Translate

16 Mayıs 2014 Cuma

Artık susulacak zaman geçti! - Yüzbaşı Selahattin'in Romanı


….Bir gece Rahmi, Selanik kahvesinde bana sordu:

- Sen nesin?
- Harbiye talebesiyim.
- Başka?
- Bilmem.
- Düşün bakalım!
- Osmanlıyım.
- Başka?
- Müslümanım.

Sonunda Rahmi bana: Hayır sen her şeyden önce Türksün! Dedi.

O vakte kadar biz yalnız köylülere “Türk” derdik. Rahmi’nin sözü üzerine ben:

- Bilmem…Şimdilik Osmanlıyım, dedim.

Rahmi bana bir saat süren bir konferans verdi. Biz çok büyük milletmişiz, biz Asya’nın ortalarından gelmişiz, biz bir zamanlar dünyayı zaptetmişiz; sonra işi tembelliğe vurmuş, her şeyi unutmuşuz. Şimdi Türklüğe sarılarak çalışmamız lâzımmış…

Ben, Rahmi’nin konferansına bayıldım. Eve geldim. Bir hafta bu sözlerin etkisi altında kaldım. Ertesi Cuma, Rahmi’yle buluştuk. Fındıklı’da bir eve götürdü. Kazanlı bir Türk olduğunu söyleyen bizden çok yaşlı bir zata beni takdim etti:

- Size bir Türk daha getirdim, dedi.

Oturduk.

Adam bir Fransızca kitap çıkardı. Önce Fransızcasını okudu. Sonra Türkçeye çevirdi. Ne güzel ve saf bir Türkçeyle konuşuyordu. Okuduğu kitabın adı, Gök-Bayrak’mış. Cengiz’in muharebelerine ait kahramanlıkları yazıyormuş.

Günler böyle devam etti. Yavaş yavaş Türk olmaya başladık. Ben de bir yandan Türk oluyordum, bir yandan Türkçü….Fakat kime bundan bahsetsem gülüyor, kafasını çeviriyor:

- Güle güle, sen Türk ol ! Benim aptal ve sersem olmaya niyetim yok!...diyordu.

Tam bu sıralarda, yani 1911 yılı ilkbaharında gazeteler İtalyanların Trablusgarp vilâyetimize asker çıkararak bize harp ilân ettiklerini yazdılar.

Bütün memleket ayaklandı. İtalyanlara ve mallarına boykot kararları alındı. Hürriyet kahramanı Enver Beyin Trablus’a giderek İtalyanlarla savaşa başladığını gene gazetelerde okuduk. Haber alıyorduk ki, birçok subay, kıyafet değiştirerek Suriye, Mısır veya Fransa yoluyla Trablus’a gidiyor ve yerli Araplardan bir ordu vücuda getirerek çarpışıyorlardı. Muharebe gittikçe kızışıyordu.

Bu gidenler arasında Binbaşı Mustafa Kemal, Kolağası Halil de vardı. Topoğrafya hocamız Yüzbaşı Bekir Sami Bey bir gün derste bize çok hazin bir vedayla binbaşı olarak Bağdat’a gitti. Bu sırada Arnavutluk illerimizde Arnavutlar da isyan etmişlerdi.

Demek ki 1911 yılında Arnavutluk’ta isyan. Yemen de isyan. Bağdat’ta isyan, Trablus’ta muharebe vardı.

Erzurum ve Van illerinde Ermeniler ayaklanıyor. Kürtlerle birlikte, hükümet kuvvetlerine karşı koyuyorlardı. Eşkiyalık ve çete muharebeleri devam ediyordu. Edirne, Serez, Selânik, Kosova, Üsküp’te Bulgarlar her tarafı ateş içinde bırakıyorlardı…

Osmanlı İmparatorluğu göçüyordu…



Edirne’ye ilk telefon bu yıl (1910) geldi. Daireler arasına kondu. Şehirde herkes bu gâvur icadının harikulâdeliğinden söz ediyor, kimse bu işin sırrına akıl erdiremiyordu. Ordu, üç adet zırhlı otomobil getirtmişti. Bütün şehir halkı arkasına takılır, hayretle seyrederdi. Aynı yıl sinemayı da gördü Edirne… Perdede yürüyen bir eşek, insanların yüzdüğü bir havuz, veya bir trenin gelişini gösteren sinema şaşkınlıkla karşılandı.

