Translate

18 Kasım 2024 Pazartesi

K.Atatürk İmzası

 


K.Atatürk imzası kimsenin şahsi malı değildir!

O hepimize aittir!


1935'te Atatürk'ün kendisinin, 1965 ve 1966'da Atatürk'ün fotoğrafçılarından Cemal Işıksel'in Atatürk'ün Resimleri sergisi ve kitabında da görüldüğü gibi Atatürk'ün şahsına ait bir imzadır.

1969'da Ethem Çalışkan'ın kaligrafında Milliyet Gazetesi'nde tekrar kullandığı Atatürk'ün imzası için (kendisi bana ait değil dese de) Çalışkan ailesinin (ve avukatının) telif hakkı istemesinin hiç bir hukuki dayanağı OLAMAZ. İngiltere'deki bir müzayede de telif hakkını milyonlar karşılığında satın almak istemiş.... Vay vay vay...

Bilginize....


Detaylarıyla;

Cengiz Özakıncı ve Levent Yıldız

10 Kasım Özel / Atatürk'ün İmzasına İlişkin Söylentiler ve Gerçekler

YT Tarihin Bilinmeyen Yüzü/link, 11 Kasım 2024

ve

Bütün Dünya Dergisi Kasım 2018/link







Ayrıca Yılmaz Özdil'in "MUSTAFA KEMAL" adlı kitabındaki bilginin de doğru olmadığı ortaya çıktı.






K.Atatürk



17 Ekim 2024 Perşembe

Askeri-Endüstriyel ve Düşünce Kuruluşları

 "Askeri-endüstriyel komplekse dikkat edin!"

D. Eisenhower, 1961

"Watchout for military-industrial complex!"


* Why We Fight? Military Industrial Complex Documentary.

(Neden Kavga Ediyoruz? Askeri-Endüstriyel Kompleks Belgeseli)

Yönetmen: Eugene Jarecki,2005 -YT video

_______________________

"Babam da bu askeri-endüstriyel kompleksin kontrolden çıkmasına izin verilmemesi konusunda uyarıda bulunuyordu."

J. Eisenhower


"Bilirsiniz, insanlar bazen savunma bütçesini birlikleri silahlandırmak, ulusal savunma olarak düşünürler. Ancak bu işin içinde olan çoğu insan için bunun bir iş, çok büyük şirketler arasındaki sözleşme rekabeti olduğunun farkındasınız. Sektörün kara bir sonuca sahip olması gerekiyor, aksi halde hissedarlar bundan hoşlanmaz. Bu nedenle, ürünü satın almaya devam etme konusunda hükümetin ilgisini çekmenin yollarını bulmaları gerekiyor." - Albay Wally Saeger, ABD Hava Kuvvetleri


"11 Eylül'den sonra, tespit edebildiğimiz en az 71 şirketin Afganistan ve Irak'a girmek üzere sözleşmeler almaya başlandığına dair anlık bir fotoğrafımız var. En büyük 10 şirketin hepsinin Pentagon'da veya ABD hükümetinin diğer bölümlerinde, yönetim kurullarında veya üst düzey yönetici olarak çalışmış eski ABD'li yetkililer vardır. Döner kapı olarak biliniyor ve insanlar her zaman para kazanıyor. Kamu görevlileri şirketlerde çalışıyor ve eskiden kamu hizmetinde kazandıkları paranın üç, dört katı, hatta on katı kadar para kazanıyorlar.... Kurumsal çıkarların siyasi güçlerle o kadar iç içe geçtiği ve mali elitlerle siyasi elitlerin aynı insanlar haline geldiği, kusursuzluğu olan bir sürecimiz var." - Charles Lewis, Center for Public Integrity


"Kongre Dick Cheney'nin Halliburton'un bir milyar kazanmasına yardım edip etmediğini sorguluyor." (Basın)

"FBI, Halliburton şirketinin Irak'taki sözleşmeli işleri için vergi mükelleflerine nasıl fatura kestiğine ilişkin soruşturmasını genişlettiğini açıkladı." (Basın)

"Ve şimdi bu sözleşmelerden bazılarının Başkan Yardımcısının bilgisi ve onaylıyla verildiği anlaşılıyor ki bu da onun daha önceki açıklamalarıyla çelişiyor gibi görünüyor." (Basın)


"Başkan Yardımcısı olarak sözleşmelerin hiçbir şekilde, şekil veya biçiminde hiçbir etkim, katılımım veya bilgim yoktur!" - D.Cheney




"İki buçuk yıl süren, 600.000 dolarlık bir raporu, altı kıtadan on araştırmacı muhabirin de aralarında bulunduğu 33 kişiyle, özel askeri şirketleri inceleyerek ve dünyanın her yerindeki savaşları dış kaynaklardan temin ederek hazırladık. Ve 1992'de Kellogg Brown & Root adlı bir şirkete şu fikri incelemek için 9 milyon dolarlık bir sözleşme verildiğini fark ettik: Pentagon, bazı destek tipi işlevleri yerine getirmek için özel sektörü kullanmaya başlamalı mı? Yemek servisi, tuvalet görevi, ama belki bazı askeri şeyler de olabilir?... Ve o zamanki Savunma Bakanı Dick Cheney idi. Bu yüzden Cheney sözleşmeyi veriyor ve Kellogg & Root geri geliyor ve şöyle diyor: Bu harika bir fikir... Önümüzdeki 10 yılda tam da bunu yapmak için 700 veya 800 sözleşme alıyorlar." - Charles Lewis


"Ben Halliburton'u yönettim. Bununla gurur duyuyorum."


"Halliburton mükemmel bir örnek. Bu şirket, eski bir ABD'li Rolodex elemanını işe aldı; Eski kongre üyesi, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı [D.Cheney].. Yalnızca Washington'da değil, dünyanın her yerindeki başkentlerde kapılarının açılmasını sağlamak için. Ve evet, bundan dolayı net serveti beş yıl içinde bir milyon dolardan veya daha azından 60 veya 70 milyon dolara çıktı... Bu yüzden bir hükümet yüklenicisini (devlet yüklenicisini) başkan yardımcısı olarak seçtik! Bu Endonezya olabilir, Rusya ve Nijerya olabilirdi. Hayır, burası Amerika Birleşik Devletleri'ydi. Ve az önce söylediğim her şey tamamen yasal ve bu bizim yasal yolsuzluk sistemimiz! " - Charles Lewis


"Parayı takip ederseniz Halliburton'un savaş istemesinden çok Dick Cheney'e gidip kendileri için bir savaş almasını söylemeleri söz konusu değil. Öyle değildi, ama savaş gitme isteği var." - Lt.Col. Karen Kwiatkowski, US Dept. of Defense (ret.)


"Açıkçası, son 50 yıldır her askeri maceramızda bize yalan söylendi. Ya da 60 yıl boyunca, istisnasız. Muhtemelen Vietnam'dan daha iyi bir örnek yoktur. Burada Amerika Birleşik Devletleri Başkanı ve Pentagon'daki üst düzey generaller Tonkin Körfezi olayı hakkında açık açık yalan söylerle ve biz savaşa girdik. Kayıplar hakkında, savaşın nasıl gittiği hakkında, Vietnam Savaşı'na yakından bakan herkes halkın ve medyanın büyük ölçüde manipüle edildiğini görebilir. Kendimizi militan bir ulus olarak düşünmeyiz, ama aslında biz inanılmaz derecede militan ve militarist bir ulusuz. Taşımak istediğimiz kendimize dair bir görüş değil, ama gerçek şu ki  öyleyiz. Eğer başkan ve askeri-endüstriyel kompleks ve savunma teşkilatı, eğer hepsi aniden bir yerde bir sorun olduğuna, bir ülkede bir bomba atmamız, hatta kara kuvvetleri göndermemiz gerektiğine karar vermişse, bu onlarca yıldır gördüğümüz bir ritüeldir... 


