Bir gün bir arkadaşımız Mehmet Emin Bey'in bir şiirini okudu. Şiir şu dizeyle başlıyordu:
"Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur."
Duyar duymaz içim titremişti. Şair bu şiiriyle 'Diril ey Türk!' diye bağırıyor ve bizi uyarmaya çağırıyordu. Bu bağırışı duyduk, bu çağrıya uyduk. Bir arayış, uyanış ve sonunda diriliş başladı. Bir kuru kalabalık değil bir millet olduğumuzu anlamaya başladık. İbrahim Binbaşı doğru söylemiş, yeniden doğuyoruz, canlanıyoruz, diriliyoruz. Türk geri geliyor! Tarih bir millete bir kez dirilme hakkı verir. Yeniden uyursak, oyuna gelirsek, bir daha dirilemeyiz. Biz olmaktan çıkar, kaybolur gideriz. Bu sözümü unutmayın!"
23 NİSAN günü hava güzelleşti. Akdeniz'e özgü bir mavi gün başladı.
Amiral de Robeck ve General Hamilton düğmeye basıp yüzlerce parçadan oluşan dev planı çalıştırdılar.
Askerlerle dolu gemiler demir aldı. Limandan çıkmak için savaş gemilerinin arasından geçerek ilerlediler. Güverteleri dolduran denizciler ve askerler birbirlerini selamlayıp alkışlıyorlardı. Zafere birlikte ulaşacaklardı. Coşanlar "İstanbul'a!" diye bağırıyorlardı. Bu coşkuya bazı savaş gemilerinin bandoları marşlar çalarak katıldılar. Heyecan büyüdükçe büyüyordu. Bir geminin bordasına büyük harflerle "Türk lokumu'", bir başkasının bordasına ise "İstanbul'a ve haremlere" diye yazılmıştı. Sanki savaşa değil, uysalca yağma edilmeyi bekleyen İstanbul'a inliyorlardı.
İSTANBUL, benzer duyguları İngiltere'nin sevilen genç Ģairi Hubert Brooke'ta da uyandırmıştı. Şair, yedeksubay olarak 'İstanbul Seferine' katılmak için yola çıkarken şöyle yazmıştı:
"İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu. Kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim. Demek ki Galata Kulesi 15'lik toplarımızın altında paramparça olacak. Demek deniz top gümbürtüleriyle kana boyanıp leş gibi olacak. Demek Ayasofya'nın mozaiklerini, lokumları, halıları yağmalayacağım! Demek ki bizler tarihte bir çağın dönüm noktası olacağız. Oh Tanrım! Hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım. Birden anladım ki hayatımın tek arzusu İstanbul'a karşı bir askeri sefere katılmakmış." ***
*** (Rupert Brooke çıkarmadan bir gün önce 24 Nisan 1915'te ölür, Skyros adasına gömülür.)
24 NİSAN Cumartesi günü 300 gemi ve deniz aracı, Bozcaada ile Gökçeada arkasında toplanmıştı. Çıkarma için gerekli son düzeni alıyorlardı. Rus donanması da sabah bir dayanışma gösterisi olarak İstanbul Boğazı'nın iki yanındaki Karadeniz kıyılarını bombardıman etti. 150 büyük mermi attı.
General Hamilton kara-deniz işbirliğini kolaylaştırmak için karargâhını Queen Elizabeth'e taşıdı. Amiral de Robeck tarafından törenle karşılandı. Ön direğe Hamilton'un forsu da çekildi.
Türkler ve Almanlar Birleşik Ordu'nun ve Birleşik Donanma'nın ertesi sabah harekete geçeceğini öğrenememiş ve anlamamışlardı. Liman Paşa 11. Tümene tatbikat yaptırmak için Çanakkale'ye geçmişti. Tatbikatın konusu Beşige'ye yapılacak bir olası çıkarmaydı. Liman Paşanın Saros ve Beşiğe saplantısı artarak sürmekteydi. Çanakkale'deki Hava Bölüğü de uyumuştu. Uyumayan yalnız Seddülbahir'deki 3. Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri Bey'di.
