3 Mart 1924 tarihinde, üç devrim yasası kabul edilir. Bunlar; Hilafetin ilgasıdır, Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin kaldırılmasıdır ve Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. Tüm bu adımların arkasında ise iki anahtar sözcük yatar: Savaş ve Devrim.
Milli Mücadelemizde savaş ve devrim iç içe geçmiştir. Savaş bittikten sonra devrim yapılmamıştır. Savaş ve devrim aynı anda, eş zamanlı olarak hayata geçirilmiştir. Ve topraklarımız, devletleşirken milletleşen, milletleşirken de devletleşen bir halkın vatanı olmuştur. Bütün bu işler “Ben cumhuriyeti vicdanımda milli bir sır gibi sakladım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından, henüz Kurtuluş Savaşı başlamadan önce planlanmış, tasarlanmıştır.
Atatürk’ün kendisine ve sofrasına yakışan devrimci dostları, dava arkadaşları, kadroları da vardır elbet. Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü Aras, Mustafa Necati, Reşit Galip, Refik Saydam, Vasıf Çınar gibi isimlerdir Gazi’nin kadroları. Mahmut Esat Bozkurt öldüğünde, “Bir faniyi değil, bir yanardağı toprağa veriyoruz” denilmesi bundandır.
Türk Devrimi kolay yapılmamıştır. Savaş ve devrim iç içe geçerken, devrim Aydınlanma Devrimi, Egemenlik Devrimi olarak hayat bulmuştur. Egemenliğin kökü, kaynağı, tanımı, işlevi, anlamı değişmiştir. Egemenlik gökten alınmış, yere indirilmiştir. Şahıstan alınmış, millete verilmiştir. İlahi, tanrısal, ruhani olmaktan çıkarılmış, dünyevi, laik, seküler hale getirilmiştir. Ve bu savaşla birlikte kotarılmıştır.
Anadolu halkı savaşta, cephede, kavgada, kan ve gözyaşı içinde, barut kokuları arasında milletleşmiştir. O yüzden bizim Devrim Tarihimiz dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri, bağımsızlık savaşları, devrim mücadeleleri arasında son derece özgün ve özel bir konuma sahiptir.
Ülkemizin seçkin hukukçusu ve siyaset bilimcisi, hocaların hocası Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya; 1908 Jön Türk Devrimi’ni, yani 2. Meşrutiyet’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesindeki bir “siyaset laboratuarı” olarak tanımlar. Bu laboratuarda aç Anadolu insanı, yoksul Anadolu halkı, çıplak Anadolu köylüsü vardır. Trablusgarp’ta şehit düşenler vardır. Yemen’de kolunu, Sarıkamış’ta bacağını kaybedenler vardır. Balkanlardan sürülüp gelenler vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda yitip giden, göçüp giden, kayıp giden, kopup giden, kaçıp giden, bıkıp giden, ölüp giden Anadolu insanı vardır.
Türkçemizin büyük ozanı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Çanakkale milli mücadelenin önsözüdür” demesi bundandır. Ve önsözü kanla, irfanla Çanakkale’de yazan Türk Milleti, Kurtuluş Savaşı’nda yedi düveli ve onların işbirlikçilerini yendikten sonra, son sözünü de Lozan’da söylemiştir. Aydınlanma şehidimiz Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in tanımıyla “üçüncü dünyanın göbek adı olan mazlum milletler” için, emperyalizme karşı kavgada örnek olmuştur, ilham kaynağı olmuştur Türk Ulusu.
Cumhuriyet’in Eğitim Atılımı
Devletleşirken milletleşen, milletleşirken de devletleşen halkımızın, en iyimser istatistiklerde bile, okuryazar oranı yüzde 10’u ancak bulmaktadır. Yüzde 90’ı kırsalda, köylerde yaşamaktadır. Toplum Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçı, aydınlanmacı, devrimci, laik, bilimsel, eşitlikçi eğitimine susamıştır. Halkevleri, Halkodaları, Millet Mektepleri ve Cumhuriyet eğitiminin doruğu olan, eğitim bilim külliyatına “Türk buluşu eğitim kurumları” olarak geçen, UNESCO tarafından tüm gelişmekte olan ülkelere örnek gösterilen Köy Enstitüleri halkımızı aydınlatmıştır.
O okullardan Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Ümit Kaftancıoğlu gibi yazarlar, aydınlar çıkmıştır. Aralarından tek bir hırsız, uğursuz, üçkâğıtçı, dönek, karşı devrimci çıkmamıştır. Yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen 12 – 13 milyon nüfuslu Anadolu’da Hasan Ali Yücel’in uzak görüşlülüğü, İsmail Hakkı Tonguç’un emeğiyle, coğrafi ve sosyolojik olarak Türkiye gerçeklerini gözeterek 21 bölgede kurulan Köy Enstitüleri, sadece eğitim kurumları olarak değil, aynı zamanda bir Kuvayı Milliye hareketi olarak tarihe geçmiştir.