….

Bulgar eşkiyası da Edirne dolaylarına sokularak, Müslüman köylerini yakıyor ve şehre her gün köylerden yaralı ve yanık muhacir kafileleri geliyordu.



Harbiye’ye geldik. Kurmay Binbaşı Vehip Bey okul kumandanıydı. Geldiğimiz günden itibaren muazzam bir faaliyet başladı. Önce sınıflara ayrıldık. Ben piyadeye geçtim. Bizim bölükte Edirne’den gelen ancak üç dört kişi vardık. 16 idadiden öğrenci Harbiye’de toplanıyordu. Bizim sınıf 422 piyade, 41 süvari çıkardı. * ( 1930’da yani yirmi yıl sonra, bizim sınıf arkadaşları Dolmabahçe’de bir yıldönümü töreni yaptılar. Hayatta 54 kişi kaldığımız tespit edilmişti.!)



Ben mektepte Türkçülük akımının başıydım. Harbiye’de Türklük, Araplık, Arnavutluk, Kürtlük almış yürümüştü. Öğrenciler milli gruplara ayrılmışlardı. Okul kumandanlığı bu grupları arıyor ve akımları yürütenleri ezmek istiyordu. Çünkü Osmanlılık anlayışının istediği buydu.



Edebiyat sınavına girdik. İki soru verdiler. Aceleyle cevapları yazdım, henüz bir çeyrek olmamıştı ki bitirdim, tekrar okumaya lüzum görmeden görevli subaya verdim. Sınava davetli edebiyatçılar kurulu içinde Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamit, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Yusuf Akçora, Hamdullah Suphi vardı.

Bahçeye indim. Biraz sonra bir arkadaşım geldi. Birbirimize neler yazdığımızı sorduk. Sınavda, Harbiye Nezareti’ne Çanakkale, Kumandanından bir telgraf ve bir de Padişaha Trablus Kumandanından bir yazı istenmişti. Ben telgrafın imzasını “Çanakkale Kumandanı Aktaş” ve mektubun imzasını “Trablus Kumandanı Timurtaş” diye atmıştım. Bunu söyleyince arkadaşım:

- Ne yaptın? Okul kumandanlığının Türkçüleri aradığını bilmiyor musun? Şimdi kâğıtların dikkati çekecek ve sen takip edileceksin..! dedi.

Söyledikleri beni korkutmuştu.

Öğle yemeğine gittiğimiz zaman Bölük Mülâzımı Feridun Beyi gördüm. Feridun Beyin sınıfta edebiyata meraklı olanlara ilgisi vardı. Sınıfı birkaç defa yazılı sınava çekmiş, iyi yazanları ayırmıştı. Ama bunların arasında ben yoktum.

Yemekte Feridun Bey bizim masaya gelince:

-Söyle bakalım Selâhattin Efendi, nasıl yazdın? diye sordu.

- Bilmiyorum efendim, babam öldüğü için kafam çok dağınık…

Feridun Bey, bunun üzerine dört yüz kişinin yemek yediği salonda şöyle konuştu:

“Efendiler, bugün memleketin üstün ve seçkin edebi heyeti mektebimize gelmiş, imtihanlarda bulunmuş ve bazı kâğıtları da okumuştur. Bu meyanda Selâhattin Efendinin sınav kâğıdını da okuyan edebi heyet, Mektep Müdürlüğüne müştereken imzalı bir tezkere yazmış ve Mekteb-i Harbiye’nin bu kadar şuurlu ve güzel yazı yazan bir talebe yetiştirmesinden iftihar duyduklarını ve mektep müdürüne teşekkür ettiklerini bildirmişlerdir. Mektep müdürü bu durumu alay emriyle tamim etti. Sizler de okuyacaksınız. Ben de Selâhattin Efendiye şahsen mektep namına teşekkür ediyorum” dedi.

Korkum dağılıvermiş, yerini sevince bırakmıştı. Ben ne bekliyordum, ne olmuştu….Hayat böyle beklenmeyen şeylerle doluydu…

Ordugâha çıktık. Döndük. Sınavlarımızı bitirdik.

Ben merkezi Çanakkale’de bulunan ve İtalyanların deniz hücumlarına karşı sahillerimizi savunan İkinci Kolordu’ya kur’a çekmiştim.

