Translate

20 Haziran 2015 Cumartesi

GERÇEKLER VE YALANLAR









_______________________________________________









Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 29 Kasım 1947'de, Britanya mandası altındaki Filistin topraklarının %56'lık kısmının Yahudi devletine, %44'lük kısmının ise Arap devletinde kalacak şekilde paylaşılmasına dair bir çözümü onayladı.


Bunu takip eden savaşta, yeni kurulmuş olan İsrail Devleti, sınırlarını Filistin'in %80'ini içerecek şekilde genişletti. Filistin'in fethedilmeyen son bölgeleri, sonraları Ürdün Krallığı'na bağlanan Batı Şeria ve Mısır yönetimi altına giren Gazze Şeridi'nden oluşuyordu. 1948 Savaşı boyunca ve sonrasında evlerinden sürülen 250.000'e yakın Filistin Gazze'ye kaçtı ve Gazze'nin 80.000 olan yerli nüfusunu ezip geçti.


Bugün Gazze sakinlerinin %80'i 1948 savaşının mültecileri ve onların soyundan gelenlerdir. Ayrıca nüfusun yarısından fazlası da 18 yaşın altındadır. Gazze'yi dünyanın en fazla nüfus yoğunluğuna sahip yerlerinden biri yapan, oranın halihazırdaki 1,5 milyon sakini, 25 mil uzunluğunda ve 5 mil genişliğindeki incecik bir alana sıkışmış vaziyettedir. Sina Yarımadası'nın uzantısı olan Gazze, kuzeyden ve doğudan İsrail'e; güneyden Mısır'la ve batıdan da Akdeniz'le çevrilidir.


1967 Haziran'ında başlayan kırk yıllık işgal sırasında ve Başbakan Ariel Sharon'un 2005'te İsrail askerlerini Gazze içlerinden, Gazze'nin çevresine doğru yeniden konuşlandırmasından önce, İsrail, Gazze'ye eşi benzeri görülmemiş, Harvardlı iktisatçı Sara Roy'un tanımıyla "yerli halkı toprak, su ve emek gücü gibi, oranın en önemli iktisadi kaynaklarından ve bu kaynakları geliştirecek kendi iç potansiyelinden mahrum bırakan" bir geriletme (de-development) rejimi dayattı.


Bugün Gazze'nin çaresiz durumuna giden yol, uzun zamandır unutulan ya da Filistin dışında pek bilinmeyen geçmişin zulüm taşlarıyla döşendi. Mısır, savaş meydanındaki çatışmaların 1949'da kesilmesinden sonra - İsrail'in 1955 Şubat'ında Gazze'ye kanlı bir sınır ötesi baskın yapmasına ve 40 Mısırlıyı öldürmesine dek- Gazze'deki Fedailer (Fedayeen/Filistinli gerillalar) eylemlerinin dizginlerini sıkı tuttu. İsrail liderleri, devlet başkanı Cemal Abdül Nasır'ı devirmek amacıyla Mısır'ı savaşın içine çekmeyi planlamışlardı ve silahlı sınır çatışmaları arttıkça Gazze baskının ne kadar kusursuz bir kışkırtma olduğu ortaya çıktı. 1956 Ekim'inde, Büyük Britanya ve Fransa ile gizli işbirliği içindeki İsrail, uzun zamandır istediği Mısır Sinası'nı istila ve Gazze'yi işgal etti. Sonrasında neler olduğunu İsrail'in önde gelen tarihçilerinden Benny Morris şu şekilde anlatmaktadır.


"Pek çok Feddai ve tahminen 4000 Mısırlı ve Filistinli muvazzaf asker Gazze Şeridi'nde İSK (İsrail Savunma Güçleri), GSS (Umumi Güvenlik Servisi) ve polis tarafından tuzağa düşürüldü, tespit edildi ve toplandı. Düzinelerce Fedai'nin yargılanmaksızın, kestirmeden idam edildiği görülüyor. Bazıları muhtemelen İSK askerlerinin şeridin işgalinden kısa süre sonra gerçekleştirildiği iki katliamda öldürüldüler. Birleşmiş Milletler'in raporu, İSK askerlerinin, şehir ve mülteci kampına -silah taşıyan insanları aramak için- ilerledikçe yaklaşık 135 yerliyi ve 140 mülteciyi öldürdüğünü söylüyor.


İsrail askerleri 1-2 Kasım'da İSK tarafından düşürülen Refah'ta Mısırlı ve Filistinli eski askerler ile yerli arasında saklanan Fedaileri tespit etmek amacıyla gerçekleştirdikleri büyük bir tarama operasyonunda 48 ila 100 mülteci ile yerli halktan birkaç kişiyi öldürdü ve dahi 61 kişiyi yaraladı...


Bundan başka 66 Filistinli, muhtemelen Fedai, 2 ile 20 Kasım tarihleri arasında Gazze Şeridi'ndeki tarama operasyonları sırasında meydana gelen bir takım olaylarda idam edildi...


Birleşmiş Milletler'in hesabına göre, İsrail askerleri şeridin işgalinin ilk üç haftasında toplamda 447 ila 550 Arap sivil öldürdü."  


İsrail, ABD Başkanı Dwight D.Eisenhower'ın ağır diplomatik baskı uygulaması ve ekonomik ambargo ile tehdit etmesinden sonra 1975 Mart'ında Gazze'den çekilmek zorunda kaldı.


Gazze'de şu an var olan koşullar, 1967 olaylarının doğrudan sonuçlarıdır. Haziran 1967 savaşı sırasında İsrail, Batı Şeria ile birlikte Gazze Şeridi'ni tekrar işgal etti ve o tarihten bu yana orada hala işgalci güç konumunda.


Morris'in bildirdiğine göre: "Batı Şeria ve Gazze Araplarının büyük çoğunluğu ilk andan itibaren işgali nefretle karşıladı. İsrail orada kalmak niyetindeydi hakimiyeti de bir sivil direniş veya sivil itaatsizlik ile sona ermeyecekti ki bunlar kolayca bastırıldı. Ortadaki tek gerçek seçenek silahlı mücadele idi. Bütün işgaller gibi, İsrail'inki de aşırı güç kullanımına, baskı ve korkuya, işbirliği ve hainliğe, dayak ve işkence zindanlarına, gündelik korkutmalara, aşağılamalara ve yönlendirmelere dayanıyordu ve işgal, işgal altındakiler için daima zalim ve utanç verici bir tecrübe idi."