Guatamala 1953, İran, Lübnan, Haiti, Küba, Laos, Tayland, Vietnam, Kongo, Dominik Cumhuriyeti, Endonezya, Kamboçya, Şili,  Angola, Afganistan, Libya, Nikaragua, El Salvador, Lübnan, Grenada, Çad, Bolivya, Panama, Irak, Somali, Yugoslavya, Makedonya, Irak, Bosna, Sudan, Yemen, Filipinler, Kolombiya, Irak (2002), Liberya, ...


Hükümetleri devirdik, darbe detaylarını yaptık, istihbarat servislerini gizli amaçlarla kullandık ve dünya çapında korkunç şeyler yaptık.  İnsan haklarını en iğrenç şekilde ihlal eden ülkelere kullandık. Onları destekledik. Hatta onlara insan hakları ihlallerinin  nasıl yapılacağını bile öğrettik. Bugünün iblisi, dünün dostuydu. Hepsi ya Soğuk Savaş adına ya da ticari nedenlerle.


Temelde ekonomik sömürgeciliktir. Kimse sömürgecilik kelimesini kullanmıyor. Ama ülkeleri ele geçirmek yerine, daha iyi bir yolumuz var. Sadece içeri giriyoruz ve serbest piyasamız var. İster ürünlerimizi vatandaşlarına satmaya çalışıyoruz, ister kaynaklarını çıkarmaya çalışıyoruz. Bir sebepten dolayı o ülkede olmamız gerekiyor. Bu nedenle serbest piyasalardan, serbest ticaretten bahsedeceğiz. Ama gerçekte olan şu ki, şirketlerimizin sizin ülkenizde zenginleşmesini istiyoruz." - Charles Lewis (Making a Killing. The Business of War) = Kamu Dürüstlüğü Merkezi (Öldürmek. Savaşın İş Dünyası)


"Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük fosil yakıt tüketicisidir. Petrol her ülkenin askeri makinasını çalıştıran şeydir. Yani uçağa, gemiye, tanka, kamyona yakıt sağlıyor. Petrolün kontrolü vazgeçilmezdir. Bittiğinde ordunuz durur. 50 yılı aşkın bir süre önce yaşanan olaylarla bugünkü Irak Savaşı arasında doğrudan bir bağlantı var. 1953'te İran Başbakanı Muhammed Musaddık son derece sinirlendi. İngilizler ülkesinin ulusal kaynaklarını yağmalıyordu. Bundan daha büyük bir pay almak istiyordu. İngilizler yeni başkan Eisenhower'a gelerek bu konuda yardım istedi. Eisenhower çok rahat bir şekilde Musaddık'ın komünist olduğunu ilan etti ve ardından da CIA'yı onu devirmeye ayarladık.



(Basın... Üç gün süren askeri darbeyle sonuçlanan kanlı isyan)

Sonuç olarak Şah'ı iktidara getirdik ve o son derece baskıcı bir rejim yarattı ve 20 yıl içinde kendisine karşı bir devrime yol açtı. Ayetullah Hümeyni şiddetle Amerikan karşıtı bir hükümet kuruyor. CIA'nın 1953'te İran'da yaptıklarına ilişkin Eylem Sonrası Raporu'nda şöyle diyorlardı: 'Bundan biraz ters tepki alacağız'.

Daha sonra Irak'ta dostumuz olan Saddam Hüseyin'i kukla yaptık. CIA'nın kayıtlarında önemli bir varlıktı! İran karşıtı olduğu için bunu yaptık. İran'daki devrimin ülkesine yayılmasından çok korkuyordu. Bu nedenle İran'la savaşa girdi. Savaş son derece kanlıydı ve 1980'ler boyunca devam etti. Ne yazık ki Saddam Hüseyin savaşı kaybetmeye başladı. Tam o sırada ABD devreye giriyor. Başkan Reagan'ın Saddam'a gönderdiği Donald Rumsfeld, "Size istihbarat sağlayacağız. İhtiyaç duyabileceğiniz silahları size gizli yollardan sağlayacağız", mesajını iletiyor. Washington'daki şüphecilerin  "Saddam'ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu biliyoruz, makbuzlarımız elimizde!", söylemesinin nedeni de budur.

"Geri Tepme" derken bunu kastediyoruz. 1990 yazında Kuveyt'i işgal edene kadar dostumuz olarak kaldı. Kuveyt'i işgal ettiğinde, dünyanın en büyük petrol rezervi olan Suudi Arabistan'ı da işgal edebileceğinden endişelendik. Suudi Arabistan'a asker yerleştirdik. Terimin her anlamıyla bir hataydı.

Hatırlayın, Usame Bin Ladin şöyle demişti: "Suudi Arabistan'ı Irak'a karşı savunmak için Amerikalıları kullandığı için Suudi Arabistan hükümetine kızıyorum."

O noktada Suudi Arabistan'daki konumuzu kaybedeceğimizden korkmaya başladık. Kanıtlanmış rezervlerin en büyük ikinci kaynağı Irak'ta. Bu da bizi eski müttefikimizi şeytanlaştırmaya ve Amerikan kamuoyunu onu alt etmemiz gerektiği düşüncesine hazırlamaya yöneltiyor." 


"Eisenhower'ın dediği gibi, askeri-endüstriyel kompleks aslında üç bileşenden oluşuyor; Askeri profesyoneller, savunmaya sanayi ve kongre. Artık dördüncü bir bileşen daha var, o da "Düşünce Kuruluşları". - Gwynne Dyer, Military Historian (Askeri Tarihçi)


"Bilirsiniz, Washington'un az bilinen sırlarından biri, politikanın aslında "siyaset içerisinde" pek fazla üretilmemesidir. Fikirlerin büyük bir kısmı hükümet dışından, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi gibi çeşitli düşünce kuruluşlarından geliyor olmasıdır... Ve bu insanların hepsi birbirini tanıyor. Bush yönetiminden önce hepsi birlikte çalışmışlardı. - Joseph Cirincione, Carnegie Endowment for Peace


"ABD'yi tehdit eden, kimyasal, biyolojik veya nükleer silah arayan teröristleri ve rejimleri engellemeliyiz." - Bush


"2002 Birliği Durumu mesajında Başkanın düşmanlarımızı kötülük ekseninde isimlendirmesinin, Irak, İran ve Kuzey Kore'yi de kapsaması hiç de tesadüf değil." -


"Yani gerçek anlamda düşünce kuruluşlarının artık askeri-endüstriyel kompleks olarak düşündüğümüz şeyin ayrılmaz bir parçası oluğu yeni bir olguyla karşı karşıyayız." - Joseph Cirincione


"Eisenhower, eğer askeri-endüstriyel komplekse dikkat etmezsek, onun deyimiyle, yanlış yerleştirilmiş gücün feci yükselişini göreceğimizden bahsederken bu insanlardan bahsetmiş olabilir. Seçmenlere karşı sıfır sorumluluk sahibi politika yapan insanlar. ... Bu adamlar kamuoyunu manipüle ediyorlardı, Amerikan halkına korku salmak için, yalanlar ve fanteziler yaratıyorlardı. Böylece kendi savaşlarını gerçekleştirebilirlerdi." -  Lt.Col. Karen Kwiatkowski, US Dept. of Defense (ret.)


