Dünyamızın artan nüfusuna karşı azalan doğal kaynakları ile bunların özellikle zengin ülkeler tarafından paylaşılıyor olması göz önüne alındığında önümüzdeki yıllarda Türkiye olarak ne tür önemli sorunlarla karşılaşabileceğimiz konusu ciddi şekilde gündeme gelmekte. Ali Külebi, 2008
İşte bu sorunların boyutlarının üniter yapımızı ve bağımsızlığımızı etkileyecek olması da ülkemizde bugün milliyetçi-ulusalcı kesimin yenidünya düzeninin topraklarımızdaki temsilcilerine, yani küreselcilere karşı mücadele etmesini gerekli kılıyor. Başta ABD olmak üzere küreselcilerin arkasındaki güçlerin ve kullandıkları başat araç olan Batı kapitalizmin kendi çıkarları doğrultusundaki isteklerinin ise sonu yok. Bu sonsuzluk nedeniyle yitirilmiş milli kuruluşlar ve yitirilmekte, yabancılara yok pahasına satılmakta olan öteki varlıklarımız bizi maalesef adı konmamış ama sömürgeci olduğu açık olan bir yörüngeye teslim ediyor. Yenidünya düzeninin özelliği bu uygulamanın bir veya birkaç ülkede gerçekleştirilmesi değil. Bu olgu sömürülmeye uygun ve doğal kaynakları olan bütün ülkeler için geçerli.
Ülkelerin kontrol altına alınmasındaki önemli bir diğer yöntem de ulusal kurumların ele geçirilmesi. Hatta yenidünya düzeni, yerleşmek istediği ülkelerde kendi çıkarlarına dönük yasalar çıkarmayı da sistematik bir uygulama haline getirmiş durumda. Bu olgu ise devlet sistematiği ve bağımsızlık açısından kabul edilemez bir husus.
Uygulamada bu yeni sömürgeciliğin en önem verdiği yöntem ülkelerin küçültülerek zayıflatılması ve daha kolay kontrol edilebilirliğinin sağlanması. Batı ülkelerinin bu hususta çok deneyimli olduğu ve nerede ne gibi yöntemle ülkeleri kontrol altına alacağını çok iyi bildiği açık. Yerine göre etnik milliyetçilik, yerine göre işbirlikçi kesim ve onların kontrolündeki yazılı ve görsel medya ve son zamanlarda çok daha etkin olduğu ortaya çıkan ümmetçi kesim bu konuda onlar için yararlı enstrümanlar.
Yeni sömürgecilik yöntemiyle zengin ülkelerin çabaları ortadayken aslında dünya bütününde bu zengin ülkelerce Sovyetler Birliği'nin dağılmasının yarattığı boşluktan doğan müstakbel nüfuz alanları için kendi aralarında kapışmanın da hala sona ermemiş olması önemli ve dünya barışını tehdit eden bir diğer unsur. Zira bu topyekün sömürünün yanı sıra ABD ve dünyanın öteki klasik sömürgeci ülkeleri arasında gizli bir paylaşım mücadelesinin yaşandığı da bir gerçek.
Bu durum, dünyanın birçok bölgesinde ya yeni çatışma dinamikleri yaratmakta ya da mevcut sorunları büyüterek sürdürmektedir. Petrol zengini Ortadoğu'daki çatışmaların temelinde de bu ince nüansların yattığını söylemek mümkündür. Yine madalyonun öteki yüzünde ABD açısından ortaya çıkan yeni fırsatlar da söz konusudur.
Yenidünya düzeninde ortalığı boş bulan ABD, yeni koşullarda kendisini avantajlı duruma getiren askeri ve politik üstünlüğünden yararlanmakta tereddüt etmemektedir. Bunu da öteki devletlere örnek/ibret olsun diye güç gösterisiyle ortaya koymaktan hiçbir şekilde kaçınmamaktadır.
Nitekim ABD'nin 1991'de Irak'a saldırdığı ilk Körfez Savaşı ve bunu izleyen Afganistan işgali ile İkinci Körfez Savaşı birer güç gösterisiydi. Başka bir deyişle bu savaşlar yeni döneme özgü emperyalist müdahaleler serisinin başlangıcını oluşturan önemli bir dönüm noktasıdır. Sırada, bize komşu İran ve Suriye gibi ülkelerin olabileceği ihtimali bizim yaşadığımız coğrafyanın özelliğini ortaya koyarak karşı karşıya kalabileceğimiz problemleri de söz konusu ediyor.
YENİDÜNYA DÜZENİNİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ
Küresel sermayenin çıkarları gereği dünya çapında çelişkilerle örtülü, büyük toplumsal ve uluslararası çalkantılar, savaşlar ve iç savaşlarla karakterize edilebilecek yeni bir döneme girmiş olduğumuz açıktır. Bunun bütün işaretleri bugünkü konjonktürde mevcuttur. Üstelik küresel güçler de bunun farkındadır. O nedenle de liderliğini şimdilik kabul ettikleri ABD'nin önderliğinde tüm hazırlıklarını buna göre yapıyor olmaları "normal" karşılanabilir. Dünya artık bir bütün olarak, bir topyekun savaş öncesini andıran sinyaller vermekte ve yenidünya düzeninin bundan sonrasının Irak ve Afganistan gibi acılarla dolu yeni çatışma ve savaş alanları ile sürmesi söz konusu. Bu bağlamda konuyla ilgili olarak şu tespitlerde bulunabiliriz;
- Yenidünya düzeni, sömürgeciliğin günümüze uyarlanmış şeklidir.
- Burada eskiden sömürgeci devletlerin yerini küresel, yani uluslararası sermaye ve şirketler almıştır.
- Bu yeni düzen acımasızdır. Çıkarları uğruna ittifaklara girişebilirken aynı zamanda da bir tek kutupluluk içerir.
- Saldırganlık küresel güçlerin sömürülmesini istedikleri her bölgeye yönelik bir istidat gösterir. Ama jeopolitik konumumuz açısından en büyük tehdit merkezi Türkiye'dir.
- Enerji deposu olan Ortadoğu "BOP" gibi bahanelerle kontrol altına alınmaya çalışılırken bölgenin en güçlü ülkesi Türkiye'nin bundan etkilenmemesi olanaksız olacaktır.