Filistinliler daha en başından İsrail'in işgaline yönelik karşı saldırıya geçtiler. İsrail baskısının yanı derecede şiddetli olduğu ortaya çıktığı zaman, Gazzeliler bilhassa silahlı ve silahsız sert direnişler ortaya koydular. 1969'da Ariel Sharon İSK'nin güney komutanlığının başına geçti ve zaman kaybetmeden Gazze'deki direnişi bastırmak için bir harekata girişti. Amerika'nın önde gelen Gazze uzmanlarından birininin hatırlatmasına göre:


" Askerler ev ev arama çalışmaları yürütürken ve sorgulama için tüm erkekleri merkezdeki meydana toplarken, mülteci kamplarını yirmi dört saatlik sokağa çıkma yasağına tabi tutmuştu. Aramalar boyunca pek çok erkek saatlerce Akdeniz'de bellerine kadar suyun içinde beklemeye zorlandı. İlaveten, Sina'da, şüpheli gerillaların ailelerinin yaklaşık 12000 üyesi tecrit kamplarına sürüldü. İsrail basını, birkaç hafta içerisinde, askerleri ve hudut polisini, insanları dövdükleri, onlara kalabalıklar içinde vurdukları, evlerindeki eşyaları tarumar ettikleri ve sokağa çıkma yasağı sırasında aşırı derecede kısıtlamalar getirdikleri için eleştirmeye başladı... 1971 Temmuz'unda, Sharon mülteci kamplarını seyreltme taktiğini uyguladı. Askerler, Ağustos sonuna kadar 13000'den fazla Gazze sakinini yerinden etti. Ordu, kamplar ve bazı limon çalılıkları boyunca iş makineleri ile geniş yollar açtı, böylece ağır silahlı birimlerin iş görebilmesini ve piyadelerin kampları kontrol etmesini kolaylaştırdı...Ordunun sıkı tedbirleri direnişe olan desteği kırdı."


1987 yılı Aralık ayında, Gazze-İsrail sınırında meydana gelen ve dört Filistinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazası, işgal altındaki bölgelerin her bir yanında İsrail yönetimine karşı kitlesel bir isyanın yani intifadanın patlak vermesine sebep oldu.


Morris'in hatırlattığı gibi: "O isyan silahlı bir isyan değildi, ancak grevler ve ticari iş bırakma eylemleri ile birlikte silahsız olmasına rağmen, işgal kuvvetlerine karşı direniş hareketiydi. Ateşli silahlar ve bombalar değil; taş, bıçak ve bazen molotof kokteyli bu isyanların sembolüydü."


Gelgelelim İsrail'in aynı şekilde tepki verdiği söylenemez. Morris devam ediyor: "Hemen her şey denendi, yaralamak için ateş etmek, öldürmek için ateş etmek, dayaklar, toplu tutuklamalar, işkenceler, mahkemeler, idari tutuklamalar ve ekonomik yaptırımlar..." " Öldürülen Filistinlilerden büyük bir bölümü insan hayatının tehlikede olduğu bir ortamda vurulmamışlardı ve bunların çoğu da çocuklardı." (en son haber: İsrail 4 çocuğu öldüren pilotlarını akladı!-SB-haber linki)


"İSK içinde yalnızca küçük bir azınlık olan suçlular, ordunun yasal işleyiş mekanizması içinde yer tutuyordu ve her zaman için gülünç derecede hafif cezalara çarptırıldılar."


1990'ların başında İsrail intifadayı başarıyla bastırdı. Daha sonra Norveç'in Oslo şehrinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile gizlice görüşülen bir anlaşmaya dahil oldu ve 1993 Eylül'ünde, Beyaz Saray bahçesinde bu anlaşmayı onayladı. İSrail Oslo Anlaşması aracılığıyla askerlerini Filistinlilerle direkt temastan uzaklaştırarak onları Filistinli uzlaşmacılarla değiştirmeyi ve işgal kolaylaştırmayı umuyordu.


İsrail'in eski dışişleri bakanı Shlomo Ben Ami şöyle diyordu : " Oslo'nun anlamlarından biri, FKÖ'nün, birinci intifadayı bastırmak ve Filistin'in bağımsızlığı için gerçekten demokratik bir mücadeleyi yarıda kesmek görevinde İsrail'in işbirlikçilerinden biri olmasıydı."


İsrail özellikle işgalin kirli işleri için Filistinlileri yeniden vazifelendirmekle uğraştı. İsrail'in eski bakanlarından Natan Sharansky'nin gözlemine göre : "Oslo fikri, Filistinlileri kontrol altında tutmak için kuvvetli bir diktatör bulma arayışıydı."


İsrail başbakanı Yitzhak Rabin kendi adamları arasındaki kuşkucuları şu şekilde bilgilendirdi: " Filistinliler, iç güvenliği oluşturmada bizim olduğumuzdan daha etkili olacaklardı çünkü onlar Yüksek Mahkeme'ye yapılan hiçbir müracaata izin vermeyecek ve İsrail İnsan Hakları Örgütü gibi grupların oradaki koşulları eleştirmesini engelleyeceklerdi. Kendi yöntemleri ile yönetecek ve en önemlisi İsrail askerlerinin bunu yapma zorunluluğunu ortadan kaldırıcaklardı."


Temmuz 2000'de FKÖ lideri Yasser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak, soruna bir çözüm bulmak için ABD Başkanı bill Clinton ile Camp David'de görüştü. Zirve, karşılıklı gelişen sert ithamlar sonucu başarısız oldu. İsrail'in Camp David'deki baş müzakerecilerinden biri olan Yafa Stratejik Araştırmalar Merkez eski yöneticisi Ben Ami görüşmelerin sonrasında şöyle bir yorum yaptı.


" Eğer ben bir Filistinli olsaydım, ben de Camp David'i reddederdim. İsrail'in Camp David'de Filistinlilerden talep ettiği başlıca imtiyazlar kabul edilmedi ve kabul edilemezdi de..."




