Translate

21 Aralık 2015 Pazartesi

İşte Hesap Günü…Buyurun Hesaba!








Görülüyor ki, tüm bu kara, hava ve deniz üstünlüğünü sağlamak, dünyanın en üstün savaş araçlarına sahip olmak, savaşta üstünlüğü sürdürmeye, hele kesin utkuya, bir başka deyimle istenilen sonucu masada elde etmeye yetmiyor. Başarı için, bunların yanında, davanın haklılığına inanan ve gerektiğinde kendini davası için feda eden insanın, savaşın en önemli ögesi olduğu bu olayla bir kez daha anlaşılmıştır. 


Amerika bugün insan ögesi dışındaki üstünlüğüne karşın en zayıf anındadır. Çünkü Amerika, savaşı yalnız para ve silah gücüne dayanarak sürdürmek istiyor. Oysa savaşta insan, hele vatan savunmasında stratejinin en önemli öğesi olduğunu gösteriverdi. Irak saldırısında ilk andaki başarı, Irak halkının vatanlarını savunma azim ve kararı karşısında, kitle imha silahı kullanılmadığı sürece, Irak'ın işgaline yetmeyeceği görüldü. Amerikan askeri ayrıca "benim bu topraklarda işim ne! diyecek noktaya geldiği için, ölümü göze alamaz, alamıyor! Ama yurdunu, evini, çoluk çocuğunu kan ve ateşten korumanın verdiği direnç ve yüreklilikle Irak halkı yenilmeyi kabul etmiyor, etmeyeceğini yeniden örgütlenerek dünyaya gösteriyor.


Dünya sanki bugün Irak'ta 1919 Anadolusu'nun ulusal bilinçle dirilişine tanık olmakta. Çünkü o topraklarda ayrıca o insanların tarihinin ve inançlarının anıtları yükseliyor. Bunlar salt gücün çözemeyeceği öğelerdir. Varolma ya da olmama noktasındaki Amerika, yeni bir Vietnam yenilgisinin eşiğinde sallanmaktadır.


Tarih tanıktır ki, zulme ve haksızlığıa karşı insanoğlu zaman zaman yenilgi almışsa da, bunu yengiye ve utkuya çevirmekte geçikmemiştir. Zulüm ve zalimler sonunda yenik düşmüştür, yenik düşecektirler. Yeter ki insanlık bilinci yitirilmesin, haklı davalar için o bilinçle savaşılsın.


Burada küçük bir parantez açarak, Türkiye'nin Irak'taki zalime işgalciye arka çıkma siyasasını değerlendirelim. Bunun için yol göstericimiz tarihimizin altın sayfalarındandır. Atatürk'ün 1937 yılı Mart ayındaki şu sözleri, Irak olayında kimin yanında olmamız gerektiğine işaret edecektir:


"Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı komşu olmuşlardır ve olmak uğraşı içindedirler. Bu bakımdan, insan bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün ulusların dirlik ve gönencini düşünmeli ve kendi ulusunun mutluluğuna ne denli değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiğince çalışmalıdır. Çünkü, dünya uluslarını mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan / dolayısıyla kendi dirlik ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir."(1)


Irak halkının, tarihin gördüğü en zalim savaşla ezilmesine karşı çıkmak ve zalime "dur!" demek yerine, zulme ortak olmak için Irak'a asker yollamaya kalkışmak, tarihimize bir daha aklanamayacak kara çalmak olduğunu düşünmek zorundayız. Hele Lozan'ı kabul etmemenin ötesinde, Lozan'da onaylattığımız bağımsızlığımızı ve egemen varlığımızı tanımayan; o egemenliğin ve bağımsızlığın mimarına "hunhar, rezil ve kepaze" (2) niteliklerini yakıştırarak, hem de kendi ulusal meclisinde hakaret eden bir zalimin yanında yer almanın utancını, gelecek kuşaklara yaşatmamalıyız. Şurası gerçek ki, Irak haksız bir saldırıyla işgal edilmiştir. Saddam zalim olabilir, ama Irak halkının cezalandırılması, insan haklarını yok saymak, çiğnemek değil midir? Irak halkı işgalciye karşı direnme hakkını kullanmaktadır.