10 ağustos 1912’de Padişah V.Sultan Mehmet Reşat geldi, bize Harbiye’de subay diplomalarımızı verdi. 

1894 yılında doğmuştum. 15 ağustos 1912 günü akşamı 18 yaşında bir subay olarak birliğime katılmak için yola çıktım.

Çanakkale İkinci Kolordu Beşinci Fırka (Tümen) On Beşinci Alay Üçüncü Taburuna tayin edilmiştim.

İstanbul’dan o vakit Nemse vapurları denen Lyod Triyestino vapurlarından birine bindim. Aynı akşam Çanakkale’ye giden bir Yunan vapuru vardı. 1908 devriminden sonra alınmış iki üç vapurumuz vardı. Türk kıyılarındaki insan, hayvan ve yük nakliyatını hep yabancılar yapardı.



Sabah olurken vapur Çanakkale’de demirledi. Vapurun çevresini kayıklar sardı. Birisine atlayıp sahile çıktım. O tarihte Çanakkale’de iki kolordu vardı. Yüz bin kişiye yakın kuvvet o civarda bulunduğumuzdan her tarafta asker kaynaşıyordu. Doğu Merkez Kumandanlığına gittim. İkinci Kolordu Karargâhının Çanakkale’nin karşı sahilindeki Maydos kasabasında olduğunu öğrendim. Kasaba harap ve halk perişan idi.

Yakup Şevki, bize Çanakkale’de oturan Şevket Turgut Paşa’yı görmemizi söyledi. Biz Çanakkale’ye tekrar geçip kumandanın evine ulaştık. Haber verdik. Bizi içeri aldılar. Biraz sonra çok kibar giyinmiş kır saçlı bir hanım salona geldi, hepimizin elini teker teker sıkarak bizi tebrik etti. Bu , Şevket Turgut Paşa, Romanya’da ataşemiliterken oradan aldığı Romanyalı hanımıydı. Bize güzel şeyler söyledi:

- Siz bu ordunun en yeni bilgilerle bezenmiş subaylarısınız. Memleketiniz çok geri, halkınız ve subaylarınız çok cahildir. Dünya çok ileri gitmiştir. Eğer milletinizi, vatanınızı seviyor, yabancı ellere esir olmasını istemiyorsanız çok çalışınız. Ben Romanyalıyım, fakat vatanım Türkiye’dir.

Sonra mavi gözlü , sarı bıyıklı , sevimli ve vakarlı haliyle Kumandan Şevket Turgut Paşa gelerek hepimizin gözlerinden öptü.

- Çocuklarım, şu anda çok kavi bir düşman karşısındayız. Her gece büyük düşman donanması karşımızda dolaşıyor, karaya asker çıkararak Boğazları elimizden almak için fırsat bekliyor. Şüphesiz bu düşmana bir fırsat vermeyeceğiz. Ve şayet karaya çıkarlarsa Çanakkale’yi İtalyanlara mezar yapacağız. Bu askeri görevinizi benden öğrenmeyecek kadar iyi bilerek büyük bir memleket aşkıyle buraya geldiğinizi gözlerinizden okuyorum. Biz çok geri ve cahil kalmış durumdayız. Dünya ile aramızdaki fark o kadar büyük ki, biz bu farkın dehşetini de anlayacak durumda değiliz. Her Türk, kudretinin yettiği kadar çalışmaz ve kanının son damlasına kadar fedakârlık yapmazsa, bu vatanı kurtaramayız.

Hüseyin Efendiyle, bölüğe geldik. Bölük muharebe mevcutlu olduğu için 285 neferdi. Seferberlik dolayısıyle 1873-1891 doğumlu erat silah altındaydı. Şu halde en yaşlı nefer 39, en genci 21 yaşındaydı….Bu 285 adam benim emrimdeydiler ve benim emrimle öleceklerdi…Talime çıktık.

Bölük talime başladı. Ben de incelemeye başladım. Maalesef talim namına yapılan şey, bir maskaralıktı. Okuması yazması olmayan Çavuşun yapacağı şey de bu maskaralıktan başka şey olamazdı. Derhal neferlerle teker teker meşgul olmaya başladım. Bölüğün hemen yarısından fazlası tüfeğe fişek sürmesini, süngü takmasını bilmiyordu. Birçoğu daha silâh atmamıştı. Oysa düşman karşımızda ve bize saldırmak üzereydi.

