"Tarih şuuru milletleri diriltir"
Bin ilkiyüz doksandört hicri senesinde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile Rusya devleti arasında, daha doğrusu Ehl-i Tevhid ile Müsellesi ve Salibilerin mutaassıp bir kısmı arasında (*) büyük bir muharebe zuhur etti. Bu muharebe islamiyet alemi ve Osmanlı memalikince büyük büyük inkılaplara sebep olmuştur. Fakir de bu muharebenin Anadolu'ya ait kısmında ve harp hattının merkezi olan Kars ve Erzurum cihetlerinde kaza ve kaderin sevki ile, memuren bulunmuş idim.
Harbin günlük vukuatını zapt etmiş olanların, elbette mükemmel bir harp tarihi yazmış olacakları muhakkaktır. Fakat vazife icabı gördüğüm ve bildiğim bazı incelikler ve gizli hususlar vardır ki, onlar benimle kaimdir. Ben öldükten sonra din ve vatan kardeşlerime o malumat intikal edemiyerek yokolup gidecektir. Bu sebeple, hiç olmazsa umumi hali ifade edecek kadar olsun bir şey yazmayı uhdeme terettüp eden mühim vazifelerden addeyledim.
“Başımıza Gelenler”
Yazacağım şey, ekseriya harp vukuatını tasvir edeceği ve bir sergüzeştten ziyade bir harp tarihi şeklinde olacağından, ismine «Anadolu Tarih-i Harbi» de denilebilirdi. Fakat arada bazı şahsi ahvalimden dahi bahs edileceği gibi, hikaye olunacak vakaların büyük kısmını, kendi gördüklerim ve emin olarak işittiklerim teşkil edeceğinden, esere «Başımıza Gelenler» adı verildi. Bu isim eserin mahiyetini daha iyi ifade edecektir. Muharebede bizzat bulunmuş olan ümera ve zabitan kardeşlerimizin, bazı eli kalem tutanları, harp vukuatını günü gününe yazarak, sevkülceyş bakımından bir harp tarihi neşr etmezler ise, ahlafı, harbin fenne ve askerliğe ait olan kısmından malumatsız bırakmış olacaklardır. Bu suretle vatandaşlık vazifesinde işledikleri büyük kusurun vebal ve günahının ağırlığını, kendilerinin hesap etmeleri lazım gelir.
Hilal- Salip çatışması
Devletler arası politik münasebet ve hasedleşmelerin zaruri neticesi olan anlaşmazlıklar bir tarafa, madem ki »Vahdet» ile »Salip» çatışmaktadır, madem ki »Cami» ile »Kilise» vardır ve kıbleleri ayrıdır ... Mümkün değildir ki, bunların bağlıları anlaşarak, maksat ve emellerini birleştirip, müşterek bir menfaati müdafaa edebilsinler ...
Dünya, dünya olup durdukça ve her cemaat başlı başına siyasi bir hayata ve müstakil bir varlığa sahip bulundukça; her biri, diğerlerininkine zıt olan menfaatlerinin temini, veya mazarratlarının def'i için, ötekilere karşı elde silah, hücum ve müdataaya hazır olacaktır. Şu halde, bulunduğumuz asırda, uğradığımız siyasi musibet ve felaketlerin çok çeşitlilerine ahlafımızın dahi fazlasıyla duçar olacaklarında şüphe yoktur. Öyleyse, görüp geçirdiğimiz mihnet ve belaların derecesinden ve bunların sebeplerinden kendilerini haberdar ve agah eylemek boynumuza borçtur. Bu hususta susmak ise, günden güne ehemmiyet kazanan dünya ahvaline karşı, adeta affolunmaz bir hata veya hiyanet olur. Binaenaleyh karınca kaderince, milletime bir hizmette bulunmak için «Ma la yüdrekü küllehu la yütrekü külluh (“Tamamı yapılamayan şey, bu sebeple terk olunmaz. Elden ne geliyorsa, o kadarı yapılır” manasına)» hikmetinden aldığım cesaretle, aczime rağmen, şu sahifeleri karalamaya başladım.