"Bu Kez Çok İleri Gittik"
Prof.Norman Finkelstein









"Holokost Endüstrisi"


Haziran 2000'de yayımlandıktan sonra uluslararası bir yankı uyandırdı. Ulusal bir tartışma başlattı ve Brezilya, Belçika, Hollanda, Avusturya, Almanya ve İsviçre gibi pek çok ülkede en çok satan kitaplar listesinin başına oturdu. Büyük İngiliz yayınlarının her biri kitaba en az bir tam sayfa ayırdı. Fransa'da Le Monde, iki tam sayfasını ve başyazısını kitaba ayırdı. Sayısız radyo ve televizyon programının yanı sıra, uzun metrajlı belgesellere de konu oldu.


En yoğun tepki ise Almanya'dandı. Kitabın Almanca baskısı için düzenlenen konferansa ise 1000 kişilik seyirci topluluğu katıldı (bir o kadarı da yer olmadığı için kapıda kaldı). Almanca baskısı üç hafta içinde 130.000 sattı ve bir ay içinde bu kitapla ilgili üç kitap daha basıldı. Şu anda Holokost Endüstirisi, onaltı dilde yayımlanmayı bekliyor.

Kitap, diğer her yerdeki sağır edici uğultuya rağmen ABD'de sağır edici bir sessizlikle karşılandı. Büyük medya kitapcıları, kitaba dokunmadılar bile. ABD, Holokost endüstrisinin genel merkezidir. Çikolatanın kansere yol açtığına dair bir belge muhtemelen İsviçre'de aynı tepkiyi görürdü. Dışarıdaki ilgi göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaştığında, güzide yerler edinmiş histerik yorumcular, kitabı hemen yerin altına gömdüler. Bunlardan ikisi dikkat çekiciydi.


The New York Times, Holokost endüstrisinin en büyük reklam aracıdır. Jerzy Kosinski, Daniel Goldhagen ve Elie Wiesel'in kariyerlerini ilerletmelerinin başlıca sorumlusudur. Reklam saatlerinde kapladığı yere bakıldığında, Holokost hava durumundan sadece birkaç saniye geridedir. 


The New York Times İndex 1999, her zamanki gibi, Holokost'la ilgili tamı tamına 273 madde sıralamaktadır. Karşılaştırmak gerekirse, Afrika'yla ilgili tüm maddeler topu topu 32 adettir. The New York Times Book Review'un 6 Ağustos 2000 tarihli sayısında, Holokost uzmanına dönüşen eski bir İsrail askeri tarihçisi Omer Bartov, Holokost Endüstrisi'nin (A Tale of Two Holocausts) kapsamlı bir değerlendirmesini yapıyor. 

Holokost vurguncuları kavramıyla dalga geçen kitabı, "Siyon Bilgelerinin Protokolleri'nin roman versiyonu" olarak gören Bartov, hakaret barajını da yerle bir ediyor: "Tuhaf", "rezil", "paranoyak", "cırtlak", "gıcırtı", "utanmaz", "çocuk", "kendini beğenmiş", "küstah", "aptal", "bencil", "fanatik", vs.  Birkaç ay sonraki paha biçilmez bir yazısında Bartov kendini yalanlıyor. "Holokost vurguncularının gittikçe artan liste hakkında" ağzına geleni söylüyor ve örnek olarak da "Norman Finkelstein'ın 'Holokost Endüstrisi'ni gösteriyor."


Eylül 2000'de kıdemli editör Gabriel Schoenfeld, Yorum bölümünde "Holocaust Reparations-A Growing Scandal" başlıklı öfkeli bir saldırı yazısı yayımlıyor. Bu kitabın üçüncü bölümünde ele alınan konuyu takip ederek Schoenfeld, Holokost vurguncularını yerden yere vuruyor: "Hiç vakit kaybetmeden, rezilce, her yöntemden faydalanıyorlar", "kutsal dava söylemiyle kendilerini gizliyorlar", "Yahudi-karşıtlığının fitilini ateşliyorlar."


Suçlamaları tam olarak Holokost Endüstrisi'ni yansıtsa da , Schoenfeld, burada ve bir dizi Yorum bölümünde daha kitabı ve yazarını "münfit", "deli", "çatlak", ve "tuhaf" sıfatlarıyla karalamaya devam ediyor. Yine Schoenfeld'in daha sonra Wall Street Journal'da çıkan makalesinde "The New Holocaust Profiteers" (11 Nisan 2001), şu sonuca vardığını görüyoruz:

"Bu günlerde hatıralarımıza yapılan en büyük saldırılardan biri Holokost inkarcılarından gelmiyor...edebiyattan ve kurbanlarının avukatlığına soyunanlardan geliyor." Bu suçlama da Holokost Endüstrisi'nden alınmadır. Kibar bir ifadeyle, Schoenfeld beni "çatlak olduğu bariz" biri olarak Holokost inkarcılarıyla aynı kefeye koyuyor.


İster kibarca olsun ister uygun biçimde, bir kitabın bulguları başarıdır. Bartov ve Schoenfeld'in icraatları aklıma merhum annemin bilgece sözlerini getiriyor: 


"Chutzpah (cüret) kelimesini Yahudilerin bulması rastlandı değil". Tamamen farklı bir notta, Nazi holokostu akademisyenlerinin tartışmasız lideri olan Raul Hilberg'in Holokost Endüstrisi'ndeki tartışmalı argümanlara halk desteğinin olduğunu sürekli belirtmesi, nadiren başıma gelen iyi şeylerden biridir. Hilberg'in akademisyenliği gibi dürüstlüğü de su götürmez. Belki de Yahudilerin mensch (adam) kelimesini de bulması rastlantı değildir.



Holokost endüstrisinin, gaspçılık curcunası içinde tarihi ve hatıraları yozlaştırmasını kabul edemiyorum.