Anadolu halkı Devrim Kanunları ile kulluktan, eğitim atılımı ile cehaletten, Tıbbiyeli Hikmetler sayesinde cüzamdan, veremden, tifüsten kurtulurken, bir yandan da yurdumuz demir ağlarla örülmüştür. Etibank’lar, Sümerbank’lar kurulurken, insanımız Nazilli’nin dokumasını, Kayseri’nin basmasını, Beykoz’un kundurasını giymeye başlamıştır. Kendi bezini, tuzunu, ununu, şekerini, sigarasını üretmenin tadına, bilincine varmıştır. Bu Cumhuriyet kurumlarını “babalar gibi satmakla” övünen bir bakanın eşi ise başında Amerikan türbanı, üstünde ABD bayraklı tişörtle şöyle demişti kocasını ABD’de ameliyata götürürken: “Rabbim Cleveland dedi”. Bu söz ve görüntü, nereden nereye geldiğimizin göstergesidir.
Anadolu İslamı’nın yerine Amerikan İslamı’nın, mazlumun yanında olan İslam anlayışı yerine emperyalizmle uyumlu İslam anlayışının, yani ılımlı İslam’ın, Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun Müslümanlığın nasıl öne çıkarıldığının kanıtıdır.
Atatürk’ün Düşünsel Hazırlığı
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in ve Devrimlerin fikri altyapısını, henüz öğrencilik yıllarında oluşturmaya, olgunlaştırmaya başlamıştır. Atatürk saptanabildiği kadarıyla 4 bin kitap okumuştur. Bu da bulunabilen, ulaşılabilen, kaydı olanlardır. Cephelerde okuduğu, yollarda okuduğu, kaybolanlar, kaydı olmayanlar, ulaşılamayanlar dikkate alınırsa, bu sayının 4 binin çok üstünde olduğu anlaşılır. Atatürk okuduğu kitapları sayfaların kenarına notlar alarak, yorumlar yaparak okumuştur. Sadece altını çizdiği bölümler 12 bin sayfa tutmaktadır. Anıtkabir Derneği bunları her biri 500 sayfa olan 24 cilt halinde basmıştır.
Henüz Kurtuluş Savaşı sürerken Muallimler Kongresi toplayan Atatürk orada şöyle seslenmiştir: “Yalnız ve ancak siz öğretmenler ölen ve öldüren birinci orduya niçin ölüp neden öldürdüğünü anlatan ikinci bir ordunun neferlerisiniz”.
Atatürk, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” derken, Cumhuriyet’in toplumsal, sınıfsal, halkçı boyutuna vurgu yapmıştır. Yurt dışına eğitim için yollanan gençlere, “Sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz” diye öğüt vermiştir.
“Cumhuriyet fazilettir” diyen Atatürk, Cumhuriyet’i Türkiye’yi Türkiye’den yönetmek için kurmuştur. Devrimleri bir daha kul olmayalım, esir düşmeyelim, işgale uğramayalım diye yapmıştır.
Atatürk’ün Üç Temel Farkı
Mustafa Kemal Paşa, kapsamda, amaçta ve yöntemde farklı bir liderdir. Kapsamdaki farkı şudur: Karslının Kars’ı, Erzincanlının Erzincan’ı, Edirnelinin Edirne’yi kurtarmaya kalkıştığı, işgale karşı direnen örgütlerin, yurtsever oluşumların yerel, bölgesel kaldığı bir ortamda, tüm milli kuvvetlere ulusal bir hedef göstermiştir. Her vatanseveri vatanın her yerinden sorumlu kılmıştır. Trabzonlu Maraş’tan sorumludur, Diyarbakırlı Tekirdağ’dan sorumludur. Aynen cephede, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” dediği gibi.
Mustafa Kemal Paşa yöntemde farklıdır.
Halide Edip Adıvar dahil pek çok yurtseverin Amerikan mandası mı yoksa İngiliz himayesi mi ehven-i şerdir diye tartıştıkları bir dönemde, yabancı gazetelere ilan verip derdimizi anlatalım şeklindeki önerilerin dillendirildiği bir ortamda, Atatürk tarihin şu tunç yasasını hatırlatmıştır herkese: “Savaşla kurulan savaşla yıkılır”.
