"RUHUM KIYAMA KALKTI"
TARİH: 28 ŞUBAT 1915
...Artık sıra bizdeydi. Van'da, Kars'ta, Erzincan'da, Bayburt'ta, Erivan'da ve Erzurum’da onbinlercesinin başına gelenler birazdan bizim başımıza gelecek diye içimden geçiriyor, Kelime-i Şehadet’ler getirerek kendimi ölüme hazırlıyordum. Ama getirdiğim şehadetlerin birinde ağzımın ortasına yediğim dipçikle sarsıldım. Diğerlerinin Mikoç diye seslendikleri elebaşı, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırmış, ağzından saçtığı tükürüklerle suratıma gürlüyordu.
“Dur vre dur! Size ölüm öyle kolay mı sanırsın?”
Öyle umuyor daha doğrusu öyle olması için dua ediyordum. Düşünsenize; öyle bir durumdasınız ki tek dileğiniz işkencesiz, zulümsüz bir ölüm! Maalesef o gün dualarımın hiçbiri karşılık bulmadı. Hâlbuki ne masum bir dua, ne içten bir yakarıştı yüreğimden yükselen feryatlar…
Elebaşı anın tadını çıkarır gibi aheste tavırlarla yanındakilere emirler yağdırmaya başladı.
“Avratları sürüyün avluya! Paklayın yüzlerini.”
Bu emrin üzerine Nazo ile Elif’i yaka paça sürükleyerek dışarı çıkarıp, pislik sıvadıkları yüzlerini kar yığınlarının üzerinde gezdirmeye başladılar. Soğuktan al al olmuş yüzlerine az sonra başlarına geleceklerin farkında olup, çaresiz kalmanın beter hissi yerleşmişti.
Yaptıkları iğrençliklerin her sahnesini bana izlettirmekten ayrı bir haz alıyorlardı. Saçlarımdan geriye çekip, işaret parmaklarını göz çukurlarıma bastırarak gözlerimi yummama dahi müsaade edilmedi. Nazo ile Elif’in yüzlerinin tamamen pisliklerden arındığına kanaat ettiklerinde yaka paça tekrar tandıra soktular. Üzerlerindeki elbiseleri lime lime edilmiş, yarı çıplak bir vaziyete getirilmişlerdi.
Bizi içeri tekrar soktuklarında Abuş bir tarafta ağlamayla inilti arasında bir sesle dermansız kıvranmakta, Hati Ana ise yüzünden kanı çekilmiş bir köşede büzüşmüş oturmaktaydı. Yaktıkları ocağın başında bir müddet ısındıktan sonra kendilerine “Allah rızası için canımızdan gayrısını almayın!” diyen biçare kadınlara hunharca tecavüz etmeye başladılar.
Kollarımdan ve başımdan tutan mahlûkatların tüm zorlamalarına rağmen tavana bakmaya, gözlerimi yummaya ya da yüzümü çevirmeye ne kadar çaba göstersem de nafile! Bir umut bu aciz varlığa sığınan kadınların başına gelenleri görmemek için her çırpınışımda bir dipçik ya da tokat darbesiyle sendeliyordum. Bir an önce öldürmeleri için ettiğim küfürler, hakaretler de yine aynı şekilde karşılık buluyor, aşağılıklarının tümünü izlettirmeden öldürmeye yanaşmıyorlardı.
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama omuzlarıma bin ömrün ızdırabını yükleyecek kadar uzun sürdüğünden eminim. Ara ara ocağın başına yanaşıp ısınıyorlar, yaptıkları –hayvanlıkları demeyeceğim çünkü her hangi bir hayvanın bu yaratıklardan çok daha masum ve yüce varlıklar olduğunun bilincindeyim-zalimlikleri matah bir şeymiş gibi birbirlerine üstünlük taslamakta kullanıyorlardı..Tam da bunlara yaraşır bir sahne! Kim daha adi, kim daha aşağılık ve gaddar yarışı… Çetenin hemen hepsi elebaşları Mikoç deyyusunun, kumandaları Antranik’ten sonra en acımasız, en gaddar adam olduğunda hemfikirdi. Biri hariç! Mıgır denilen vahşi, olduğu yerden zıplayıp hırsla elebaşıyla bahisleşti.