“Yahudilerin çektiği çilelerin istismarı”
ABD'deki müze ile ilgili:
(küçük bir not: bu müzede sözde ermeni soykırımı ile ilgili sahte resimler ve belgelerde sergileniyor!-SB)


"Neden ülkenin başkentinde, federal olarak himaye altına alınmış ve finansman sağlanmış bir Holokost müzemiz var? Amerikan tarihinde işlenen suçların anıldığı herhangi bir müze yokken, Washinton’da böyle bir müzenin olması yersiz değil midir? Bir düşünün; Almanya, Berlin’de bir ulusal müze açıp Nazi soykırımını değil de Amerika’daki köleliği ve Kızılderililerin katlini anmaya kalksa, buradan onları ikiyüzlülükle suçlayarak feryatlar nasıl yükselirdi."



Peki soykırıma uğrayanlar sadece Yahudiler miydi?


"...ilk politik kurbanlar Yahudiler değil, komünistlerdi ve nazizmin ilk soykırım kurbanları yine Yahudiler değil, engellilerdi."


"Yahudilerin yanı sıra, Naziler Avrupa çingenelerini de öldürdüler. Kara-derili bir ırk olarak tanımlanan Çingene erkek, kadın ve çocuklar, Nazi soykırımının kurbanı olmaktan kurtulamadılar… Nazi rejimi, sistematik olarak sadece üç insan grubunu öldürdü: Engelliler, Yahudiler ve Çingeneler"... 

" İlk önce Çingenelerin soykırıma uğradığının bilinmesi, Holokost Müzesi’nin önündeki en büyük engellerden biriydi... Müzenin Çingene soykırımını marjinalleştirmesinin arkasında çeşitli nedenler yatıyordu. 

İlki: Bir Çingenenin canıyla bir Yahudinin canı karşılaştırılamaz….

İkincisi: Çingene soykırımının kabulü, Holokost üzerindeki Yahudi tekelinin büyük oranda kaybedilmesi ve buna bağlı olarak da Yahudilerin ahlâki sermaye’sinin kaybı anlamına geliyordu. 

Üçüncüsü: Eğer Naziler Çingeneleri ve Yahudileri benzer şekilde katlettilerse, Holokost’u Yahudi olmayanların Yahudilere karşı duydukları sonu gelmez nefretin doruğu olarak tanımlayan dogmanın savunulacak yanı kalmayacaktı."




Kitabın konu başlıkları:
Holokost'u Sermayeye Çevirmek
Sahtekarlar, Tüccarlar ve Tarih
Çifte Vurgun





Bu Soykırım Endüstrisi Ermeniler üzerinden de para kazanıyor, Ermenistan yokluk çekerken! Türklere iftira atılırken....
Bakınız; Şükrü Server Aya Soykırım Tacirleri ve Gerçekler











Amerikalı Siyaset Bilimci Finkelestein: 
Hamas dursa bile İsrail saldıracak
24 Aralık 2014


İsrail'in Gazze politikası arkasındaki saldırıların tesadüfi veya kısa vadeli politikalardan ziyade iyi hesaplanmış ve uzun vadeli amaçları olan bir politikadan kaynaklandığını söylüyor.

Gazze'deki İsrail saldırılarının tarihine bakarsanız İsrail'in bu saldırıları, Hamas'ın durup dururken attığı roketler sonucu, kendini savunduğu gerekçesi ile meşrulaştırdığını görürsünüz. Ancak deliller bunun tam aksini gösteriyor. Hemen her vakada aslında Hamas'ın İsrail'e karşı kendini savunduğu ve İsrail'in provokasyonlarına cevap verdiğini görürsünüz. Bu provokasyonların arkasındaki uzun vadeli siyasete baktığımızda ise iki motivasyon görüyoruz: 


1- Hamas fazlasıyla ılımlı ve makul bir pozisyon aldığında ve uluslararası kamuoyu Hamas'ın müzakere edilebilir olduğunu söyleyerek İsrail'e çözüm için baskı yaptığında, İsrail müzakere istemiyor. Çünkü işgali sona erdirmek istemiyor. Dolayısıyla ne zaman Hamas fazlasıyla makul davransa İsrail saldırıyor. Dünyaya Hamas'ın şiddet yanlısı ve terörist olduğunu ve teröristler ile müzakere edilemeyeceğini göstermek istiyor. 


2- İsrail, Arap dünyasını korkutmak istiyor. Bu korku sonucu Arap ülkelerinin asla İsrail'e saldırmayacağını öngörüyor. Bu korkuyu daim kılmak için bir kaç senedir bir askerî gücünü göstermek istiyor. Bunun için en savunmasız olan yeri seçiyor. Böylelikle bu askerî gücü gösterirken, kendi zaiyatını asgarî düzeye indirmiş oluyor. Gazze'yi vurarak bölgedeki diğer ülkelere “bize problem çıkarırsanız Gazze'ye yaptığımızı size de yaparız” mesajı veriyor. 



Bazı insanlar Batı'nın kölesi, bazıları ise Batı'nın parçası olmaktan daha yüksek onur ve prestij olmadığını düşünüyor. Bu tutum Türkiye'deki liberaller arasında da var. Bu tutuma pek de saygı gösterdiğimi söyleyemem. Batı'da saygıya değer şeyler var elbette ancak bu kölevari tapınma durumu bir tür kendi kimliğinden nefret etme hâli. Batı'da saygıya değer şeyler var ancak korkunç olan şeyler de. Bu tür liberaller yanlışlıkla Orta Doğu'da doğduklarına inanıyorlar. Sadece Batılıların kültürünü taklit etmek istiyorlar.



Finkelstein, İsrail’in Filistin politikasına karşı çıktığı için çalıştığı üniversiteden atılmış, işsiz kalmış, sonra Sakarya Üniversitesi'nde çalışmaya başlamış, şimdi de Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Dünya Gençlik Kurultayı'na gelmişti. : "ABD'nin önemli üniversitelerinde "akademisyenlere dışarıdan sansür uygulanmadığını, fakat akademisyenlerin kendi kendilerine sansür uyguladıklarını, bunu yapmayıp, siyasi görüşlerini kamuya açık yerlerde halk ile paylaştıklarında ise, üniversitede önce önlerinin kesildiğini, sonra da işlerine son verildiğini" söyledi.