Tarih ilminin değeri
Akıl bu ya! Fakir, önceleri tarih ilmine hiç ehemmiyet vermezdim. «Bilinmezse ne olur, lüzumsuz ve faydasız, yalnız bir bilgiçlikten ibarettir» der de, adeta bilinmesiyle bilinmemesini müsavi tutardım. Böyle düşünmeye hakkım da vardı ya! Çünkü bizde tarihe dayanılarak hiç bir hakkın, umumi olsun hususi olsun, muhafaza olunduğunu, veyahut tarih ile yeniden bir hak kazanıldığını veya siyasi ve milli olarak bir intikam fikrinin beslenildiğini, yetiştiğim asır içinde görmemiştim.
Lakin son olarak geçirdiğim tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi de, anladım ki, meğer iş öyle değilmiş ... Tarih o kadar mühim o kadar dikkate değer bir ilim imiş ki, tarih bilinmez ise, devlet gemisinin dümeni, istenilen semte doğru çevrilemez imiş. Tarih bilmezlik, siyasi olarak, devletçe büyük büyük noksan ve hataların vukuuna sebep olurmuş. Tarih, bir milletin bakıp bakıp da, varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için, bir ayna imiş. Hakikatı gösteren ve ahlafın nazarları önüne konan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin ise, ümmetlerin mücadele yeri olan şu dünya pazarına, cemal ve kemallerine şükr ederek, yakışıklı bir kıyafet ile çıkmalarına yararmış.
Başkalarını ve eskileri bırakalım da, şu yakın zamanları ele alalım. Daha dört gün önce, Devlet-i Osmaniyye'nin emr ü fermanına mahkum olan ehemmiyetsiz bir Mora eyaletini «Yunan» şekline sokan, tarihtir. Sebebini her tarih yazdığından ve herkes bilebileceğinden burada anlatmaya lüzum yoktur ... Romalıları, Sırplıları, Karadağlıları, Bulgarları birer' müstakil hükümet şeklinde, «Balkan hükümetleri" namıyle dirilten yine tarihtir... Ermenilerin dili altında öte beri şeyler bulunduran, yani alemin nazarına kuvvetli bir siyasi varlık olarak çıkıp görünüvermek hevesini ve onlarda da zamanın modasına uygun milliyet aşkı ve kavmiyet sevdası uyandıran yine tarihtir... Tarih olmasaydı bin ikiyüz doksandört senesinde Rumeli kıtamız bir harp ü vega ateşgedesi kesilmezdi.
Elhasıl bizim kolumuzu kanadımızı kırıp hareketsiz bırakan bozgun silahı, hepimizin ve iş başındaki devlet adamlarımızın çoğunun, tarihten ibret almayışımızdır. Hasımlarımızın şanlarının yükselme sebebi ise, her ferdinin, milletinin tarihine ve kavminin sergüzeştine fazlasıyla vakıf olup inanmasıdır.
Tarih şuuru milletleri diriltir
Canım bu ne şaşırtıcı talim, bu ne dehşetli tesirdir ki, Garb'ın canlı kavim ve ümmetleri bir yana, içimizde bulunup da vatandaş saydığımız Rumlar yok mu, işte bu Rumlar, yıkılıp ortadan kalıkmış olan eski Yunan devleti ile, bozuk bir lisandan başka halen ahlaken, verasaten ve neseben hiç bir münasebetleri olmadığı halde, tarihin tesiriyle öyle müfrit kesilmişlerdir ki, Rumların ufacık bir diyakoz'u, Aristo ve Eflatun'un halka-i tedrisinde perverşiyab-ı kemal olmuş bir hünerver; ve günlük azığını tedarikten aciz, miskin bir Rum palikaryası ise Makedonyalı İskender'in torunu imiş gibi bir çalımla varlık gösterir de, canlı kanlı lbir asker oğlu asker kesilir.
Hatta fakir, gençliğin en parlak ve istidatlı zamanında kendi milli tarihimizden hiç bir şey görmemiş, dünyayı Konya'yı anlamamış iken, görüşüp konuştuğum bazı Ermeni hemşehrilerimizin ağzından, kendilerine mahsus şive ile, Dikran'ın hayatını, Mertad padişahın tarihini, Hayık'ın tercüme-i halini, Aramoğulları'nın eski şa'şaalı ikbal devirlerini işitir de, hayret içinde alık alık bakar idim. Bakın ki, bu millet eski tarihlerini araştırıp öğrenerek, nasıl istikbale yetişmenin hazırlığı içinde bulunuyor imiş.