Deniz ve hava hareketlerine bakarak hemen, büyük olasılıkla ertesi gün çıkarma olacağını kestirmişti. Önlemini aldı. Bölüklerine özetle şu emri verdi:
"Yedek cephanelerinizi de yanınıza alın, matraları ve su tenekelerini doldurun. İki gün bunlarla idare etmek zorunda kalabiliriz."
DOĞU ve Güneydoğu Anadolu'daki Valiler ve Komutanlardan Ermenilerin silahlandıkları, devlet güçlerine karşı geldikleri, Rus birliklerine yardım ettikleri, çeteleştikleri ve isyana hazırlandıkları hakkında sürekli bilgiler geliyordu. 17 Nisan 1915 günü ilk olarak Van isyanı patladı.
Hükümet artık bir karar vermek gerektiğini anladı. Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) 'Ermeni komite merkezlerinin kapatılmasını, belgelerine el konulmasını ve komite elebaşlarının tutuklanmasını' bir genelge ile bütün illere bildirdi. Bu genelge üzerine İstanbul'da Emniyet Müdürlüğü de bugün (24 Nisan) bilip izlemekte olduğu tüm elebaşıları sessizce tutukladı. Akşam dışarda hiçbir elebaşı kalmamıştı. Bu, Ermeni isyancılar için büyük bir darbe oldu. Gafil avlanmışlardı. Bu günü unutmayacaklardı.***
*** (Ermenilerin her yıl kıyım tarihi diye gösteriler yaptıkları 24 Nisan elebaşların tutuklandığı bu gündür. Olaylar gelişecek ve hükümet, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Kuzey Suriye'ye göç ettirilmelerine karar verecektir.)
BİRLEŞİK ORDU ve Donanma harekete hazırdı. Akşam herkese sıcak yemek verildi. Dileyenler evlerine son mektuplarını yazdılar. Bir asker üzerinde 3 günlük yiyecek ve 200 fişek taşıyordu. Gece yarısı güvertelere çıkılacaktı. Herkesin yeri işaretlenmişti. Gemiler Türklerin görmemesi için ufuk çizgisinin gerisinde bekliyorlardı. Ay batınca harekete geçilecekti.
KIYILARI bekleyen küçük/büyük bütün birliklerde, gözlerini bir saniye bile ufuktan ayırmayan gözcüler ve nöbetçiler dışında, yatsı namazı açıkta ve topluca kılınmış, birlikte dua edilmiş, Allah'tan yardım ve zafer dilenmişti. Komutanlar ertesi günün zorlu bir gün olabileceği düşünceyle, kaç zamandır, erlerin erkenden uyumalarına dikkat ediyorlardı. Çoğu uyumuştu.
Subaylar son denetimleri yapıyor, son bilgileri alıyorlardı. Hiçbir olağanüstülük görünmüyordu. Balıkçı Damları-Kabatepe kuzeyi arasından, kısacası Arıburnu kesiminden sorumlu bölüğün komutanı Yüzbaşı Faik de son bilgileri aldı, durumu Kabatepe'deki 2. Tabur Komutanı Binbaşı İsmet Beye telefonla bildirdi. Toprağa oturdu. Yorulmuştu.
Sırtını bir kaya parçasına dayadı, kendini gecenin büyüsüne bıraktı. Çeyrek ay pırıl pırıldı. Deniz sessizce kumsalı okşuyordu. Hava bahar kokuyordu. "Ne güzel, ne mübarek bir yurdumuz var.." diye düşündü, "..Yerlisi, göçmeni, dağlısı, ovalısı, doğulusu, batılısı, hepimiz, bir aile, bir millet olsak, birbirimizi sevsek, çok çalışsak, yollar, fabrikalar, okullar, hastaneler yapsak, ilkellikten, bağnazlıktan kurtulsak, mutluluğu, refahı, uygarca ve özgürce yaşamayı biz de tanısak.."