Basın





"…azınlık mevcudiyetimizi ve kültürel olarak kendimizi ikame ettirmeyi garantilemenin bir yolunu bulmak gereklidir[…] Yalnızca Araplarla doğrudan işbirliği onurlu ve güvenli bir hayat yaratabilir. Eğer Yahudiler bunu anlamazsa, Arap ülkeleri kompleksinde yaşayan tüm Yahudi nüfusun durumu adım adım savunulamaz olacaktır. Beni daha fazla üzen şey Yahudilerin bunu anlayacak kadar zeki olmamaları değil, ancak bunu anlamak istememeleridir." Einstein, 19 Haziran 1930





"Yahudi Karşıtlığı" değil, "İşgalci ve Saldırgan Fikirler"e Karşıtlık









2.DÜNYA SAVAŞINDA ÖLDÜRÜLEN "6 MİLYON" YAHUDİ
ASLINDA SAYI 1,5 MİLYON
YILLAR SONRA 4 MİLYON
EN SON OLARAK TA 6 MİLYON
ALMANYA'DA 600BİN YAHUDİ YAŞARKEN, EKMEK KUYRUĞUNDAKİ 6 MİLYON AÇI YAZAN GAZETELER, "SİYASİLER" SAYIYI AZ BULMUŞ OLMALILAR Kİ KIYIM SAYISINI YÜKSELTMİŞLER, RUSYA DA AÇLIKTAN ÖLENLERİ DE EKLEMİŞLER.... AYNI PROPAGANDA SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI İÇİNDE YAPILIYOR....
FİLİSTİN'DEN TOPRAK PARÇASI ÇALMAK İÇİN, YAHUDİ DEVLETİ YARATMAK İÇİN OLUŞTURULAN "SİYASET" YALANI.... TIPKI ANADOLU'NUN, GÜNEYDOĞU'NUN, HATTA SINIR ÖTESİNİN DE ÖZ BE ÖZ TÜRK OLMASI GİBİ.

SB







2009 YILINDA ESSEN SİNAGOĞUNDA Kİ "TÜRKİYE,YAHUDİLER VE SOYKIRIM" ADLI PANELDE Kİ ÇIKIŞIM VE HAKKIMDA SEFARAD YAHUDİLERİNCE YAZILAN HAKARET DOLU SATIRLAR


Bundan 5 sene önce Essen Sinagog'unda Yahudi Türkolog Corry Guttstadt ve Gazeteci Georg Domkamp'ın sunup Yönettiği "Türkiye ,Yahudiler ve Soykırım"adlı Panelde neredeyse Yahudi Soykırımı Türklerin Üzerine Atılacaktı.

Konu Yahudi Soykırımından Çıkıp Sözde Ermeni Soykırımından ve Neredeyse Olmayan Kürt Soykırımına Gelmişti..Ve Türklerin, Türkiye'nin Her Konuda Suçlandığı Panelde Essen Bölgesi Türk Dernekleri Başkanları , Konsolos Genel Sekreteri ve Alman Muhafazakarları ve Bazı Türkler Vardı..Maalesef Conny hanıma Bizlerden Kimselerin Hakkettiği Cevabı Verememesi Üzerine Sazı Ben Elime Almıştım..Ve Ortam Daha Da Gerilmişti...

Ben O Hanıma ; Çalıştırdığı 300 kişinin hayatını kurtardı diye adına filim çekilen ve oscar verilen Oscar Schindler örneğini vererek ..2.Dünya Savaşında yaklaşık 20.bin yahudinin hayatını kurtaran Necdet Kent ve Behiç Erkin içinde 20 bini 300 e bölersek 67 çıkar ve derhal bu Türk büyükleri için Hollywood markalı filim çevrilmesini bekliyor ve 67 oscar istiyoruz dediğimde Alman Muhafazakarları ve yukarıda bahsi geçen Türkolog ve sözde gazeteci aslında yazdıklarından Türk Düşmanı olan Georg Domkamp "Bu küstahlıktır" diye ayağa fırlamışlardı..

Ben Hanımı Can evinden vurmuştum; ona İsrail Bayrağında ki sembol nereden sizin oluyor? Yeryüzünde İsrail Devleti yokken , benim Atalarım 1200 lü yıllarda Antalya Surlarında bu bayrağı dalgalandırmışlardı diyerek..kadın orada cevap verememişti..

O hanıma "siz bizlere ,dedelerimizin katil olduğunu söylüyorsunuz, şunu iyi bilinki ruhunu satmayan her Türk Dedeleriyle baştan aşağıya gurur duyar ve Yahudiliği ele alalım , Yahudilikten Türk Yahudileri Hazar, Aşkenazları çıkartırsanız geriye zavallı bir yahudilik kalır ve halan daha bizim sembollerimizle yaşıyorsunuz" demiştim ve bu sözde gazeteci Georg sürekli elimden Mikrofonu almaya çalışıyordu ama ben vermiyordum" hani söz ve fikir hakkı sizler için önemliydi?  Ne oldu?  Daha ilk fikir beyanımda hakkımı gasp etmeye kalkıyorsunuz" dediğimde orda oturan yaşlı bir Türk dostu Alman yahudisi bana yüksek sesle destek vermesi üzerine geri adım atmışlardı...

Ve sözüm bittiğinde en ön sıraya oturdum, kadının her cümlesine müdahale ettim; çünkü hanfendi açıkça katı bir Türk Ön Yargısı ; muhtemelen sancısı vardı ve resmen gerçekleri manipule ediyordu ; mesela Kürt yahudileri derken , tüm Dünya'nın Türklüğünü bildiği Karaimlere ..Karaylara Türk diyemiyordu.. Karaim/Karay deyip geçiştiriyordu ve bende ısrarla ön sıradan "Onlar Kimdi Peki?" diye soru soruyordum ..tepkiler yükseliyordu Alman yaşlı muhafazakarlardan.






Aşkenaz diyordu geçiştiriyordu ve bende ön sıradan ısrarla "kimdi onlar ?" diye soruyordum..ve devam ediyordum ısrarla "çok şey mi istiyorum sizden? Söyleyin lütfen..bir cevap verin yeter..kimdi Aşkenazlar?" sonunda Corry Guttstadt hanım başını sallayarak tuhaf bir şekilde cevap verdi iç çekerek" Mein Gott"diye başladı ve "Onlar kendilerini Sefarad Hissediyorlarsa..." bu söz çok önemliydi  ,zira ben sürekli bu hanımın Aşkenazlardan olamayacağını , Sefarad olabileceğini düşünüyordum ve sağolsun hanfendi beni haksız çıkarmadı..ve Türklere olan kuyruk sancısının asıl sebebinin bunlara Yahudilik içinde tokat vuran ve dısdımıldak kıyıda köşede bırakan Aşkenaz Türkleriydi..ve o hanımında aynen Sefaradların neredeyse çoğunda "Türk Antipatisinin"altında yatan gerçeği yansıtmıştı.