- Küresel tehditler açısından bölgesel ve ulusal açıdan bizi etkileyecek hususlar; terör, küresel terör, olası etnik çatışmalar, radikal akımlar, ekonomik istikrarsızlık ve problemler ile çevremizdeki artma eğilimi gösteren kitle imha silahlarıdır.
- Giderek küresel sermayeye daha çok teslim olma yörüngesine girip ulusal değer ve tesislerini yitiren ülkemizin "yenidünya düzeni"nin vahşiliğine karşı hazırlıklı olması ve önlemler alması gerekir.
YENİDÜNYA DÜZENİNDE ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER
- Dünyada artarak süregelen hegemon baskılar sonucu ulus devlet bilincinin artacağı veya artması gerektiği gerçeği gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır.
- Süreç içinde uluslararası ittifakların önem kazanması söz konusu olacaktır.
- Türkiye olarak bağımsız kalmak için yeni, güçlü ve gerçekçi ilişkiler kurmak durumundayız. Bu ilişkilerin bizim doğumuzda Türk Avrasya'sı coğrafyasında olduğu gerçeği de ortadadır. Çünkü küresel güçler, din, kültür, ekonomi ve askeri yönden ülkeleri kontrol altına almak istemektedirler. Buna ancak bizle beraber olan soydaşlarımızla karşı koyabiliriz.
- Kültürde ve dilde ulusal kimliğin korunması üniter bütünlük açısından vazgeçilmezlerimizden olmalıdır.
- Bugün emperyalistlerce yapay etnik gruplar yaratılarak üzerimizde bölünme senaryoları üretilen Anadolu ve özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun bizim açımızdan tarihsel gerçeği de bu nedenlerden dolayı açıktır.
- Ne var ki şimdiden hazırlıklı olmamız gereken bir gerçek vardır ki, o da, ABD'nin özellikle 2015'den sonra bölgede güç kaybedeceği gerçeğidir ve Türkiye'nin bu geleceğe, belirleyici güç olarak hazırlıklı olması gerekmektedir. Bu bağlamda ulusalcı/milliyetçi çizgide, teorik zemine Türkçülüğü oturtarak daha gerçekçi yaklaşımlarla bir politika belirlemek ve bu politikayı hayata geçirmek, uygulamak için daha hızlı hareket etmek kaçınılmazdır.
Bu söz konusu vahşet ortamında milletimizin çıkar ve bekasını her ne pahasına olursa olsun garantiye almamız gerekir. Bunun yolu da yabancı tesirleri silkip atmaktan geçer.
Ali Külebi
Yeni Dünya'nın Türkiye'ye yönelik tehditleri artıyor
Ekonometri, Sayı:31, Eylül-Ekim 2008
UYGARLIK ŞİZOFRENİLERİ VE TÜRKLER
Dr. Dursun AYAN
“KENDİLİK ALGISI” VE “BAŞKASININ BİZİ” BİLGİSİ
Son yıllarda piyasalara bir kavram olarak düşen “uygarlıkları çatıştırma” işi için tasarlanan çerçeve çok genel olarak “biz” ve “başkası” ayrımlarına dayanmaktadır. Çerçeveye yerleştirilen “biz” ve “başkası”, piyasası yükselen cazip bir deyimle “öteki” ayrımında kendini gösteren manzara, “bir başkası”nın “biz”e (“ben”e) kendi iktidarı için dolaylı veya doğrudan bir dayatması olmaktadır. Bununla beraber, bunlar aslında “biz”in kendimizi algılamak ve konumlandırmak konusunda eksikliklerimizle belirlenen, hatta kabullenmeye meyyal olduğumuz şeylerdir. Kendimiz ve başkası üzerinde kurabileceğimiz egemenliğimizin erozyona gelir taraflarıdır. Çünkü “kendilik algımız”daki eksiklikler başkasının bizde dayatmalar yaratacağı en önemli boşlukları oluşturmakta; “biz”de kendimizi “başkası”nın “biz”i çerçevesinde algılayabilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktayız.
“Biz” kim olarak varız?
Doğu-Batı çatışmasında Batının Doğuya mal etmeye can attığı “Barbar Türk” olabileceğimiz gibi Doğu İslâm Dünyası’nın dinî gidişatını pek de beğenmediği, Batıya yaklaştığı ve yakınlığı için, özellikle, bazı Arap ve Pers söylemlerde “İslâm’dan tard edilmek istenen Türk” olabiliriz. Hangi tarafın bilgisiyle olur ise olsun, böyle bir durumda “alınganlığa düçâr” olan herkes bir “kendilik algısı” sorunu ile karşı karşıya kalabilir ki bunun sonucu bireysel ve toplumsal boyutlu gönül ve kültür göçgünlüğü (depresyon) ile özümüzde iktidar kaybının başlangıcıdır. Gönülde ve/ya toplumda göçgünlük yaratabilecek bilgi bu bilgiyi ortama bir silah (teknoloji) olarak süren odağın yani, “başkası”nın bir tasarısı olabileceği gibi, bilgiye muhatap olan “biz”in bu bilgiyi olduğu gibi kabullenmeye meyletmesiyle yakından alakalıdır. Ancak böylece amacına ulaşmış olacaktır.
Yıllarca ordu sevk edenlerin, aklı başında büyük stratjistlerin bile temkinli kullandığı ama bugün bürokratından tutun da gazetecesine, politikacısına kadar herkesin ağzını ballandıra ballandıra kullandığı strateji (strategicon) kavramını burada bir ölçüye kadar anımsamak olasıdır.
Son çeyrek yüzyılın Türkiye siyaset mugalâtalarında “bilgi toplumu” kavramı asla ve asla sosyolojik boyutuyla kullanılmadığı gibi “sosyolojik bilginin” bilgi toplumu kavramı içinde algılanması da “iflahsız dertlere düştüm” deyip perhize girmeyen adamın çırpınışı gibi netameli ve özünü ezer (mazoşist) niteliktedir. “Kendini algılamak”, “sana seni şöyle ya da böyle algılatmak” nasıl bir bilgiye denk gelmektedir, bunun toplumsal bağlamı nedir, konu uygarlıklar çatışması piyasasında neden önemlidir?
