Suriye'yi Kaybettiğimiz Bozgunun Yüzüncü Yılı
Deniz Berktay
Türk aleyhtarı filmler arasında en meşhurlarından biri olan ve 1.Dünya Savaşı'nda Araplar'ın Türkler'e karşı kışkırtılmasında önemli rol oynayan İngiliz subayı Thomas Edward Lawrence'ın maceralarını bire bin katarak anlatan Arabistanlı Lawrence filmini seyredenler hatırlayacaktır: Peter o'Tool'un canladırdığı Lawrence karakteri, Omar Sharif'in canlandırdığı Şerif Ali ile çölde ilerlerken, uzaktan, geceyi gündüze çeviren patlamalar görürler. İngiliz topları Türk hatlarını dövmektedir. Şerif Ali "O ateşin altında olanın Allah yardımcı olsun" der. Başından geçen çeşitli olaylar sonucunda Türkler'e kini iyice artan Lawrence, nefret dolu bir ifadeyle "O ateşin altında Türkler var" der. Bunun üzerine Şerif Ali ona "Öyleyse Allah Türkler'in yardımcısı olsun" der.
İşte o sahnelerde tasvir edilen ve Osmanlı'nın Suriye'yi büyük bozgunlarla, ağır kayıplarla terketmesine neden olan Nablus Muharebeleri'nin bugün 100.yıldönümü. İngilizler'in Suriye'nin güneyindeki Osmanlı hatlarını yarmasıyla başlayan muharebe sonucunda Osmanlı orduları darmadağın olmuş ve Suriye Arapları'nın isyan etmesi sonucunda, koskoca Suriye bir ay içinde elden çıkmıştı. 30 Ekim 1918'de Mondros'ta mütareke imzalanırken, Osmanlı kuvvetleri aşağı yukarı bugünkü Türkiye sınırlarına çekilmiş bulunuyordu.
Süveyş'te Türk Askerini Harcayan Almanlar
1.Dünya Savaşı'nda Arap Yarımadası'nın doğusunda Türkler'le İngilizler arasındaki savaşlar, Irak Cephesi'nde İngilizler'in Basra'yı işgaliyle başlarken (21 Kasım 1914); "Batı Arabistan" olarak adlandırılan bölgedeki çatışmalar, 1915 başlarında, Cemal Paşa'nın Almanlar'ın teşvikiyle Süveyş Kanalı'na harekat düzenlemesiyle başlamıştı (Birinci Kanal Harekatı). Avrupa cephelerinde İngilizlerin özellikle Hindistan ve Avustralya'dan sömürge askerlerini naklederek cephede üstünlük elde ettiğini gören Almanlar, o zamanki İttihat ve Terakki yönetimini, Süveyş Kanalı'na akın edip "Mısır'ı fethetme" konusunda ikna etmeyi başardılar. Suriye'de 4.Ordu Komutanlığına getirilen Cemal Paşa'nın emrine verilen Baron Kress von Kressenstein (bizdeki adıyla Von Kress Paşa), kanala taarruz hazırlıklarına, Osmanlı Devleti'nin henüz resmen savaşa katılmadığı 1914 Eylül ayında başlayacaktı.
Sonunda, 1915 başlarında Kanal'a hücum eden Osmanlı kuvvetleri, İngiliz tahkimatlarının karşısında ağır hezimete uğradı. Savaştan sonra 1938 yılında hatıralarını kaleme alan Von Kress, kendisinin uzun süren keşif ve incelemelerinin ardından, bu taarruzun başarı şansının olmadığını baştan anladığını, fakat kendileri açısından asıl meselenin, Osmanlı'nın İngiltere'yle savaşa girmesine rağmen henüz kan dökülmemiş olması ve bu durumda, Almanya'ya yakın olan Talat ve Enver Paşalar'ın devrilmesi halinde Osmanlı'nın savaştan çekilme riski bulunması olduğunu, böyle bir riski önlemenin yolunun da Türkler'le İngilizler arasında bir an önce kan dökülmesini sağlamak olduğunu söylemiştir (Von Kress, Kuma Gömülen İmparatorluk, Yeditepe Yayınları 2007). Sonuçta kanal İngilizler'den alınamasa, hatta kanalı uzun süre ulaşıma kapatmak bile mümkün olamasa da, Türkler'le İngilizler arasında kan dökülmüş ve İngilizler'in tedirginliği nedeniyle, Avrupa cephelerine gönderilebilecek askerlerin bir bölümü, Mısır'a bağlanmış olur.
