Arabın Türke karşı tutum ve davranışları, 20.yüzyılda değişmiş değil, aksine pekişmiştir. Arap yazarları, bu konuda gerçek olmayan şeyleri, gerek kendi halklarına ve gerek Batı'ya "bilimsel görüş" kılığı altında günümüze değin sunmaya
devam etmişlerdir.
20.Yüzyıl Başlarında Arapları Birleştiren Türk Düşmanlığı Unsuru
Geçmiş tarihleri boyunca Araplar kendi kendileriyle daima husumet halinde bulunan bir ulus olmuşlardır. Yaratılış itibariyle bencil ve bireyci oldukları için sürekli çekişmeler, boğuşmalar ve düşmanlıklar içerisinde yaşamışlardır. Fakat bütün bu düşmanlıklar içerisinde birleşir oldukları bazı hususlar vardır ki, bunlar arasında "İslam dininin Araplar için indirilmiş olduğu" inancı, "Arapçanın Tanrı dili oluşu" gibi ögeler yanında, Türk aleyhtarlığ öğesi yer almıştır. 20.yüzyılın başlarında bu düşmanlık oldukça güçlenmiş ve geliştirilmiştir. 1905 yılında Güneydoğu Anadolu ve Halep-Bağdat bölgelerinde yaşamış olan bir yabancı yazar, Arapları birleştiren Şeyin Türke karşı nefret olduğunu ve sırf bu nefret nedeniyle İslam birliği düşüncesinden uzak kalmak istediklerini ve sırf Türklerle aynı birlik içerisinde olmamak isteği nedeniyle "Panislamism" eğilimlerine karşı olduklarını ve hele başlarında Türkten bir halife görmekten tiksindiklerini anlatır. (1)
Kral Abdullah Araplar İçin, Türkün Felaket Getirici Irk Olduğu Tezine Sarılır
Arap milliyetçiliği davasının 20.yüzyılda belli başlı temsilcilerinden olan ve 1916 yılında Türke karşı Arap ayaklanmasında elebaşılık yapan Kral Abdullah, blindiği gibi, Mekke Şerifi Hüseyin'in oğludur. 1882 yılında Mekke'de doğmuş ve eğitiminin önemli kısmını İstanbul'da yapmıştır. Babası Hüseyin, Arap milliyetçiliğinin en ateşli taraftarlarındandı ve oğlunu da daha küçük yaşlardan itibaren kendisi gibi yetiştirmişti. Ne kadar ilginçtir ki, Arap milliyetçiliği duygularını Türk düşmanlığı duyguları içerisinde sürdürürken bile Abdülhamid'in sevgi ve iltifatlarına erişmişti ve bundan dolayıdır ki, Abdülhamid'e karşı çok büyük bir yakınlık ve hayranlık beslerdi.
Abdülhamid'in despot ve kötü ruhlu bir hükümdar olduğu biçimindeki görüşleri yadsır ve onu İslam dünyasının en değerli ve Müslüman yöneticilerin "...üstün yetenekte ve haysiyet duygusuna sahip son kalıntısı" sayardı. Ve işte tüm bu sahtelikler içerisinde Türke karşı düşmanlıklar sürdürürdü. Araptaki Türk nefreti duygularını kurcalarken Muhammed'in 1400 yıl önceleri yaptığı tanımlamalara ve kışkırtmalara yer verirdi. Babası Hüseyin'in yaptığı gibi, o da Türkü dinsiz ya da İslama yabancı ve az bağlı, benzeri nitelikler içerisinde gösterir ve böylece Arap indinde küçültmeye ve düşürmeye çalışırdı.
Fakat daha başka yollarla da ve örneğin Türk hakkında Muhammed'in yerleştirdiği olumsuz hadislere itibare ederek, bunları daima canlı tutarak daha da etkili bir Türk düşmanlığı siyaseti sürdürürdü. Nitekim, Arapça ve İngilizce olarak yayımladığı anılarında Arap tarihinin geçmişini özetlerken ve bu arada, "...Arapların diğer düşmanları milliyetçi heveslere sahip ve Arap ırkından olmayan Müslümanlardır" derken, 1400 yıl önce Muhammed'in söylemiş olduğu; "Basık burunlu ve yüzleri yayvan, kalkanlara benzer Türklere karşı savaşmadan Araplar için kıyamet günü gelmiş olmayacaktır!" sözleri hatırlatır ve bu sözlerin Selçuk ve Osmanlı Türkleri bakımından bu şekilde değerlendirilmesi gereğinden söz ederdi.
Görülüyor ki, yüzyıllar öncesi Arap ordularının Orta Asya'ya yürümelerini ve Türklere karşı zaferler kazanmalarını diler nitelikteki idami emirler vaktiyle Arabi Türke karşı saldırıya yöneltmede nasıl iş gördüyse, bu aynı sözler 20.yüzyılda da aynı şekilde Arap liderlerinin ve şeyhlerinin ağzında Arabi Türke karşı ayaklandırmak, hem de yabancılarla birlik olup Türkü arkadan vurdurtmak bakımından aynı etkili işi görmüştür.