“Bilgi toplumu” denilince sadece bilgisayar ve diğer mühendislik teknolojileri kullanmayı anlayan “düz ayak transformasyon müptelaları”nın yaygın olduğu, uygulamaya tapınan (tekno-fetişist) toplumsal kesimlerde, diğer uluslara ve onların teknolojisine, bilimine kapısını kapattığı zaman tüm kötülüklerden kurtaracağını sanan “muhafazakar alınganlar”ın oluşturduğu kesimlerde bilgi beşerî ve teknik boyutlarından mahrum edildiği için asla algılanamayacaktır. Çünkü bilgi toplumuna dahil olmak çok yönlü “kabullenişleri” ve “farkındalıkları” zorunlu kılmaktadır. Bu işe herkes gönül verememekte, belki gönül vermiş taklidi yapmaktadır. Dolayısıyla bilgi ile etki alanı yaratan ileri toplumların iktidarına karşı çıkanlar ve hâşâ, onlara göre kıble ayarlayanlar biri birinden ayırt edilemez hale gelir.
Tekrar konuya dönülürse: “Uygarlıklar Çatışması” görüşünün günümüz Türkiye’sinde farklı mensubiyet çevreleri tarafından farklı okunduğu ve algılandığı bilinmektedir. Azınlık bir öbek eleştirel tavır sergilerken diğer bir öbek tüm dünya tarihini açıklayan şifreyi bulmuş gibi rahatladı. (hazır Tevrat’ın ve Leonardo’nun bile şifresi bulunmuşken) Konuya duyarsız olanlar ve ilgilenmeyenler de var; belki onlar biraz daha şanslı çünkü olumsuz bilgiden etkilenmeyecek kadar güvenlik içindeler. Bir ölçüye kadar bunlar kendi iktidar anlayışları “kendilerinde” kalan insanlar. Hele ki Onbir Eylül (9/11) Olayı’nın patlak vermesiyle tarihî bilginin laboratuarda test edilmişçesine, bilimsel ve pozitivist bir etki yaratmasından sonra “kendinde” habersizlerin ve duyarsızların şansı daha da yüksektir. Özellikle pozitivizmi eleştiride geri durmayan çevrelerde; hem de beşerî bilimler, hele de, tarih denilince memlekette akan suların durulduğu, durulan suların bulandığı ve tarih bilinci eksikliğinden yakınmaların düşünce bulutlarını kapattığı şu günlerde.
Türklerin tarihini at heybesinde veya terkisinde beyhude bir hayat gibi gören samimi gündelik hayat solcuları ve bunun böyle olduğuna hulus-u kalp ile inanan samimi, hamasete ve dinine düşkün milliyetçiler için denecek bir şey yok. Ancak Türk kültürünü (hatta uygarlık demeyi gerektiren çok neden de var) dünya tarihinde etkin rol oynamış kültürlerden biri olarak değerlendirenler “uygarlıklar çatışması” olgusu içinde Türkleri nasıl konumlandıracak, bu fikre ne diyecek ve kendi iktidarları için bu atı nasıl gemleyecek? Bu konumlanışı sadece gazete ve televizyon haberlerine, bilemedin evimizi sabahçı kahvelerine çeviren televizyon tartışmalarına dayandırmayıp tarihî bir boyut kazandırmaya çalıştığımızda bu tarihî konumlanış bugüne ve geleceğe yansıyacak ne gibi ipuçları verecek? Yoksa yıllardır ufak tefek, mütevazı ama uzun soluklu Türkmen atıyla göçen bu insanları yarışlarda, bahislerde göz dolduran İngiliz veya Arap atına mı bindirecekler?
Başka sorular da var; uygarlık çatışmalarının olduğu dönemlerde Türklerin farklı konumlanışından söz etmek mümkün müdür? Belirli uygarlık öbekleriyle Türklerin ilişkisi nasıldır? Bazı uygarlık öbekleri çatıştı da Türkler bunun cefasını mı çekti? Yoksa “uygarlıklar çatışması”ndan daha farklı bir başka uygarlıklar ilişkisinden söz edebilmek olanaklı mı? Bunu gözümüze almaya gerek var mı? Tarihin gerilerine giderek bu konuları Huntington’un görüşüyle karşılaştırmaya çalışalım. Olur ki sürekli çatışmaya giden göçebe (?) atından zaman zaman inip bir uygarlık ortamında soluklanmak veya “iki arada bir derede kalmanın” griliğinden dem vurmak söz konusu olabilir.
YA ÇATIŞ YA BARIŞ: SİYAH-BEYAZ MUGÂLATA
Huntington’un “uygarlıklar çatışması” dediği şey “savaşmak” ise, bu durum farklı kültür ve uygarlıklar için yeni bir olgu olmadığı gibi, aynı uygarlık öbeklerinde olup da bölgesel, dinî ve meshebî iktidarlar için biri birini gözünü oymayan, kanını akıtmayan kavim nerede ise yok gibi. Eğer onun kastı bu günü de görüp geleceği tahmin etmek ise bu iş başka; bu durum kehanet değil “ön deyi” veya “kestirim” (prediction), hatta sibernetik olmalıdır. Bunu söyleyen de, kim olursa olsun, her çağda insan gerçeğinin bir yanını ifade eden herhangi biri olmaktan ileri gidemeyecektir. Yok, hep savaş ön koşuna çıkartılarak, bir bayrak yarışı takımına katılır gibi farklı zamanlarda farklı uygarlıkların insanlığın hizmetine koşulduğu görmezlikten gelinecekse, Huntington’un yaptığı, sanki yokmuş da onun demesiyle canlanacak olan savaş düşkünlüğünün tellallığı olacaktır. Ya da Huntington, bilemedin, Haçlı Seferlerinden birinden veya İstanbul’un Fethi’nden veya bilemedin Japonya’ya atılan atom bombalarından hemen sonra ahirete intikal ederken son sözünü söyleyen ve kendisinden sonra da dünyanın değişmeden kalmayacağını sanan bir fâni olacaktır.