Özlemle içini çekti. Yüzbaşı Faik'i büyüleyen, hayallere salan bu güzellik gün ışırken kana bulanacaktı.
SEDDÜLBAHİR Gelibolu yarımadasının güneyiydi. Burun kesimi 5 km. enindeydi (Teke Burnu ile Eski Hisarlık arası). Donanma üç yandan birden sarıp ateş altına alabileceği için buradaki Türk savunması fazla önemsenmiyor, çıkarma ve ilerlemenin zor olmayacağı düşünülüyordu.
Seddülbahir'de 5 yere birden çıkacaklardı: Soldan sağa doğru, Pınariçi Koyu, İkizkoy, Teke Koyu, Ertuğrul Koyu ve Eski Hisarlık.(Teke koyun asıl adı Tekke koyu)
Ama asıl çıkarma Ertuğrul Koyu ile Teke Koyu'na yapılacaktı. Saros, Beşiğe ve Kumkale'deki gösteriler, Türklerin buraya takviye yollamalarını engellemek için yapılacaktı. Pınariçi, Eski Hisar ve İkizkoy'a çıkarmaların amacı, bu büyük çıkarmayı kolaylaştırmak, güven altına almak ve hızlandırmaktı. Hepsi derinlikte birleşip Alçıtepe'ye akacaktı.
Günün ilk hedefi 10 km. uzaktaki Alçıtepe'ydi. General Hamilton, Liman Paşa asıl çıkarmanın nereye yapılacağını anlayıp da, buraya kuvvet yollayana kadar Alçı Tepeye ulaşacaklarını hesaplıyordu. Binbaşı Mahmut Sabri Bey yatsı namazından sonra yakınlardaki subayları topladı. Takım komutanları oğlu yaşındaydı. Ertesi gün bu çocuklar belki de toprağa düşeceklerdi. Gözünün yaşarmasına engel olmayı başardı. Dedi ki:
"Yarın çıkarma başlarsa, geriden cephane gelmesi imkânsız. Düşman donanması göz açtırmıyor. Onun için her kurşun hesaplı atılacak. Keskin nişancılar önce subayları, komutanları temizleyecek. En zor durumda bile askerin yemeği ihmal edilmeyecek. Gözcüler dışındaki askerleri bu gece geriye, sığınaklara alın. Ateş bitince yerlerimizi döneriz. Haydi çocuklarım, gazamız mübarek olsun!"
Mahmut Sabri Bey subaylarını kucakladı, subayları da onun elini öptüler, helalleşildi. Tümenden birkaç kara mayını gelmişti. İstihkâm Bölüğü gece kumsalı mayınlamaya girişti. Işıldaklarını sürekli gezdirerek kıyıları denetim altında tutan nöbetçi düşman gemileri çalışmayı fark edince ateşe başladılar. Çalışma durduruldu.
Hava ılık, deniz durgundu. Aydan dünyaya nur yağıyordu. Ay batınca ölüm filoları harekete geçeceklerdi. GENERAL HAMILTON DA, Liman Paşa da, Türk ordusu hakkında benzer biçimde düşünüyorlardı.
Türk ordusunun çok uzun zamandan beri ciddi bir başarısı yoktu. Sicili iyi değildi. Daha kısa bir zaman önce Sarıkamış'ta ve Süveyş'te yenilmişti. Yeni bir haber daha vardı: Bir Türk birliği Irak'ta, Şuaybe'de, İngiliz birliğine taarruz etmişse de başarılı olamamış, 14 Nisan gecesi yarı yarıya dağılmış, kalanlar zorlukla geri çekilebilmişti. Bu yenilgiye katlanamayan birliğin komutanı Süleyman Askeri Bey intihar etmişti. ***
*** (A.İhsan Sabis, Birinci Dünya Harbi,c.2-s.398; bu olay başarısızlık üzerine ilk intihar olayıdır, ikincisi Büyük Taarruz'da 27 Ağustos 1922 günü, zamanında Çiğiltepe'yı geri alamayan 57.Tümen Komutanı Albay Reşit Çiğiltepe'nin intiharıdır.)