“Bir kütüklük mermisine Mikoç! Hangimiz daha maharetli görelim…”
“Görelim vre!”
Bu bahis üzerine Mıgır denen iblis, acıdan iki büklüm olmuş yarı baygın Elif’i kucaklayıp, iki eşkıyanın yardımıyla ellerinden duvara çivilemeye başladı. Elif acıyla inliyor, o inledikçe eşkıyaların kahkahaları tandırın duvarlarında yankılanıyordu. Biçare Elif duvarda bir kütük parçası gibi asılı kaldığında hançerini az sonra canını alacağı kurbanının yüzü üzerinde gezdirmeye başladı.
Elif’in gözlerine acı bir tebessüm yerleşti o an. Dilinden çıkan kelam yoktu ama gözleri nihayet diyordu adeta… Nihayet ölüm vakti, kurtuluş vakti geldi. İşkenceci ağır hareketlerle hançeri kadıncağızın göğsüne sapladı ve yeri göğü yırtan çığlıklarına aldırış etmeden kanırtarak aşağı doğru çekiştirdi. Elif acıdan bayılmış, belki de dayanamayarak can vermişti ama kanı bozuk iblisin yapacakları bitmek bilmiyordu. Göğsünü tamamen açıp kalbini hunharca yerinden söktükten sonra alnına düşmüş perçemlerini aralayarak iki kaşının arasına çiviledi. Ardından vahşilik yarışmasında tüm hünerlerini sergilemiş olmanın verdiği hazla diğerlerine döndü.
“ Hele böyle bir duvar heykeli gördünüz mü? Rus saraylarında dahi bulunmaz böylesi…”
Elif kurtulmuştu sonunda. Bizlere ne olacağı, bizler için nasıl feci, acılı bir ölüm tasarladıkları ise hala meçhuldü. Bakışlarım Elif’in zalimce parçalanmış cesedine kaydığında acısız bir ölüme ne denli uzak olduğumuzu fark ettim. Bırakın ademoğlunu yaratılmış herhangi bir canlıya işkence etmek dahi vicdanlı bir insanın yapmakta zorlanacağı bir eylem iken bu mahlukatlar acımasızlığın müsabakasını yapacak kadar vicdandan, merhametten yoksundular.
Sıra Mikoç denen iblisteydi. Ayağa kalktı. Yerde ağlamaktan bitkin Abuş’u tüfeğinin süngüsüyle dürtükledikten sonra diğerlerine döndü.
“Vre sende kendini zalim sayarsın? Bak izle hele!”
Ne yapacağını nasıl başlayacağını kestiremedim ama bakışlarının bir Abuş’a bir de tandırın gürül gürül yanan ocağına gittiğini gördükçe içim bulanıyor, aklıma gelenlerin başımıza gelmemesi için dua ediyordum. Laçkalaşmış zihnimle idrak edebildiğim tek şey vardı ki; o gün o tandır damının altında acımasızlığın ve vahşiliğin bir sınırı yoktu.
Dermanım tükenmişti artık. Ağır bir hastalık hali çökmüştü bedenime. Çaresizlikten tükenmiş, her şeyi puslu bir perdenin ardında gördüğüm bir kâbus gibi izliyordum. Saatlerdir gözlerimin önünde tecavüze uğrayan talihin bana emanet ettiği iki kadıncağızın yaşadıkları, Elif’in hala kafamın içinde yankılanan çığlıkları ve vahşice katli, bir dağın altında kalmış hissi uyandırıyordu. Bir an önce bitsin istiyordum. Nasıl olacaksa olsun, emanetimizi teslim edelim ve göçelim bu soğuk cehennemden…
Ama ne mümkün! Zulüm şiddetini artırarak sürmekteydi. Mikoç mahlûkatı yerde anadan üryan, iki büklüm dermansız yatan bahtsız Nazo’yu saçlarından asılarak oturur vaziyete getirdikten sonra çirkin suratıyla garibanın dibine kadar sokularak fısıldadı.