Arap İsyanı'nın Patlak Verişi
Kanal Cephesi'nde 1916'da Türkler'in bazı küçük çaplı başarıları olur fakat bu yıl düzenlenen İkinci Kanal Seferi de, - bu sefer Kanal'ın doğu yakasında tahkimatlar yapmış ve sağlamca yerleşmiş olan - İngilizler tarafından bozguna uğratılır.
İngilizler uzun zamandan beri gözlerine kestirmiş oldukları Arap Yarımadası'na Mısır'dan sefer düzenlemek istemekte fakat Hicaz'da ve Akabe'de bulunan Osmanlı kuvvetleri, buna engel teşkil etmektedir. Fakat, 1916'nın Haziran ayında Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in isyan ederek Mekke'yi zaptetmesi, Medine'yi kuşatmaya alması ve 1917'nin Temmuz ayında, Yüzbaşı T.E.Lawrence'ın örgütlediği Bedeviler'in İngiliz Ordusu'nun işini epey kolaylaştırır. Zira, Akabe'nin ele geçirilmesiyle İngilizler, sonraki hamlelerinde çok önemli bir üsse sahip olmuşlardır. Bundan da ötede, Akabe'nin ele geçirilmesiyle, kuzeye doğru ilerleyecek İngiliz kuvvetlerinin, güneydeki bir Türk varlığından çekinmesini gerektirecek bir neden kalmamıştır.
1917 yılında İngilizler, Gazze'ye üç defa taarruz ederler. Osmanlı kuvvetleri, bu kuvvetleri, bu taarruzların ilk ikisini püskürtse de, üçüncü Gazze Muharebesi, bir taraftan İngilizler'in sayıda Osmanlı kuvvetlerinden çok daha üstün hale gelmesi, diğer taraftan da İngiliz Generali Edmund Allenby'in şaşırtma taktikleri sonucunda, Osmanlı'nın ağır bozgunuyla sonuçlanır ve Kudüs de dahil olmak üzere, Filistin'in büyük bölümü, İngilizler'in eline geçer. Cemal Paşa, hatıralarında bu bozgunun nedeninin, Suriye'deki Osmanlı ordularının (Yıldırım Orduları Grubu) komutasını üstlenen Alman eski Genelkurmay Başkanı Von Falkenhein olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, Verdun Muharebeleri'nde Alman Ordusu'nun bozguna uğraması üzerine, bu başarısızlığın sorumlusu olan Von Falkenhein, sürgün görevi olarak Osmanlı'ya gönderilmiş ve burada, emrindeki Türk askerlerini su gibi harcamaktan çekinmemişti. Meselenin bir diğer boyutu da, Kudüs'ün İngilizlerin (yani yeniden Hıristiyan bir devletin) eline geçmesini sadece İtilaf Devletleri'ne mensup milletlerin değil, Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ve Avusturya'da da geniş kesimlerin kutlamış olmasıydı !
Suriye'nin Elden Çıkması
1918 ortalarında İngilizler, Suriye'ye yönelik genel taarruz için hazırlıklarını yoğunlaştırır. O dönemde Osmanlı Ordusu'nda Tümen Komutanı olan Hans Guhr da, Eylül ayı başlarında, İngiliz Ordusu'nun hiçbir ateşe karşılık vermediğini, bu durumun, taarruz öncesi son hazırlıkları gizleme amacını taşıdığını yazmaktadır (Hans Guhr, Anadolu'da ve Filistin'de Türkler'le Omuz Omuza, İşbankası Kültür Yayınları 2016). Yıldırım Orduları Grubu (4.cü,7.ci ve 8.ci Ordulardan oluşmaktadır) bünyesindeki 7.Ordu'nun kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, Kudüs'ün düşmesinden sonra Falkenhein'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanı olan Liman von Sanders'i, İngilizler'in 19 Eylül'de taarruza girişeceklerine ilişkin istihbarat aldığı konusunda uyarır, fakat Von Sanders gerekli önlemleri almaz.
