"... 8 metre çapında bir çukur açmışlar. İçi çoluk çocuk her yaştan ve cinsten Türk ölüleriyle dolu! Vurmuşlar, süngülemişler, soymuşlar ve bir çukura doldurmuşlar. Mamahatun'da yalnız bir ev halkı dağlara kaçıp kurtulabilmiş."
Kazım Karabekir
"... aç bir köpeğin, Ermeniler tarafından öldürülmüş, yolun kenarına bırakılmış bir Türk cesedini parçalaya parçalaya yediği görülüyor. Kâh köpeklerin önünde dişleri sırıtmış çocuk kellelerine tesadüf ediliyordu. Duvar dipleri, viraneler, yangın yerleri hep Türk ölüleri, kol parçaları, kafatasları, yağlı bacak kemikleri, henüz çürümemiş insan gövdeleriyle doluydu."
Ahmet Refik
Prof. Mc Carthy, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki 50 yılda, Osmanlı coğrafyasındaki etnik çatışmalarda; 40 bin Yunanlı ve 580 bin Ermeniye mukabil, 5 milyon 5 yüz bin Türk'ün hayatını kaybettiğini yazıyor.
Ermeni meselesini tarihi süreç içinde inceleyen bu kitap, Mc Carthy'nin tespitine rağmen Türkiye'de Ermeni tezlerini savunanların yüzünde patlayan bir Türk sillesidir.
(Tanıtım Bülteninden)
Arşiv Belgeleriye Tehcir, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, ''Türk Ermeni İlişkileri'', '1915 Zorunlu İskan Yasası', 'Ermeni İsyanları' gibi son derece önemli ve tartışmalı kavramları ele alıyor ve Ermeni iddialarını olabildiğince tarafsız bir yaklaşımla irdeliyor. Çalışmanın bir diğer özelliği ise şu ana kadar açılmış arşiv belgelerini mümkün olduğu kadar kullanarak iddiaları dönemin belgeleri ışığında ele almaya çalışması.
Yazar, Osmanlı Ermenilerinin, diğer ülkelerin ve radikal grupların teşvikiyle nasıl ayaklandıklarını, yüzlerce yıl birlikte yaşadıklarını komşularına nasıl saldırdıklarını ve tüm bu hatalarının bir sonucu olarak nasıl bir bedel ödediklerini tarafsız bir gözle anlatıyor. Osmanlı yönetimine atılan ''katliam, soykırım' iddiaları da çalışmanın konuları arasında.
Kitap, suçlunun sesinin daha çok çıktığı ortamlarda masumun 'katil', katilinse nasıl 'masum' gösterildiğini akıcı bir dille anlatıyor. Arşiv belgeleriyle Tehcir, Ermeni İddiaları ve Gerçekler bir büyük yanlışın düzeltilmesi için ortaya konulmuş gayretlerin en yenilerinden.
"Türk Kurtuluş Savaşı boyunca azınlıklar Türk ordusu ve Türk milleti ile mücadele halinde idiler. Kuva-yı Milliye ile mücadele halinde idiler. Biz Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini defalarca ilan etmişlerdi. İstanbul'un işgali üzerine şehrin her gün başka bir frenk semtinde tertiplenen çılgın sevinç gösterilerini toprak taleplerinin netleştirilmesi takip etti.
Mademki, Türkler mağlup olmuştu, o halde imha edilmeli idiler."
""Yunan Ordusu Bizim Ordumuzdur"
Anadolu'nun derinliklerinde ilerleyen Yunan Ordusu için "bu ordu bizim ordumuzdur''984 diyebilecek kadar Türk Milleti'ne düşman ve saygısız bir bakan vardı. Boşnak Ali Rüştü Efendi adındaki bu Adliye Nazırı, 10 Temmuz 1920 tarihli Peyam-ı Sabah'a verdiği demeçte Yunanperestliğinin gerekçesini şöyle açıkladı: - "Çünkü Yunan Ordusu bizim programımıza dahil olan Mustafa Kemal'e ceza verme işini yapıyor! Mustafa Kemal'in ordusu haydutlardan, yağmacılardan kuruludur."
Etrafı yakıp yıkarak, ırza, namusa saldırarak ilerleyen Yunan Ordusu'nun başarısı için halkın dua etmesini dahi isteyebilecek kadar alçaklaşan Ali Rüştü Efendi, kaçıp gittiği Saraybosna'da, Sivas Kongresi'ni basmaya yeltenen Ali Galip at canbazlığı yaparak ekmek parasını kazanmaya çalıştığı Köstence'de, Selanik ve İzmir'i bir tek mermi atmadan düşmana teslim eden
Ali Nadir Paşa Mısır'da sefalet içinde ölmüşlerdir.