“Aç mısın?”
Açtı elbette. Hepimiz açtık. Ama bu sual, bir asrın yükünü birkaç saat içinde ruhumuza zerk eden zalimlerin bir anda insafa gelmesinden değildi elbet. Nazo da bunun farkında olduğundan insan suretli iblisin sorusuna karşılık vermedi ama yalvaran bakışları karşısındakinin içinde vicdan kırıntısı kalmış olabileceği ümidiyle “Artık yeter!” diyordu.
Sualine karşılık bulamayan Mikoç, bir eliyle saçlarından sıkıca geriye çekip, diğer eliyle gırtlağına vahşi bir ayı gibi yapıştığı Nazo’nun suratına sert bir tokat patlattıktan sonra gürledi.
“Aç mısın dedim be kadın! Ne susarsın?”
Suratın yediği tokadın etkisiyle burnundan kan boşalan gariban Nazo daha fazla dayak yememek için “Hayır” anlamında başını salladı.
“ Sus vre, yalan konuşma. Açlıktan nefesin kokar. Bi kuzu çevirem de doyuram şu aç itleri.”
Kadıncağız karşısındaki kansızın söylediklerine mana verememiş, sorgulayan gözlerle etrafına bakmaktaydı ama ben niyetinin ne olduğundan artık emindim. Kasılmaktan bitap düşmüş bedenimle çırpındım.
“Rabb’ın, kitabın aşkına yapma! Dokunma sabiye!”
Çırpınışlarım kollarımdan tutan adamın suratıma indirdiği tekmeyle son bulmuştu. O sırada eşkıya başı Abuş’u kucakladığı gibi ocağın içine atıverdi. O an elim ayağım boşaldı, kanım dondu. Ellerim, ayaklarım tüm vücudum uyuşmuş, bir çuval gibi olduğum yere yığılıp kalmıştım. Ocağın içinden gelen tek bir anlık acı çığlık bütün cihanı sarmalayıp ruhuma zehirli bir mızrak gibi saplanıvermişti.
“Ana…”
Abuş’um, körpe yavrucağım… Kısa ömrü cehennem gibi yanan ocakta acılar içinde sonlanırken anasına böyle veda etmişti. Nefesim kesildi ve tek bir kelime edemiyordum ki o manzara gözlerimin önüne geldikçe hala soluğum kesilir ve içimde başımı duvarlara vurarak ölmek arzusu peydah olur.
Nasıl ızdırap dolu bir manzara! Nazo’nun yürek titreden feryadı ve bedduaları, çektiği acıya dayanamayarak baygın uzanması, Hati Ana’nın garip hali… İhtiyar kadın oturduğu yerden öne geriye sallanırken durmadan aynı şeyi tekrarlıyordu.
“Helâk eyle Ya Rab! Helâk eyle Ya Rab!..”
Bu sözleri tekrarlarken arada bir, eşkıyaların dipçik ya da tekmesiyle yere seriliyor ama yine de aynı bedduayı etmeye devam ediyordu.
Mikoç keferesiyle iddiaya tutuşan diğer iblis, canilik müsabakasında mağlubiyetini kabullenmişti.
“Yok Mikoç kumandan! Ben senle boy ölçüşemem.”
Mikoç ise yılan misali bakışları ocağın içinde karşılık verdi.
“Dur vre! Bitti mi sanırsın? Daha gerisi var bu işin.”