Gazi Paşa, Milli Mücadele’nin yönteminin silah, kavga, barut olduğunu haykırmıştır. Aynen Çanakkale Muharebelerinde “Size taarruz emret miyorum, ölmeyi emrediyorum” dediği gibi, Milli Mücadele’yi de örgütlenerek ve ordu kurarak başarmıştır.
Ve Atatürk amaçta farklıdır.
Daha işin başında ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir cumhuriyet için yola çıkmıştır. Kavgayı hilafet ve saltanatı kurtarmak için değil, çağdaş bir Cumhuriyet kurmak için vermiştir. Bu konuda, yola birlikte çıktığı pek çok arkadaşından farklı düşünmektedir. Nitekim bu ayrılık, TBMM’nin açılmasıyla birlikte su yüzüne çıkmaya başlamış, saltanatın ve hilafetin tasfiyesinde, Cumhuriyet’in ilanında, çok partili hayat denemelerinde, devrimler sürecinde, laiklik anlayışında, dış politikada açıkça belli olmuştur.
Atatürk, kendisiyle birlikte Kurtuluş Savaşı’na katılmayanları, çok olgun bir tavırla değerlendirmiş ve “Benimle birlikte yola çıkmayanlar da, benimle birlikte yola çıkanlar kadar haklıydılar” şeklinde anmıştır. Atatürk’le birlikte yola çıkan ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yolları ayrılanlar ise Gazi’nin hakkını şu sözlerle teslim etmişlerdir: “Biz olmasaydık O bu işi yine başarırdı. Ama O olmasaydı, biz bu işi başaramazdık”.
Üç Misak-ı Milli
Mustafa Kemal’in üç Misak-ı Milli’si vardır, üçü de özgündür. Biri, Toprak Misakı Milli’sidir. Diğeri Maarif Misakı Milli’sidir, yani Tevhid-i Tedrisattır. Üçüncüsü ise Say Misakı Milli’sidir, yani emek misakıdır.
Hâkimiyeti Milliye, İrade-i Milliye, Kuvayı Milliye konusunda ödünsüzdür Gazi. Bu üç kavram, bu üç ilke, O’nun tüm eylemine ve söylemine ruhunu vermiştir. Gazetesinin adı İrade-i Milliye’dir. Örgütünün adı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Hareketin adı Kuvayı Milliye’dir. TBMM’nin duvarında “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye yazar.
İstiklal-i Tam, yani tam bağımsızlık konusunda kıskançtır Atatürk. Tam bir devrimci, gerçek bir antiemperyalisttir. Zira ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık yoksa antiemperyalizm de yoktur. Ve Atatürk’ün bu yönü tüm ezilen uluslara, mazlum milletlere, 3. Dünya halklarına örnek olmuştur. Hindistan’dan Cezayir’e, Küba’dan Tunus’a dek Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi derin izler bırakmış, büyük saygı görmüştür.
Devrim Kanunları’nın Amacı
Devrim Kanunları’nın amacı güçlü bir Cumhuriyet’in saygın, yetkin, üretken yurttaşlarını yetiştirmektir. O bağlamda hedef aydınlanmadır, eşit yurttaştır, aklın ve bilimin egemenliğidir, bağımsızlıktır, özgürlüktür, onurlu bir yaşamdır. Alt kimlikler üzerinden, Ortaçağ kalıntısı aidiyetler üzerinden, feodalizm artığı mensubiyetler üzerinden bölünmemektir. Yurttaş olmanın bilincine varmaktır. Çünkü Cumhuriyet yalnız ve ancak yurttaşı muhatap alır. Toplumsal mukavelesini, toplum sözleşmesini yalnız ve ancak yurttaşla yapar. Yurttaşın alt kimliklerine karşı kördür, sağırdır, dilsizdir, duyarsızdır, ilgisizdir, kayıtsızdır.
Cumhuriyet bu bağlamda bir ırk, soy, kan, din, bölge cumhuriyeti değildir. Siyasal bilinç, ortak kader, keder, ülkü cumhuriyetidir. Sosyal devlettir. Bütüncül kalkınmadır. Refah toplumuna ulaşma çabasıdır. Köylünün adam yerine konması, köye öğretmen, ebe, hemşire, okul götürülmesidir. Anadolu’ya yatırım yapılmasıdır. Kamuculuktur ve planlamadır Cumhuriyet.
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere temel kamu hizmetlerini birer piyasa öznesi yapmamaktır. Anadolu insanını feodal beylerin, toprak ağalarının, tarikat şeyhlerinin, cemaat liderlerinin, seyitlerin, dedelerin tahakkümünden kurtarmaktır. Yoksul köy çocuklarından öğretmenler, mühendisler, avukatlar, bilim insanları, sanatçılar, mühendisler, komutanlar yetiştirmektir.