Bu durum aslında bir kaç açıdan önemlidir; birincisi Huntington’un bir Amerikan(sı)/(cı) düşünür olmasından gelebilir. Çünkü Amerika, kendi özgün beşerî bilim (humain science) kadrolarını yetiştirmekte önceleri Avrupa entelektüeline, sonraları ise Amerika’da tutunmak için Amerikan gerçeğini görmeden Amerika(cı) olan devşirme parlak zekâlara bağımlı kalmaktadır. Aslında, bu Anti-amerikancılar ve Amerika aleyhine konuştukça kendilerini aydın sananlar için de geçerlidir ve onların durumu daha da vahimdir. Özellikle Amerika “Doğu” sorununa bakmada Müslüman-Yahudi ve/ya din-mistisizm gerilimde kalırken şimdi bu gerilim Angloamerikan-Avrupa Birliği gerilimine kaymaktadır. Hal böyle olunca, genellikle Doğu ve özellikle de Türkler yetersiz okunmaktadır. Ama şunu da belirtmek gerekir; Oryantalizme karşı laf söylemekten başka yeteneği olmayan “miskin meşrep” doğulunun yanında Amerikalıların Doğu araştırmalarına katkısı teşekküre değecek kadar önemli ve etkilidir.
BEŞERÎ BİLGİNİN TEKNOLOJİSİ
Böyle okunmak, böyle bilinmek Türkler için bir mukadderat olmuş gibi. Aslında bu eksiklik, Türklere yaklaşımda, tarihin bir maluliyetidir. Gerçi bizim de bilim ve uygarlık tarihini dikkate almayan Batı okumalarımızda pek onlardan eksik kalır yanımız yoktur. Türkleri yetersiz okumak bugün sadece Amerika için değil Araplar ve İsrailler için de geçerlidir. Hatta bir adım daha ileri gidelim. Kendi dışındakilerin bilgileriyle kendini okuduğunu sanan Türk düşünüm (entelektüel) geleneği de burada bir yerdedir. Biz Türkler yerli okumaların dışına, son zamanlarda hemen hemen sadece İngilizce’ye dayalı okuma daralmasında bakarken belki de Amerikalılar ve Araplardan da daha büyük bir epistemik sıkıntı, zafiyet içindeyizdir. Bu “epistemik zafiyet” dışımızdan bize gösterilen, bilerek veya çaktırmadan dayatılan iktidar çerçevelerini görmemize engel olmaktadır.
Doğu sorunu içinde (sorun mu?) Türklerin ayrı bir yerinin olduğunu belki de günümüz yabancı beşerî bilimcileri Karl Marx’ın yaklaşık 150 yıl önce dikkate aldığı kadar bile dikkate alamamaktadır. Yöntem açısından bile, ideoloji babası olmasına rağmen, Marx’ın, önce “Doğu Sorunu”nu bir kenara ayırma gereksinimi duyması, bu bağlamda Türk tarihi gerçeğine bakışındaki ideolojik engel denebilir ki Pragmatist Amerikan ideolojisinin önündeki engelden daha az tehlikeliydi. Fransız Aydınlanmacılar ve Türkiye’deki parti ve tarikat merkezli yerli milliyetçi ve dinci entelektüeller, sosyalist havalarda sivil toplumcu bilgi meraklıları da batılı pragmatistlerle birlikte ele alınabilir. Huntington’a yansıyan yöntem ve epistemik sorun buralarda bir yerdedir. Eğer Amerikan beşerî bilimler geleneği Türkleri doğulular içinde harcı âlem bir öbek olarak görme engelinden kurtulursa hem kendi gerçeğine daha iyi bakabilecek hem (tarih–sosyoloji de dahil) beşerî bilimlere uluslar arası katkısı daha nitelikli olacaktır. Çünkü bugün için Amerika felsefe arayışlarında, bilim, teknoloji ve spor alanında uygarlık unsurlarını taşıyan iyi bir bayrak yarışçısıdır ve bu noktada Amerikan gerçekliğine hakkını teslim etmek gerekir.
İkinci bir konu; aslında Huntington iyi bir Amerikalı olabilir ve ulusal bilinci yüksektir. Durum böyle ise Huntington Amerika’nın askerî gücünün yüksek olduğu bu dönemde konuyu sürekli çatışmaya çekerek çatışma ve savaş simülasyonları (..miş gibi) ile kendini güçlü göstermenin yolunu bulmuştur. Bu konuda mantıklıdır ve bundan Amerika kârlı çıkacaktır. Savaş simülasyonlarıyla ilgili olarak Bodrillard’ın dediği bu olsa gerek; Amerika savaşır, Vietnam, Afganistan, Irak ve yarın dünyanın her yerinde diye bir etki sürekli kendini yeniden işlevselleştirerek, aslında Amerika kısmi kayıplara uğrasa da, Amerikan kimliğini ve etkisini (image) tarihe taşımaktadır. Bunu normal hatta sevinçle karşılamak gerekir. Çünkü Hegel’in dediği, insanda en son gelişen bilinç ulus ve kültür bilincidir. Böylelikle Amerika’yı taklit eden pek çok ulus da tarih ve kültür bilincinin gelişimi için eli kulağa atmış demektir. Böylelikle, Türkler de ulusal bilinç aşınımına engel olup, daha önceki erozyonda gidenleri de geriye kazanabilir.
Eskiden, sadece Sovyet karşıtlığını milliyetçilik ve muhafazakârlık bildiği için, bugün ise Türkiye’nin tek düşmanı olarak sadece Amerika’yı gördüğü için piyasa yapan muhafazakâr gelenek, olur ki Hegel’in görüşünden, Amerika vesilesiyle, nasiplenir. İktidar kavramı açısından bakılırsa ulusal bilincin Amerika için varlığı inkâr edilmez Kaldı ki Amerikan gerçekliğinin kendi içinde tutarlı iktidar anlayışı bu tür egemenlik simülasyonlarını zorunlu kılmaktadır.
Uygarlıklar çatışması anlayışı eğer ulusların biri birileriyle savaşmaları ise zaten baştan bugünkü ayrım esprisini kaybetmiş olduğu gibi dünkü görünümler de bugünküne benzer hatalar ve kabullenişlerle dolu olacaktır. Türklerin, yani ne zamana kadar hangi kavimlerin Doğusunu, hangi kavimlerin Batısını tuttuğu konusu ciddi bir tarih bilgisi gerektiren bu kavmin bugünkü durumu çatışan dünyada biraz daha tartışmaya değer. Zamanlar Fransız Aydınlanmasını gösteriyordu. Batı bir uygarlık anlayışının kuramsal çatısını (temelini) öyle bir attı ki hem de aydınlanma adına. Kendinden önceki Haçlılara rahmet okutacak kadar önemli bir durumdu bu. Aydınlanma, “insanın düştüğü bir ergin olmayan durumdan insanın, gene kendini kendi gayretiyle kurtarması” durumu olarak Kant tarafından tanımlanmıştı. Avrupa Birliği gibi bir olgunun fikir babasının Kant olduğunu unutmamak gerek.