Gizli celsede 150'likler meselesi görüşülürken Ertuğrul Mebusu Dr. Fikret Bey'in "Yunan bayrağını öptü!' dediği adam,
işte bu adamdır.
150 kişilik listenin 102'inci sırasına kaydedilen Neyir Mustafa adında bir kaymakam vardır. Bir Hürriyet ve İtilaf militanı olan bu kaymakam, Yunan işgal kuvvetlerine sunduğu hizmetlerin karşılığı olarak Yunan parlamentosuna Edirne milletvekili olarak girer. Neyir, Alman işgali sırasında Almanlarla işbirliği yaparak, Türkiye'den sonra Yunanistan'a da ihanet edince ülkeden kovulacak, oğlu Muammer iç savaşta Yunan çeteciler tarafından öldürülecektir."
Necdet Sevinç
İstiklal Harbi'nde ETNİK İHANET
Asırlardır Anadolu toprakları üzerinde hoşgörüye mazhar olan bu etnik gruplar, Osmanlı İmparatorluğu’nun âdeta can çekişmesinden istifade ederek ve bir takım tarihi tezler öne sürerek Türkiye’nin çeşitli noktalarına hâkim olmak ve ilerleyen süreçte bu noktalarda kendi hâkimiyetlerini kurabilmek için harekete geçtiler. Amaçlarını gerçekleştirebilmeleri, bireysel teşebbüslerden ziyade organize olmuş örgütler temelinde projelerini uygulamalarına bağlıydı.
Nitekim Rumlar tarafından Mavri Mira, Pontus Rum ve Etnik-i Eterya; Yahudiler tarafından Alyans İsrail ve Makabi; Ermeniler tarafından Hınçak, Taşnak cemiyetleri kurularak siyasi ve askerî alanlarda, imparatorluğun içine düştüğü vahim durumdan istifade ederek önemli kazanımlar elde edilmeye çalışılmıştır.
Görünen gerçek o ki Osmanlı ülkesinde yüzyıllardır ticaret, zanaat ve diğer meslek kollarında rahatça hayatlarını kazanan ve dinî hususlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun sağladığı muazzam hoşgörü politikasıyla ibadetlerini istedikleri gibi sürdüren azınlıklar; aynı hoşgörüyü Türkler adına Mondros Mütarekesi’nden sonra ortaya çıkan karanlık dönemde göstermeyeceklerdi.
Nitekim 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri donanmasının İstanbul’u fiilen işgal altına almasıyla özellikle Rumların âdeta kaplarından çıktığı görülmüştü. Öyle ki ev ve iş yerlerini Yunan bayraklarıyla donatan Rumlar, İtilaf Devletleri donanmasındaki Yunan baş gemisi Averof adlı zırhlıyı âdeta kutsal bir ziyaretgâh hâline getirmişlerdi. Ayasofya’yı tekrar kilise hâline getirmek için teşebbüslerde bulunmaya başlamışlardı. Anadolu’nun çeşitli coğrafyalarında kurmuş oldukları çetelerle katliam faaliyetlerine girişmişlerdi.
Bu dönemde, Osmanlı Devleti’ne karşı dostça davranmamaya başlayan ve Türkler için belalı bir dönem olan mütareke döneminde “ne koparabilirsek kâr” mantığıyla hareket eden Yahudiler, fırsattan istifade ederek İtilaf Devletleri denetimine giren Filistin topraklarından nasıl bir pay alabiliriz mantığıyla zaman zaman da Rumlarla işbirliği yaparak İtilaf Devletleri nezdinde çeşitli teşebbüslerde bulunmuşlardır.
Yüzyıllar önce II. Bayezid döneminde İspanya’da büyük bir katliamdan kurtarılarak Batı Trakya civarlarına getirilip yerleştirilen Yahudiler yaklaşık dört yüz elli yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu’na teşekkürlerini bu şekilde bildiriyorlardı.
Türkler için mütareke döneminin olumsuz koşullarını kendisi için avantaja çevirmeye çalışan bir diğer azınlık grubunu da Ermeniler teşkil ediyordu. Gerçi Ermenilerin özellikle 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında giriştikleri örgütlenme ve bu örgütlerin desteğiyle gerçekleştirdikleri kanlı eylemlerle istek ve arzularını Yahudi ve Rumlara nazaran çok daha açık bir biçimde belirtmişlerdir.
Özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu, Rus ordusunun arkasına sığınarak gerçekleştirdikleri kanlı faaliyetler mütareke sonrası dönem adına da Ermenilerin emellerine ulaşabilmeleri için gözlerini dahi kırpmadan bilerek, isteyerek ve arzulayarak Türk kanı dökebilecekleri hususunda çok önemli ipuçları sunuyordu.
Bununla birlikte; Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerini kaplayan karanlık tablonun içerisinde yer alan önemli temaları sadece Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar gibi azınlıklar oluşturmuyordu.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Mondros Mütarekesi’nin ülke topraklarına üzerine yaydığı karanlık bulutlar bir taraftan İtilaf Devletlerini ve bu devletlerin desteğini alarak şımaran azınlıkların iştahını kabartırken; kimi devlet adamı, kimi edebiyatçı, kimi bilim adamı olmak üzere bazı Osmanlı ileri gelenlerini çaresizlik içinde büyük devletlerin merhametine müracaat etmeye itiyordu.
Nitekim İngiliz Muhipleri, Wilson Prensipleri adlarıyla kurulan ve millî varlığa zararlı faaliyetlerde bulunan cemiyetler bizzat Türkler ya da Osmanlı tebaası bireyler tarafından vücuda getirilmişti. Umutlarını yitiren aralarında Sait Molla, Refik Halit Karay, Halide Edip Adıvar, Celal Nuri İleri, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi Abalıoğlu gibi aydınlar bu cemiyetlerin teşekkülü ve gelişiminde önemli roller oynadılar.
Kimisi daha sonradan yaptıkları yanlışın farkına vararak Ankara Hükümeti lehine faaliyette bulunmakla birlikte azımsanmayacak bir kısmı da Millî Mücadele yılları boyunca Anadolu’da Ankara merkezli gelişen harekete oldukça ağır eleştirilerde bulunarak yaptıkları çeşitli resmî faaliyetler ve matbuat yoluyla bu hareketin önünü kesmeye çalışacaktır.
İşte, Osmanlı topraklarını bir uçtan diğer uca kaplayan karanlık tablonun içinde yer alan diğer önemli temalardan bir kısmını da bizzat Türkler tarafından oluşturulan zararlı cemiyetler oluşturmaktaydı. Kısacası tablo Türkler için can yakıcı bir hâl alırken aynı zamanda zengin bir kompozisyon olarak tarihteki yerini alıyordu.
Keskin kalemi ve tartışılmayacak enerjisiyle 1970’li yılların başından günümüze basın-yayın faaliyetlerinin içerisinde bulunan Necdet Sevinç, akademik alanda faaliyet göstermese bile özellikle Millî Mücadele tarihi alanında kaleme almış olduğu eserleriyle adından söz ettirmiş usta bir kalemdir.
Yrd.Doç.Dr.Yenal Ünal ,2013
Türk çocuklarının, başlarını kartallar gibi gökyüzünün yüce katmanlarında dolaştırarak yaşamaları için kendilerini fedâ eden kahramanların aziz hâtıralarına armağan edilen bu kitap, efsanevî Antep Harbinin yegâne belgesel romanıdır.
Bayrağına düşman eli uzandığı anda, hiç kimsenin uygun görmesine lüzum görmeden şeref ve haysiyetini kurtarmak için silâha sarılan bir şehrin yaşanmış hikâyesidir, bu kitap. Bir kutsal isyanın, bir başkaldıranın, savaşın galiplerine meydan okuyuşun hikâyesidir.
Fransızlar; topları, tankları ve uçakları ile halk ibadet hâlinde iken camileri vurmuştur! Çarşıları vurmuştur! Hanları, kervansarayları, bedestenleri vurmuştur! Evleri vurmuştur! Yalnız Kozanlı Mahallesinde 2 bin 657 ev obüs mermileri ile çökmüş, kasabadaki 10 bin evden 8 bini harâbe haline gelmiştir! Tespit edilebilinen şehit sayısı 6 bin 317, yaralı sayısı 11 bindir!
Bütün bunlara rağmen ne sitem edilmiştir, ne ah, aksine bir türkü söylenmiştir siperlerde her sabah:
Vurun Antepliler namus günüdür
Vurun Türk uşağı namus günüdür!
"Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asli cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalınmasın."
M. Kemal ATATÜRK