurduğu TBMM’deki kendi milletinin vekillerini bir noktada toplamak zorunda kalıyordu.

30 Ağustos Zaferi bu nedenle, yalnızca cephede işgalci düşmana karşı kazanılmış bir zafer olmasının çok ötesinde, içeride, TBMM’deki kimi milletvekillerine karşı da kazanılmış bir zaferin simgesidir.




Yaşar Öztürk 
Bütün Dünya









29 Ağustos 2014 Cuma

KEMALİZM YA DA ATATÜRKÇÜLÜK NEDİR?






İki adlandırma da bizler için aynı anlama gelir. Kemalizm adını önce Kurtuluş Savaşı sırasında yabancılar kullanıyor. Kemali ya da Kemalist biçiminde kullanılıyor. 

1930 yıllarında Ahmet Cevat Emre ve Ali Naci Karacan Kemalizm sözcüğünü ilk kullananlar arasındadır. 1932’de Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu Gazetesinde yazdığı bir makalede sistemli olarak bu kavramı kullanır. 

1935 yılında CHP’nin 4. Büyük Kurultayı’nda,” Türkiye, ulusçu, halkçı, devletçi, laik ve devrimci bir cumhuriyettir.” Denildikten sonra, anlatım şöyle tamamlanıyor: “ Partinin güttüğü bütün bu esaslar Kemalizm ilkeleridir.” 

Hatta bu dönemde Türk Dil Kurumu çalışmaları yapıldığı ve dilde devrim anlayışı sürdürüldüğü için Kemalizm yerine bu sözcük “Kamalizm” biçiminde de kullanılmıştır.

Kuşkusuz Atatürkçülük ya da Kemalizm bir dogma ya da kalıplaşmış bir ideoloji değildir. Atatürk önce bir eylem adamıdır. Önce yapar, sonra bu yaptıklarını söyleme taşır. Biz Kemalizm ve Atatürkçülük kavramları yerine daha geniş kapsamlı olduğu için “Atatürkçü Düşünce Sistemi “ kavramını benimsiyoruz.

Emperyalizmin saldırısıyla her köşesi işgal edilmiş bir yurt, düşmanlarla işbirliği yapan padişah ve onun yönetiminin çıkardığı isyanlar, çeşitli engeller, ekonomik yoksulluk, insan kaynakları ve savunma araçları alanlarındaki yoksunluk, ulusun kurtuluşu konusundaki özgüven eksikliğinden doğan karmaşa ve bilinçsizlik…

Kurtuluş Savaşı öncesini kısaca böyle anlatabiliriz.

Halkımızı, antiemperyalist bir anlayışla bir araya getiren, emperyalist silahlı saldırganları,halkımızı örgütleyerek denize döken,yerli hainlerin çıkardığı isyanları bastıran, savaş sonrasında yaptığı sosyal devrimlerle ortaya koyduğu ilkelerle ulusumuzu, çağdaş, tam bağımsız, laik bir sosyal hukuk devleti durumuna getiren düşünce sistemine Atatürkçülük ya da Kemalizm diyoruz.

“Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, 1. Dünya Savaşının ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini, maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı, yeni bir toplumsal-siyasal düzen yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir. 

Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal, liberalizm ve sosyalizmden esinlenerek Türkiye'nin koşullarına göre oluşturduğu devrimci ideolojinin doğmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır.

 İdeolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak bir anlamda “sürekli devrimcilik” anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün aksine Kemalizm'in ideolojisi vardır, ama öğretisi (doktrini) yoktur.”

Atatürkçü Düşünce Sisteminin, üç aşamadan oluşan temel amacı vardır: 

Bunlar 
1- Tam Bağımsızlık: Atatürk, bağımsızlık için siyaset, maliye, ekonomi, adalet, eğitim, askerlik ve kültür konularında tam bağımsızlığı savunur. Şu sözlerine bir kulak verelim:” Biz, batı emperyalistlerine karşı kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her aracı ile Türk Ulusunu araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Bu suretle bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.( Atatürk, ASD Tamim ve telgraflar s.339)

2-Antiemperyalizm (Yayılmacılığa karşı Olmak): Dünyada emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını veren Türkiye, sömürgeciliğe karşıdır. Yaşamsal olmadığı sürece savaşı cinayet kabul eder. Dünya devletlerinin barış içinde yaşamasını savunur. 

3- Çağdaşlık: Sosyal devrimlerin yapılması, okuma yazma oranının yükseltilmesi, tarım, endüstri, ekonomi alanındaki ilerlemeler, tarih ve dil alanındaki devrimler ile laiklik devrimi bu bağlamda düşünülmelidir. Bu ereklere ulaşmak için ideolojinin çerçevesini oluşturan milliyetçilik, cumhuriyetçilik, laiklik ilkeleri Fransız Devrimi dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de Sosyalizmden esinlenerek alınmıştır.