Panelde orta sıralarda 7 kişilik bir sivil özel polis grubu vardı ve çok muhtemelen bizi çekmişlerdi..bu tartışmam ve sert çıkışımdan dolayı telefonlarım en az 2 sene boyunca dinlendi..(çok muhtemelen halan daha)

İşin tuhafı bizlerden orada bulunan insanlarımızın (Konsolosumuzda dahil olmak üzere) bu konuya hiç hakim olmamalarıydı..ve içimizden yeni Cem Özdemir olmaya gönüllü Burak Çopur gibi çürük sesler bile çıkmıştı.

Ama ben Atalarıma ve Kimliğime olan borcum gereği " nalına, mıhına koymuştum"

Aşağıda bu panelin makalesini Georg Domkamp efendicik çok iğrenç ifadelerle ortaya koymuş..belliki Georg efendinin nalına mıhımı iyi koymuşum ki beni ima ederken " korkutucu iğrenç tarih bilgim olduğunu ve benim deliler evine tıkılmam gerektiğimi ve hap alarak sokağa çıkmam gerektiğimi vs vs yazmış :)))) ve bir yerinde Kurtlar Vadisi gibi ifade etmiş :) ama özellikle Georg efendinin Türklere yönelik yazdığı satırlar kelimenin tam anlamıyla hakaretten öte bir küfür.

"durch einen besonders scheußlichen Menschen, der die Referentin nicht nur der Lüge bezichtigte, sondern darüber hinaus noch durch besonders mangelndes Geschichtswissen glänzte.

Das Szenario ist sicher nicht neu und spätestens seit den Auftritten von Holocaust Leugnern und RAF Terroristen wie Horst Mahler (6) dürfte bekannt sein, dass die Forderung nach Redefreiheit, Demokratie und Wahrheit einen nie endenden Ruf aus dem Reich der Judenhasser darstellt. Völlig bildungsresistent störte er nach seinem Exkurs immer wieder die laufende Erörterung und war nicht mal durch seine Brüder im Islam zu beruhigen. Ganz und gar nicht wollte er sich von der These abbringen lassen, dass gerade die Türken, bzw. die Türkei doch weit aus mehr Juden gerettet hätte und während einer wie Oskar Schindler dafür sogar einen Oskar bekommen hätte (das wäre sicher eine Bildzeitungsschlagzeile wert gewesen „Skelett nimmt Oskar entgegen“) würden die Türken leer ausgehen. Der Zwischenruf, er möge doch bitte seine Medikamente nehmen und sich auf den Weg zurück in die Anstalt machen, blieb leider aus. Stattdessen ging das Theater weiter.

Essener Zustände und türkische Intervention

Veröffentlicht am 5. Oktober 2009von postausderprovinz

Das deutsche Gedächtnis ist kollektiver Treibsand. Den wenigsten dürfte noch der Angriff auf die Essener Synagoge am 7. Oktober 2000 in Erinnerung sein. Knapp 200 Gotteskrieger versuchten im Anschluss an eine „Solidarität mit Palästina“- Demonstration die Essener Synagoge zu stürmen und nur ein massives Polizeiaufgebot verhinderte letztendlich, dass die acht Personen, die sich noch in der Synagoge aufhielten, für den Propheten des Terrors geopfert wurden. (1)

2009 kommen die Freunde Palästinas ohne Steine, aber immer noch robust ausgestattet mit dem islamischen Dogma, welches auf die Vernichtung der Juden ausgerichtet ist. Nun ist Essen nicht der israelische Gazastreifen und doch, im Publikum sitzen auch jene ethnischen Vertreter, mit denen man durchaus ein weiteres Joint Venture betreiben könnte, welches der Großmufti von Jerusalem einst ins arische Leben rief.

Essen wird in diesem Moment aber wieder zum durch Hamas Terroristen besetzten Gazastreifen, als dass sich die Anwesenden türkisch – islamischen Teilnehmer auch in Regierungsverantwortlichkeiten wissen. Die Integrationsfolklore der Stadt Essen, vertreten durch deren Obermufti Muhammet Balaban (2), war aufmarschiert, um das Türkentum vor dem Zugriff der Juden zu schützen.

Donnerstagsgespräch und Freitagsgebet

Einmal im Monat bittet der Verein „Alte Synagoge Essen“ zum sogenannten Donnerstagsgespräch (3). Mit diversen Themen und Referenten, bzw. Referentinnen hatte man sich bereits auseinandergesetzt. Ob jetzt einem besonderen Anspruch dabei Rechnung getragen werden soll, ist nicht ganz ersichtlich, zumal das Ganze in der Regel in Diskursseichtigkeiten abgleitet, wie man sie auch aus Talkshows oder bunten Abenden in Altenheimen kennt.

Das Thema am ersten Oktober 2009 lautete „Die Türkei, die Juden und der Holocaust“ und wurde im Laufe des Gesprächs zu „Die Türken und die Juden“ verkürzt. Die Referentin, die Turkologin Corry Guttstadt (4), hatte sich sicher etwas anderes auf die Power Point Folie geschrieben und kämpfte sich sichtlich ergebnislos durch die im Anschluss des Referats stattfindende Debatte.

Als Appetizer für das am Tag folgende Freitagsgebet setzten ihr vor allem die 6 moslemischen Männer zu, die mit den von ihr niedergeschriebenen und zu einem Buch (5) zusammen gekloppten Ansichten über die Schuld der Türkei gar nicht zufrieden waren.

Die Eröffnung des türkischen Tribunals wurde eingeleitet durch einen besonders scheußlichen Menschen, der die Referentin nicht nur der Lüge bezichtigte, sondern darüber hinaus noch durch besonders mangelndes Geschichtswissen glänzte.