Ardından ocağın içinde kavrulan Abuş’un cesedini tüfeğinin süngüsüyle çıkardıktan sonra tandırın ortasına bıraktı. Eşkıyalar bile gördüğü manzara şaşırmış, merakla Mikoç’un bundan sonra ne yapacağını bekler olmuşlardı.
O ise kendinden bir o kadar emin sabinin kömüre dönmüş cesedinin eliyle yokladıktan sonra, belinden çıkardığı hançerle sağ kolunu kesmeye başladı. Minicik kolu bedeninden ayırdıktan sonra Hati Ana’nın tepesine dikildi ve torununun bir parçasını ihtiyar kadının ağzına uzatarak bağırdı.
“Ye!”
Nasıl bir yaratık bu kadar aşağılık olabilir? Bir insana torununu yedirmeye çalışan bir canlı düşünebiliyor musunuz? Hayır! Düşünemezsiniz. Böylesine bir alçaklığı, haysiyetsizliği hayal bile edemezsiniz. İşte tüm bunlara şahitlik edip hala yaşamak ne denli ağır bir zulüm bir bilseniz! O günahsız sabinin yanık etinin kokusunu yıllarca yanında taşımak, o kadıncağızların çığlıklarını, çırpınışlarını her gece tekrar tekrar duymak, yaşamak ne acı, taşıması ne zor bir yük!..
1915'İ Mİ ANMAK İSTİYORSUNUZ? ALIN SİZE 1915
Mart 1915
“Bir gün çıkageldiler. Başlarında Antranik adında insan zuhurunda bir şeytan! Köydeki birkaç molladan biri olduğumdan misafirim bol olur, dini sohbetlere ya da kimi vakit akıl danışmaya gelirlerdi. Kapımı tekmeleyip içeri girdikleri vakit köyün gençlerinden Reso’nun oğlu Üsve, Abdi’nin oğlu Hacı İbrahim ve Reso ile böylece hasbihal etmekte idik.
Kalpleri gibi kara esvaplarıyla dikiliverdiler karşımıza. Altı yedi kişilerdi. Daha ne olduğunu anlayamadan tüfeklerin dipçikleriyle yüzümüze, kafamıza nereye denk gelirse vurmaya başladılar. Ne bir konuşma, ne bir kelam…
Hacı İbrahim dipçiklerden fırsat bulup okkalı bir yumruk salladı ya bunlardan birine, sendeleyen kafir tereddütsüz bastı tüfeğin tetiğine. Tam başından vurdular ki odanın duvarları, yüzümüz gözümüz İbrahim’in pıhtı pıhtı kanına bulandı.
O vakit yanındakiler “Ne edersin Artin deyyusu. Antranik kumandan, mecbur kalmadıkça mermi atmak yok demedi mi?” diye çıkıştılar İbrahim’e kıyan o kafire. Yanı başında gardaşını öyle görünce Reso ne edeceğini bilemedi. Artin denen keferenin üzerine atıldı ya atılmasıyla sırtına süngüyü saplamaları bir oldu. Öylece yere yığıldı, gardaşının üzerine. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Hayattaydı, zoraki nefes alıyordu. Azılı eşkıya, Reso’nun yaşadığını fırsat bilip, kuşağından çıkardığı hançeri kasığından bir taktı, ta adem elmasına kadar kanırta kanırta çekti.
Reso bir vakit daha inledi ya sonra oracıkta ruhunu teslim etmişti gayrı. Üsve, körpecik yiğit ne edeceğini, ne diyeceğini bilemedi.
“Molla hanesidir burası, yapmayın, etmeyin!”
Üsve öyle deyince bana döndü başlarındaki eşkıya. Süngüsüyle bağrımı dürtükledi.
“Sen misin molla?”
O vakit “Acep mollayım deyi, dokunmayacaklar mı?” diye aklımdan geçti. “Benim.” dedim. Rahmetsiz suratıyla pis pis sırıttı.