Öncelikle ve özellikle vurgulamak gerekir ki, Tevhid-i Tedrisat, eğitim yoluyla ve eğitim kurumlarından başlayarak Anadolu insanına fırsat eşitliği sunmuş, toplumdaki “mektepli” - “medreseli” ayrımına son vermiştir. Kısacası Devrim Kanunları, Cumhuriyet’in hedefiyle, özüyle, ruhuyla özdeştir. Devrim Kanunları’nın içinin boşaltılması, Cumhuriyet’in tasfiyesinin önünü açmıştır.
Doç. Dr. Barış DOSTER
Cumhuriyet'ten Günümüze Devrim Yasaları
Panel Notları,2013 / pdf
Sevgili Hocamız gerçekten Tevhidi Tedrisat Kanununun, Cumhuriyetin önemini ve 1937 yılında Anayasamıza giren laiklik, devrimcilik, milliyetçilik, halkçılık gibi altı okun da çok çok önemli olduğunu anlattı. Bizim önemli kahramanlarımız, Tıbbiyeli Hikmet’ler, Mahmut Esat Bozkurt’lardan övgü ile söz ederek, Mustafa Kemal’in deyimiyle “Cumhuriyeti fazilet rejimi yapan o büyük, o yüce insanlardı onlar”” dedi.
Atatürk için yurttaşlar da cumhuriyet kadar önemlidir, bugün ise yurttaşlara ne kadar önem verildiğini hepimiz biliyoruz. Sayın Barış Doster “Herkesin parası kadar satın aldığı eğitim ve sağlık varsa, orada cumhuriyet yoktur sevgili dostlar, orada Tevhidi Tedrisat yoktur” diyerek, Tevhidi Tedrisatı sadece bir Eğitim Birliği Yasası değil, bir ulusal bağımsızlık hareketinin adıdır diye tanımladı.
17 Nisan 1940 yılında kurulan, 1953 yılında kaldırılan, Türkiye’nin gerçek anlamda çağı yakalamasını amaçlayan Köy Enstitülerinin önemini, orada çok değerli öğrenciler yetiştirilmiş olduğunu anlattı.
Hukukun laikleştirilmesi, Şeriye Vekaletinin kaldırılması ile başladı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı, dini içerikli hukuk kitabı olan Mecelle kaldırıldı. 1926 tarihinde Medeni Kanun kabul edilerek kadın haklarında yasal düzenlemeler yapıldı. Bunu birçok yasalar izledi. 1934 tarihinde kadınlara seçme ve seçilme hakları verildi.
1950’den sonra gelen iktidarlar, siyasetin dinden ayrılması kuralını çiğnemekte birbirleri ile yarış ettiler. AKP dönemlerinde devlet kadroları dinci görüşlere açık olanlarla dolduruldu.
Av. Vecihe TUNCA
Mahmut Esat Bozkurt ve ‘TBMM’de Tarihsel Bir Oturum
“1926” yılının “17 Şubat” günü yapılır bu tarihsel oturum.
“TBMM” o gün, “Medeni Kanun”u kabul ederek “1923 Devrimi”nin temeli olan “Hukuk Devrimi”ni gerçekleştirir. Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti’nde “din” yalnız bir “inanç” olayı, “inanç” konusu değil, “hukuk kuralları”nın da toplamıydı. Hukuk kuralları, din kuralları olarak sayıldığında da, o kurallar gibi “değişmez”, “değişemez” niteliğine bürünürler ki, bu yüzden “Hukuk Devrimi”, “çağdaşlaşma” sürecimizin “özünü” oluşturur.
Kuşkusuz bu “devrim”, kolay bir geçiş, kolay bir sıçrama değildir, özellikle de “400 yıl” boyunca sultanları “Halife” olan bir İslam ülkesi için.
Çalışmalar, “Cumhuriyet” ilanının ardından hemen başlar; daha sonraları “Adalet Bakanı” olan “Seyyid Bey”in başkanlığındaki komisyonun hazırladığı bir tasarı, “Aile Kanunu” geciktirilmeden Meclis’e sunulur.
“Seyyid Bey”, “İslam Hukuku”nun önde gelen “âlimler”inden olup, İslam dünyasının da ünlü müderrislerinden (medrese hocası) biridir.
Böyle bir kimlikten, kuşkusuz bir “devrim yasası” beklenemezdi; hazırlanan “Aile Kanunu” temelde yine “Şeriat” hukukuna dayandırılıyordu; dahası tasarı, erkeğin birden çok evlenmesini, çokeşliliği kaldırmadığı gibi, daha önce (1917) yapılan bir yasada yer alan “ilk eşin rızası” koşulunu bile kaldırıyordu. Bu tasarı Meclis’te uzun uzun tartışılır ve kabul edilmez.
Sonunda, “Devrim”in “Önderi” soruna el koyar; “1 Mart 1924” günü yaptığı konuşmada bu konudaki görüşünü belirtir.
İlk adımda yapılması gerekenin, “Kanunların ve adalet örgütünün uyması gereken çağ koşullarıyla, uyumsuzluk içinde olan ilkelerden kurtulması” olduğunu belirtir; ardından da “Medeni hukukta izlenecek yol” ancak “Batı uygarlığının hukuksal yönü olabilir” diyerek hedefi gösterir.
Böylece “laik hukuk sistemi” doğrultusunda çalışmalara geçilir; kuşkusuz aile hukuku, “medeni hukuk” da bu bağlamda hazırlanacaktır; bunun için de “Batı hukuku” eğitimi almış, dolaysiyle “medeni hukuk” alanında öğrenim görmüş bir “hukukçu”ya, dahası bir “uzman”a ihtiyaç vardır.
Ne ki bu öyle kolay kolay çözülecek bir sorun değildir; yıl “1924”; mart ayında “Cumhuriyet” henüz “beş aylık”…
Ama yine de istenen konularda eğitim almış uzman bir hukukçu vardır:
“Mahmut Esat Bozkurt”. “Mahmut Esat”, İsviçre’nin “Fribourg Üniversitesi”nde “hukuk” okumuş -dolaysiyle- İsviçre Medeni Hukuku’nu doğrudan doğruya kaynağından öğrenmiş, “tez” çalışmasıyla da “Hukuk Doktoru” olarak ülkesine dönmüştü “İzmir”in işgalini duyar duymaz; “23 Nisan 1920”de de “İzmir Milletvekili” seçilip Meclis’e girmişti.
“Adalet Bakanı Seyyid Bey”in, “şeriat” temelli “Aile Kanunu” kabul edilmeyince bakan istifa eder; yerine “Dr. Mahmut Esat” getirilir (1924).
Yeni bakan hiç zaman yitirmeden “Medeni Kanun” hazırlıklarına başlar; iki yıllık yoğun bir çalışmadan sonra “yasa tasarısı” Meclis’e gelir; “900” dolayındaki her madde uzun uzun tartışılır; sonunda yasanın oylanacağı “17 Şubat 1926” günkü tarihsel oturum yapılır.
Bu oturumdan söz etmeden önce yasanın “Mahmut Esat” tarafından yazılan ünlü “Gerekçe”sinden küçük bir alıntıyı paylaşalım: “Yasaları dine dayalı devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin, ulusun isteklerini karşılayamazlar. (…) Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumları, gökten indirdikleri çağlara bağlarlar ve ilerlemeyi önleyici belli başlı neden ve etkenler arasında bulunurlar. Bu nedenle, dinlerin yalnız bir ‘vicdan’ işi olarak kalması çağdaş uygarlığın temellerindendir” diyerek, bütün İslam dünyası için de geçerli olan bir gerçeği açıkça ortaya koyarak uyaracaktır.
Meclis’in, “Müttefikan! Müttefikan!” (oybirliği) haykırışlarıyla kabul edilen bu “anıt yasa”yı hazırlama çalışmaları için de “M.E. Bozkurt” milletvekillerine şunu söyleyecektir: “Bu yasayı Devrim’in büyük Önder’inden aldığım esin ve feyzle düşünerek önerdim. Bununla birlikte, yasa hazırlanırken, karşılaştığım tüm zorluklar sırasında ise, yanı başımda daima Başbakanımı (İ. İnönü) buldum.”
“1923 Devrimi”nin bu “üçlüsü”nden ikisine “Atatürk” ve “İnönü”ye, dönem dönem saldırılar hep yapıldı; “AKP” iktidarında da -utanmazca- sürdürüldü, üstelik “Başbakan” -bugünün Cumhurbaşkanıolan “R.T. Erdoğan” tarafından “iki sarhoş” denilerek…
Şu sıralar “üçüncü”ye, “Mahmut Esat Bozkurt”a da saldırılar yavaşça, tırmıklayarak başlatıldı.
Ne ki, M.E. Bozkurt uzunca bir süredir unutulmuştu; şimdiki kuşak hemen hemen hiç bilmez, tanımaz, önceki de büyük çoğunlukla öyle; bunun için eleştirilenin kim olduğunu anımsatmak istedim yalnızca…
Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet,Ege,19 Eyl, 2014