Üç buçuk ay içinde bu üçüncü yenilgiydi. Birleşik Ordu'nun komutanı ve kurmayları bu nedenlerle Türk ordusunun savaş yeteneğini ve yeterliliğini pek ciddiye almamışlar, planın birçok ayrıntısını bu önyargının etkisi altında hazırlamışlardı.***
*** (Bu ifade C.F.Aspinall-Oglander'ın yazdığı İngiliz resmi tarihindeki ifadedir. 1.cs.175; Aspinal-Oglander bu açıklamayı sonra şöyle tamamlıyor: "1915'te Türk cesur bir düşman olduğu kadar yeterli idi de." )
Liman Paşa da - İngilizler ve birçok Alman gibi - benzer nedenlerle ordunun savaş yeteneğinden ve yeterliliğinden kuşku duymaktaydı. O da bu kuşkusuna uygun bir savunma yöntemi seçmişti. Çok yanıldıklarını sabahleyin anlayacaklardı. Bu ordu, başka, bambaşka, yeni bir orduydu! ***
*** (Liman Paşa anılarının başında bu güvensizliği belli eder. Hemen her şeyi eleştirir, yapılan her şeyi küçümser. Subayların ve Mehmetlerin önemini ve değerini zamanla anlayacaktır. Ama çok kurban verdikten sonra.)
*** (Bir yanda dünya egemenlerinin hesapsız zengin ordusu ve donanması, öte yanda yoksul Türk ordusu. İkisinin arasındaki farkı anlatmak bile zor. Sonunda Türk ordusu galip gelecek. Başka mucize aramaya gerek var mı? Bu sonuç mucizenin ta kendisidir! Ne güçlü bir diriliş! Öyle güçlü ki bu mucizeyi Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi ile iki kez daha göreceğiz. Daha da kesin, etkili ve kalıcı olarak. Cumhuriyet ordusu ise, bütün Türk tarihinin en güçlü ordusudur.)
...
ARIBURNU'NDA Balıkçı Damları ile Kabatepe'nin kuzeyi arasındaki uzun kıyıya yayılmış olan Yüzbaşı Faik'in 250 adamı mıh gibi dikilmiş ve direnmişti. Biri bile 'düşman it sürüsü gibi kalabalık, çekilelim' dememiş, yılgınlık göstermemişti. Bir adım geri gitmeyi hepsi alçaklık saymıştı. Görevleri gerideki asıl kuvvetler yetişene kadar düşmanı durdurmak ve oyalamaktı.
Canlarını bunun için severek vermişlerdi. Takımlar erimiş, Bölük Komutanı Yüzbaşı Faik Bey ile 3. Takım Komutanı Astsubay Süleyman yaralanmıştı. Az sonra Haintepe'de savaşan 2. Takımın komutanı Asteğmen Muharrem de yaralandı. Beş-on asker kalmıştı takımdan geriye. Savaşmayı sürdürseler komutanları düşman eline düşebilirdi. Bu nedenle direnişi kesip çekilmeye karar verdiler.
Emireri Mehmet Ali dağ gibi bir askerdi. Ona "Komutanı al git!" dediler. Kendileri ikisini korumak için geriden geleceklerdi. "Allaha emanet olun!" Mehmet Ali Asteğmen Muharrem'i derin bir şefkatle sırtına aldı, geri çekilip fundalığa daldı. Komutanı kendinden daha gençti. Sarsmamaya dikkat ederek hızlıca yürüyor, bir yandan da hıncından, hırsından çocuk gibi ağlıyordu. "Büyük Allahım ayağını öpeyim, bu günün öcünü almama izin ver." Ağlaya ağlaya dere tepe aşacak, Asteğmen Muharrem'i sahra hastanesine yetiştirecekti.
Bu arada bir gün sonra Kanlısırt adını alacak olan tepenin üzerindeki bataryanın dört topundan üçü düşmana kaptırılmış, ancak biri ve mermiler kurtarılabilmişti. Topçular kan ağlıyorlardı.