“Hah! Bize de senin gibi hizmetkâr gerek.”
Yanındakilere “Bunu ayırın.” diye seslendi. Biri benim elimi urganla bağlarken diğerleri rahlenin üzerinde duran Kelamullah’ı parça parça edip yerlere savuruyor ve küfürlerle yerdeki sahifeleri çiğniyordu. Gözümden tırnağıma inen çaresiz yaşlarla yalvarıyorsam da nafile.
En son Üsve’yi aldılar aralarına. Canını alacaklardı almasına da hemen oracıkta öldürüvermek yerine kollarıyla sakındığı kafasını dipçiklerle ezerek, nasıl bir hayvani hazla öldürdüler garibanı bir bilsen. İşleri bittiğinde Üsve’yi tanımak mümkün değildi. Kafasında dipçik darbesiyle şişmemiş tek yer yoktu. Yumruk gibi olmuş gözleri ve davul gibi şiş dudaklarıyla hala hırıltılı nefes almaktaydı. En son başlarında Arşavir dedikleri eşkıya gırtlağına süngüsünü saplayıverdi.
Köyün geri kalanında olanlar da hanemde olanlardan farklı değildi. O vakte kadar da zulüm vardı ama o güne kadar öylesini ne gördüm ne de duydum. Kadınları, kızları üstleri başları yırtılmış vaziyette anadan üryan saçlarından, er kişileri dayaktan ve işkenceden bitap vaziyette kollarından sürükleyerek köy meydanına topluyorlar, karşı çıkanları türlü işkence ve zulümle öldürüyorlardı.
Süngüyle ölerek çok acı çekmeyenler, talihli olanlardı. Çünkü Canko Aga’nın iki oğlu Kulu ile Musa’yı, Molla Hamit’in oğulları Emin ile Abdullah’ı bir de Hacı Aga’nın oğlu İbrahim’i zulme direndiler diye meydanın ortasında, belden aşağılarını soyduktan sonra iki büklüm bağlayıp makatlarından defalarca süngüleyerek öldürdüler.
Yine benim gibi bir molla olan Süleyman’ı kendilerine beddua edip yüzlerine tükürdü diye evinin tandırında yakarak öldürdüler. Öyle ki feryadı hala kulaklarımda Nebi gardaş. Ökci derler bir köylünün oğlu Üso’nun gözlerini süngü ile çıkarıp bir vakit o halde gezdirdikten sonra etleri lime lime olana dek süngülediler garibanı.
Kızlara, kadınlara evlerin avlularında, köşe başlarında ayan beyan tecavüz edip, heveslerini alınca süngülüyorlar, çoğunu öldürmeden önce memelerini kesip, avret yerlerini parçalıyorlardı. Yanan tandırlardan, pişen insan etlerinin kokuları sarmıştı köyün her yanını.
Kendimden geçmiş, ademoğlunun ademoğluna yapamayacağı kefereliklere şahitlik etmekteydim. Hanemde katledilen İbrahim’in evine gelmişti sıra. Hanımı Sülni karnı burnunda gebeydi ki belki birkaç günü vardı doğuma. Kadıncağızı saklandığı tandırla yakalamışlar, üstünü başını parçalamaktaydılar. Beni tutan eşkiyalar bunların üzerine vardı. Tandırı yakmışlar, nasıl yapsak deyi aralarında kahkalarla atışmaktaydılar. İçlerinden biri atıldı.
“Durun hele. Ben bilirim nasıl olacağını. Vaktiyle çok eşek kunlattım.”
Dördü yere yatırdıkları kadıncağızın ellerinden ayaklarından sıkı sıkı tutarken öne çıkan kanı bozuk, hançerini Sülni’nin kasığından bir taktı, ta ki göbeğinin üstüne kadar. Kafamı öte çevirdim. Artık görmek, bu tarifi mümkün olmayan, hayvanların bile birbirlerine edemeyecekleri zulümlere şahitlik etmek istemiyordum. Urganımı tutan kanı bozuk kafamı zorla Sülni bacının yattığı yere çevirip, iki parmağıyla göz kapaklarımı yukarı çekti. Ara ara kulağıma bir tokat patlatıyor “Bak molla bak. Bak ta tanı bizleri.” diye kahkaha atıyordu.