Bölgemizdeki savaşlar konusunda bize doğruyu gösterecek olan Atatürk'tür. Atatürk'ün, aynı yerdeki şu sözleri bize yol göstermekle kalmıyor, onun insanlık idealinin yüceliğini, insana duyduğu saygı ve sevginin sonsuzluğunu gösteriyor:


"Herhalde şu ve bu nedenler için ulusu savaşa sürüklemek yanlısı değilim. Savaş, zorunlu ve yaşamsal olmalı. Gerçek görüşüm şudur: ulusu savaşa götürünce vicdanımda ezinç duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı "ölmeyeceğiz" diye savaşa girebiliriz. Ama ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça, savaş bir cinayettir."


"İnsanlığı tek bir beden ve bir ulusu bunun organı saymak gerekir. Bir bedenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organlar etkilenir."


Irak olayını, dönemin Dışişleri Bakanı, bugünün Cumhurbaşkanı A.Gül'ün,:"Türkiye'nin çıkarı neredeyse, neyi gerektiriyorsa o yapılmalıdır." mantığıyla değil, Atatürk'ün bu insanlık idealini yücelten ilkesel görüş ve söylemlerinden ders çıkararak, uluslararası hukukun gösterdiği mantıkla ele almalıyız. Bu bağlamda sorunun Irak halkını zulümden kurtarmak amacıyla oluşturulacak ulusal politika ile çözümlemenin yollarını aramalıyız. Yanıtı, gecikilmeden aranacak soru şudur:


"Amerikan kuyrukçuluğu mu, ulusal bir direniş ve onurlu bir politika mı?”


Şurası gerçek ki, ulusal politikamızla Amerika’nın küresel sömürge politikası asla bağdaşmaz. Ulusal politikamız sömürgeciliğe ve emperyalizme karşıdır, bundan dönülemez. Uluslararası barış, ancak zayıfın yanında yer almakla sağlanır. Güçlünün yanında yer alarak çıkar ortaklığını onaylamak, ulusal onurumuzu yıkar ve zulmün esiri olmaktan başka bir anlam taşımaz.


Atatürk’ün şu sözleri bugün izlenecek politikayı işaret ediyor:


“Dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa “banane” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne denli uzak olursa olsun, bu ilkeden şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarırı. Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun, her zaman kötü olarak anlaşılmalıdır.”


Yalnız kendini ve kendi ulusunun çıkarını düşünen “lider” mukallitlerinin boy attığı dünyada, onun bu sözleri insanlığa olan sevgi ve saygının anıtı değil midir? O, insanlığın birgün her türlü zinciri kıracağına ve özgürlüğün ve barışın egemen olacağına inanarak der ki:


“Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerine uluslar arasında hiçbir renk ve din ve ırk ayrımı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği egemen olacaktır.”


İşte geçen yüzyılda Tanrı’nın bize armağan ettiği lider ve bize gösterdiği yol. Öte yanda dünyanın tüm insanlığın ortak malı olan kaynaklarını tek başına ele geçirmek isteyen, caniliği liderlik olarak algılayan, sermayenin liderliğe atadığı gözü dönmüş insan avcıları….


Bir yanda, hırslarının güdümünde masum halklara saldıran, uluslararası hukuku hiçe sayan çağdaş vahşet avcıları; öte yanda, bu insanlık suçu işleyenlerin dürtüsüyle Türk askerini dolar karşılığı işgalcinin emrine sunmanın yollarını arayan, inançlarını çıkarları için satışa çıkaran politikacılar, yazarlar ve onların yönlendirdiği kimliksizler, insancıklar, dini bayraklaştıran siyaset cambazları…


Sonrada yinelemese de, Irak için yola çıkarken Bush’un “Bu bir haçlı seferi olacaktır” sözleri nedense o kimliksizlerin belleğinden siliniverdi. Irak halkının ve İslam’ın büyük önderlerinin Haçlılara karşı verdiği savaşın kutsadığı, şehit kanlarıyla yoğurulup anıtlaşan topraklarda, yeni bir Haçlı Seferi’ne çıkmanın insanlık tarihine kara leke olarak yazılacağı düşünülmüyor. Böylesine kirli ve çirkin, insanlık dışı bir saldırının yanında yer almayı tarihe karşı, inançlarına karşı nasıl savunacaklar dersiniz? Ya her şeyi din adına yapacaklarını söyleyenlerin daha ilk adımda böylesi bir yanlış yola sapmalarının hesabı nasıl verilecek dersiniz?


Kendilerini “Modern Müslüman” olarak niteleyenlere soralım. Bir İslam ülkesine, o ülkenin inanç dünyasını yıkmak isteyen, o halkın kendi toprakları altındaki zenginliğe el koymak için işgal eden gücün yanında yer almanın hesabı nasıl verilir? Özetle biz, Türkiye olarak bu Haçlı Seferi’nde, nerede ve kime karşı rol alacağız?


Evet Ilımlı İslam’dan Modern Müslüman’a ve “Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkıyoruz” diyenlere değin tüm düşünenlere soruyoruz; Yerinizi bildirin. Her adımı “Tanrı’nın adına” attıklarını söyleyenlere sesleniyorum; özellikle hesap gününde vereceğiniz hesabı düşünün diyorum. İşte size inancınızın mihenk taşı: Haydi, çıkın ortaya!


Lozan’ı yırtmak isteyen Amerika’dan yana mısınız; yoksa Lozan’ın yırtmak isteyenlere karşı Müdafaa-i Hukuk-u Milli’den yana mı?


Bunlardan biri, insanlığın yücelmesine açılan kapıdır, öteki insanlığın köleleşmesine giden yola açılan karanlıktır. Biri insanlığın birgün yok edeceği “Sömürgecilik ve emperyalizm”in karanlığıdır; öteki “yeryüzünden yol olacak ve yerine uluslar arasında hiçbir renk ve din ve ırk ayrımı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği egemen olacaktır” sözleriyle, insanlığın ancak barış ve özgürlük içinde yüceliğine inanarak o yolda örnek olan Mustafa Kemal Atatürk’ün yoludur.


Ve şu soru: Lozan mı Sevr mi?


Bu dünyanın hesap gününde ele alınacak, ertelenmeyecek hesap listesinin başında bunlar var! Bu listedeki yanlışlık öteki hesap gününden evvel akı ve karayı belli edecektir.


Bizler Lozan’dan yanayız. Lozan’a karşı olanların safında yer alanların yüzleri bugünden kapkaradır. Çünkü onlar tarihlerine ve gelecek kuşaklara karşı hıyanet içindedirler.


Kimseler, evet, hiç kimse dileriz ki ulusal davanın dışında kalmasın, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olmasın.


Gün, ülkesine, tarihine ve ulusuna sahip çıkanlarla, ihanetin çamuruna batanların ayırt edileceği gündür.






(1) Sami N.Özerdim, Atatürkçü'nün El Kitabı,Türk Dil Kurumu Yayınları,1981


(2) "Antlaşma Timurlenk kadar hunhar, Müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik antlaşma kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk Zaferi dediler. Ve eski dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye grupları, soğukkanlı ticaret erbabı ve güya bazı dini temsilciler bile, Türkiye'yi uygar uluslar masasında uluslararası bir konuk durumuna yücelterek, Amerika'yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler."


Bu sözler Ocak 1927'de, ABD Temsilciler Meclisi'nde söyleniyordu. Konuşan Temsilci, Upshow'du. Konuşmanın konusu olan kişi, onurlu bir ulusun ülkesini işgal eden emperyalizmi, kutsal topraklarından kovmak için giriştiği bağımsızlık savaşının utkusu üzerine oturttuğu Cumhuriyet'i kuran Gazi Mustafa Kemal'di. Sözü edilen antlaşma da, o utkunun onayladığı Lozan Antlaşması'ydı.


Suçumuz ise Lozan'da özgür ve bağımsız bir ulus için olmazsa olmaz nitelikteki ekonomik bağımsızlığa engel kapitülasyonları reddetmekti. ABD, Lozan'da temsil edilmedi, ancak gözlemci yollandı. Bu yolla kapitüler haklarının korunmasını sağlama çabaları sonuç vermedi. İşte ABD bu nedenle Lozan'ı bir türlü içine sindirememişti. Girişte aktardığımız sözler, ABD'nin çıkarlarına engel olan Lozan ve onun mimarına karşı duyulan kin ve nefretin sesiydi. Ve Türkiye işte böyle bir sistemin yardımını istemişti.


Buna ne ad verilir, derseniz; yanıtı, 'tarih bilincinden yoksunluk' olacaktır.