ULUSÇULUK (MİLLİYETÇİLİK) İLKESİ:

”Kemalizm içinde <milliyetçilik> bir yanda ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öğe oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için, önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden biri olan demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu.(...)

Bu gecikmiş milliyetçilik akımını bir düşünce sistemine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedef gözetmeyen, ırkçı olmayan bir milliyetçiliktir.”

“Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle “mazlum milletlerin” birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. 

Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi,<çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi> olmaktır. Siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir <tam bağımsızlık> bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır. Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise çağdaş bir ulus yaratmaktır. 

Bu ulus, ne <ırkçı> ne de <ümmetçi> bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre, ulus ne din ne de ırk temeline dayanır. Ulusu yaratan temel öğe, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür.”

“Onun için <Türk> Anadolu toprakları üzerinde <kederde, kıvançta> dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk, o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken Anadolu’nun tüm insanları etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. 

Atatürk <Medeni Bilgiler> kitabında şöyle demiştir.”Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de,”ulus; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirlerine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.”

“Milliyetçilik aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu; toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. 

Başka bir deyişle toplumdaki birikimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak için kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.”

“İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte insanları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik bölücü değil birleştiricidir. İleri milliyetçilik savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde yukarıdaki amaçlar uğrunda kabul eder.İşte ilerici milliyetçilik Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle evrensel ve kalıcıdır.”s.51-53

CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ:

”Kemalizm İlkelerinden <cumhuriyetçilik> bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa aitse ülkenin kimler tarafından, hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecektir demektir. 

Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik giderek< demokrasi> ile bütünleşmekle eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik, aynı zamanda siyasal iktidarın, dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.”

“Mustafa Kemal'e göre,<Yeni Türkiye Devleti> bir halk devleti idi. Oysaki geçmişteki devlet, bir <kişi devleti> idi, kişilerin devleti idi. 

Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini, sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir.Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirlerini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Kili'nin de altını çizdiği gibi, Kemalist Cumhuriyetçilik anlayışı, ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.”

“Cumhuriyetle demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar Avrupa'sında neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye için özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. 

Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi faşist, nazist modelden etkilenmişlerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması, son derece önemli ve anlamlıdır. 

Mustafa Kemal bu tercihini yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yolda, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. 

Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kalındığı zaman, bunu doğal saymıyor;<Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman zorunlu olarak onaylanır.> diyordu.

“Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: <Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.> 

Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti.”

“Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler vardır ki, günümüzün <katılımcı> demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini göstermektedir. Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş, böylece onlara ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 

Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere armağan etmiş ve onlardan gerektiğinde, ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini, demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.”

“Atatürk, gerçekleştirdiği <kültür devrimi> açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Her şeyin devlet içinde ve <devlet için> olduğu faşizmin yükselme döneminde bile <Türk Dil ve Tarih Kurumları> siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. 

Atatürk, onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 <halkevi >ile dört bin kadar< halk odası>kağıt üzerinde partiye bağlı olmakla birlikte büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmışlardır.”

“Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu. <İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. 

Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır.Türk demokrasisi Fransız İhtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin, o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” S.53-56

HALKÇILIK:

”Bugünkü varlığımızın asıl niteliği, milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir. 

İlkenin içeriği Halk Partisinin programında üç öğe olarak görüldü: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içinde gelişmesi. 

1922’de Meclis kürsüsünde şöyle diyordu:” Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Diyebilirim ki bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız , kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı, iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz, bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”

“Mustafa Kemal, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında meclis önünde yaptığı bir konuşmada halkçılığın toplumsal ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu:

 “ Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin bir hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü atmakla ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içersinde yeri yoktur. O halde söyleyin baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal uğraştır.”

“ Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok devrim, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkinler- halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi <Türk dilini yabancı diller boyunduruğundan kurtarmak> amacıyla gerçekleştirilen <dil devrimi> yani dilde arılaştırma çalışmalarıdır. 

Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-farsça yüklü Osmanlıca bırakılmış, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.”

“Kemalist halkçılık, ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı yansıtmıyordu. Suna Kili’ye göre: <Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden ılımlı bir toplumcuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında, halk yararının gözetilmesini amaçlar.”


DEVRİMCİLİK:

”Kemalist <devrimcilik> ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. O, bu anlayışını daha 1923 yılında Konya’da yaptığı bir konuşmada ortaya koyar: 

“Bozuk zihniyetli milletlerde, büyük çoğunluk, başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu, kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. 

Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa, her türlü hareketi kabule derhal hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi gerekir.

“Bu seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır. 

Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda,sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açık olmak biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.”

Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyordu:
”Devrim, Türk Milleti’nin son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır.”

Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O’nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara paralel olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu.

İşte bu nedenledir ki, Kemalizm’in devrimcilik ilkesi aynı zamanda bir< sürekli devrimcilik> anlayışını da yansıtmaktadır.

“En ileri kurumlar bile koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin<bekçiliği> ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in bu sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Mustafa Kemal’in sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri <Kemalist> ya da <Atatürkçü> saymak olanaksızdır. 

Suna Kili;<Devrimcilik kalıplaşmayı, duraganlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrim anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur.> derken haklıdır. 

Emre Kongar da aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: < İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimi’ni, temel ilkeleri yönünden ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız, mevcudun ve gerçekleştirilenin korunmasıyla yetinilmeyecek, Türk Devrimi zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelere göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecektir.”


DEVLETÇİLİK:

 “Kemalizm’in < devletçilik >ilkesini de halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Batının gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu. 

Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye’nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise<halkçılık> anlayışı karşıydı. 

“1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye ne özel kişilerin yeterli parası ne yeterli deneyimi ne de yeterli teknik bilgisi vardı. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. 

Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için<devletçilik> ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek hem de hakça bir dağıtım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.”

“Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan son düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu:
<Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özelikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir.

“Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören Marksizm ile kuşkusuz hiçbir ilgisi yoktur.Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. 

Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı. 

Türkiye’de bir yandan özellikle altyapı ve sanayi yatırımları gerçekleştirilerek oldukça büyük bir ekonomik büyüme sağlandı. Öte yandan sanayileşme devlet eliyle sağlandığı için Türk işçisi, Batıdaki örnekleri gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda edilmesi gibi olumsuz bir durum yaşamadı.

1929-1939 arasında on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken Türkiye’de sanayi üretimi artışı yüzde 96’yı buldu. 

Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye’den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı. 

Bunun sonucunda oluşan ve büyüyen sanayi işçisi nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme hakkını elde ettiyse yine kan dökülmesine, kuşaklar boyunca acı çekilmesine meydan verilmeden insancıl çalışma koşullarına kavuştu. 

Kemalist <sürekli devrimcilik> anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. (Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir.)


LAİKLİK: 

Altı ok ile sistemleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk’ün kuşkusuz ki en önem verdiği ilkelerin başında belki de <laiklik> geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü:

 Laiklikten ödün vermemek! 
Serbest Fırkanın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar’a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu:” 

Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.”

“Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındaki cumhuriyetçiliğin de milliyetçiliğin de devrimciliğin de ve hatta halkçılığın da ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek bir özgür seçim olmaz. 

Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öğe, ulus değil, inananların oluşturduğu ümmettir. 

Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır. 

Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.

“Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü eski düzenle çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişikliklere hep karşı çıkmış, dini siyasal bir amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. 

Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de <dinsizlik> olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.

“Atatürk, din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: <Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur, biliniz ki; o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz, aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

“Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu: 
<Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın.”

“Müslüman Türk halkı, Kuran’ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına, ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe ezan gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, Kemalizm’e karşı olan tutuculara karşı bir ödün olarak ortadan kalktı. 

Kemalizm sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir İslam ülkesindeki laik devlet böylece doğdu.”

“Hiç kuşku yok ki Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyimde, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin bir bütünlük içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir sonuç olduğunu, bugün takdir edebilmek zordur.”

“Napolyon <süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz.> diyor. 

Bunun sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket dayandığı toplum kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder ne kadar büyük olursa olsun belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı, o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse ,o ölçüde başarılı sayılır.”

“Mustafa Kemal’in birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için dayanabileceği güçler belliydi; Asker sivil bürokratlar, ulusal nitelikli ama oldukça zayıf bir kentsoylu (burjuva) kesimi ve büyük toprak sahipleri. 

Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı.”

“Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra <toprak reformu>n a geldiğinde başaramadı. 

Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de <toprak ağaları> idi. Kemalizm’in başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920’lerin Türkiye’sinin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz.”

“Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor:
 <Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılar uyandırdı. Bugün üçüncü dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan alanda, Türkiye’nin 1919’dan sonraki atılımı ve uygulanan reformlar, çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizm’den alınacak dersler araştırıldı.”