"Bir ülkeyi savaşa sokmanın o kadar da zor olmadığı ortaya çıktı. Amerika Birleşik Devletleri gibi bilgi edinme özgürlüğünün ve birden fazla medya kanalının olduğu bir ülkede bile bir yönetimin tartışmayı domine etmesi, tartışmayı domine etmesi çok da zor değil." - Joseph Cirincione


"Elimizde çok fazla bilgi olduğu fikrine sahibiz. Elimizde olmayan çok şey de var ve "gerçeğin" büyük bir kısmı, yaptıklarının dünyanın görmesini istemeyen siyasi aktörler tarafından gizleniyor." - Charles Lewis


"Üzgünüm ama, kamuoyunun bilmesine gerek olmayan bir inanç mı var? Erişimin sınırlandırılması, bilginin sınırlandırılması, savaşın sorumlularının arkalarını kapatacak şekilde sınırlandırılması son derece tehlikelidir ve kabul edilemez, edilmemelidir!" - Dan Rather, CBS News


"Pentagon, Vietnam'dan bu yana uzun yıllardan beri haberleri ve medyanın bu haberleri nasıl aktardığını şekillendirmek için çok çalıştı. İnsanları belirli şeyleri, belirli bir şekilde söylemeleri için eğitiyoruz. "

- Lt.Col. Karen Kwiatkowski, US Dept. of Defense (ret.)


"Vietnam'dan en çok öğrendikleri şey, savaşı Amerikan halkından gizleyemedikleri için kaybettikleriydi. Vietnam Savaşı'ndan sonra Pentagon, Amerikan oturma odalarında artık ceset torbası olmadığından nasıl emin olabileceğimizi araştırmaya başladı. Artık sahadaki muhabirlerin ölümü gerçekten görmelerine izin vermemenin bir yolunu bulmalıyız. "

"Yerleştirme adı verilen yeni tipik Pentagon jargonunu keşfettiklerinde Irak Savaşı'na geliyorsunuz."

"Gömülü haberde bayraklar ve pankartlar vardı, ama aslında hiç kimse içeri girmenin nedenleri ve gerekçeleri hakkındaki gerçeği öğrenemiyordu."

"Sahip olduğunuz şey, totaliter devletlerde sahip olduğunuz şeyin minyatür bir versiyonudur. Büyük liderin ne kadar büyük olduğunu ve her geçen gün nasıl daha da büyüdüğünü anlatan filmler çekiyorlar."


"İki oğlum var ve çocuklarımın hiçbirinin ABD ordusunda görev yapmasına izin vermeyeceğim. Eğer şimdi orduya katılırsan, Amerika Birleşik Devletleri'ni savunmuyorsun. Emperyal bir gündemin peşindesindir... Doğru soruları sormakta, Başkan'a hesap sormakta her bakımdan başarısız olan bir Kongremiz var. Kongremiz bizi fena halde yüzüstü bıraktı.  Bunun nedeni Kongre'deki pek çok kişinin askeri-endüstriyel komplekse bağlı olmasıdır." - Lt.Col. Karen Kwiatkowski




"Saddam Hüseyin'in 11 Eylül'le ilgisi olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktu." - Bush, ABD Başkanı


"Irak'ta olmamızın nedeni Amerikan halkına dürüstçe anlatılmadı. Kesinlikle Irak halkının kurtuluşuyla hiçbir ilgisi yoktu! Hiçbir zaman gündemin bir parçası olmadı, şimdi de gündemin bir parçası değil."


"Irak'ın işgalinden bir çıkış stratejimizin olmadığını biliyoruz, çünkü ayrılmaya niyetimiz yoktu! Şu anda Irak'ta 14.üncü kalıcı üs kurma sürecindeyiz."


"Şu anda yenilmez olduğumuza ve dünya gezegenindeki en üstün güç olduğumuza dair inanılmaz bir kibir var. Amerikan gücü ve Amerikan imparatorluğu aslında dünyanın her yerindeki insanların yüzlerinde gösteriş yapıyor; ayakkabımız yüzlerine sürüyoruz ve onlara en iyi Top-Dog* olduğumuzu söylüyoruz. Ve sen, bizimle çalışacaksın, çünkü kesinlikle bize karşı olmak istemezsin!" Charles Lewis


[*Top-Dog; ifadesi patron ya da lider için kullanılan bir deyim. Bir baskınlık hiyerarşisi için kısaltılmış bir deyim. SB]


"İnce buz üzerinde yürüyoruz. Batı Dünyası'nda yaratılan ilk demokratik rejimin, yani Roma Cumhuriyeti'nin izlediği yolda yürüyoruz. Roma Cumhuriyeti istemeden dünya çapında bir imparatorluk edindi. Daha sonra bu imparatorluğu sürdürmek, genişletmek ve korumak için sürekli ordulara ihtiyaç duyduklarını keşfettiler. Daimi ordular, George Washington'un veda konuşmasında bizi uyardığı şeydi; Emperyal bir başkanlığın yükselişini engellemek için anayasamızda oluşturmaya çalıştığımız hükümet yapısını yok edeceklerdi. Anayasamızın en önemli maddesi, savaş gitme hakkını münhasıran halkın seçilmiş temsilcilerine, yani Kongre'ye veren maddedir. Kongremiz Ekim 2002'de, her iki mecliste de, eğer isterse nükleer silah kullanımı da dahil olmak üzere, bu yetkinin tek bir kişiye verilmesi yönünde oy kullandı! Ve elbette altı aydan kısa bir süre sonra bunu Irak'ta uygulamaya kara verdi!"


"Bence Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihi devam eden bir çalışma olarak ve bizim burada demokrasiye yönelik girişimlerimiz, kapitalizm ile demokrasi arasında sürekli bir mücadeledir. Ve demokrasinin kazanıyormuş gibi göründüğü iniş çıkışları oldu. Bu kuvvetli güçleri dizginliyorsunuz, ancak temel gerçek şu ki, bugün hükümetin kararlarının çoğu büyük ölçüde güçlü kurumsal çıkarlar tarafından belirleniyor. Açıkça görülüyor ki kapitalizm kazanıyor!" - Charles Lewis


“Bu davranışları nedeniyle Amerika başarısız olacak. Ülkeler arasında tamamen başarısız olacak. Ve başka bir ülke yükselecek ve Amerika'nın yerini alacak. Ben siyaset adamı değilim, ama sıradan bir insan olarak analizim bu. Amerika kaybedecek çünkü davranışları büyük bir ulusun davranışları değil!” - Bir Iraklı


"Hayatım boyunca, Nazilerin, Japon İmparatorluğu'nun, İngiliz, Fransız, Hollanda ve Rus İmparatorluğu'nun çöküşüne tanık oldum. Oldukça kola bir şekilde aşağı iniyorlar. Bugün Amerikalıların anlamasını istediğim şey özgürlüğün bedelinin sonsuz uyanıklık olduğudur. Ve biz Dwight Eisenhower'ın 1961'de askeri-endüstriyel kompleks biçimindeki izinsiz gücün tehlikeleri konusunda bize yaptığı uyarıdan bu yana uyanık değiliz."


"Hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemeliyiz. Yalnızca tetikte ve bilgili vatandaşlar, devasa endüstriyel ve askeri savunma makinelerinin, güvenli ve özgürlüğün birlikte gelişebilmesi için barışçıl yöntem ve hedeflerimiz ile uygun şekilde birleştirilmesine zorlayabilir." - Eisenhower


"Şunu anlamalısın ki, orduda geçirdiğim 20 yıl boyunca her zaman otoriteye saygı göstermek ve takım oyuncusu olmak üzere eğitiliyorsun. Irak'ta savaş başladığında bir subay olarak değerlerimin farklılaştığı bir dönüm noktasına ulaştım. Temelde kendimi çıkarmak zorunda kaldım. Peki neden kavga ediyoruz? Sanırım kavga ediyoruz, çünkü birçok insan ayağa kalkıp 'bunu artık yapmıyorum' demiyor!


Why We Fight? Military Industrial Complex Documentary.