Kant’daki aydınlamadan çıkan Fransız yorum ne kadar ilginç ise Avrupa Birliği’nin de o kadar ilginç sonuçlar doğurmasına şaşmamak gerek. Ancak yüzyıllarını güneşin batışını yakalamak için koşuşturmakla geçiren Türklerin aslında aradığı batan güneş değil, batıdan doğan uygarlık güneşiydi. Bu gün de bundan vazgeçmenin bir anlamı yoktur, ancak Avrupa Birliği üyesi olma halini bir kimlik sorunu haline getirmeden, ama Avrupa’ya takılmaktan da korkmadan. Çünkü Avrupalılar ile bırakın şakacıktan çatışmayı, onlarla adam gibi savaşan Kurtuluş Savaşı kadrosu bile Avrupa’yla ilişkiyi kesmeyi, diğer ülkelere karşı içe kapanmayı düşünmemiştir.
Bazen büyük Türkler (Osmanlılar) dense de Fransız Aydınlamacıları yazdıkları eserlerde Türklere (Müslümanlara) ve Yahudilere ilginç aşağılamalarda bulunuyorlardı. Reform Hareketi’nin ağa babası Luther Türkleri, muhayyilelerde bir korku ve gazap unsuru olarak Hıristiyanlar üzerine salarken de pek uygarca bir bakış taşımıyordu. Ama o bunu Protestan egemenlik için yapmak zorundaydı. Kaldı ki Yahudilerin Endülüs’ten Katoliklerce “terk-i diyar”a zorlanmaları bunlardan Aydınlanmadan daha erken, Reformla çağdaş bir örnek. Aslında Katolik Fransa’yı Avrupa’ya karşı Osmanlı yandaşı olarak tutan, Alman Protestan Cihadı’na muhatap olan, kovalanan Yahudilere ev sahipliği yapan Türklerin batının düşmanlığını bu kadar hak etmesinden daha normal ne olabilirdi ki. Bugün herkes diline pelensek ettiği Amerikan düşmanlığı ile kaim değil mi?
Eh, Türk olmak zor meslek anlaşılan; tarih sahnesinde kimseye yaranamazsınız; İster Selçuklu ol Abbasi Halifesi burun kırın etsin, ister Hazarlı ol Yahudi dünyası adını okumasın, ister Cumhuriyet kur Batılı beğenmesin. Doğuda Çinliler de sevmezmiş zaten. Dişlerini temizleyen Türklere “bunlar dişlerini keskinliyor” diyorlarmış. Oysaki Bilge Kağan ile Tonyukuk ne güzel de anlaşıp gidiyorlardı; dönemin “çatışma” lafının büyüsüne kanmadan; ama savaşarak, barışarak; savaşmanın, barışmanın, savunmanın kadrini bilerek, gereğini yaparak. Çatışmanın kuramından daha önemli ve somut bir çatışma göstergesi varsa, bunun uzaydan bile göründüğü söylenen “Çin Seddi” olduğu ne kadar ortadadır.
Batının tutumuna şaşmamak gerek. Çünkü Doğu sahnesinde de Türk Uygarlığı'nın itibarını hakkıyla dikkate almayanlar vardı. Bağdat'ta Halife'nin askeri olursunuz bir dert, Abbasi-Fatımî savaşlarında Bağdat'ı korursunuz bir dert, Bizans'ın, doğu Hıristiyanlığının aktif askerleri olursunuz bir dert, İslamın ve Museviliğin inancını Kafkasların, Hazar'ın ötesine taşırsınız bir dert, yüzyıllarca pek çok İslâm devleti gavura kılıç sallamazken siz Allah yolunda can telef edersiniz bir başka dert, uygarlığın gelişmesine bilimde, felsefede, sporda katkıda bulunursunuz esameniz okunmaz, İran'da devlet anlayışının ihyasında katkınız vardır bunu kimse bilmez, Ulay-ı kelimatullah için Avrupa içlerine kadar savaş açarsınız, Akdeniz'i kontrol edersiniz, bugün tusunami felaketinde kaybettiği candan daha fazlasını kaybeden Açe'ye Hollandalılar ve Portekizliler karşısında anti-emperyalist, anti-koloniyal destek verirsiniz, hutbe okutursunuz gene de iyi müminler listesinde kadriniz bilinmez.
Bugün bile hâlâ Batıya yakın olmanın seküler anlayışından dolayı İslâm dünyası size yüz vermez. Avrasya Müslümanları ve Türkleri adına Lenin'e Sovyet Devrimi'nde destek verisiniz komünistin yanında kıymetiniz olmaz, o gider Pekin'e, Tiran'a yüz vurur. Kore'de komünist bloka karşı fiilen savaşa girersiniz, Moskof aleyhtarlığı yaparsınız hâlâ muhafazakâr politikacınız yeterince Amerikancı olmadığınız için sizi pazarlık malzemesi yapar.
Anadolu insanın deyişiyle "Başkasının biti Türk'ün başında kırılır" da kimse bir şey demez. Çünkü bu bahsedilen etkileşim ortamlarında farklı iktidar çevreleri vardır ve bunların iyi işlerde ortağa tahammülleri yoktur. Dışlanması gerekenler iktidar paranoyaları için işlevseldir. Türklerin dışlanması kadar tarih sahnesi başka ulusların dışlanmasına sahne olmamıştır.
İşte iki dünya; Batı ve Doğu ve arada kaldığı için Arasat’ta olma onuruna en yakın bir uygarlık Türk Uygarlığı. “Uygarlıklar şizofrenisi”ne düşme lüksü olmayan bir yazgı; kendi geleceğini kendi tarih yaratma gücü ile yazmak zorunda olan çile. Bunlara bakmadan, bu konulara kulak kabartmadan uygarlıklar çatışması görüşünde kendimizi Doğuda kolayca kabullenmek, “Doğudasın” diyenlere ses çıkartmamak Batılıyı yanıltmak olacaktır. Çünkü onların da ne yazık ki eleştiriye gereksinimi var. Ya “sen Batıdasın” diyenlerin durumu? Allah korusun, daha beter bir durum, riya dolu. Doğu uygarlıkları içinde etkin bir yeriniz olacak, Batı Doğuya veryansın ettiğinde Türkleri bulacak ve siz doğunun Arap-Pers Şii ve Sünnî piyasalarında “irapta mahalli” yoklar seviyesinde tutulacak, on iki yüzyıllık tarih sayfalarından silinmek isteneceksiniz.
Önce Edward Said, “Oryantalizm”, eh bir diyeceğimiz yok güzel bir tespit ama Batıda yaşayan bir Hıristiyan Arap bu kavramı pek seviyor. Batının kafasındaki bir şizofreniye doğulu bir isim ve bunu benimsemeye meyyal milyonlarca doğulu. Hani, doğulu düşmanlarının kim olduğunu öğrendi ya bu adamdan. Edward Said Fransız dilinin konuşulduğu ve kültür çevresine girdiği bir Lübnanlı. Acaba Fransız Aydınlamacıların düşünsel yörüngesinde oluşmuş uygarlık ayrımcısı bir zihnin yeni görünümü olmasın? Ortadoğu’da bir İsviçre yaratılacağına inanan Batı yörüngesinde bir anlayışın kurbanı Lübnan halkının ve Arap devlet anlayışının aczini mi temsil etmekteydi. Batıda öten kuşlardan bile şüphelenen ve doğululuğuna, (Türklüğüne, Müslümanlığına) bu kadar düşkün doğulu birisi bu adamdan neden romantik duygularla bahseder? Kendini aşağılayanlara hiç eleştiri getirmeyip pozitivzm, felsefe, bilim, batılılaşma denince tüyleri ürperen doğululuk tavrında buna da şaşmamak gerekir. Kendi yerinde kendini algılayarak bulunmak yerine başkasının demesiyle orada ya da burada olma determinasyonunu benimseyen, olmadık bir yerlerde kendini algılayan tüm kültür ve uygarlık çevreleri bu tür göçgünlükleri yaşamışlardır.
Okumalar dışardan bir iktidarın yörüngesindedir. “Her kötülük dışardan gelir, bizde kabahat yok” diyenler kervanına katılmak ayıp düzeyinde bir tutum olacaktır. Dışarıdakinin seni yenmek istemesinden daha mantıklı ne olabilir ki, haklıdır da. Ama asıl sorun kendimizde eksiklik görmeyip, onları giderme yoluna gitmeyip, ağzını açan aslanın ağzına doğru bir koşu yol almaktır. Doğunun kendi iktidarını engelleyen içyapı kokuşması buradan kaynaklanmıştır.
Uygarlıklar çatışması düşüncesinin entelektüel piyasalara düşmesiyle birlikte bir başka düşmanlık konumunu daha öğrenme şansımız oldu. Bu konum XVIII. Yüzyıl sonrası Fransız ve diğer batılı aydınların Birinci ve İkinci Rönesans’a Doğu uygarlığının (Türk, Araplar, Endülüs, Pers) katkısını görmezlikten gelip, Doğu’yu tamamen düşman addeden nankörce tavra benzer emareler taşımaktadır. Uzun yıllar “Karanlık Çağ” yaşayan batının kör yılanlar, köstebekler gibi kendilerine gelen ışıktan rahatsız olması durumunun Rönesans’ta değil de Fransız Aydınlanması’nda kendini daha çok göstermesi bir alınganlığın gecikmiş tezahürü olduğu kadar, yeni çatışmacı kimliklerin kuramsal olarak güçlenmesinin de işareti olabilirdi.
Doğuya bakıldığında ise, uzun yıllarını pasif tasavvufî anlayışlarla, bilim ve felsefe karşıtlığı ile, siyasal gerçeklikleri toplumsal gerçekliklerin önünde algılamanın yarattığı körleşmelerle geçiren bir Doğu karanlık döneminin (VIII-XVI. Yüzyıllar arası hariç) alınganlığı ve Batı uygarlığının insanlığa yaptığı katkılara duyulan nankörlüğün tezahürü söz konusu idi. Uygarlıkları, biri biriyle yarışsa da, aynı zamanda biri biriyle dayanışan ve birinin bıraktığı yerde diğerinin insanlık bayrağını taşıyan unsurlar olarak görmeyip biri birini karşısına diken Huntington’un Doğuda bu kadar itibar görmesi hiç de anlamsız değildi. Çünkü eleştirel düşünme tembelliği uzun yıllar büyük bir erozyonuna neden olmuş, kolay yandaşlıklar tercih edilmiştir. Bir futbol maçı iğretilemesi yaparak şöyle demek gerekir: Artık konu maçın sportif niteliği değil fanatiklerinin azgınlığıdır.
Lucien Goldman Kant’ı konu edinen çalışmasında Fransız Aydınlamacıların üst düzey felsefeden pek anlamadıklarını ancak düzayak düşüncelerle ilgilendiklerini belirtmektedir. Bizim burada bu vurguda bulunmamız Fransız Aydınlanmacıların düşünce tarihindekini yerini tamamen inkâr ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Ancak bilim ve düşünce tarihi incelemeleri ışığında Leonardo da Vinci, Michalengello ve dönemin aydınlarının gelişmesinde hakkı teslim edilen doğu uygarlık çevrelerinin, Fransız Aydınlamacılarınca olumlu şekilde dikkate alınmaması düşündürücüdür. Benzer durum Doğuda da kendini göstermektedir. Örneğin ünlü Türk-İslâm filozofu Fârâbî kendisinden önceki Yunan düşünürlerini anarak onların hakkını teslim ederken, daha sonraki dönemlerde pek çok kimsenin “Gavur her şeyi bizden öğrendi” diyerek, öncekilerin hakkını teslim edenleri tekfir edilerek hakkaniyetsiz bir üslup takındığı bilinmektedir.
Artık Doğuda iktidarın iç dinamikleri değişmiş, başkasına kötü diyenlerin piyasası yükselmiştir. Batının Doğuya ilişkin bilgi işlevli iktidar mücadelesi, uzun zamanların doğu araştırmaları birikimiyle, bugün gündeme gelebilmektedir. Bu ayrımcı ve çatışmacı (çatışmacılığı sosyolojik kuramlardan olan çatışmacılık olarak değil Huntington’un kullandığı amiyane ve medyatik anlamda kullanıyorum) bir anlayıştır ve insancıl düşünce geleneğinin zayıf halkasını oluşturduğu için eleştiriye muhtaçtır. Ancak Batının tek taraflı çatışmacı anlayışlarını, emperyalizmini eleştiren Doğu-İslâm dünyasındaki modellemeye meraklı, tarihî gerçeklikleri göremeyen ve kendisi dışındaki uygarlık ve kültürlerin hakkını teslim etmeyen anlayış da bir o kadar zayıf bir düşünce halkası oluşturacak nitelikte görünmektedir. Batı karşıtlığının büyüsü insan gerçekliğini göstermeyen bir buğulanmaya neden olduğu sürece tek tek uygarlıkların insanlığa verdiği katkı ve zarar da anlaşılmayacaktır amiyane bilgi türleri piyasa yapacak, ilginç “epistemik cemaatler” oluşacaktır. Bu çatışmacı, simülatif iktidar arayışlarının aynasında her zaman kendini gösterecektir.
Fransız sosyolog Gurvitch, özetle, “tarihçinin korkması gereken geleceğin kehaneti değil de geçmişin kehanetini söylemektir” diyor. Geçmişin bilinmeyeni en az gelecek kadar gizlidir. Bu bilinmeyeni biliyormuş gibi sunarak güne ve geleceğe ipotek koymak bir bilgi müdahalesidir. Beşerî bilgi ile uygulanan bir teknolojidir. Tanjansiyel anlamda iktidar müdahaleleridir. Huntington da Batı dışı dünyanın eleştirmeden iman edeceği bir bilgiyi piyasaya sürerek insanları etkilemiştir. Uygarlıkları çatıştırmak ve bu çatışmada Amerika’yı başa koymak ilk bakışta Amerika açısından bir ayrıcalık gibi görünse de iş Amerikan düşmanlığına dönebilmekte, Amerika(logi) ile onun işe vuruklaşmış (operationel) hali olan Amarika(izim) birbirine karışmıştır. Günden esinle geçmişi anlatmak aceleye getirilmek istenmiştir. Gurvitch’in korktuğu şey başa geldiği gibi, kendini kendi gerçekliğinde ve kendisini engelleyen şeyleri öteleyerek özgürleşebilecek insan eyleminin sosyo-psişik güdüsü arayış içindeki toplumlarda yok edilmek istenmiş, uygarlık arayışlarının yolu tıkanmak istenmiştir. Bu olumsuz bilginin işlevi baş tacı edilmeden, Türklerin art zamanlı ve eş zamanlı olarak Doğu ve İslâm uygarlık öbeklerindeki yeri bir daha dikkate alınmalı, kendilik algısı bir daha zihinlere çağırılmalıdır.
XVI. yüzyıldan sonra başlayan zayıf tarihsel gidişatın sıkıntıları, zaman zaman tarihcisi (historist) bir alınganlıkla örtülmeye çalışılsa da XX. yüzyıl Türklerin tarih sahnesinde etkin bir rol oynadığını, farklı uygarlık öbekleriyle çatışma ve barışmaya girdiğini göstermektedir. Bu tarihî gerçekliğin önünü ucuz siyasal amaçlı güdülerle perdeleyen anlayışlar Doğunun Batıya en yakın ve en etkin uygarlığında insanların kendilerini ve uygarlıklarını algılamasında gönül göçgünlüğüne neden olmamalıdır.
Uygarlık şizofrenilerinin bulandığı bir alan yaratmak için tarihten bazı ilginç çağırışımlar yakalamakta fayda var. Bu “biz” ve “başkası” ayrımında bugün için ne kadar kısmî kalındığını göstermek, gazete yazısı ile tarih metni arasındaki farkı belirtmek açısından önemlidir. Ayrıca Alev Alatlı’nın bulanık/saçaklı mantık (fuzzy logic) modeline de bir örnek teşkil etmesi bakımından anlamlı olabilir. 1-0, siyah-beyaz, Doğu-Batı yanında çünkü çok değerlilik denilen konumlar akla gelebilir, bugünkü çıkarım öncüllerinin geçmişin öncülleri ile farklı olduğu kendini gösterebilir.
Bugün Batı uygarlık çevresinde değerlendirilen Yahudiler (Museviler demek tarihi anlamda daha kapsayıcı ve doğrudur) kaynak olarak doğuludur; Filistin (Judaica) topraklarında kurdukları devletler Hıristiyanlar tarafından yıkılmış, hatta Palestinea adı onların izini silmek için Judaica yerine kullanılmıştır. Bugün en büyük düşmanları kuzen kavim olan Araplardır. Kendileri ırk olarak Yahudi (Sâmî) olmayan, dört yüz yıl resmî devlet dini olarak Musevîliği benimseyen Hazar Türk devleti hem İslâm ordularıyla, hem de Bizans ordularıyla savaşmamak için bu yolu seçmiştir diyenler var. Arthur Köstler başta olmak üzere, Doğu ve Orta Avrupa Yahudiliği’nin ırk olarak Türk kökenli olduğunu, Hitlerin Yahudiler yerine ırk olarak Türk olan Musevileri kırdığı fikrini benimseyenler var. Neresi çatışma neresi buluşma? Alman kime kıydı, Roma kimin devletini yıktı?
Hazarların yıkılmasından sonra o topraklarda önemli hareketler olmuş ama son sözü Slav kavimler söylemiş. Türk uygarlık çevresine mensup olan Bulgarlar Slavlarla, Macarlar kuzey Katoliklerle birleşerek uygarlıklar çatışması kuramını haksız çıkarırken, kavimdaşlarının yenilgiye uğradıkları Karadeniz kuzeyi topraklarda Slavlarla mücadele etmek yerine biri birisiyle çarpışan Timur ve Beyazıt gibi iki Türk hakanı da şaşırtıcı bir durum sergilemiş sayılırlar.
“ÇOK DEĞERLİ MANTIK” VE “DİYALEKTİK”İN İKTİDAR SÖYLEMLERİ İÇİN BİR MODELDE KULLANILMASI MÜMKÜN MÜDÜR?