Baktım ki neferlerin bir kısmı Arapça, bir kısmı Kürtçe, bir kısmı Arnavutça konuşuyor. Bölükte üç dört Ermeni, iki üç Rum, birkaç Bulgar var. Ayakkabılar parçalanmış, çamaşır yok, hepsi takatsiz, bitli, yorgun…
İlk gördüklerimin acısıyla döndüm. Ve gördüklerimi derhal Hüseyin Efendiye söyledim. Hüseyin Efendi bana dedi ki:

- Bu asker kahramandır. Sen daha beşikte yatarken bunlar dağda kavga ediyorlardı. Yarın bir silah patlarsa görürsün. Hem sen böyle şeylere karışma…

O akşam yemekten sonra koğuşa gittim. Başçavuş ders veriyordu. Dinledim. Bazı askerlere ben de sual sordum:

S – Kaç Allah vardır?
C – Sekiz tane….
S – Neredeler?
C – Biri koğuşta Başçavuş, diğeri bölükte Hüseyin Efendi, vs…
S – Senin peygamberin kim?
C - …..
S – Kaç yaşındasın?
C – Bilmiyorum.
S – Bana birden ona kadar say!
C - Okuma yazma bilmem.
S – Bulunduğumuz yer neresi?
C – Kale-i Sultaniye…
S – Burada ne bekliyorsun?
C – Gâvur gelecekmiş…
S – Hangi gâvur?
C – Gâvur işte…

Şüphesiz bu nefer ne tarih biliyordu, ne coğrafya, ne millet, ne vatan…Gel demişler gelmiş, dur demişler durmuştu. Dersten çıkıp çadırıma geldiğim zaman Çanakkale suları önüne sandalyemi atıp oturdum. Durumu görüyordum: Feciydi. Ama çok azımız bu fecaatin farkındaydık. Çoğumuz kahramanlık teraneleri içindeydik….

Hayatımız tabii olarak sabah akşam talime çıkmak, gece derse girmek, sonra arkadaşlarla sohbet etmekle geçiyordu. Fakat her gün içinde bulunduğumuz çıkmazı daha iyi kavradığımızdan ıstırabım artıyordu. Ben her gece iki üç saat askerlik, tarih, felsefe üstüne kitaplar okumayı âdet edinmiştim. Hüseyin Efendi ve arkadaşları benimle alay ediyorlardı:

- Subay okur mu? Sen okumanı bitirmemiştin de neden subay oldun? Böyle okuduğunu gören nefer. Bu cahil subay nereden çıktı, gece okuyup öğreniyor, sabah bize söylüyor, demez mi?
Koca İtalyan donanması gelmiş, Boğazları kapamış Trablus elden gitmiş, İzmir’den Antalya’ya kadar On İki Ada elinde….Bizimkiler:

- İtalya da kim oluyormuş? Çanakkale’deki kayıklara adam bindirsek İtalyan donanmasını havaya uçururuz!...

Haddiniz varsa, olmaz deyin, hemen size vurdukları damga:

- Korkak ve cahil!

Günlerden birinde atış meydanında neferlere yeni usullerle atış vaziyeti aldırıyor ve çalıştırıyordum. Bizim Hüseyin Efendi geldi. Olanları görünce fena halde kızdı. Eratın işiteceği bir sesle:

- Selâhattin Efendi, bunlar iş değil! İş, Silah atmaktır. Gel bakalım şu atış yerine!

Bu hitap tarzı üzerine çok fena oldum. Atış yerine geldim. Bana dedi ki:

- Al şu tüfeği at bakalım!

Dedim ki:

- Elimizdeki talimname, bölük subaylarının da nefer gibi bu atışları yapmasını emrediyor. Bölük Kumandanı sıfatıyle sizden başlayalım.
- Peki, dedi, eline bir silah aldı.

Yüz elli metreden ders atışı hedefine atıyorduk. Yatarak destekli atış yapıyordu. Hüseyin efendi… en rahat ve kolay pozisyon buydu. Birinci mermiyi attı. İşaret verdiler:

- Boş!...

İkinciyi attı: İsabet! Yani numaralı daireler dışında hedefi vurabilmişti. Üçüncü atışta dördü tutturabildi. Bu, rezilane bir atıştı. Ama Hüseyin Efendi, benim gibi bir toy kişinin silâh atacağını ummadığı için, kendi yaptığı atışı başarı sayıyordu.