Tanımıştım. Bunlar yaradılmış mâhlukatların en canisi, en vicdansız ve insafsızlarıydı. Yaptıklarına şahitlik edenin, bir sokak iti olaydım diye hayıflanıp onlarla aynı zahiri şekli paylaşmaktan dahi tiksineceği yaratıklardı.
Sülni’nin rahmini açtıktan sonra karnındaki günahsızı çıkarıp, hançerle göbek bağını kestiler. Sabi ağlamaya başlamıştı ki kucaktan kucağa dolaştıktan sonra ocağa en yakın olanı bebeyi süngüsünün ucuna takıverip, ateşin içine attı. Olanları çaresiz takip eden Sülni o vakitten sonra aklını yitirmişti. Çığlıkları, eşkiyaların kahkahalarıyla karışıp kulaklarımı parçalıyor, artık “Allah rızası için beni de öldürün.” diye yalvarıyordum. Ama öldürmediler Nebi gardaş. Türlü eziyet ve zulme reva gördüler ama öldürmediler.
Ya Râb, nasıl bir acı, nasıl bir zulüm! Diller telafuz etmekte, gözler gördüklerini idrak etmekte kifayetsiz kalır.
Zulme doyduklarında hava kararmış, sokaklar süngülerin altında can veren İslam halkıyla dolmuştu. Geceyi köyde geçirdiler. Artık ağlamaktan ve çığlık atmaktan solukları kesilen, inlemekten dermanları tükenen, gece boyunca tecavüze uğrayan birkaç körpe kızdı geriye bıraktıkları. Kimi daha çocuk olan zavallı körpecikler… Mahmudî’nin Mirheko köyünden geriye yalnızca onlar kalmışlardı.
Ertesi gün başka köylerde; Astoci , Kavlik , Heretil , Yamanyurt ve Belecek ’te katliamlarına, mezalime ara vermeden devam ettiler. Her gittikleri yerde aynı zulüm ve işkence iğne ucu kadar azalmadan aynı gaddarlıkla devam etti. Hele Kavlik köyünde Hacı Molla Sait diye yaşlı bir adamcağızın kızının ırzına gözleri önüne defalarca geçtikten sonra, kızcağızı babasına boğazlatmak için ihtiyara etmediklerini bırakmadılar. Adam kızını boğmayı her reddedişinde bir yerini kestiler. Ayak parmaklarından erlik uzvuna her yerini… Adamcağız can verdiğinde gövdesinin üzerinde başından gayrı parça kalmamış idi.
Bu anlattıklarım 1333 yılı Rebiülahir ayının ortalarıydı. Neredeyse bir yıl oldu üzerinden geçeli. O vakitten bu yana kaç mazlumun böyle hunharca canını aldılar, kaçının ırzını kirlettiler… Ben ise o bir yılda neler çektim, neler yaşadım bir bilsen gardaşım. Binlerce kez ölmek için dualar ettim ya nafile. Bir molla olmayaydım çoktan canıma kıymış idim. Onlar da bunu bildiklerinden benim gibileri seçerlerdi zahir.
Köyleri kırmadıkları vakitler, ben ve benim gibi hizmetkâr tuttukları garibanlara zulmederlerdi. Düşün ki boynuma urgan geçirip, sırtıma binip kırbaçlayarak alaya aldıkları en hafifi, en masumanesi… Ötesine dilim varmıyor.”
Daha ötesini ben de düşünmek istemiyordum. Ama bizlerin zihinlerine dahi kabul ettiremedikleri zulümleri, gaddarlıkları, bu insan demeye bin şahit varlıklar kendilerine pekala yakıştırabiliyorlardı.