Düşman da çok kayıp vermiş ama ilk bocalamayı atlattıktan sonra daha iyi savaşmaya başlamıştı. Bazıları vahşice dövüşüyor, hiç vakit harcamıyor, yaralı ve esir düşen Türkleri süngüleyip öldürüyorlardı.
En uzakta, Balıkçı Damları'nda, Asteğmen İbrahim Hayrettin'in komutasındaki 1. Takım vardı. İlk çıkan Anzak bölüğünü mahvetmişti. Ama çıkanların sayısı artıyor, Takım eriyerek direniyordu. Asteğmen düşmanın Kocadağ'ın eteklerindeki tepeleri ele geçirdiğini gördükçe kahrolmaktaydı.
Bir müfrezenin dağın yukarısına doğru ilerlediğini fark etti. Teğmen Tulloch'un girişken müfrezesiydi bu. Daha başka birlikler de dağa çıkmaya başlamışlardı. Sağ kalan askerlerini alarak, Kocadağ'ın doruğuna doğru çekilmeye karar verdi. Bu müfrezeyi doruğa varmadan önce engellemek gerektiğini düşünüyordu. "Haydi arkadaşlar!"
Balıkçı Damları ile Kocadağ arası, en dik yokuşlar, en sarp yarlar, en gür ve sık fundalıklarla doluydu. Elleri, yüzleri kesilerek, dizleri yaralanıp parçalanarak tırmanmaya koyuldular. Düşman müfrezesini korkutmak, yavaşlatmak, geri çevirmek için de ara sıra durup ateş ediyorlardı. Zaman hışım gibi geçmekteydi. Anzaklar giderek çoğalıyor, Kocadağ'a yayılıyorlardı. Sağ kalabilen bir avuç Türk de topçular gibi kan ağlıyordu artık. Bitmek üzereydiler. Nerede kalmıştı gerideki kurtarıcı kuvvetler? Hani bir yere çıkarma olunca Alaman Paşa bütün birlikleri yardıma yollayacaktı? Oynak savunma sistemi böyle çalışmayacak mıydı?
Ümitsizliğe düşmek üzereydiler. Bir haber mermi hızıyla askerden askere yayıldı. 27. Alay yetişmişti. Saat 07.40'tı.
Alay çapraşık, dar, zor yolları iki saatten önce almıştı. Uçaklardan sakınmak için ikide bir yolun iki yanına dağılıp yatmasalar daha önce gelebilirlerdi. Taşıdığı ağırlık 30 kiloyu geçen asker yorulmuştu. Şefik Bey kısa bir mola verdi. Tümene, Kabatepe'nin batısından düşmana taarruz edeceğini bildirdi. Kritik yer Kocadağ'dı. Düşman orayı ele geçirirse hem alayın arkasına dolanmış, hem gelecek için çok tehlikeli bir noktaya yerleşmiş olurdu.
Ama elindeki asker sayısı, cephesini, orayı koruyacak kadar uzatmaya yetmiyordu. 19. Tümenin Kocadağ'ı tutmasını diledi.
M. Kemal'in 57. Alayla tam da o saatte yola çıkmış olduğunu bilmiyordu.
Çevreyi dikkatle inceledi. Taarruza başlamak için düşman elinde bulunan Kanlısırt'tan daha yüksek olan 165 yükseltili tepeyi seçti. 1. Tabur solda, 3. Tabur sağda taarruz edecekti. Dört Maksim ağır makineli tüfeği yakınında ve emrinde tuttu. Gelmesi gereken dağ bataryası, komutanının beceriksizliği yüzünden toparlanıp da daha gelememişti. Bu sırada Kanlısırt'ta üç topu düşmana kaptırılan bataryanın komutanı ile mürettebatı, kurtarıp sakladıkları dördüncü topla gelip alaya katıldılar. Şefik Bey sevindi. Öteki üç kardeşini kurtarmak için bu topa çok iş düşecekti.