- Haydi bakalım Selâhattin Efendi, sıra sende…dedi.

Ben bir tüfek aldım, ayakta birinci mermiyi attım.
İşaret verdiler: 11… İkinci ve üçüncü 12 ,12…Hüseyin Efendi çok şaşırdı:

- Aferin mülâzım, sen silâh atmasını da biliyormuşsun? Dedi.

Cevap verdim:

- Bildiğim için subay yaptılar.

O günden sonra durum benim lehime gelişti. Bu işlere başladığımızın onuncu günü bölüğün gerçek kumandanı Kurmay Yüzbaşı Cemal Bey geldi. Henüz otuz yaşına girmemiş levent yapılı, aydın bir delikanlıydı. İki gün içinde kaynaştık ki, o bana “Selâhattin” dedikçe ve ben “yüzbaşım” diye seslendikçe kardeş gibiydik. Bölük hızını almış şaşırtıcı bir çalışmaya girmişti. Bölüğümüz Çanakkale inzibatına memur oldu. Ve bütün karakolları teslim aldı. Bölük merkezi Çanakkale içinde Çınarlık denen ağaçlık bir yere nakledildi. Çanakkale’de o tarihte iki kolordu vardı. Biri, Nizamiye kolordusu, yani bizimkiydi, Rumeli yakasındaydık. Redif kolordusu Anadolu yakasında bulunuyordu. Her iki kolordunun dayandığı şehir Çanakkale, bir asker meşheri gibiydi.



Yüzbaşı Selahattin’in Romanı / 1.Kitap
İlhan Selçuk 

...

"Harbin sonlarına doğru, Mehmetçikleri yaşla değil; kiloyla askere alıyorlardı. Kırkbeş kilo gelen askerdi......"

"Sabahleyin kalkıp Anadoluhisarı vapur iskelesine geldiğimiz zaman karşılaştığımız manzara şuydu:

Boğaz'ın karşı yakasında Amerikan Kolejinde büyük bir Yunan bayrağı ve gençlerin Yunan şarkıları...Çok defa Boğaz sularında yarısı denizde dalgalanan büyük Yunan bayraklarını taşıyan motor, kayık vb.askeri araçların gezdiklerini görürdük. Yunan torpido ve zırhları karakol görevi bahanesiyle bir aşağı bir yukarı gösteri yaparlardı.

Bineceğimiz vapur iskeleye geldiği zaman ; Çubuklu, Beykoz, Paşabahçe'den gelen bir sürü Rum ve Ermeni'nin ortak şarkıları marşları yükselirdi. Bu azgınlar vapura giren Türk kadınlarına ve erkeklerine bir sürü hakaret savururlar, bazen Türklerin başından feslerini alarak denize atar:

- Türko Türko diye fesin yüzüşünü seyrederlerdi. Bazen bir feryatla birlikte bir çarşafın yırtıldığını duyardık....

Gene bir gün dört-beş Senegalli asker Sirkeci'de birkaç Türk kadınına saldırdı. Kadınların feryadı üzerine oradaki bir polis silah kullanarak Senegalli neferlerden birkaçını vurdu.

Ne var ki Türk polisini yakaladılar. Fransız Güyanı'na sürdüler. (Bu polis Fransız mahkemesinin verdiği cezayı 18 yıl çektikten sonra memlekete dönebildi!)

Günler geçtikçe savaş sırasında dışarıya kaçan Hıristiyanlar geriye dönüyor, batan İmpartorluğu paylaşmakta sabırsızlanıyordu.

Ortalıkta Türk ve Türkiye diye birşey kalmamıştı."

"Hat Komiserliği görevi feciydi. Haydarpaşa garının bütün memurları Ermeni ve Rumdu. Belki birkaç küçük Türk memuru da vardı. Anadolu demiryollarını kendi paylarına ayıran İngilizler, bu hatta ve gara el koymuşlardı....

Biz Hat Komiserliğinde üniformalı üç Türk subayı ve İstasyon Kumandanı Yüzbaşı Hurşit'ten meydana gelen bir küçük kadroyduk. Her gün bir saldırıya uğrayacağımız korkusuyla titriyorduk.