(Neden Kavga Ediyoruz? Askeri-Endüstriyel Kompleks Belgeseli)

Yönetmen: Eugene Jarecki,2005, YT videonun hepsi için





Askeri-Endüstriyel-Düşünce Kuruluşlarıyla işbirliği içinde olan Siyasetçiler savaş çıkarır, ama kendi gitmez, ekrandan izler. "Devlete" "güvenen" fakirler vardır gönderebilecekleri, oysa halk savaş istememektedir... Ardından da kazançlarının hesabını yapıp, golf oynamaya giderler!


SB


28 Eylül 2024 Cumartesi

Sığınma mı, Demografik bozulma mı?

 



Körfez Savaşı; "450BİN Türkiye'ye sığındı..Daha önce de...binlerce Iraklı Türkiye'ye sığınmıştı...çoğunluğu Kürt asıllıydı." 

Sonra "vatandaşlık verildi".

Onur Öymen



33 yıl sonra "sığınıp vatandaşlık alan Iraklılar" ne yapıyor, ne söylüyor, ne istiyor??? Türk kültür ve geleneğine, Türkçeye uyum sağladılar mı, yoksa başka planları mı var?


Peki ya diğerleri, 2011 sonrası "gelenler", 22 yıl sonra nerede olacaklar ??? !.. 




!!!


Haçlılar ve Yamyamlık, Maara

 


MAARA YAMYAMLARI


“Burası vahşi hayvanların otlağı mıdır, yoksa evim midir, doğduğum yer midir, bilmiyorum!”

Maaralı (Maaratünnuman) adlı bilinmeyen bir şairin bu acı dolu çığlığı yalnızca bir üslup unsuru değildir. Ne yazık ki bu sözleri üzerindeki anlamıyla almak ve onunla beraber “bu 1098 yılının sonunda Suriye’nin bu Maara (Maaratünnuman) kentinde böylesine canavarca neler oldu?” diye sormak zorundayız.

Frenkler gelene kadar, kent halkı sur çemberinin gerisinde güvenlik içinde yaşıyordu. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazi bir refah sağlıyordu. Kentin işleri, Halep’teki Rıdvan’a itibari bir şekilde bağlı olan, babacan ve hırsı olmayan yerel eşraf tarafından yürütülmekteydi. Maara’nın iftihar ettiği şey, Arap edebiyatının en büyüklerinden biri olan, 1057’de ölmüş bulunan Ebuulâ el-Maari’nin doğduğu yer olmaktı. Özgür düşünceli biri olan bu kör şair, yasaklara aldırmadan döneminin adetlerine saldırmaya cüret etmişti. Şunu yazmak için cesaret gerekirdi:


Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.


Ölümünden kırk yıl sonra, uzaklardan gelen bir fanatizm, görünüşe göre Maaralı şaire hem dinsizliği, hem de efsanevi kötümserliği konusunda hak verdirtecektir:


Kader bizi cammışız gibi kırıyor,

Ve parçalarımız bir daha hiç birleşmiyor.


Nitekim, kenti bir harabe yığınına çevirecek ve şairin hemcinslerine ilişkin olarak çok sık dile getirdiği küçümseme, burada en gaddar şekilde resmedilmiş olacaktır.

Maara sakinleri, 1098’in ilk ayları süresince, kapılarından üç günlük yürüyüş mesafesinde cereyan eden Antakya çarpışmasını kaygıyla izlemişlerdir. Sonra, Frenkler zafer kazanmalarının ardından birkaç komşu köyü yağmalamaya gelmişler ve Maara bu saldırıların dışında kalmıştır, fakat bazı aileler, Halep, Hıms veya Hama gibi daha güvenli yerlere gitmek üzere kenti terketmeyi tercih etmişlerdir. Kasım sonlarına doğru binlerce Frenk kentin etrafını çevirince, bunların kaygıları haklı çıkmıştır. Kent halkından birkaçı kaçmayı başarmışsa da, çoğu tuzağa yakalanmıştır. Maara’nın bir ordusu yoktur, küçük bir kent milis gücü vardır. Bunlara, askeri deneyimi olmayan birkaç yüz genç insan çabucak katılmıştır. İki hafta süresince korkunç şövalyelere cesaretle direnmişler, hatta kuşatıcıların üzerine surların tepesinden arı dolu kovanlar bile atmışlardır.

İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Onların bu inadını gören Frenkler, surlarla aynı yükseklikte ahşap bir kule yaptılar. Dehşete kapılan ve morali bozulan bazı Müslümanlar, kentin en yüksek binalarını tahkim ederek kendilerini daha iyi savunacaklarını düşündüler. Böylece surları bıraktılar, ama tuttukları yerleri de adamsız bırakmış oldular. Onları başkaları izledi ve surların bir bölümü daha terkedildi. Kısa bir süre sonra surların tamamı savunacak adamdan yoksun kaldı. Frenkler merdivenlerden tırmandılar ve Müslümanlar onları burçların tepesinde gördüklerinde cesaretlerini kaybettiler”.

11 Aralık akşamı olmuştur. Ortalık çok karanlıktır ve Frenkler şehre girmeye cesaret edememektedirler. Maara’nın önde gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya’nın yeni efendisi Bohémond’la temasa geçerler. Frenklerin önderi, eğer çarpışmayı keser ve bazı binalardan çekilirlerse, halkın hayatına dokunmayacağına söz verir. Onun sözüne umutsuzca güvenen aileler, kentin ev ve mahzenlerinde toplanır ve bütün gece titreyerek beklerler.

Frenkler şafakla gelirler, tam bir kıyım olur. "Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler, yüz binden fazla kişi öldürdüler ve çok esir aldılar." İbn el-Esir’in verdiği rakamlar elbette abartılıdır, çünkü kentin düşmeden önceki nüfusu muhtemelen on binin altındaydı. Fakat dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır.


"Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı."


Frenk kronikçi Raoul de Caen’ın bu itirafını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama gördüklerini ve duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Çünkü yerel şairler tarafından ve sözel gelenek ile yayılan bu gaddarlıkların anısı, zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Bu olaylardan üç yıl önce komşu Şeyzer kentinde doğan yakanüvis Usama İbn Munkid, bu günü şöyle yazacaktır:

"Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında bir şeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir."

Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşılabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir.

Bu Frenk imgesi haksız mıdır? Batılı istilacılar, kurbanları olan kentin halkını yalnızca hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir? Önderleri, ertesi yıl papaya gönderdiği resmi bir mektupta bunu iddia edecektir: "Maara’da orduya korkunç bir kıtlık saldırdı ve onu Müslümanların cesetleriyle beslenme zorunluğuyla karşı karşıya bıraktı."

Fakat bu çabucak söylenmiş bir söze benzemektedir. Çünkü Maara bölgesi halkı, bu uğursuz kış boyunca, açlığın açıklamaya yetmediği davranışlara tanık olmuştur. Nitekim bu insanlar, Tafurlar denilen fanatikleşmiş Frenk çetelerinin kırsal alana yayılarak, Müslüman eti çiğnemek istediklerini bağırarak söylediklerini ve akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere toplandıklarını görmüşlerdir. Zorunluluğun doğurduğu bir yamyamlık mı? Fanatizmden gelen bir yamyamlık mı? Bütün bunlar gerçekdışı şeylere benzemektedir, ama tanıklıklar, hem tasvir ettikleri olaylar, hem de bu anlatıların üzerine çöken sapık havadan ötürü bunaltıcıdırlar. Maara çarpışmasına bizzat katılmış olan Frenk kronikçisi Albert d’Aix’in bir cümlesi, bu konudaki dehşeti emsalsiz bir şekilde göstermektedir:


"Bizimkiler yalnızca öldürülmüş Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!"