Tarih üzerine sosyolojik, antropolojik vurgulamalarda bulunarak çalışma yapan Sencer Divitçioğlu, Türk tarihinin verilerinden hareket ile “yönetim ve/ya iktidar antropolojisi” açısından Türklerle ilgili bir ayırıcı özelliğe dikkat çekmiştir. Bunun ayrıntısına girmeyeceğim, ama özetle, Batı iktidar kurma anlayışının Türk tarihinden farklı bir anlayışta olduğudur. Ancak Batı, eğitim, para ve siyasal güç kullanımıyla, tarih yaratanlara “tarih yaratmanız da benim gibi olsun” diye bir model dayatmaktadır anlaşılan. Beşerî bilimlerde yabancı dilde kaynak kullanılması, İngilizce eğitim yaptırılması ve sancılı Batı hayranlığı ve karşıtlığının oluşturduğu psikolojik hava buna bir nedendir. Diğer yandan ulus kavram yerine ümmet kavramının ön koşuna çıkartılarak, sanki ulus olmak on iki asırlık Türk Müslümanlığı ümmet dışılıkmış gibi benimsetilmek istenmiştir. Pers ve Arap kültür çevrelerine bende kılınmak istenen dindarlık ile aşarı din karşıtlığı Türk kültürünün özgün okunmasını engellemektedir. Dolayısıyla özgün sosyolojik ve antropolojik özellikler gösteren Türklerin iktidar modellemelerindeki yerinin Batıdan farklı olduğu anlaşılamamıştır.
Sâmî (Arap-İsrail) uygulamalardan farklı olduğunu gösterecek yeterli çalışma henüz yoktur. Ancak İran coğrafyasında kalınan süre Pers-Türk ve Sâmî kavimlerin dinini kabul etmekten kaynaklanan Türk-İslâm etkileşimlerinin özgün Asya-Türk özelliklerden ayrıştırılması ele alınmalıdır. Bunun malzemesi tarih kitaplarında ve siyasetnamelerde su yüzüne çıkabilecektir. Bu açıdan bakılırsa Türk iktidar kurma düzeninin ana ırası Batı ve Sami düzenden farklıdır, ama ara bir değer, ara bir seçenek değildir. Siyaset dilinin Fars etkide gelişmesi ve iki önemli siyasetnamenin (Kutadgu Bilig ve Siyasetname) farklı etkilerle ve dillerde olsa da aynı kültür çevresinde yazılması düşündürücüdür. Gerçi Göktürk anıtları da bir siyasetname olarak Çince-Türkçe yazılmıştır ama ulusal niteliğin Çin’den de farklı olduğu ortadadır.
İktidarın, oluşturulma aşamalarının bir yerinde, mutlaka bir çatışmayı zorunlu kılacağı kesindir. Ancak çatışma dışı yapı özelliklerinin de varlığını hesaba katmak gerekir. Bu, ara değerlerden çok, bir diyalektik bakışı gerektirecektir. Pers, Batı ve Sâmî okumalara göre Türk siyaset ve iktidar geleneği dışarıda bir yerde sınıflandırılabilir ancak Türklerin etkileşeme girdikleri kültür yapıları ile oluşturdukları siyaset ve egemenlik anlayışları bir çırpıda içinden çıkılacak bir durum olmadığı gibi “uygarlıklar çatışmasında” Huntington’un kolayca yer bulacağı bir konum da değildir. Huntington mutlaka bu kadar beşerî bilim emeğinin, mesaisinin karşılığını almayı hak etmiştir. Ona yapılacak eleştirilerde de beşerî bilimlere katkı olarak çorba tuzu kadar işlev görebilir.
Pratik felsefe alanında kıssaları hep kullanılmasına rağmen gerçek felsefi kimliğini yeni yeni öğrenebildiğimiz engellenmiş, heba edilmiş Nasrettin Hoca’nın “Sen de haklısın” diye bilinen kıssasından kuramsal bir hisse çıkarmaya yeltenelim. Hoca “herkese haklısın derken” saçmaladı dersek Hoca’nın şanına yakışmaz ve bize de uymaz. Alev Alatlı’nın dediği gibi çok değerli bir mantık yürüttü dersek, kıssanın kurgusunu gözden kaçırmış oluruz. Ama Alev Alatlı Hoca’nın eşi gibi konuyu dışardan düşünerek değerlendirirken bir ara yapı yakalayabilmekte, ama kendi haklılığı gündeme geldiğinde yapı çoklu değil iki değerli bir mantığı zorlamaktadır. Şöyle demek de gerekebilir; diyalektik bir anlayışla Nasrettin Hoca kendi gerçeğini ortaya koymaktan korkan kendisi dışındaki gerçekleri kendi açısından anlatanlara kendi bağlamında hak verebilmekte, başkası öyle ayıttığı (dediği) için bilgi sınırlarının haddini bilerek geçici bir epistemik yapı oluşturmaktadır.
Bu bakımdan diyalektik bir yol açma vardır. Huntington da haklıdır, kendi derdini öyle anlatmıştır. Sencer Divitçioğlu da haklıdır. Bir Türk siyaset antropolojisi yaklaşımı çizmiştir. Asıl konu bu iki insanı, Hocanın davacıları gibi, birlikte dinlemeyip dışardan bir karar verme durumunda oluşudur. Ama bilimsel bilginin her zaman “kendi eksiğinin farkında olan” ve “hata yapabildiğini peşinen kabul eden” onurundaki çıkar gözetmezlik gelecek kuşaklara daha sağlıklı bir düşüncenin yolunu açmaktadır.
Dr.Dursun AYAN (Sosyolog, phil.)
Uygarlık Şizofrenileri Ve Türkler
"Tarihin kurbanı değil, öznesi olmak istiyorlar. Tanrı'nın gücüyle özdeşleşiyorlar ve kendilerinin tanrısal olduğuna inanıyorlar. Temel delilikleri bu. Bir arketip tarafından alt edilmişler; egoları psikotik bir şekilde genişlemiş, nerede başlayıp nerede bittiğini anlayamıyorlar. Bu kibir değil, gurur değil; egonun en uç noktasına kadar şişirilmesi - tapanla tapılan arasındaki kafa karışıklığı. İnsan Tanrı'yı yemedi; Tanrı insanı yedi."
The Man in the High Castle
Philip K. Dick