M.Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye,
ilk baskı 1993,2010










Mahmut Esat Bozkurt, İsviçre'de Kapitülasyonlar üzerine yazdığı tezle hukuk doktoru olmuştur...“Du Regimes des Capitulations Ottomanes – Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi”, doktora tezinin sonuç bölümünde Mahmut Esat’ın yargısı şudur: “Kapitülasyonlar ister tek taraflı, ister karşılıklı anlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayati çıkarlarına aykırı düşerse veya tabi oldukları şartlar değişirse tek taraflı olarak ilga edilebilirler!”.


15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılarca işgal edildiğini duyan Mahmut Esat, Frioburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından verilen, doktora tezinin “ Cum Laude “ derecesiyle kabulüne ilişkin belgeyi alarak ülkesine döner ve Kuşadası bölümündeki 120 kişilik Kuvayı Milliye müfrezesinin başına geçer....


Anti-emperyalist bir Kurtuluş Savaşı'yla kurulan, kuruluş felsefesini Bozkurt’un tanımıyla Atatürk ihtilali’den alan Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde geldiği aşamayı belki de en iyi ifade eden sözler ne yazık ki yakın dönemin bir Yargıtay başkanına aittir: “Mahmut Esat Bozkurt dönemi artık kapanmıştır.”


Bu sözler, Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet niteliğinin, çağdaşlığının, devrimlerinin dayanağı olan bir anlayışa, bir değer söylemle Cumhuriyetin hukuk temeline, kuruluş felsefesine karşı, en üst düzeyde dillendirilen bir manifesto, bir meydan okumadır!


Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyayı değiştirip, dönüştürüp, yapay etnik lokmalara bölüp yutma girişimini geçmişte mazlumların direnme hakkının meşruiyet kaynağı olan hukukumuzu müdafaa ederek – müdafaayı hukuk-, milli kuvvetlere – kuvayı milliye - dayanarak boşa çıkarmıştık. Küresel emperyalizmin GOP’unu, BOP’unu boşa çıkarıp, sömürgenleri bir kez daha aynı coğrafyada mağlup etmek için gereken manevi miras, Atatürk başta olmak üzere, Mahmut Esat Bozkurt’ ların döneminde fazlasıyla bulunuyor. Kurtuluşun, kuruluşun o milli, devrimci, halkçı, dünyaya meydan okuyan atmosferini içimizde duymanın, koklamanın gerektiği bir süreci yaşıyoruz hep birlikte… 


Av.Hüseyin Özbek
İstanbul Barosu Dergisi / pdf
MAHMUT ESAT BOZKURT VE TÜRK’ÜN HUKUKU










Cumhuriyet'i korumak için hazırlanan yeni yasa için, Mahmut Esat Bozkurt'un 1 Mart 1926'da TBMM'de yaptığı konuşma: 


"Arkadaşlar! Ceza Kanunumuz çok serttir. Çünkü devrim kıskançtır. Fakat şunu yüksek kurulunuza temin edebilirim ki, sertliği ile birlikte bilimsel bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkması gerekenler, Türk Milleti'nin çıkarlarına, Türk Milleti'nin hukukuna ve devrimimize karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lazımdır. Fakat memleketimizi sevenler, bizden olanlar, namuslu olanlar, bu sert Ceza Kanununda kendilerine bir korunma noktası bulacaklardır. Bu Ceza Kanunu, namuslu insanlar için bir korunma belgesidir. Korkacak olanlar arz ettiğim gibi tekin olmayanlardır. Devrimin ve devletin anlamı, tekin olmayanları, zorbaları, saldırganları korkutmaktadır, ezmektedir."


Ateşten Adam ya da Bozkurt
Nail Topal, 2012








"O bir düşünürdür, bir filozoftur, ama hepsinin ötesinde o bir insan gibi insandır. En çok değer verdikleri budur. Çünkü o barış adamıdır. Bir tek o tarihte “Savaş mutlak zaruret olmadıkça cinayettir” diyen tek askerdir ve bir tek o “Yurtta sulh cihanda sulh.” diyordu. Çünkü o bu lafı 1933’de Ankara’dan seslendirirken aynı yıl Hitler mein kampf diye bağırıyordu, kavgam. Bir diğeri de Benito Mussolini, benim Akdeniz’im diyordu, her ikisi de savaşı çağrıştırıyordu. Ankara’dan bir ses bunlara yanıt olarak “Yurtta sulh cihanda sulh.” diyordu. "


Yrd. Doç. Dr. Orhan ÇEKİÇ