Mustafa Kemal Paşa 19 Eylül gecesi telefonda diğer komutanlarla görüşüp kaygılarını ilettiği sırada, İngiliz topları ateşe başlar. 8.Ordu tamamen, Mersinli Cemal Paşa (Küçük Cemal Paşa) komutasındaki 4.Ordu ise büyük ölçüde imha olmuştur. İngilizler'in getirdikleri yeni savaş uçakları, tepsi gibi dümdüz çöllerde, Türk askerlerini tarar. Hicaz Demiryolu Hattı'nın köprüleri, İngiliz güdümündeki isyancı Araplarca havaya uçurulup kullanılmaz hale getirildiğinden, demiryolunu kullanarak düzenli geri çekilme imkanı da hemen hemen kalmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük şehirlerinden olan Şam, panik halinde terkedilir ki bu en çarpıcı şekilde o dönemde Suriye'de görev yapmış olan Selahattin Günay "Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk" adlı hatıralarında nakletmektedir.
Günay, Suriye'deki çatışmalar sırasında, 4.Ordu Komutanı Mersinli Cemal Paşa'nın emrine girmiştir. Şam'a geldiklerinde, Suriyeli olan eşini bir eve yerleştirebilmek için paşadan birkaç saat müsaade ister. Mersinli Cemal ona, "Tamam, işlerini bitirip akşam 5'te karagahta ol" der. Günay, işlerini daha erken tamamlayıp saat 3'te karargah binasına geldiğinde bir de bakar ki karargahın yerinde yeller esmektedir. Tesadüfen karşılaştığı bazı askerlerden paşanın "cephede aniden değişen durum karşısında" otomobiline binip Halep'e doğru hareket ettiğini öğrenir. Yani, ordu komutanı Osmanlı'nın en büyük şehirlerinden birini, yanındakilerden kimseye bildirimde bile bulunmadan terkedip gitmiştir. Hükümet Konağı'nın orada, tesadüfen emir erini bulur. Emir eri, ona olan biteni şöyle aktarır: "Bir kalabalık geldi. bir kısmı, hükümet konağının önünde durdu. Bir kısmı içeri girdi. Balkona çıktılar. sonra birisi bir şeyler söyledi. Sonra bizim bayrağı aşağı indirdiler. Acayip bir bayrak çektiler. Bir sarıklı dua etti. Diğerleri de amin dediler. Sonra birkaç askerimizi hükümet önünde vurdular. Bu sırada ben bir sağa, bir sola hayvanı gezdiriyordum. Kimse bana bir şey sormadı. Sonra siz gelip beni buldunuz". (Selahattin Günay, Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk? Suriye ve Filistin Anıları, İşbankası Kültür Yayınları 2011)
Bu şartlar altında Mustafa Kemal Paşa, askerlerini sayıca çok üstün İngilizler'in eline esir düşmekten kurtarmak için, süratle Halep'e doğru çekilir. 23 Ekim'de Halep önlerinde muharebeler başlar. Fakat, Mustafa Kemal Paşa'nın çok daha sonradan hatıralarında belirttiği üzere, Halep'te evlerin damlarından ateş açılması ve bombaların atıldığını görmesi üzerine, böyle bir şehrin düşmana karşı savunulmayacağını anlar (hatta bir ara isyancıların ortasında kalıverir ve tek başına olmasına rağmen, üstün zekası ve soğukkanlığı sayesinde, hala Osmanlı karşısında psikolojik ezikliğini yenememiş olan isyancılara kırbacını şaklatarak talimatlar verir ve ellerinden kurtulur.) Böylelikle Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı 30 Ekim 1918'e doğru Arap bölgeleri hemen hemen tamamen terkedilerek bugünkü milli sınırlarına çekilmiş olur. Prof.Dr.Ergun Aybars "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi" adlı kitabında, sadece bu 40 gün kadar süren muharebe döneminde (19 Eylül - 30 Ekim) Yıldırım Orduları'nın insan, silah, uçak, lokomotif, vagon kayıplarının Kurtuluş Savaşı'nda zorlukla elde edilen miktara eşdeğer olduğunu belirtmektedir.
İmparatorluktan Ulus Devlete
İlber Ortaylı "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu" adlı kitabında, Rusya'nın toprak vererek 1.Dünya Savaşı'ndan çekildiği 3 Mart 1918 tarihli Brest Litovsk Antlaşması hakkında şunları yazmaktadır: " O akşam Brest Litovsk'ta Rus İmparatorluğu'nun dağılışını kutlayan Alman, Avusturya ve Osmanlı devlet adamları, kısa bir süre sonra kendi imparatorluklarının da aynı akıbete uğrayacağını göreceklerdi. Brest Litovsk'ta akşam, imparatorlukların üzerine çökmüştü."