Zannedersem bizde, kalb zaafı eseri olarak, zillet göstermek, şefkat dilenmek gibi pısırıklıklar, bir şahsın edep ve terbiyesinin delili sayılarak, adet hükmüne girmiştir. Birbirimize bakarak, iş erleri addettiğimiz zincirsiz arslanlara karşı küçüle küçüle, hazm-ı nefs ede ede, bir ·dereceye gelmişiz ki, tarihi değil hani neredeyse, hayat sebebimiz olan biçare nefs-i natıkayı bile hazm ile, buhara dönüp bütün bütün yok hükmüne gireceğiz.
Bu tedavisi güç hastalığın ilacı için çeşitli şeyler lazımsa da, bunların en mühimi tarihtir. Hemen iddia edebilirim ki, adamcasına yazılmış muhakemeli bir tarih; yalnız başına insanı canlandıracak, harika bir kudrete maliktir. Hakikaten öyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse inanılsın. Lakin tarihteki yüce hisler ve ruh, aydınlık bir fikirle beraber olarak, akıllı bir mürşit ve mürebbi eliyle, gençlerin zihinlerine taşa nakş olunur gibi, yazılmalıdır. Din ilmi üstatlarına “Mürebbiy-ül ervah” denilirse, tarih muallimlerine de -kıssahanlara değil ama- “Ebul hamase” denilmelidir. Çünkü ruhların siyasi vücudu hamasetle kaimdir.
Mekteplerimizde okunan tarih
Bir milletin tıynet toprağına, muhakemeli bir tarih muallimi gayret ve hamiyet tohumunu saçar. İş adamı olmak üzere yetişecek olan evlad-ı ümmetin fikrini aydınlatarak, onları milletinin saadetini temin etme yoluna sevk eder. Ders esnasında vereceği müşahhas ve mantıki misallerle, talebelerini hayalperest olmaktan kurtarır. Halkın zihnine makul olana inanma melekesini yerleştirir. Yoksa bizde şimdiki halde mekteplerde okutulan tarihe, tarih dersi okunuyor demek abestir. Bunları dinleyenler birer yazıcı, anlatanlar ise masalcıdır.
Kıssahanların, Hamzaname ezbercilerinin, meclislerin süsü oldukları zamanlarda bile «Kıssadan maksat azizim hissedir» darbımeseli, halkın ağzında sadece söz olarak dönüp dolaşıyordu.
Ne uzağa gidiyoruz, Miladın 1870 senesinde Almanya ile Fransa arasında büyük bir harp olmuştu. Bu harpte Almanlar galip ve muzaffer olarak Paris'i zapta kadar yürümüşler ve bütün Fransa'nın çiğnenmesine karşılık, Alman birliği kurulmuştu. Bu meselenin gizli ve ince taraflarına vakıf olanların yazdıkları bazı eserlerde, Almanya'nın, gözler kamaştıran o şa'şaalı muzafferiyatine “Muallimlerin Zaferi” adı verilmiştir. Çünkü 1870 vak'asından evvelki bütün savaşlarda, Prusyalılar Fransızların kudret ve azametlerinin mağlubu idiler.
Fransızların devam edip giden hakaretlerine mukavemet etmek ve bu halin intikamını almak için çareler arayan sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı Alman muallimleri, Bonapart gailesi ortadan kalktıktan sonra kurulan mekteplerde, vatan evlatlarının zihnine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler. Bunu, geçmiş vakaları misal vererek öyle sağlam bir şekilde akılIarına yerleştirdiler ki, çok geçmeksizin bütün Almanya mücessem bir fazilet haline girdi. İşte o kahramanca fazilet ile eski düşmanları olan Fransızların mağrur burunları kırıldı; kibirli bayrakları başaşağı edildi. Ne büyük muvaffakiyyet!
Harp facialarını unutmayalım
Amanın dostlar! Zaman, aman vermiyor; masalcılık ile iş bitmiyor. Asrın terakkileriınin, hayret verici yüz bin türlü eseri birden meydana attığı bir sırada ne icap ediyorsa himmet edip, makul hareket ve işlerle mukabele ve müdafaada bulunmak lazımdır. Çünkü şaka değil, hakikatin fasih beyanı, ya imtisal ya itidal, gülbankini çekiyor. Türkçesi: «Ya bu diyardan gitmeli, ya bu deveyi gütmeli!" nidasını ulülebabın kulağına her taraftan bağırıp duruyor.
Ve Nesimi'nin dediği gibi:
“Çalındı kıyametin nefiri
«Ey sağır işitmedin safiri»
(Ey sağır! Kıyamet borusu çalındı; ama sen duymadın!)
Siyasi varlığımız daha elde iken, ahlaf·ı kiram, ümmetin ahlakına musallat olan fesadın izalesine, hasbeten lilllah, el birliğiyle çalışsınlar. Kahramanlık ruhunu ve milliyetin devam aşkını en hücra yerlerdeki köylerin mekteplerine bile sirayet ettirecek, gayet parlak fikirli muallimler arasınlar, yok ise icat eylesinler. Bize ve bizden evvelkilere ait olan tarihleri tetkik ederek, geçmiş vakaları iyice öğrensinler. Bilhassa muharebeden sonra Bulgaristan'daki kardeşlerimizin görüp geçirdikleri halleri ve zulümleri duçar oldukları ikinci bir Endülüs faciasını unutmasınlar (17). Bir üçüncüsüne düşülmemek için gerçekten uyanık bulunsunlar ... Ve yolunu bulurlarsa, 'bizim de intikamımızı alarak, ruhlarımızı şad ve handan eylesinler.
Ve billahit tevfik.
5 Muharrem-ül haram sene 1306 (11 Eylül 1888)
dipnot:
(*) Muvahhid ve müselles tabirlerini kullanışımız sebepsiz değildir. Çünkü Ruslar, hala Ayasofya'yı müslümanların elinde esir zannediyor ve onu Muhammedilerin kafirliğinin pisliğinden kurtarma aşkı ile Hazret-i Mesih'e yaklaşacakları inancında bulunuyorlar. Ayrıca, bu ana kadar papazlar tarafından Müslümanlar aleyhinde ağıza ve kaleme alınmaz iftira ve yalanlarla halkın zihninin doldurulduğunu, bunun ise Rusya devletinin politikasına uygun düştüğünü iyice hesap etmekteyiz. Yoksa böyle yazmamız, soğuk ve yersiz bir taassup yüzünden değildir.
(17) Bulgaristan'daki müslümanların başına gelenler “Zağra Müftüsünün Hatıraları” adlı kitapta anlatılmaktadır.
*
Anlatmak istediğim Rusya muharebesinden iki yıl önceydi. O vakit «İttifak-ı Müselles» denilen ve Almanya, Avusturya ve Rusya'nın ittifakı ile meydana gelen birliğin himayesinde olarak bir «Panislavizm, dolabı çevrilmek istenmişti.
Bosna - Hersek, Karadağ, Sırp ve Bulgar isyanları
Bu cereyanın tesiriyle Hersek tarafında Nevesin adındki kazada gayri-müslim ahali ayaklandı (13 Nisan 1875). Osmanlı hükümeti ve mültezimlerinin zalim idaresine tahammül edemediklerini bahane olarak öne süren isyancılar, aslında asıl halk değildi. Bunlar, Rusya devletinin taarruz ve tecavüzüne öncülük eden, meşhur asi Karadağ haydutları idiler. Mahalli hükümete karşı bir ayaklanma ile tutuşturulan bu ihtilal ateşi, ancak iki buçuk üç sene sonra, mahut Ayastafanos muahedesiyle sönebildi. Devlet-i Aliyye, Bosna ve Hersek ihtilallerini bastırmak için ordular hazırlayıp sevk eder ve eşkıya muharebeleri ile uğraşırken, Karadağ emareti resmen ilan-ı harp ederek hududu geçti. Buna karşı askeri tedbirler alınmaya çalışılırken, Sırbistaın emaret-i mümtazesi de hududu aşarak, itaatten çıktı ve irtibatı kesti. Ona karşı da orıdular, fırkalar sevk olundu, redifler silah altına alındı.
Çok geçmeden Bulgarlar da ayaklandı. Çobanlık ve ziraatçilikten başka bir şeyle, bilhassa savaş ve hamasete dair herhangi bir şeyle meşgul ve alakadar olduğunu evvelden beri bilmediğimiz bu millet de “Panislavizm” denen husumet kaynağından verilen kumandanın tesiriyle ve muhtelif yerlerde, meşru hükümetine karşı isyan ediverdi. Bunların da tedip ve tenkilleri için gerekli askeri kuvvetler gönderildi. Elhasıl Devlet-i Aliyye'nin Rumeli kıtası, hemen tamamen denecek kadar harp ateşi içinde kaldı. Bütün asilerin, Allah'ın yardımıyla, işleri bitirildiği sırada, Rusya devleti, yüzünden maskesini atarak düşmanlığını gösterdi. Harp ilan ederek, Devlet-i Aliyye'ye karşı bizzat meydana çıktı. İşte o zaman Müslümanların felaketi de katmerleşti.
Karadağ nasıl isyan etti, harpte ne gibi vukuat geçti, askerimiz nasıl galip ve ne sebeple mağlup oldu; Sırp cephesinde neler görüldü, ordularımızın taarruzunda hissedilen yavaşlığın sebepleri ne idi; Bulgarla hangi vesilelerle, nerelerde, nasıl savaşıldı? ... Bu hususların, yazılmasını o havalide cereyan eden vakaların içinde bulunmuş, işi gözü ile görmüş veya hakikatleri vesikalarla öğrenmiş olanlara bırakıyorum. Fakir, yalnız Anadolu cihetinin ahvalini hikaye edeceğim. Anlatacaklarımın çoğu gözümle gördüğüm veya vazife icabı elimle yazdığım şeylerdir. Fakat asıl mevzua girmeden evvel, şuracıkta biraz durarak, işin politik tarafını da bilebildiğim kadarıyla kısaca hülasa etmek isterim ki, gelecek nesillerde bir ibret ve dikkat fikri uyansın.
Avrupalılar her işimize karışıyorlar
Osmanlı ülkesinde yaşayan hristiyanların “Gerek hükümetin idare tarzı sebebiyle, gerekse Türk, Kürt ve Çerkeslerin kaba ve mağrur tabiatlerinin neticesi olarak, hakim ve mahkum millet ayrılığına düşüp, bunun iki tarafın anlaşmasını önlediği ve neticede hakim milletin zulmüne karşı himaye edilmeleri” bahsi Avrupalılarca eskiden beri ileri sürülüp dururdu. Fakat bu hususun devletlerin müdahalesine sebep olacak şekle girivermesi 1856 yılında oldu. Meşhur Kırım muharebesinden sonra, bu senenin içinde akd olunan Paris muahedesine "Hristiyanların haklarının korunması gerektiği” maddesi konmuştu.
Gerçi biz de, etrafımızdaki Avrupalı komşularımızın makul olan idare tarz ve usullerine uymayan 'bütün idari hal ve hareketlerimizin tanzim ve ıslaha muhtac olduğunu itiraf ederiz. Biliriz ki, komşuların idare ahengine işlerimizi uyduramadığımızdan dolayı bu işlerin hakikatine vakıf olanların nazarında, pek falso düşmekteyiz. Yine biliriz iki, cihandaki her işin faili olan Genab-ı Hak tarafından, umumi ahenge uymayan bir idare telinin, kulağının çekilip çevrilerek herkese uydurulması umumi bir tabiat kanunudur. Ama gerçek, yani Avrupalıların asıl maksadı böyle samimi değildir:
“Batıl hemişe batıl ü beyhudedir, veli
Müşkil budur ki suret-i haktan zuhur ede.”
[Batıl daima batıl ve faydasızdır. Ama güç olan, (İşin kötüsü), hakikat şeklinde ortaya çıkmasıdır.]
Hak sözü gereğince onlar her ne kadar iç yüzlerini saklamaya çalışsalar da, bizler iyice bilmeliyiz ki, maksatları, idaremizin düzelmesi ve siyasi varlığımızın sağlamlaşması değil, devletin nüfuz ve şevketinin kırılması, ve enkazından istifade etmek için de varlığının temelini teşkil eden esasların tahrip edilmesidir. İş bu noktaya gelince ise bizim için, «İki el bir baş içindir» diyerek çalışmaktan başka çare kalmaz.
Bizi paylaşmada anlaşamadılar
Lakin «Bağla ve tevekkül et» düsturu gereğince önce deveyi iyice bağlamalı sonra da Allah'a dayanarak hukukumuzu korumaya çalışmalıyız. Yani, evvela müdafaa kuvvetimizi tamamlamalı, bundan sonra «Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var» sözünü Allah'ın izni ile serbestçe söylemeliyiz. Çünkü «Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık» şeklindeki Kur'an kelamı hükmünce, devletler arasındaki rekabetin, siyasi mevcudiyetimizin şimdiye kadar devam etmesine sebep olduğunu inkar etmeyelim.
Şunu da bilelim ki:
Her devlet, gerektiğinde kendi başına ve kolaycacık hazm edebilmesi için, Devlet-i Aliyye'nin kuvvet ve kudret kazanmasını istemez. Bunlar devlet ağacımızın kurutulmasını, felaketlerle dal ve budağının kırılıp kopmasını arzu ederler. Fakat asıl gövdenin, kendisinden başkasının baltasıyla devrilmesine razı olamazlar. Devletlerin herbirinin, daima böyle bir maksatla hareket eder bulunmaları, Devlet-i Aliyye idarecilerine korunma ve ilerleme yolunda faydalı olmuştur. Bu sayede umumi hayat gücümüz, herşeyin arasından sıyrılarak meydana çıkabilir, bunun için gerekli vasıtalar hazırlanabilirdi. Fakat:
Müskili nist ki asan neseved
Merd bayed ki hirasan neşeved»
[«Kolaylaşmıyacak zorluk yoktur. Ama cesur ve ehil adam olursa ... »]
Hatta, ne yazık ki girilecek ve ilerde anlatılacak olan Rusya muharebesinde bile. iş «Ne yapalım, iki el bir baş içindir» denilecek dereceyi bulmamıştı.
Ummadıkları oldu: Harbi biz kazandık. Ama ...
Her ne ise «Akacak kan damarda durmaz, darbımeselini teselli makamında yad ederek, sadede dönelim. …
Mehmet ARİF
BAŞIMIZA
GELENLER, cilt 1 (3 cilt)/PDF
Neşre
Hazırlayan: M. ERTUGRUL DÜZDAĞ
Mehmed Arif
Bey'in iki eseri vardır ve ikisi de vefatından (1897) sonra oğulları Celaleddin
Arif ve Dr.Necmeddin Arif Beyler tarafından yayınlanmıştır (1903). Bunlar:
«Binbir Hadis, ve «Başımıza Gelenler» adlarını taşırlar. Bu baskı bizim hazırladığımız
kitap 1001 Temel'de (Tercüman) sıra beklerken, satılıp bitmiş olan üçüncü
baskının -aynı hatalarla- tekrarıdır. Yalnız sonuna, 1973 baskısına alınmayan
bir kısım konmuştur. Tenkit kısmında bu baskıdan da bahsedilecektir.
MEHMED ÂRİF
BEY (1845-1897) Türk
hukukçusu ve yazar:
29 Mart
1845’te Erzurum’da doğdu. Karacehennem İbrâhim Paşa’nın yeğeni Asâkir-i
Nizâmiyye-i Şâhâne topçu miralaylarından Hacı Ömer Bey’in oğludur. Tahsilini
Erzurum’da tamamladı. Arapça, Farsça, coğrafya ve hesap okudu. Ağustos 1861’de
Dördüncü Ordu Meclisi Tahrirat Odası’na mülâzim oldu. Bir yıl sonra ordu
merkezi Erzincan’a nakledilince Erzurum eyaleti tahrirat odasına geçti. 14
Aralık 1865’te Erzurum vilâyeti meclis-i temyîz-i hukuk başkitâbetine tayin
edildiyse de meclisin lağvı üzerine 13 Mart 1867’de yeni oluşturulan meclis-i
deâvî başkitâbetine ve ertesi yıl meclis sorgu hâkimliğine getirildi. 9 Eylül
1869 tarihinde dîvân-ı temyîz-i vilâyet başkitâbetine tayin edildi. Yaklaşan
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı için hazırlık yapılırken mahkeme reisi Nâfiz Paşa
ile birlikte biri medreselerdeki öğrencilerden oluşan gönüllü iki tabur askerin
teşkil edilmesine yardımcı oldu ve Milliye Taburu’nda sağ kol ağası olarak
bilfiil görev aldı. Anadolu ordusu başkumandanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın
Erzurum’a gelmesi ve Ârif Bey’e kendisinin mühimme başkâtipliğini teklif etmesi
üzerine 13 Nisan 1877’de temyiz başkâtipliği uhdesinde kalmak üzere bu göreve
getirildi. Savaş esnasında ve daha sonra Çekmece ve Çatalca’daki ordu
merkezinde paşanın hizmetinde bulundu.
Savaşın
ardından 30 Nisan 1878 tarihinde dîvân-ı temyîz-i vilâyet başkitâbetinden
İstanbul Temyiz Mahkemesi Hukuk Dairesi zabıt kâtipliğine geçti. Ancak Girit’te
ihtilâl patlak verince yine Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın maiyetinde oluşan
heyetin yazı işleri başkâtipliğine getirildi. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında
Preveze’de başlayan sınır görüşmeleri için kurulan tashîh-i hudûd komisyonuna
birinci delege tayin edilen Ahmed Muhtar Paşa’nın yanında hizmete devam etti.
Görüşmeler sona erince eski vazifesi olan zabıt kâtipliğine döndü. Ancak aradan
bir ay bile geçmeden 13 Mayıs 1879’da iki görevi birden ifa etmek üzere
başkâtiplik ilâvesiyle adliye encümeni mümeyyizliğine getirildi. 13 Haziran
1880’de İstanbul Bidâyet Mahkemesi savcılığına, 14 Mayıs 1881’de aynı
mahkemenin birinci hukuk dairesi üyeliğine tayin edildi.
24 Eylül
1883 tarihinde İstanbul İstînaf Mahkemesi üyeliğine getirildi, bir ay sonra da
Kastamonu vilâyeti adliye müfettişliğine gönderildi. 22 Aralık 1885’te
müfettişlik uhdesinde olduğu halde, Mısır fevkalâde komiserliğine tayin edilen
Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın birinci kâtipliğiyle Mısır’a yollandı. 1893’te
Avrupa’ya giden Ârif Bey, 1896’da Mısır’daki görevi esnasında hastalanarak
tedavi görmek üzere İstanbul’a döndü, 14 Temmuz 1897’de İstanbul Heybeliada’da
mide kanserinden öldü. Mezarı İstanbul’da Merkez Efendi Dergâhı hazîresindedir.
Başımıza
Gelenler. Mehmed Ârif Bey’in Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın maiyetinde bulunduğu
sırada 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Anadolu’da cereyan eden kısmının bütün
safhalarını ve askerin durumunu anlattığı eser oğulları tarafından 1321’de
(1903) Mısır’da ve 1328’de (1910) İstanbul’da yayımlanmış, ayrıca
sadeleştirilerek 1972 ve 1976’da yine İstanbul’da basılmıştır. Yer yer
merkezden gelen emirlerle ordugâhtan merkeze gönderilen yazıların da
kaydedildiği eser bu yönüyle de önem taşımakta, kitabın sonunda ayrıca
müellifin Mısır’daki görevine ait hâtıraları yer almaktadır.
Oğlu Celâleddin
Arif Bey (1875 - 1930): Siyaset ve devlet adamı. 1875 yılında İstanbul'da
doğdu. İstanbul Hukuk Mektebi profesörü olan Celâleddin Bey, 1919 yılında
Erzurum milletvekili olarak Meclisi Mebusan'a girdi. TBMM'ne katılan ilk
üyelerdendi. Meclis başkanvekilliğine seçildi. 1920 yılında İcra Vekilleri
Heyeti'ne ve Adliye vekilliğine seçildi. 1921'de istifa ettikten sonra Roma
büyükelçiliğine atandı. 1909 yılında Hukuku Esasiye adlı 2 ciltlik kitabı
yayımlandı. 1930'de Paris'te öldü. Diğer oğlu Doktor Necmeddin Arif Bey hakkında kayda değer bir bilgi yok.
Size bir tavsiyem var. Sakın ha, ideolojik gözlüklerle
bakmadan bu çağrıma kulak verin.
93 Harbi denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşını Gazi Ahmet
Muhtar Paşa’nın yanında izleyerek, olayları belgelere dayalı anlatan Mehmet
Arif’in “Başımıza Gelenler” kitabını mutlaka okuyun ve nereye doğru gittiğimizi
net olarak görün. Siz okuyun. Ben de kitaptan net olarak çıkan birkaç dersi
size yazayım.
1. Tarih bilmeyen devlet adamlarıyla sakın ha savaşa
girmeyin: sonu bir millet için felaket olur.
2. Liyakatli insanlar yerine adam kayırma yoluyla makam
verilen yöneticiler hesabını iyi yapamaz, milleti uçurumdan atabilir.
3. Devlet yöneticilerinin işin uzmanına danışma yerine kendi
yağdanlıklarına danışması gerçekleri görmeyi engeller. Hatalı kararlar verilir,
her hatalı karar milletin etinden bir parçanın koparılmasıdır.
4. Yöneticilerin zamanında almadığı her tedbir büyük
felaketleri peşinden getirir.
5. Düşmanlarını azalt. Herkesi düşman olarak görürsen
hepsinle başa çıkamazsın. Soyunu tüketirsin.
6. Yöneticiler elini taşın altına koymaz ise, aileleri de
savaştan bedhah olmayacak ise kolayca savaşa karar verirler, Anadolu
yiğitlerini tarumar ederler.
7. Hayalperest yöneticiler, kendi kanları yerine Anadolu
yiğitlerinin kanıyla yol kat edecek ise, felaketi değil, hayal ettiklerini
görür.
Siz bu derslerin başına 93 Harbi değil de, 2016 Harbi
koyarsanız, her şeyin tastamam yerine oturduğunu göreceksiniz.
Sedat Onar,
15 Şubat 2016
*
Keşke Türk çocuğuna okullarda abuk sabuk dersler yerine
tarihimizin şan ve şerefle dolu sayfaları kadar ibret alınacak yönleri ders
olarak okutulsa… Nafile… Bırakın çocuklarımızı koskoca devlet adamları okumuyor
ve ilgilenmiyor.
Ondan sonra da mülteci kampına geleli üç yıl olmuş Suriyeli
kadın ikinci çocuğunu doğururken bizim çocuklarımız ateşe atılıyor…
Sınırları mayından temizliyorum diyerek arap teröristlerin
geçişini kolaylaştırıp ardından üç metrelik duvar dikeceğiz diye milletin
parasını heder ediyoruz.
Dün Osmanlı Rus Savaşında Doğu Cephesi komutanı Gazi Ahmet
Muhtar Paşa’nın yanında olayları yazan Mehmet Arif’in çıkardığı dersleri
nakletmiştim.
Bu sefer, Balkan Faciasına tanık olan Mahmut Muhtar Paşa’dan
kısa bir ders yazacağım. Şöyle diyor Mahmut Muhtar Paşa Ruzname-i Harp adlı
eserinde:
“Baskının kalkışı ile anında bir bolluk ve büyüklük elde
etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk.
Gazetelerde hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide bir kesin bir sayıymış
gibi, var olmayan otuz milyonluk Osmanlıyla övündük. Ne yazık ki üç yüzyıldan
beri çeşitli bozgun, acınacak durum ve eğitimsizlik aynası olan tarih
sayfalarımıza bakmayarak, sürekli altı yüz yıllık şan ve şereften söz edip,
yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an bile geri kalmadık. Bilimden,
sanayiden, ticaretten yoksun, yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan ve çeşitli
unsurlardan oluşmuş ve millet bilincini oluşturan dayanaklardan yoksun, siyasal
yaşamını sürdürmesi ancak diğer devletlerin birbirleriyle dalaşmalarına dayalı,
toprakları büyük, ancak gücü küçük bir devletçikten başka bir şey olmadığımızı
anlamak istemedik.”
Bundan da ders çıkarmayan yandaşlar da Hüseyin Raci
Efendi'nin “Zağra Müftüsünün Hatıraları”nı okusun. Bir milletin inim inim
inletilmesi, gururunun kırılması ve katledilmesi neymiş görsün. Türk adı
geçince elektriğe tutulmuş gibi götü başı seğirenlere lafım yok, onlar bildiği
gibi yapsın, ama bize dokunmasın.
Sedat Onar,
16 Şubat 2016
*
Tüm savaşlar aldatmacalara ve şaşırtmaya dayanır.
Bir komutan yapacağı üç hata ile ordusunun başına felaket getirebilir. Bunlardan biri;
"Ordudaki koşulları düşünmeksizin orduyu krallığını yönetir gibi yönetmeye kalkması. Bu askerin zihninde huzursuzluk yaratır."
SUN-TZU "SAVAŞ SANATI"