Her sabah Anadoluhisar'ndan vapurla Köprü'ye geçer, oradan Haydarpaşa vapuruna binerek gara gelirdim. Daha önce de söylediğim gibi bu yolculuklar sırasında herhangi bir nedenle saldırıya uğramak dayak veya küfür yemek, öldürülmek işten bile değildi. Böyle durumlarda herhangi bir direnme, ya da karşılığın bedeli galip devletlerden birinin hapishanesine yollanmak ve orada yerli Rum veya Ermenilerin eline düşmekti...."

"Beyoğlu'nda Rumlar Türk kadınlarının çarşaflarını yırtmışlar, Türk erkeklerinin feslerini çiğnemişler, dükkan veya evde buldukları Türk bayraklarını parçalamışlar.

İstanbul bu tarihte bir mahşer yerini andırıyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Japon, Amerikan ordularından subaylar, neferler ve dünyanın her ulusundan ve dininden insanlar şehri doldurmuştu.

Anadolu'nun çeşitli yerlerinden sürülmüş Ermeniler de İstanbul'a dolmuştu. 

Türkler yenilmişti.

Hıristiyan azınlıkları Türklere karşı kışkırtanlar savaşı kazanmışlardı. Hıristiyanlar galip devletlerin tabii müttefikiydiler. 

İngiltere Elçiliğinde bir Rum-Ermeni şubesi açılmıştı. Runların istekleri genişti. Trabzon Piskoposu ve Rumları, bir Pontus devleti kurmak istiyorlardı.

Ermeniler Karadeniz'den Akdeniz'e uzanan bir devlet hazırlığı içindeydiler. 

Bağımsızlık peşinde koşan Arap, Kürt, Rum temsilcileri İstanbul'a doluşmuşlardı. 

Bir evin kapısında "Trabzon Rum İmparatorluğu Temsilciliği" bir başka kapıda "Pontus Cumhuriyeti", bir başkasında "Kürt Krallığı" biraz ötede "Kilikya Ermenileri Temsilciliği", güzel bir konağın girişinde "Arnavutlar Briliği" gibi levhalara ve uydurma bayraklara rastlanıyordu.

Bunlar yetmezmiş gibi Bolşevik devriminden kaçan Ruslar da şehri doldurmuşlardı.

İstanbul'da aranıp bulunamayan yalnız Türklüktü.

Payitaht tam bir uluslararası kent niteliğine girmişti. 

Bu şehirde en hakir en zavallı olanlar Türklerdi.

Türklerde ne hayat yeteneği kalmıştı, ne şeref....

Türk de Türklüğünü bir günah gibi saklayarak kenar çekilmişti.....

Hiç bir ev saldırıdan uzak değildi. Her an kapı çalınabilir ve bir sarhoş yabancı grubu, eğlenmek istediklerini söyleyebilirdi. Bu yabancılara Rum ve Ermeniler öncülük ediyorlardı.

Çevre köylerinde özellikle Pendik, Maltepe ve Beykoz'da Rum çeteleri türemişti. Türk köylerini basıyorlar ve yağma ediyorlardı.

Türk köylerinde pek az kimse kalmış; çoğu yanmıştı.

Çeteler kent içinden bile tacirleri dağa kaldırıyorlar, rehine olarak saklıyorlardı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cinayetten, yağmacılıktan, kundakçılıktan, özetle kan dökmekten açılmış bir uçurum vardı.

Eşkiyanın yakalanmaktan korkusu yoktu, ama halk korku içindeydi. İngiliz memurlar ve istihbarat ajanlarıyle eşkiya arasında ilişkiler vardı.

Türklere sömürgelerdeki Hintli, ya da zencilere davrandıkları gibi muamele ediyorlardı İngilizler......"



Yüzbaşı Selahattin'in Romanı 2.kitap 


___



"Tarih ve Allah her şeyi affeder, ama alçaklara karşı sükût lânetlenmek demektir. Bunu nasıl affettireceksiniz?"

"Nasıl oluyor ve nasıl ayağa kalkmıyor ve nasıl bu alçak hükümete râm oluyorsunuz?"

"Yağmacıları, hainleri ve vatanımızı boyunduruk altına almak isteyenleri kovuyoruz. Artık susulacak zaman geçti!"


Yüzbaşı Selahattin'in Romanı








Tarih kitaplarında mı kaldı sandınız?
ALDANDINIZ....


HÂLÂ GEÇERLİLİĞİNİ KORUYOR
ÖYLEYSE .....


/