Mustafa Kemal'in daha 1907 yılında Selanik'te arkadaşlarına söylediği şekilde, Osmanlı İmparatorluğu'nun olduğu gibi korumaya çalışmak yerine, milli sınırlara çekilerek güçlenmek ve ulus devlete dönüşmek konusunda öne sürdüğü ve o zaman kimsenin kabule yanaşmadığı fikirlerin gerçekçiliği, tarih tarafından sınanıp doğrulanmış oluyordu.
Deniz Berktay
21.Yüyıl Türkiye Enstitüsü, 21 Eylül 2018
***
Kerem Çalışkan
Tarih uzmanı değerli gazeteci Murat Bardakçı 30 Temmuz 2017 tarihli Pazar günü Habertürk’teki köşesinde Kudüs’ü ne zaman ve nasıl İngilizlere terk ettiğimizi yazdı. İsrail’in Mescidi Aksa’da İslam dünyasına karşı son provokatif yasaklamaları nedeniyle Kudüs konusu yeniden güncellik kazandı. Bardakçı’nın yazısı da Yenikapı’da Kudüs mitinginin yapıldığı gün yayınlandı. Bardakçı köşesinde belgesini de ilk kez yayınlayarak, Kudüs’ün son Osmanlı yöneticisi Mutasarrıf İzzet Bey tarafından ‘kutsal mekanların bombalanmaması için’ 9 Kasım 1917’de İngilizlere teslim edildiğini yazdı. Bu bilgi hem eksik hem yanlış.
Kudüs o sırada Suriye-Filistin-Gazze cephesinde Alman/Osmanlı orduları ile İngiliz ordusunun savaştığı bölgenin ortasında bir kentti. 401 yıldır Osmanlı hakimiyetinde olan bu kadar tarihi ve kutsal bir kentin savaşın ortasında, bir ‘Mutasarrıf’ın (kaymakam) kararı ile düşmana, yani İngilizlere bırakılamayacağını herhalde Murat Bardakçı da çok iyi bilir.
Çünkü savaşın ortasında böyle bir kararı sivil idareciler değil, ancak savaşı yöneten komutanlar verebilir. Kudüs’ün boşaltılması kararını da Mutasarrıf İzzet Bey vermemiştir… O sırada Kudüs cephesinde Osmanlı’nın Yıldırım Orduları Grubu’nu yöneten Alman Mareşali Erichvon Falkenhayn vermiştir… Falkenhayn bu kararı, Hıristiyanlık adına, Hıristiyanlarca kutsal sayılan mekanların bombalanarak tahrip olmaması için vermiş ve Kudüs’ü ciddi bir direniş göstermeden İngilizlere teslim etmiştir… Mutasarrıf İzzet Bey, kent düşerken Alman Mareşal’in kararını tebliğ etmiştir… 1915 Şubatındaki ‘Kanal Harekatı’ndan beri bölgede en yetkili askeri-mülki komutan olan ve Alman Mareşali Falkenhayn’ın bölgeye gelmesine şiddetle karşı çıkan Cemal Paşa anılarında, Falkenhayn’ın Kudüs’ü terketme kararını uzun uzun dile getirmiş ve acı acı yermiştir.