Amin Maalouf

Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri




Maalouf'tan ek:

Frenk ordularının 1098'de Maara'da giriştikleri yamyamlık hareketine ilişkin anlatılar, o döneme ait Frenk kroniklerinde çok sayıda ve birbirleriyle uyumlu bir şekilde yer almaktadır. Bu olaya, Avrupalı tarihçilerin eserlerinde 19.yüzyıla kadar ayrıntılı bir şekilde rastlanmaktadır. Buna karşılık bu anlatılar 20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- genelde es geçilmektedir. Grousset, Histoire'nin üç cildinde de bundan söz etmemekte; Runciman ima etmekte yetinmektedir: "açlık kol geziyordu - yamyamlık tek çözüme benziyordu".





THE CANNIBALS OF MA'ARRA

"I know not whether my native land be a grazing ground for wild beasts or yet my home!"

This cry of grief by an anonymous poet of Ma'arra was no mere figure of speech. Sadly, we must take his words literally, and ask with him: what monstrous thing came to pass in the Syrian city of Ma'arra late in that year of 1098?

Until the arrival of the Franj (*Crusaders), the people of Ma'arra lived untroubled lives, shielded by their circular city walls. Their vineyards and their fields of olives and figs afforded them modest prosperity. The city’s affairs were administered by worthy local notables devoid of any great ambition, under the nominal suzerainty of Ridwân of Aleppo. Ma'arra’s main claim to fame was that it was the home town of one of the great figures of Arab literature, Abu’l-Alâ’ al-Ma'arri, who had died in 1057. This blind poet, a free-thinker, had dared to attack the mores of his age, flouting its taboos. Indeed, it required a certain audacity to write lines like these:


The inhabitants of the earth are of two sorts:

Those with brains, but no religion,

And those with religion, but no brains.


Forty years after his death, a fanaticism come from afar descended on this city and seemed to prove this son of Ma'arra right, not only in his irreligion, but also in his legendary pessimism:


Fate smashes us as though we were made of glass,

And never are our shards put together again.


His city was to be reduced to a heap of ruins, and the poet’s oftexpressed mistrust of his compatriots would find its cruellest vindication.

During the first few months of 1098 the inhabitants of Ma'arra uneasily followed the battle of Antioch, which was taking place three days’ march north-west of them. After their victory, the Franj raided several neighbouring villages, and although Ma'arra was spared, several of its families decided to abandon the town for more secure residences in Aleppo, Homs, and Hama. Their fears proved justified when, towards the end of November, thousands of Frankish warriors arrived and surrounded the city. Although some citizens managed to flee despite the siege, most were trapped. Ma'arra had no army, only an urban militia, which several hundred young men lacking any military experience hastily joined. For two weeks they courageously resisted the redoubtable knights, going so far as to hurl packed beehives down on the besiegers from the city walls.

To counter such tenacity, Ibn al-AthÐr wrote, the Franj constructed a wooden turret as high as the ramparts. Some Muslims, fearful and demoralized, felt that a more effective defence was to barricade themselves within the city’s tallest buildings. They therefore abandoned the walls, leaving the positions they had been holding undefended. Others followed their example, and another point of the surrounding wall was abandoned. Soon the entire perimeter of the town was without defenders. The Franj scaled the walls with ladders, and when the Muslims saw them atop the walls, they lost heart.

It was 11 December, a pitch-dark night, and the Franj did not yet dare to penetrate the town. The notables of Ma'arra made contact with Bohemond, the new master of Antioch, who was leading the attackers. The Frankish commander promised to spare the lives of the inhabitants if they would stop fighting and withdraw from certain buildings. Desperately placing their trust in his word, the families gathered in the houses and cellars of the city and waited all night in fear.

The Franj arrived at dawn. It was carnage. "For three days they put people to the sword, killing more than a hundred thousand people and taking many prisoners." Ibn al-Athîr’s figures are obviously fantastic, for the city’s population on the eve of its fall was probably less than ten thousand. But the horror lay less in the number of victims than in the barely imaginable fate that awaited them.

"In Ma'arra our troops boiled pagan adults in cooking-pots; they impaled children on spits and devoured them grilled." 

The inhabitants of towns and villages near Ma'arra would never read this confession by the Frankish chronicler Radulph of Caen, but they would never forget what they had seen and heard. The memory of these atrocities, preserved and transmitted by local poets and oral tradition, shaped an image of the Franj that would not easily fade. The chronicler Usâmah Ibn Munqidh, born in the neighbouring city of Shayzar three years before these events, would one day write:

"All those who were well-informed about the Franj saw them as beasts superior in courage and fighting ardour but in nothing else, just as animals are superior in strength and aggression."

This unkind assessment accurately reflects the impression made by the Franj upon their arrival in Syria: they aroused a mixture of fear and contempt, quite understandable on the part of an Arab nation which, while far superior in culture, had lost all combative spirit. The Turks would never forget the cannibalism of the Occidentals. Throughout their epic literature, the Franj are invariably described as anthropophagi.

Was this view of the Franj unjust? Did the Western invaders devour the inhabitants of the martyred city simply in order to survive? Their commanders said so in an official letter to the pope the following year: 

"A terrible famine racked the army in Ma'arra, and placed it in the cruel necessity of feeding itself upon the bodies of the Saracens."

But the explanation seems unconvincing, for the inhabitants of the Ma'arra region witnessed behaviour during that sinister winter that could not be accounted for by hunger. They saw, for example, fanatical Franj, the Tafurs, roam through the country-side openly proclaiming that they would chew the flesh of the Saracens and gathering around their nocturnal camp-fires to devour their prey. Were they cannibals out of necessity? Or out of fanaticism? It all seems unreal, and yet the evidence is overwhelming, not only in the facts described, but also in the morbid atmosphere it reflects. In this respect, one sentence by the Frankish chronicler Albert of Aix, who took part in the battle of Ma'arra, remains unequalled in its horror: 


"Not only did our troops not shrink from eating dead Turks and Saracens; they also ate dogs!"


Amin Maalouf

The Crusades Through Arab Eyes


* The Frankish chronicles of the epoch contain numerous accounts of the acts of cannibalism committed by the Frankish armies in Ma'arra in 1098, and they all agree. Until the nineteenth century, the facts of these events were included in the works of European historians, for example Michaud’s l’Histoire des croisades, published in 1817–22. (See volume 1, pp. 357 and 577; also Bibliographie des croisades, pp. 48, 76, 183, 248.) In the twentieth century, however, these accounts have generally been concealed—perhaps in the interests of the West’s 'civilizing mission’? Grousset does not even mention them in the three volumes of his History; Runciman is content with a single allusion: "the army was 'suffering from starvation . . . and cannibalism seemed the only solution".


!




Richard a "Lionheart"...really? Not even close!..


Richard was keen to march on Jerusalem as soon as possible. He did not want to deal with the exchange of prisoners and stay here for a long time. He had nearly 3,000 Muslim prisoners. In this case, Salaheddin would release the Christian prisoners anyway. Indeed, Salaheddin released the first group of captives in accordance with the agreement. However, Richard refused to release the Muslim captives, claiming that not all of the nobles whose names were mentioned had been delivered. The negotiations and negotiations after that failed.

Impatient to get to Jerusalem, Richard settled the ransom dispute in his own barbaric way: He dragged the remaining 2,700 men of the Akkâ garrison, together with some 300 wives and children, in chains out of the city on 20 August. He had them mercilessly massacred in front of Salaheddin's army.

While Richard's warriors carried out this butchery with great pleasure, the Muslim soldiers who saw the incident rushed to the aid of their friends, but they could not break through the Crusader ranks and reach them until darkness fell.

Such a brutal killing of prisoners of war was probably a Western-style thank you, since Salaheddin had been merciful enough to send chickens to the king of France, who was sick in the Crusader headquarters during the siege of Akkâ, so that he could be fed and healed. Ironically, the Crusader historian Ambroise also writes in his work that he praised God for this massacre. Naturally, such a brutal atrocity was the end of the peace negotiations between the two sides.