Das Szenario ist sicher nicht neu und spätestens seit den Auftritten von Holocaust Leugnern und RAF Terroristen wie Horst Mahler (6) dürfte bekannt sein, dass die Forderung nach Redefreiheit, Demokratie und Wahrheit einen nie endenden Ruf aus dem Reich der Judenhasser darstellt. Völlig bildungsresistent störte er nach seinem Exkurs immer wieder die laufende Erörterung und war nicht mal durch seine Brüder im Islam zu beruhigen. Ganz und gar nicht wollte er sich von der These abbringen lassen, dass gerade die Türken, bzw. die Türkei doch weit aus mehr Juden gerettet hätte und während einer wie Oskar Schindler dafür sogar einen Oskar bekommen hätte (das wäre sicher eine Bildzeitungsschlagzeile wert gewesen „Skelett nimmt Oskar entgegen“) würden die Türken leer ausgehen. Der Zwischenruf, er möge doch bitte seine Medikamente nehmen und sich auf den Weg zurück in die Anstalt machen, blieb leider aus. Stattdessen ging das Theater weiter.

Im Tal der Wölfe

Die nachfolgenden Redner und Holocaustexperten verband vor allem eins, sie alle fingen ihre Ausführungen mit türkischen Sprichwörtern an. Aber nicht etwa in der Form von „Ein Stock im Rücken, ein Kind im Bauch“, sondern bezogen auf die Gerechtigkeit, über abgehackte Arme und die guten Taten, mit denen es nicht zu protzen gilt. Alle fanden natürlich auch das Buch „ganz interessant“, aber falsch.

Durch das Buch würde das Türkentum beschmutzt und nur der trennende Moment wiedergegeben werden. Natürlich durfte in der Argumentation der Wölfe das heutige Israel nicht fehlen, das ganz abscheulich die Palästinenser unterdrücke und einen Krieg gegen sie führen würde. Keine Legende war zu verwegen, um die türkische Volksseele wieder aufzurichten.

Als zuletzt noch ein türkischer Student der Uni Duisburg/Essen sein angeeignetes Fachwissen zum Besten gab, nämlich, dass der Titel des Buches (Die Türkei, die Juden und der Holocaust) dazu geeignet wäre, ein falsches Licht auf die islamisch/türkische Nation zu werfen, war es Zeit für eine Unterwerfung der Referentin.

Natürlich gäbe es auch Besatzung und Krieg gegen die Palästinenser, aber das habe nichts mit dem Titel des Buches zu tun. Sie verwehre sich auch gegen jeden Rassismus, habe sie doch in der Vergangenheit persönlich Ausländer zu Behörden geleitet und alles getan, was auf der Agenda ordentlicher bildungsbürgerlicher Gutmenschen steht, erfüllt. Aber auch dieser opferbereite Einsatz vermochte die Psyche nicht zu beruhigen.

Muhammet Balaban, Milli Görüs und die Homosexuellen

Nicht mal die Hand wollte er der Enkelin von Hannah Arendt so recht geben, als sich der erste Vorsitzende des Integrationsbeirates der Stadt Essen auf den Weg machte. Muhammet Balaban, der keine Gelegenheit auslässt, für den Dialog zwischen den Kulturen seine Grimasse in die Kameras zu halten, Al Qaida zu verurteilen (sie schaden dem Islam) und sich auch sonst als Biedermann darzustellen, ist aber weit mehr als nur Vorsitzender des Integrationsbeirates.

In einer kleinen Anfrage (Drucksache 13/2063 vom 24.07.1995) (7) an den Bundestag (ausgerechnet von der Antizionistin Ulla Jelpke) zu türkischen Rechtsextremisten und islamistischen Gruppierungen in Deutschland tauchte der integere Vorsitzende mit folgendem Zitat auf: „Diese Gesellschaft muss Homosexualität bereits im Vorfeld bekämpfen. Es ist wichtig, dass junge Männer von Homosexuellen ferngehalten werden, damit sie sich normal entwickeln können. Schließlich tragen wir eine Verantwortung, auch gegenüber Gott.“ Weiter führte er aus:„Die Homosexuellen bilden sich ein, dass es ihnen gut geht, und sie meinen sogar, dass sie ein besseres Leben führen. Doch das stimmt nicht.“ (aus »Lokalberichte«, Essen, Nr. 13/95).

Dass die Stadt Essen sich einen homophoben Islamisten als Vorzeigetürken hält, widerspricht nicht den postnazistischen Verhältnissen, die sich gerade auch in der Provinz von Essen ähnlich einem Feuchtbiotop wieder finden. Es wäre auch nicht weiter tragisch, wenn gerade diese Hässlichkeiten nicht immer wieder den Weg aus den Untiefen herausfänden und dann auch noch u. a. auf Veranstaltungen auftauchen, deren Referenten in der Regel eh schon durch Sprach- und Denkohnmacht zu langweilen wissen. Hier treffen dann, wie in diesem Fall, islamische Befindlichkeiten auf Antisemitismus in der Gestalt der attraktiven, wenn nicht sogar schönsten deutschen Diskurseigenschaft auf, die sich Kritik an Israel nennt.

Nun ist das Konzept, in Veranstaltungen zu gehen, um die westliche Zivilisation mit antiwestlichen Vorstellungen zu torpedieren sicher keine Erfindung der dreizehn Mitglieder der Allianz Essener Türken. Was junge Nazis, seien sie jetzt von der NPD oder den sogenannten Freien Kameradschaften, schon lange als Diskussionskultur zelebrieren und auch erfolgreich umsetzen, in dem sie nämlich gezielt dort auftauchen, wo sich die Gelegenheit bietet, gegen Juden zu hetzen, ist dem einfachen moslemischen Otto Normalvergaser nur recht. Er setzt voraus, dass man sich seiner Schwere und der für ihn zum Glaubensbekenntnis dazugehörenden Abneigung gegen die Zivilisation annimmt und ihm (dem Mann) nicht widerspricht, zumal, wenn es sich bei der Vortragenden um eine Frau handelt. Diese von zu Hause sei es in Essen Katernberg (8) oder den weitläufigen Dörfern und Tälern anatolischer Schäbigkeit, mitgebrachte Eigenschaft wird als natürlich erachtet und eine notwendige Intervention mit dem Begriff Islamophobie oder tölpelhafter abgeschmettert.