Emrullah ÖZDEMİR. - 24-04-2014
Van Özalp ve Saray ilçesi ve köylerinde yaşananlar
Mahmudî Kaymakamı Kemal Bey tarafından 15 Mart 1915 tarihinde rapor haline getirilmiş olup,
hala Devlet Arşivinde muhafaza edilmektedir.
(BDH Koleksiyonu, 520 nu.lı klasör, 2024 nu.lı dosya,
Fihrist Nu:11 (1-3)
TÜRK SOYKIRIMI
TURKISH GENOCIDE
TECAVÜZ ADASI AHTAMAR
Kurtuluş Savaşı’ndan hemen önceki yıllar.
Rusya Bolşevik ihtilalinden dolayı savaştan
çekilmek zorunda kalıyor.
Savaştan çekilirken elinde avucunda silah namına ne varsa
Ermeni Çetecilere bırakıyor.
HINÇAK ve TAŞNAK gibi Müslüman Türk’ün kanı ile beslenen çeteci Ermeniler vakit kaybetmeden başlıyorlar katliamlara. Ermeni Çeteciler, Rus silahları ile kadın, çoluk çocuk,
yaşlı demeden
Anadolu'da Türk soykırımı yapıyorlar.
Ermeni katliamlarından bir tanesi de Van şehrimizde gerçekleşiyor.
Çeteciler silahsız savunmasız Müslüman Türkleri önlerine katarak sürüyor.
Halk katliamlara karşı koyamaz, çünkü erkekleri savaşa gitmiş köylerde sadece çocuklar, yaşlılar ve kadınlar vardır.
Halk başlar Van Gölüne doğru kaçmaya.
Van Gölü'nün kıyılarına geldiklerinde
Ermeniler kıstırırlar masumları.
İşte o anda Van ile Ahtamar adası arasında yolcu taşımacılığı yapan vapurlar çaresiz halkın imdadına yetişir!
Oysa bu vapurlar Ermeni zenginlerinindir.
Çaresiz halk " bir umut " der ve denize düşen yılana sarılır misali hayatlarını kurtarabileceklerini düşünerek doluşurlar vapura.
Ama nereden bilebilirlerdi ki Umut ararken
umutlarının yok edileceğini....
ve asıl Katliamın bu vapurda başlayacağını.
Van gölünün ortalarında, vapurda pusuya yatan Ermeni Çeteleri, insafsızca Türk çocuklarının tümünü keserek katlederler ve göle atarlar. Van Gölü'nün suları Türk'ün kanı ile kırmızıya boyanır.
Suyun haykırmaları bile durduramaz gözü dönmüş Ermenileri.
Van Gölü bu masum çocuklarımız ve yaşlılarımız için,
için için ağlarken
bir insanlık ayıbına daha şahit olur gölün suları.
Bu insanlık dışı katliamdan sonra bir de üstüne
Müslüman Türk Kadınlarına tecavüz eder Ermeni çetesi ,
ama onları hergün bir daha, bir daha öldürebilmek için
Ahtamar adasında seks kölesi olarak tutsak ederler.
Bu Türk Kadınları hayatlarının sonuna kadar tecavüz ve
işkencelere maruz kalmamak için
Van Gölü sularında intihar eder.
Günümüzde ise, Ermenileri memnun edebilmek için
Ahtamar Klisesi’nin restorasyonu için
hazineden 2 Milyon 600 TL harcanmıştır...!
VE ASLINDA
AHTAMAR KİLİSESİ
KIPÇAK TÜRKLERİNİNDİR.
Ağla Van,
Ağla
yakılan,yanan Van
Van'ın feryadını..
Yakılan Van'ın kalıntılarını göremeyen,
Orayı "utanç müzesi olarak " açamayan, duyamayan...
SB.