Ulu Önder Atatürk, bu altı temel ilkeyi seçerken şu temel düşünceyi vurgular: “Doğu’nun dinsel, sosyal ve siyasal baskısından olduğu kadar, Batı’nın siyasal ve ekonomik zorbalığından uzak bir devlet kurmak, bir toplum yaratmaktı.”

Atatürkçü Düşünce Sistemini oluşturan üç temel amaç ve altı ilkeye, şu bütünleyici ilkeler de eklenebilir: 
Ulusal Egemenlik, Ulusal Bağımsızlık, Akılcılık, Bilimsellik, Yurtta Barış, Dünyada Barış! Ulusal Birlik, İnsan ve İnsanlık Sevgisi.

Atatürkçülük ya da Kemalizm, akıl ve bilimi yol gösterici olarak kabul eder. Barışçıdır, aydınlanmacıdır, ulus devletten yanadır.Laik hukuka dayanır. Özgür yurttaş yetiştirmeyi amaç edinir. Anadilimiz Türkçeyi, bilim ve kültür dili olarak geliştirmeyi amaçlar. Tarihsel süreç içinde Türk kimliğini otaya çıkarmak, Türklerin yalnız asker değil, uygar bir ulus olduğunu kanıtlayarak, onlara özgüven sağlamayı temel amaç edinir.

Mustafa Kemal Atatürk’ü,” Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. 

Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım.” Sözü her yönüyle anlatır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Söylevi Türk Ulusu’na verdiği ülküyü de içerir. 

Buna göre:
 A) Yurdu , dünyanın en bayındır ve en uygar memleketleri düzeyine çıkarmak 

B)Ulusu en geniş ve gelişmiş refah, araç ve kaynaklara sahip kılmak 

C) Ulusal kültürü, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak.

Ulu Önder Atatürk, Türk Ulusu için yaptıklarını belgeleyerek halkına hesap veren bir liderdir. Bu yönüyle de dünya liderleri arasında tek örnektir. 15-20 Ekim 1927 tarihinde, CHP’nin kurultayında 36,5 saat süren bir konuşma yapar. Yaptıklarının belgeleriyle hesabını verir çok sevdiği halkına. 

Söylevinin sonunda Türk Cumhuriyeti’nin, Türk bağımsızlığının korunması ve sonsuzluğa kadar sürdürülmesi görevini Türk Gençliğine verir. Genç yapısı gereği ataktır, kuralları zorlar, yeniliklere değişime ve gelişime açıktır. 

Onlarla ilgilenilir, yönetime katılır ve onların gizil gücü olumlu değerlendirilirse gençlerimizle çok iyi şeyler yapılabilir. Gençlerin bu yapısını bilen Atatürk, Söylevinin sonunda şöyle der:

” Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk Gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.”

Cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı koruma görevi verdiği gençlere güvenir. Şu sözleri bunun en güzel kanıtlarıdır.

” Gençler! Yürekliliğimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık niteliğinin, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en büyük simgesi olacaksınız.”” Ey Yükselen yeni kuşak! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve sürdürecek sizsiniz.”” 

Genç düşünceli demek gerçek düşünceli demektir.” “Sizler yeni Türkiye’nin genç çocukları, yorulsanız da beni izleyeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler hiç mi hiç yorulmazlar. Türk gençliği, amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan yorulmadan yürüyecektir.”


Atatürkçü Düşünce Sistemini daha iyi anlamak için Ulu Önder Atatürk’ün şu sözlerini de bir kez daha vurgulamakta yarar var. 

“ Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşıyız.”

”Türk demek, dil demektir. Ne mutlu Türk’üm diyene!” 

“Bilim ve fen neredeyse oradan alacağız ve mutlaka her kafaya sokacağız.” 

“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma ,hiçbir kalıplaşmış ve donmuş kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur… Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.”

Yazımı, yobazların şehit ettiği, Atatürkçü bilim adamı, siyasetçi ve ADD Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın ışıklı düşünceleriyle bitiriyorum.

”Atatürk’ün son zamanlarında yaptıklarının bekçiliği değil, son zamanlarda yaptıklarının toplamı da değil. Biz Kemalizm dediğimiz zaman, Atatürk’ün altı ilkede çerçevesini çizdiği ilkelerin ışığı altında değişen koşulların, aklın ve bilimin ışığında, en ileri çözümleri üretmeyi anlıyoruz. Özetle ifade etmek gerekirse Kemalizm geçmişin bekçiliği değildir, bir anlamda geleceğin öncülüğüdür.” 

Kemalizm’in ışıklı düşünceleriyle yola çıkarak geleceğin öncülüğünü yapanlara ne mutlu!



NAİL TOPAL
(emekli öğretmen)


Not: Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği yapıtının, s. 48-65 sayfalarından yararlanılmıştır. 


____________________________________________