Askerlerin sırt çantalarını geride bırakmaları önerisini, çeviklik sağlayacağı için yararlı görüp kabul etti. Askerler yanlarına yedek fişeklerini, matra ve ekmek torbalarını alacaklardı. Askerler sırt çantalarından temiz çamaşır alıp ekmek torbalarına koydular. Sırt çantaları geride bırakıldı.
Bu arada sağ kalan direnişçiler taburlara katılıyor, büyük sevgiyle karşılanıyorlardı. İçleri yanıyordu ama ilk istedikleri su değil, dövüşe devam için cephaneydi. Taburlar taarruz düzenine girmek için yayılıp açılmaya başladılar. Fundalık arazi bu hareketleri düşman gözünden saklıyordu. Tabur Komutanlarına bir emir götüren Emir Subayı Asteğmen Cevdet, dönüşünde gözleri dolu dolu, "Komutanım.." dedi, "..bir şey görmenizi istiyorum."
Şefik Bey çok önemli bir şey olduğunu anladı. Sessizce Asteğmeni izledi. Biraz ilerleyince gördü. Onun da gözleri dolup taştı. Askercikler kirli çamaşırlarını dürüp fundaların diplerine bırakmışlar, temiz çamaşırlarını giyerek şehit olmaya hazırlanmışlardı. Allah'ın huzuruna insan ve asker olarak temiz çıkacaklardı.
Anzaklar dalgalı arazide yayılmaktaydılar. Çıktıkları kıyıda, birkaç yüz değil, birkaç bin Türkle savaştıklarını sanıyorlardı. Başlangıçta hayli kayıp vermiş, güçlükle toparlanabilmişlerdi. Şimdi gülümseyerek düşünüyorlardı: 'Korkak Abdul' hemen kollarını kaldırıp teslim olmamış, tabanları yağlayıp kaçmamıştı. Aferin, iyi direnmişti. Ama kahramanlığı az sürmüştü zavallının. O binlerce kişi ortadan kayboluvermişti. İşte şimdi ilk hedefe, Kocaçimen-Kabatepe hattına doğru yürüyorlardı. Hava açık ve serindi.
Çoğu doğa adamı, gezgin, madenci, altın arayıcı, kara ve deniz avcısı olan Anzaklar elde ettikleri sonuçtan çok memnundular. İkinci hedefe de ulaşınca bu gürültülü iş çabucak bitmiş olacaktı.
Birdenbire kıyamet koptu. Makineli tüfekler takırdamaya, tüfekler cayırdamaya, top gürlemeye başladı. Akılları başlarından gitti. "O my God!" Ne oluyordu?
Mavi gökyüzü kızıl ateş kesilmiş başlarına yağıyordu. 27. Alay, on bine yakın döğüşken, atılgan Anzak'a karşı taarruza geçmişti.19 Saat 09.00'du.
M. KEMAL, yaveri Teğmen Kâzım, Tümen Başhekimi, Topçu Taburu Komutanı, 57. Alay, dağ bataryası ve sağlık müfrezesi Kocadağ yolundaydılar. Yolun bir görünüp bir kaybolmasına, sarplığına, darlığına rağmen, hiç durmadan ve hiç döküntü vermeden yürüyorlardı. Topları, topları çeken, makineli tüfekleri taşıyan katırları, cephane, ekmek ve yiyecek arabalarını çetin, fundalık yollardan, derelerin kaya parçalarıyla dolu yataklarından geçirmek çok zordu ama asker bir çaresini bulup geçiriyor, gecikmeden ilerliyorlardı.
Yol Mazı Çukuru denilen cennet gibi bir vadiye çıktı. Bu cennetin içinden geçtiler. Ne bir an durup şerbet gibi havasını içlerine çektiler, ne bütün vadiyi örten sevinç içindeki kır çiçeklerine bakabildiler. Zamanla yarışıyorlardı. Hızlanarak yürüdüler. Saat 09.15'ti.
DİRİLİŞ - TURGUT ÖZAKMAN
OKUYALIM - OKUTALIM