"Osmanlılık" Kavramını "Arapcılık" Şeklinde Anlayanlar
Osmanlılık davasına sarılan herkes, ister Arap olsun ister Türk, bilerek ya da bilmeyerek Araplılık duygularını güçlendirme ve Arap milliyetçiliği eğilimlerini geliştirme yolundaydı. Çünkü, hepsi için ortak olan hususlar vardır ki, Araplılık davasına yararlı olmaya yeterliydi. Bu hususları şöyle özetlemek mümkündür:
"Osmanlı devleti, bir şeriat devletidir, bir İslam devletidir. İslam, esas özü itibariyle her şeye üstündür, her şeyin en mükemmeli demektir. Hıristiyanlığa üstündür ve Batı İslamdan yararlanmak suretiyle gelişebilmiştir. Her bilim, her fen, he teknik İslamda vardır. Böyle olduğu içindir ki, İslamın özüne bağlı kaldığı ve onu bu şekilde uyguladığı sürece bir devlet, ister Arap devleti ister Türk devleti olsun, büyür, gelişir ve başarılara erişir. Fakat, İslamı ihmal ettiği, inkar ettiği, şeriattan uzaklaştığı an İslam devleti olmaktan çıkar ve çöker. O halde yapılacak şey, İslamın özüne sarılmaktır, ona dönmektir ve Batanın İslamdan kopya ederek başarıya ulaştığı kuruluşları aynen almaktır. Gerçek İslam uygarlığı engel değil, yatkındır, İslamın özünde bu uygarlık vardır."
İslamın en üstün bir kuruluş olduğu ve İslama dayalı şeriat devletinin ileri, uygar ve güçlü bir devlet olacağı düşüncesine saplanmayan yoktu. 19.yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde bu düşünceye inanmışlar çoktu. 1867 yılında Müslüm Rahmetullah al-Hindi adındaki bir Hintli Müslüman yazarın İzhâr el-Hak adıyla Arapça olarak yayımladığı kitap Türkçeye çevrilerek yayımlandığında, Osmanlı aydınları tarafından kapışılmıştı; işlediği tema buydu. Ahmed Faris al-Şıdyak adında birinin İstanbul'da 1860 yılında yayımladığı gazete, daha önceleri bu görüşleri savunurdu; aydın diye geçinen kim varsa bu tür görüşlere değer verirdi; İslamın özüne dönmek ve İslama aykırı davranmamak, büyük zaferlere, başarılara kavuşmak.
Arapların ortaya attıkları ve geliştirdikleri bu düşünceler, ki kendi çıkarları bakımından kuşkusuz geçerli düşüncelerdi, Osmanlı toplumunun okumuşlarının da canı gönülden benimsedikleri düşünceler olmuştu. Zaten Osmanlı devletinin okumuşlar sınıfı, her şeyi Araplardan öğrenme hastalığındaydı. 19.yüzyılın başlarında Rifa'a Rafi al-Tahtavi'nin 1834'te yayımladığı bir kitapta bu yukarıda belirttiğimiz tez ele alınmıştı; bu kitap 1840 yılında Türkçeye çevrilmişti.
19.yüzyılın ikinci yarısında İslamın özüne dönme özlemi fevkalade güçlü bir akım olarak gelişti. Osmanlılık perdesi ve kisvesi altında geliştirildi. Afgan asıllı Cemaleddin afgani, bu düşüncenin en etkili yayıcılarından oldu. Muhammed Abdul'lar, Raşid Rıza'lar... vb. hep yukarıdaki düşünceyi geliştiren kişilerdir ve bizim zavallı okumuşlar sınıfımız işte onların bu zavallı düşünceleriyle beslenirdi. Ne hazindir ki, tüm bu saydığımız kişiler, İslamcılık perdesi altında ya Araplılık ya da Mısırlılık akımlarını alevlendiren kimselerdi. Osmanlılık davasına sarılmış ve Osmanlı devletini savunur görünerek Araplılık (ya da Mısırlılık) duygularını güçlendirmekle meşgul idiler.
Çünkü bunlar, yukarıdaki tezi Osmanlı devletine uygulamak suretiyle amaçlarına çıkış yolu bulmuşlardı. Osmanlı devleti, onların deyişine göre, İslama bağlı kaldığı sürece büyümüş, gelişmiş ve muazzam bir devlet olmuştu; İslamdan uzaklaştıkça da zayıflamış ve çökmüştür. O halde Osmanlı devletinin İslama dönüş yapması ve İslamı özüne en yakın biçimiyle uygulaması gerekirdi. Bunu söylerken bu yazarlar çok iyi bilmekteydiler ki, Osmanlı devletinin İslamı en koyu, en katıksız şekilde uygulaması halinde, bundan Araplık ve Araplılık davası kazançlı çıkacaktır. Çünkü İslam demek, onlara göre, Arabın kendi yaşamları, kendi gelenekleri, kendi bilinçliliği, kendi dilinin gelişmesi ve itibarı.. vb. demektir.
İşte Osmanlı devletine bağlılık gösteren Arap ve Mısırlı yazarların yarıaçık ve yarıkapalı biçimde yöneldikleri amaç bu olmuştur. Araplılığı yaşatmak, canlandırmak ve güçlendirmek için onların bu şekilde ortaya attıkları düşünceleri Türk yazar ve düşünürleri de paylaşır olmuşlardı. Osmanlılık pohpohlaması içerisinde Araplılık davasının savunucuları kesilmişlerdi, hem de Türkü hakir ve küçük görürcesine, Türkün çıkarlarını feda edercesine, Türkçe yerine Arapçayı, Türk tarihi yerine Arap tarihini, Türk gelenekleri yerine Arap geleneklerini yüceltircesine ve Türk toplumuna kabul ettirircesine. Aynı davranışın bugün dahi aynı kurnazlıklar ya da budalalıklarla sürdürmekte olduğunu görmekteyiz. Gerici gazetecilerin hemen hepsinde okunan şeyler hep Araplarla, Arap tarihi, Arap kahramanları ve gelenekleriyle ilgili şeylerdir.
Arap Milliyetçiliği ve Türkler - İlhan ARSEL
sayfa 181 ve 296
(1) Albert Kudsi-Zadch "A Diary on Mesopotamia in 1906"