Prof.Dr. Işın Demirkent / Haçlı Seferleri




Haçlılar ve Yamyamlık

 


HAÇLILARIN MÜSLÜMANLARLA KARŞILAŞMASI

Avrupalılar Kıta Hıristiyanlığının doğusundan İslamiyet'le ilk kez Haçlı Seferleri sırasında 1096 yılından başlayarak karşılaştılar. Aslında Latinler (İspanya ve İtalya'dakiler) dışında- Avrupalılar, doğudaki Hıristiyanlığı ve Doğu Roma Imparatorluğu'nu da pek bilmezlerdi. Bu sayede "Hıristiyan Doğu "yu da görecek ve öğreneceklerdi.

Avrupa Hıristiyanlığının merkezi, antolajik ( varlıkbilimsel) olarak, varlığını algılayış şekliyle kendini dünyanın ve evrenin merkezinde görüyordu. Nedeni, her şeyin ve her yerin merkezi olmak istemesindendi. Aynı zamanda bilimsel yetersizlik ile kendi dışındaki dünya ve toplumlar konusunda bilgisizlikten beslenen böyle bir benci görüş doğaldır ki Avrupalıların kendileri dışındaki insanların kendileri gibi olmadıklarını, kendilerinden çok aşağılarda olduklarını sanmalarına yol açmaktaydı.

İşgal ve saldırı orduları, savaşa, işgal edecekleri toprakların halkına düşmanlık duygularıyla gönderilir. Başarının şartı olarak düşünülen bu uygulama Haçlı Seferlerinde en yüksek düzeyde görülmektedir. Bu yüzden Haçlılar olabilecek en olumsuz duygularla yüklenmiş durumdaydılar. Kendilerini üstün, karşılarındakileri ise düşman biliyorlardı. Üstelik düşman, geri, ilkel, aşağılık, kötü, düzeysiz ve zavallıydı !

Avrupalılar Müslümanların varlığını ilk Endülüs'teki uygarlıkları dolayısıyla duymuşlardı. Ancak ters bir şekilde. Şöyle ki; Endülüs'ü görenler karşılaştıkları inanılmaz şeyler yüzünden İslam'a hayranlık duyuyorlardı, ama görmeyenler düşmanca propagandalardan başka bir yoldan bilgilenme olanağına sahip değildiler. Bunda en önemli rolü Kilise oynuyordu ama Frankların gezginci "trubadour"ları belki de daha etkiliydi. "Chanson de la Geste"lerin önemli bir kısmında Müslümanlar için olmadık olumsuz sıfatlar kullanılıyor, kötülemek için ne gerekirse her şey yapılıyordu. İlk Haçlı Seferinin trubadourların harekât alanı içindeki kitlelerden oluştuğunu hatırlarsak bu Haçlıların Müslümanları nasıl tahayyül ettiklerini de tahmin edebiliriz.

Bu önyargılarla yola çıkan Avrupalılar, Selçukluların Malazgirt zaferinden sonra "Türklerin hakimiyetini ve ilerlemesini önlemek" için geldikleri Anadolu'da ve Suriye'de karşılaştıkları ve ilk kez savaşlarda tanıdıkları Türkler, Müslümanlar ve her türden "Doğulular" karşısında sarsıldılar, şaşırdılar ve kendilerini ezik hissettiler. Doğulular, Hıristiyan veya değil ama hepsi, gelişmiş ve ileriydi, Avrupalılar ise birçok bakımdan hem zavallı, hem de gülünçtü, geri ve kötü olduğu sanılan ve varsayılan "Morgenland"ın (güneş o taraftan doğduğu için Almanların "sabah ülkesi" dedikleri Doğu'nun) üstünlüğü çok açıktı. Avrupalıların geriliği ve ilkelliği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bu yüzden hayranlık ve nefret iç içe yaşandı, Avrupalılar kendilerini kaybettiler.

Daha 1 . Haçlı Seferinde Suriye'deki Maara (Maarretü'l Numan) kentinde 1098'de yüz binlerce kişilik güçlerce kuşatılan savunmasız bu büyük kenti kimseye zarar vermeyecekleri sözüyle teslim aldıklarında, üç gün boyunca yüz binden fazla insanı katlettiler, çok az sayıda esir aldıklarının dışında tek kişiyi sağ bırakmadılar. Ama bunlarla yetinmediler, seferde bulunan kendi tarihçileri, Avrupalıların, Türk ve Müslümanları yediklerini, çocukları şişe geçirip kızartarak, yetişkin büyükleri kazanlarda kaynatıp pişirerek karınlarını doyurduklarını yazdı (Frank kronikçiler Raoul de Caen ve Albert d'Aix) (1);


Türkler yüzüldü, barsakları çıkarıldı,

etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.

Doyasıya yediler, amma ekmeksiz olarak.


Bu dizeler, 1.Haçlı Seferine katılan bir şairin elinden çıkmadır.


"Tafurlar" denilen fanatikleşmiş Frank çeteleri "Müslüman eti çiğnemek istediklerini" bağırırlar, "akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere" toplanırlardı.

"Bohemond birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen öldürttü. Büyük bir ateş yaktırıp ve cesetleri şişlere geçirtip pişirttikten sonra . . . kurulacak sofralara getirilmelerini emretti. Bunun ne demek olduğu kendisine sorulunca; 'bugün toplanan mecliste kumandanların aldığı bir karara göre . . . bulunacak bütün Türklerin . . . böylece pişirilip prenslere ve orduya ikram edileceklerinin herkesce bilinmesi içindir' yanıtını verdi."

Bu tanıklık, Suriye'deki Sur kentinin Katolik metropoliti Guillaume tarafından yapılmıştı.(2)


Alp Hamuroğlu

Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa. Doğu'dan Batı'ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri)

(1) Richard le Pelerin, Chanson d'Antioche, 5.58; akt. Erer, 5.49.

(2) Raşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri.

* Maalouf, yamyamlıkla ilgili anlatıların "20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- es geçildiğini" belirtmekte... Anlaşılan "yamyamlık", uygar Batı'ya ve "uygar Batı'nın tarihi"ne hiç uygun düşmemekte, yakışmamakta, daha doğrusu bundan utanılmakta, bu yüzden de bunun sözü edilmemeye çalışılmaktadır.

***


When they captured Maara (Maarret al Numan) in Syria during the First Crusade in 1098, this large, defenseless city besieged by forces of hundreds of thousands, with the promise that they would not harm anyone, they slaughtered more than a hundred thousand people for three days, leaving no one alive except a very few captives. But they did not stop there; their own historians, who were on the expedition, wrote that the Europeans ate the Turks and Muslims, skewering and roasting the children and boiling and cooking the adults in cauldrons (Frankish chroniclers Raoul de Caen and Albert d'Aix) (1);


Turks were flayed and disemboweled,

and kebabs were made from their meat.

They ate their fill, but without bread.


These lines were written by a poet Crusade by a poet who participated in the First Crusade.

Fanaticized Frankish gangs called “Tafurs” shouted that they wanted to “chew Muslim flesh” and gathered “in the evening around the fire to eat their prey”.

“Bohemond ordered some Turks to be brought in. He had them killed immediately. After lighting a big fire and having the corpses skewered and cooked . . . he ordered them to be brought to the tables to be set. When he was asked what this meant, he replied: 'According to a decision taken by the commanders in the assembly that met today . . . that all the Turks to be found . . . will be cooked in this way and served to the princes and the army'.”  This testimony was given by Guillaume, the Catholic metropolitan of Tyre in Syria.


Alp Hamuroglu

Christianity, Islam and Europe. Gates of Civilization from East to West (Andalusia, Sicily, Crusades)




22 Ağustos 2024 Perşembe

Sakarya

 

Düşman Yunan, Sakarya'da ayağında çarığı bile olmayan Mehmetçiklerimiz tarafından 22 gün 22 gecede durduruldu..

Sakarya "Subay" Savaşı... 22 Ağustos - 13 Eylül 1921

Erlerin  %35-40'ı, Subayların  %70-80'i şehit olmuştu,

Halk varını yoğunu ortaya koydu...

Bir sonraki hedef "Akdeniz, İleri"ydi... 26 Ağustos 1922

560 km'yi 15 günde koşup-savaşarak 9 Eylül'de İzmir'e giren Mehmetçikler....



Bize hakkınızı helâl ediyor musunuz?...



Savaş Esiri Türkler ve Şehitlikler

Anadolu'da Yunan Zulmü


Greek atrocities in the vilayet of İzmir (Smyrna)
from May to July 1919
documents and evidence of English and French officers


Kuşadası Kalesi Türk'tür

 

Kuşadası Kalesi Türk'tür.



İddia konusu Scalanova Ceneviz kolonisi, esasen hiçbir birincil kaynak veya Ceneviz arşiv belgesinde de mevcut değildir. En başta Balard (1978), Belgrano (1877) ve Bertolotto & Sanguineti (1896) tarafından etraflıca derlenmiş söz konusu tüm kaynaklarda, bu isimde bir ticari koloniye rastlanmaz. Carr (2015), Fleet (1999) ve Turan (2000) gibi araştırmacıların özellikle de Ege kıyılarını 13-15. yüzyıllar itibariyle ticaret, savaşlar ve siyasi ilişkiler gibi farklı yönleriyle ele alan kapsamlı çalışmalarında da Scalanova hakkında hiçbir bilgi mevcut değildir. Anconalı Ciriaco de' Pizzicolli'nin 

Akdeniz'den Karadeniz'e tüm Ceneviz kolonilerini tek tek sıraladığı Ağustos 1446 tarihli mektubunda da böyle bir yer yoktur (Pizzicolli, 2003: 265-266). Cenevizlilerin 13. yüzyılın sonlarından başlamak üzere yakın bölgede ticari amaçla bulundukları yerler ise Altoluogo (Ayasuluk), Anaia (Kadıkalesi) ve Palatia (Balat, Milet) şeklindedir (Fleet, 1993: 131-136; Kahyaoğlu, 2016: 274-276) (Örneğin Anaia ilgisindeki 13. yüzyıl sonu Ceneviz ticari kayıtları için bkz. Bertolotto & Sanguineti, 1896: 514, 520, 527-530, 541).

Kuşadası, Vincent de Stochove tarafından 1631'de "eschelle Neufue" (= Yeni İskele) olarak tabir edilse de (Stochove, 1643: 229), yine Kuşadası'na yönelik "Scalanova" yer isminin tam olarak bu haliyle ilk defa ortaya çıktığı kaynak, 1631 tarihli Placidus Caloiro et Oliva portolanıdır (BnF, CPL GE C-5098 RES). Aynı kaynak tarafından hazırlanmış 1639, 1640 ve 1657 tarihli portolanlarda da günümüz Kuşadası'nın Scalanova ismiyle gösterimine devam edilmiştir (Conti, 1978: 33; Princeton, MS. 254)

Dolayısıyla ilk ve en kapsamlı haliyle Müller-Wiener (1961; 1975) tarafından öne sürülerek bugüne değin kısmen kabul görmüş, Yılancı Burnu'nda Phygela ile günümüz Kuşadası'nda iddia konusu Scalanova Ceneviz kolonisinin 13-14. yüzyıllarda bir müddet yan yana var olduğu ve bu ikilinin portolanlarda "Figella" vb. şeklinde gösterildiği Ludolf von Sudheim dayanaklı argümanın geçerliliğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir; çünkü birincil kaynaklara göre ne bölgenin ana yerleşimi Phygela Yılancı Burnu'ndadır ne de Scalanova Ceneviz kolonisi tarihte var olmuştur. 

Kiel (2004) tarafından Sığla Sancağı'na dair 1545 ve 1575 tarihli Osmanlı arşiv belgeleri yoluyla ortaya konduğu üzere Kuşadası 16. yüzyılda meskun değildir ve ancak 17. yüzyılın başlarında kurulmuş yeni bir yerleşimdir. Bu dönemde gerileyip metruklaşan ve deniz ticaretinden kopan Ayasuluk'a karşılık ortaya çıkmış "Yeni İskele" olup Türk kaynaklarında "Kuşadası", Batı kaynaklarında ise "Scalanova" ismine sahiptir ki 18-19. yüzyıl gezginlerinin ifadeleri de teyit etmektedir. 

Evliya Çelebi'nin 1671 tarihli aktarımı ve yine Kiel (2004) tarafından çalışılmış 1619-1622 tarihli belgelere göre, Öküz Mehmed Paşa'nın baştan aşağı imar ettirdiği Kuşadası'nda, tahkimli bir kervansaray beraberinde limanın güvenliği için inşa ettirdiği kale, Güvercinada Kalesi olmalıdır. Topçu kalesi olarak mimarlık tarihi akademik yazınına göre 15. yüzyılın sonlarından daha erkene tarihlenmesi zaten mümkün gözükmeyen bu tahkimat, Evliya Çelebi'nin 1671'deki tanıklığında da açıkça bir top tabyası fonksiyonuna sahiptir. 

1614-1616 tarihli Öküz Mehmed Paşa imarından bir müddet sonra, kendisinin yaptırdığı kervansaraya bitişecek şekilde kent surları inşa edilmiştir ki IV. Murad'ın emriyle Topal Recep Paşa tarafından, olasılıkla 1620'lerde gerçekleştirilmiştir. Güvercinada Kalesi dış surlarının 18. yüzyıl gravürlerinde bile olmaması dikkat çekicidir ve Öküz Mehmed Paşa'nın limanın güvenliği için yaptırdığı tahkimatın, adadaki top mazgallı dörtgen kule olduğunu işaret etmektedir (Şekil 26-27) [linke bknz.-SB].

Mevcut tüm mimari ve tarihi bulgular doğrultusunda tamamen bir Osmanlı Dönemi topçu kalesi görünümündeki Güvercinada Kalesi ve 17. yüzyıldan daha erkene tarihlenmesi olası gözükmeyen Kuşadası yerleşiminin kent surlarına dair, 19. yüzyıl dolaylarında başlamış ve esasen bilimsel altyapısı olmayan, dayanaksız bir "Ceneviz kalesi" yorumu söz konusudur. Dahası, Ayasuluk'un kalıntıları hala mevcut Geç Orta Çağ limanıyla ilgili bazı aktarımlar hatalı şekilde Kuşadası'na atfedilip birtakım yüzeysel hipotezle de harmanlanarak meçhul bir "Scalanova" Ceneviz kolonisi buraya yakıştırılmıştır. 

Oysa ki Avrupalıların 17. yüzyılın ortalarından itibaren, mevcut Kuşadası yerleşimi için fakat "Kuşadası" ismine karşılık kullandığı çağdaş "Scalanova" ifadesi, hiçbir Geç Orta Çağ birincil kaynağında yoktur. Cenevizlilerin Batı Anadolu'da faaliyet gösterdikleri Geç Orta Çağ dönemine tarihlenen tüm portolanlar, günümüz Kuşadası yöresinin "Chipo" adında, liman özelliği taşımayan gayrimeskun bir sahil yeri olduğunu ortaya koymaktadır. Bölgenin ana yerleşimi Phygela ise buranın kuzeydoğusunda, günümüz Eski İçmeler (Kuştur) Mevkii tarafındadır. 16. yüzyıl itibariyle Türklerin "Kuş Adası" olarak adlandırdığı ve o tarihlerde gayrimeskun Güvercinada, Ayasuluk'un gerilemesini takiben bir yüzyıl kadar sonra sahilde kurulacak ve Avrupalıların "Scalanova" (= Yeni İskele) diyecekleri Türk liman kentine ismini vermiştir. 

Kuşadası'na ve tahkimatlarına dair disiplinler arası çerçevede titiz bir araştırma yapılmaksızın, hatta aksi yöndeki sınırlı bilimsel yayınlar dahi dikkate alınmadan, yalnızca Özyiğit'in (2017) birincil kaynak ve mimarlık tarihi akademik yazınından yoksun yorumlarını ve genelleyici izlenimlerini esas alan UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Kuşadası Güvercinada Kalesi ve kent surlarını UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ne Ceneviz ilgisinde aday göstermiştir ve UNESCO da bu başvuruyu kabul etmiştir (UNESCO, 2020, 14 Nisan). Hiyerarşik bir süreç neticesinde ortaya çıkmış bu durum hem akademik hem de kültürel miras marka değeri bağlamında tutarsız bir sonuca neden olmuş, 16-17. yüzyıl bağlamında ortaya çıkmış bir Türk yerleşimi ve özgün tahkimatları, ciddi bir farkla 13-15. yüzyıl bağlamında Cenevizlilere yakıştırılmıştır. 

Günümüz Türkiye sınırları içerisinde kalan tüm Ceneviz kaleleri, en geç 15. yüzyılın ortalarında Osmanlılar tarafından fethedilmiştir. Tutarsız şekilde kimi zaman Cenevizlilere atfedilen topçu kalelerine özgü mimari detaylar ise tarihte ancak bu yüzyılın sonları itibariyle tanımlı bir bağlama oturmuştur. Dolayısıyla 14. yüzyılın başlarından 15. yüzyılın ortalarına kadarki Ceneviz tahkimatlarında, dönemsel koşullar gereğince yüksek perde duvarları ve kuleler, düz cepheler, tepe mazgalları ve yarık biçimli ok delikleri yaygın iken tabya formunda basık ve geniş atış platformları, eğimli cepheli ve çokgen planlı burçlar ile açılı top mazgallarına rastlamak mimarlık tarihi bakımından makul gözükmemektedir. Bu bağlamda Kuşadası ile neredeyse aynı düzeydeki bilimsel belirsizlikler ve yüzeysel "Ceneviz" yakıştırmaları, UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ndeki diğer tahkimatlardan Akçakoca Kalesi, Çandarlı Kalesi ve Çeşme Kalesi için de söz konusudur. Oysa söz konusu ilgide ele alınacak tüm savunma yapıları, metodolojik açıdan bu çalışmada ortaya konduğu üzere en başta birincil kaynaklar ve mimarlık tarihi ilgisindeki teknik araştırmalar dikkate alınarak irdelenmelidir. Bir şekilde geçmişten günümüze gelmiş farazi "Ceneviz" yakıştırmalarının etkisinde kalınmadan, temelde disiplinler arası çerçevedeki bilimsel araştırmalar yoluyla değerlendirilmelidir. Birtakım ön kabullere dayanan stilistik genellemeler ve yüzeysel kıyaslamalardan kaçınılarak her anıt tekil olarak incelenmeli; en başta da dönemsel koşullar göz önüne alınmalıdır. 

UNESCO Dünya Miras Listesi'ne kalıcı olarak girme yolunda, Kuşadası'na ve tahkimatlarına dair elzem düzeltmeler en kısa zamanda yapılmalı ve bu özgün anıtlar Osmanlı Dönemi ilgisinde değerlendirilmelidir. Öte yandan başvuru dosyasında hariç tutulmuş Enez Kalesi, Galata Surları ve Trabzon Güzelhisar gibi en başta birincil kaynaklar üzerinden tarihteki Ceneviz dönemleri açıkça ortaya konabilen savunma yapıları, söz konusu UNESCO sürecinde dikkate alınmalıdır ve ilgili başvuru dosyası da bu makalenin bulguları doğrultusunda mutlaka revize edilmelidir. Kuşadası İlçesi'ne yönelik güncel Ceneviz çalışmaları ise ticari sebeplerle burada bulundukları doğrudan Ceneviz arşiv belgeleriyle sabit olduğu üzere Anaia (Kadıkalesi) üzerine odaklanmalıdır. 


Doç.Dr. Hasan Sercan Sağlam, (Mimarlık)

UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi Bağlamında Kuşadası Eleştirisi ve Var Olmamış Bir Ceneviz Kolonisi: Scalanova [A Kuşadası Criticism in the UNESCO World Heritage Tentative List Context and a Non-existent Genoese Colony: Scalanova]. 2022, Kent Akademisi / Urban Academy 15(2), 2022 : p. 452-480. / link





The Early 17th Century Grid Plan of Kuşadası: An Unparalleled Example? 


Kuşadası, being a coastal town of Aydın Province in the west of Turkey, has a historical city center with a  striking grid urban layout. Joseph Pitton de Tournefort was the first researcher to compare the square-planned  urban morphology of Kuşadası with European cities, in fact with a purely impressionistic assessment  (Tournefort, 1718, p. 207). Then, Müller-Wiener (1961; 1975) argued that in the second half of the 13th  century, a Genoese colony called Scalanova was founded there, as the testimonies of Ludolf von Sudheim and  Francesco Balducci Pegolotti dated around 1340 were cited as evidence. Moreover, the grid planned urban  morphology of Kuşadası was interpreted as another indicator of its foundation as an Italian colony with a  “rational plan” that is uncommon for the Ottoman cities, which have rather irregular forms (Müller-Wiener, 1961, p. 77-79; 1975, p. 414-419). 

On the other hand, Kiel (2004) questioned that the grid layout of Kuşadası cannot be a sufficient indicator  alone for a Genoese colonial presence, as there are grid plans also in Navarino (Pylos) and Banja Luka, which  were founded by the Ottomans in the 16th century. In addition, there is absolutely no settlement named  Kuşadası in the cadastral registers dated 1545 and 1575 to which the Kuşadası region was subject. 

According  to two Ottoman archival documents from 1619 and 1622, Öküz Mehmed Pasha founded Kuşadası and built a castle, city walls, fundamental public buildings and commercial establishments between 1614-1616. Kuşadası became the new administrative center of the region and replaced Ayasuluk (Selçuk) in 1676, which declined and lost its commercial character. The Europeans called Kuşadası literally “New Pier” (Scala Nova) as it  became the new regional harbor. Thus, Kuşadası is an Ottoman settlement founded in the early 1600s, which Vincent de Stochove also confirms by 1631 (Kiel, 2004: 403-415)

In fact, testimonies about the Late Medieval Ayasuluk were erroneously attributed to Kuşadası and blended with some superficial urban hypotheses to attribute an obscure Genoese colony there. A settlement  called “Scalanova” is not found in Late Medieval written or cartographic primary sources. Moreover, all  portolans dating to the Late Middle Ages, when the Genoese were present in West Anatolia, reveal that the  locality of present Kuşadası was an uninhabited coastal region and was not a harbor for seafarers. Hence, the  grid urban layout of Kuşadası is an early 17th century Ottoman application, which is just another example like Ayvalık for the usage of grid plans in Ottoman territories, particularly in West Anatolia, even before modern  planning practices. 


Sercan Sağlam, 2022

(PhD, Associate Professor of Architecture)

"CHAPTER 9. The Grid that Remained: Redating the Coastal Urban 

Morphology of Ayvalık", by Hasan Sercan Sağlam. In "Heritage And The City : Values and Beyond, Edited by Husam R. Husain", p 125-138. (the 5th International Conference of Contemporary Affairs in Architecture and Urbanism ICCAUA2022, held online in Alanya Hamdullah Emin Pasa University in May 2022) / link