Wenn unverkennbar ist, um welche Art von Diskutanten es sich an diesem Abend gehandelt hat, aus welchen Communitys sie stammten und ferner agierten, erklärt sich auch die Impertinenz, mit der sie sich dort nahezu geschlossen präsentierten. Auch verwundert es nicht weiter, dass dann im Nachhinein bekannt wurde, dass die Veranstaltung im Vorfeld zu Drohungen und Unmutsäußerungen geführt hatte. Dass sie dann doch noch stattfand, ist weniger Ausdruck der Wahrnehmung demokratischer Gepflogenheiten, als vielmehr der tiefe Ausdruck deutscher Sehnsüchte nach der Regression. Den edlen Wilden auf der eigenen Versammlung all das Aussprechen zu lassen, was man sich selber nicht zutraut, ist eben so selbstredend, wie sich am Wochenende ein antisemitisches Theaterstück (9) anzuschauen, eine Stadt weiter, mit seinesgleichen. Ein Hoch auf den interreligiösen Dialog, lang lebe die moslemische Intervention!


1. Vgl. Karl Selent : Intifada ist überall. Palästinasolidarität als Angriff auf die Alte Synagoge Essen


Tan Can, Almanya









Shlomo Sand, İsrail asıllı, Avusturya doğumlu, Yahudi ve Tel Aviv Üniversitesi'nde tarihçi.  Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi (INVENTION OF THE JEWISH PEOPLE kitabıyla ortalık karışmıştır.

Sand'a göre Filistin dışına bir Yahudi tehcirinin tarihte kaydı yok.

Adı üstünde bugün Yahudi denilen halkın gerçekte bir "icat"tan ibaret olduğu ve 19. yüzyılda Siyonistler tarafından sırf bir devlet kurabilmek için kurgulandığı tezine dayanıyor.

Sand, Yahudi halkı ve diyasporasının köklerinin kabul edilenin aksine antik dönemde Filistin'den sürülen İbranilere değil, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güney Avrupa başta olmak üzere pek çok bölgede din değiştiren topluluklardan oluştuğu görüşünde.

Kitabında Yahudilere zıt şekilde görüş beyan eden Sand, Suan kendi halkının Salman Rüstü'sü ilan edilmiş durumda. İsrailli bir Yahudi ve Tarihçi, olduğu halde, fikirlerinden dolayı Nazi ve Hamas taraftarı gibi göründüğünü düşünenler çoğunlukta. Zaten Siyonist Yahudilere asıl soğuk duş etkisi yapan da bu oldu.

Shlomon Sand'ın aslında, anti-semitizmle alakası yok. Ona göre "Dünyanın pek çok yerinde birbirinden bağımsız ve farklı etnik gruplardan Yahudi dinine mensup gruplar 19. yüzyılda bir grup Siyonist entelektüel ve politikacı tarafından tek bir etnik ulusmuş gibi gösterildi ve resmen gerçekte etnik bir unsura dayanmayan Yahudi halkı icat edilmiş oldu."

Sholomo Sand, bu araştırmasında 19. yüzyıl Yahudi politikacıları ve entelektüellerinin kurgusal bir Yahudi halkı yarattıklarını ve zamanın modası olan bir ulus-devlet kimliğini oluşturmak için buna paralel olarak hayali bir geçmiş de kurguladıkları görüşünde.

Ona göre Siyonist yöneticiler bu ulusu ya da halkı icat edebilmek için giderek gerçek-hayal karışımı tarihi bir realiteye dönüştürdükleri Yahudilik dinini temel aldılar. Sand'ın çalışmasına göre icat edilen bu Yahudi halkı senaryosu şu temel etaplardan oluşuyor:

"Kutsal kitap döneminde yükseliş devri yaşayan, sonra göçebeliğe zorlanan, bu şekilde dünyanın pek çok yerine dağılan ve senaryonun sonunda bir U dönüşü yaparak kutsal topraklara geri dönen bir halk".

Amaç ulusal bir birlik şuuru yaratmak… Tüm bunların kaynağı ise bilimsel bulgulardan çok Kutsal Kitap'a dayandırılmış. Sand'ın deyişiyle Kutsal Kitap 19. yüzyılda bu amaçlarla adeta bir tarih kitabı haline getirilmiş.

Olay çıkaran kitabına esas olarak bu görüşleri alan Shlomo Sand gerçekte bir Yahudilik ya da Yahudi dininin hiç olmadığını iddia etmiyor tam tersine Yahudiliği ilk tek tanrılı din olarak kabul ediyor.

Fakat Yahudi kökünden gelen etnik ırka dayalı bir ulus düşüncesinin tamamen uydurma olduğu kanaatinde. Tel Aviv Üniversitesinin 63 yaşındaki bu profesörüne göre günümüzde Yahudilerin akrabalıkları Hz. İbrahim ya da Hz. İshak'tan çok Hazar kaanlarıyla. Yani dünyanın değişik yerlerinden geçmişte din değiştirerek ve hatta bunların bazılarının kökenleri Türk olduğu tezini savunarak, Yahudi dinine geçenlerin gerçekte Yahudilerle bir bağı olmadığı fakat Siyonizmle alakalı olduğu sonucuna ulaşıyor.

Siyonistlerin reddettiği, tarihçi Sand, Firavun tarafından Mısır'dan sürüldükten yüzlerce yıl sonra bir de Yahudilerin kutsal tapınaklarının yıkılışıyla Romalılar tarafından sürgüne uğratıldıkları mitini de gerçek dışı olmakla itham ediyor.

Ona göre Yahudi halkı kimliğinin önemli tarihi unsurlarından birini oluşturan bu olay tamamen bir efsaneden ibaret. Zira o dönemde Romalılar böyle bir şey yapmadıkları gibi yapacak nakil vasıtaları da yokmuş. Zaten bu konuda herhangi bir tarihi belge ve kanıt da bulamamış.

Siyonistlerin Reddettiği Tarihçi !

aktaran:Nurhayat Küçük 





















 GERÇEKLER / YALANLAR SAVAŞI