Şöyle anlatıyor Cemal Paşa: "O sırada Kudüs henüz sükut etmemişti (düşmemişti). Kudüs’ü müdafaaya memur olan kolordunun kumandanı Mirliva (Tuğgeneral) Ali Fuad Paşa’dan (Cebesoy) aldığım hususi malumata göre General Falkenhayn Kudüs’ün müdafaası taraftarı değildi. Fikrimce bundan büyük hata ve Osmanlı saltanat hukukuna bundan açık ihanet tasavvur olunamazdı. Falkenhayn, mukaddes beldenin müdafaası, mübarek makamların top mermileriyle harap olması ile neticeleneceğinden, buna katiyen razı olamayacağını bir konuşma sırasında Ali Fuad Paşa’ya söylemişti. Bundan daha gülünç bir fikir olamaz. Kudüs şehri Haçlı seferleri sırasında evvela İslamlar tarafından Haçlılara karşı ve sonra Haçlılar tarafından Selahaddin Eyyubi’ye karşı müdafaa edilmemiş mi idi? 11. Ve 12. asırda hoşgörülebilen bir şey nasıl oluyor da 20. asırda muvafık görülemiyordu? Şayet Kudüs’teki mübarek makamların harap olmaması lazım geliyorsa, Hıristiyan olan İngiliz ordusunun bu şehre tecavüzden ve şehir üzerine top endahtından (atışından) tevakki etmesi (kaçınması) icap ederdi. Her halde biz şehrin ilerisinde müdafaayı ihtiyar edeceğimiz için, şehre isabet eden mermiler bize değil İngilizlere ait olacaktı." (Cemal Paşa-Hatırat/Arma Yayınları-1996/ Sayfa 206)
Cemal Paşa bu durumda Kudüs’e destek için bir süvari alayı yolladığını, ancak Falkenhayn’ın mevcud kuvveti şehrin müdafaası için yeterli gördüğünü yazar. Cemal Paşa bundan sonra o sırada Kudüs’ü savunan komutan Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy) acı telgrafına yer verir. Bütün taleplerine rağmen Falkenhayn’ın başında bulunduğu Yıldırım Orduları Grubu’ndan destek alamayan Ali Fuad Paşa, İngilizlerin, askerin yorgunluğundan istifade bir sabah baskını ile Kudüs’ü ele geçirdiklerini belirtir ve telgrafını ‘Herhalde bu sükutun mesuliyeti kamilen (tümüyle) Falkenhayn Paşa’ya aittir!’ diye bitirir. Tarihi gerçekler budur!...
Alman Mareşal Falkenhayn, Hıristiyanlarca kutsal mekanların tahrip olmaması için Kudüs’ü Hıristiyan İngiliz ordusuna teslim etmiştir… Bir Hıristiyan dayanışması söz konusudur… Sözde müttefikimiz Hıristiyan Alman mareşal, Hıristiyan İngiliz ordusuna destek vererek Kudüs’ü Osmanlı’dan, İslam dünyasından, Türklerin elinden alarak Hıristiyan dünyaya teslim etmiştir…
Murat Bardakçı yazısının sonunda ‘bir tuhaflık daha’ diyerek, İngiliz General Allenby Kudüs’e girerken, Almanya dahil tüm Avrupa’da kiliselerin zafer çanları çaldığını ve Kudüs’ün yeniden Hıristiyanların eline geçmesini kutladığını aktarır… Burada tuhaflık, müttefikimiz Almanya’da kiliselerin çanlarının çalması değil, Alman Mareşal Falkenhayn’ın Kudüs’ü, Hıristiyan dayanışması ile İngilizlere savaşsız teslim ettiği gerçeğini Murat Bardakçı’nın yazmamasıdır… Tuhaf olan Bardakçı’nın Falkenhayn’dan tek kelime bile söz etmemesidir… Murat Bardakçı gibi tarih uzmanı, birçok değerli eser vermiş bir gazetecinin yukarda sıraladığımız gerçekleri ve Cemal Paşa’nın Kudüs’ün teslimi konusunda Falkenhayn’ı suçlayan anılarını dikkate almaması düşünülemez…
ALLENBY’NİN TÜRBE ŞOVU
İngilizler Kudüs’ün zaptından bir yıl kadar sonra kuzeye ilerleyip Şam’ı da ele geçirirler. İngiliz General Allenby, Emevi Camii’nde Selahaddin Eyyubi’nin türbesine gider. Çizmesiyle sandukaya dokunup ‘Kalk Selahaddin, bak biz yine geldik!’ der… Allenby’nin bu küstah sözleri, Hıristiyan alemin İslam dünyasına Kudüs yüzünden savurduğu 730 yıllık intikam çığlığıdır!..
Bölgemizde Mescidi Aksa üzerinden Kudüs kavgası yeniden alevlenirken, bu tarihi ve kutsal 400 yıllık Osmanlı kentini, ne zaman, kimin kime, niçin teslim ettiğini doğru anlatmak her gazetecinin ve her tarihçinin kaçınılmaz görevidir… Hele bu gazeteci Osmanlı mirası üzerine uzmansa…
***
Okunası Kitap: