Translate

18 Mayıs 2025 Pazar

Türk Milis Gücü Devrede

 


Türk Milis Gücü Devrede

İngiliz gizli belgelerine göre, bu sırada Batı Anadolu'da Türkler, Yunan istilacılarının uygulamakta oldukları imha planına karşı koymaya çalışıyorlardı. Bunlardan, Aydın ve Muğla yöresi milis gücü lideri Demirci Mehmet Efe, Yunan komutanına 20 Ekim 1919'da gönderdiği yazıda şöyle diyordu:

"Yunan askerlerinin Aydın'a girişleri, yüzyıllar boyunca düzen ve uyum içinde yaşamış olan Rum ve Türk halklarının talihsizliklerinin başlangıcı olmuştur. Türklere kötü muamele yapıldığını ve bunun son günlerde arttığını öğrenmiş bulunuyorum. Bu durumu sizin de istemediğinize eminim. Türk ve Müslüman oldukları için uygarlık haklarından yoksun bulundukları sanılan kardeşlerimize karşı uygulanmakta olan bu kötü işlemin sürüp gitmesi, bize, misillemede bulunma hakkını vermekle birlikte, uygulamakta olduğumuz siyaset ve almış olduğumuz terbiye gereğince adalete saygı gösterdiğimiz için, şimdilik yeterince kan dökülmüş olduğunu düşünerek bundan imtina ediyoruz. Bu insanların uğramış oldukları talihsizliğin sona ermesi, Müslümanlara karşı yapılmakta olan saldırıların durdurulmasına ve yapmakta olduğum bu uyarının olumlu biçimde karşılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, sorumlunun kim olduğu, yüce devletlerce yapılacak soruşturmaya ve uluslararası kamuoyuna bırakılacaktır." 

Yunan başkomutanının ona bu konuda yanıt verip vermediğini gösteren herhangi bir belge İngiliz arşivinde bulunamamıştır.


Yine Mehmet Efe, İstanbul yönetiminin Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa'ya 3 Kasım'da ve Yunan kesimini sınırlamış olan İngiliz işgal gücü başkomutanı General Milne'e 11 Kasım'da gönderdiği mektuplarda, Türk ve Yunan güçlerine tahsis edilen yeni hatlara çekilmeye karşı çıkmış; General Milne'i, Yunanlıları Anadolu'yu boşaltmaya ikna etmeye davet etmiş ve şu uyarıda bulunmuştu: "Ölünceye kadar tırnak ve dişlerimizle kendi kendimizi savunmak zorunda kalacağız. "

İzmir valisi, Demirci'nin bu uyarılarına karşı çıkmış ve ilçedeki Osmanlı yetkililerini de buna karşı çıkmaya çağırmıştı. Akhisar'daki Türk milis gücü lideri Ethem Bey de, İngiliz Deniz Yarbayı Harry Luke'e, "Türk halkının Yunan istilasına karşı son ferdine kadar direneceğini" söylemişti.  Bu bilgiyi 23 Eylül'de İngiliz Yüksek Komiseri Robeck'e gönderen Harry Luke şu yorumu yapmıştı: "Halk arasında Türk yurtseverliği gerçekten şahlanmış bulunuyor . . . "


Rumlar ve Ermeniler Arasında İşbirliği

Bu arada, Türklere karşı Rum-Ermeni işbirliği sürüyordu. 

17 Ekim'de Ermeni Patriği, Rum Ortodoks Patrik Vekili ve "Sen Sinod" üyelerinden üç kişiyle birlikte İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Richard Webb'i ziyaret ederek, Türkiye'de ulusal akımın başarılarının Hıristiyan toplumlar için ciddi bir durum yarattığını bildirmiş; aynı görüşü daha sonra ziyaret etmiş oldukları Fransız, İtalyan ve Amerikan yüksek komiserlerine de yansıtmışlardı. Ayrıca, Türkiye'de yaşam, onur ve can güvenliği olmadığını; Anadolu'daki Hıristiyanların panik içinde sahile yakın yerlere ve kentlere sığındıklarını; İstanbul'daki yönetimin Türk ulusalcıların etkisi altına girdiğini; ulusalcı (Türk) liderlerin Hıristiyanları kırıma tabi tutmayı istemediklerini, çünkü bu tür bir davranışın kendi savlarını Avrupalılar nezdinde zarara uğratacağını bildiklerini söylemişti. Bu arada "Doğu Hıristiyanları eski kölelik dönemine mi mahkum edileceklerdir" sorusunu sormuş; İngiltere'nin harekete geçme vaktinin geldiğine değinerek durumun çok ciddi olduğunu, bir çözüm bulunmazsa, patriklerin istifa ederek sorumluluklarını İtilafçılar'a devredecekleri tehdidinde bulunmuştu. İtilafçılar, İstanbul'la diğer illerde askeri güçlerini harekete geçirerek sıkıyönetim ilan etmeliydiler, çünkü "güce karşı güçle karşı konulabilirdi."

Amiral Webb, bu görüşme hakkında 18 Ekim'de Londra'ya bilgi iletmişti. Öte yandan, 23 Ekim'de patrikhane, Rumlara, Osmanlı Meclisi seçimlerine katılmamayı emretmişti. 10 Kasım'da Rum ve Ermeniler Türkleri İstanbul'dan çıkarmak amacıyla ortak stratejiler uygulamayı görüşmek için Büyükada'da bir toplantı yapmışlardı. Bu sırada Londra'dan alınan haberlere göre, İngiltere'deki Hıristiyan Kiliseleri Birliği, İtilafçılar'dan, Ayasofya'nın derhal kilise haline getirilmesini talep etmişti.

Öte yandan, 31 Ekim'de, Bergama ve Soma arasındaki bölgede Yunan ve Türk askerleri arasında çarpışmalar olmuştu. Bu çarpışmaların nedeni şuydu: Yunan Başkomutanı, İngiliz Generali Milne tarafından saptanmış ve Yüksek Konseyce onaylanmış askerden arınmış bir bölgeye, Konseyin kararını beklemeden ve Venizelos'un emriyle girmeleri için Yunan askerlerine emir vermişti. Bu hareket İngiltere'de bile olumsuz etki yaratmış; Savaş Bakanlığı bu olayla ilgili olarak şikayette bulunmuş; Venizelos sadece özür dilemekle yetinmişti. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 12 Kasım'da Curzon'a şu ilginç yazıyı göndermişti:

"Yunan işgali altındaki bölgenin çevresinde, kimi yerlerde, İngiliz aleyhtarı duygular belirmeye başlamıştır. Yunanlılara karşı savaşmak için Batı Küçük Asya'da toplanmış ulusalcı güçler, şimdi iç bölgelerdeki ulusalcılarla birleşmiş ve Mustafa Kemal'le meslek arkadaşlarının etkisi altına girmişlerdir. Onlar, İngilizler aleyhindeki duygularını hiçbir zaman gizlememişlerdir. Batı illerindeki Türk çeteleri, İngiltere'nin Yunanlıları desteklediğine inanıyorlar . . . İzmir sorununun çözümlenmesinde kaydedilmiş olan gecikme, halkta bir gerginlik yaratmıştır ve her (gerçek veya hayali) olay, onların duygularını daha da kışkırtmaktadır. Özellikle üzücü olan şudur: Türkler, İngiltere'nin Küçük Asya'daki Yunan saldırganlığını desteklediğine inanıyorlar. Bu durum beni ciddi ölçüde meşgul ediyor . . . İzmir'le çevresinin işgali, Yunan ordusunun Küçük Asya'ya girişini izleyen dönemde kaydedilmiş üzücü olaylar, İttihat ve Terakki'nin yeniden dirilmesine ve şimdi ülkeyi egemenliği altına alan Ulusal Hareket'in doğmasına neden olmuştur. Yunanlılarla İtalyanların ülkeden çıkmaları, kendi görüşümce, bu ulusların askeri varlığına dayanan nedenleri ortadan kaldıracak ve ulusalcılar, İtilafçılar'ın çıkarlarına ciddi bir tehlike oluşturmayacaklardır."


Bakanlık yetkililerinden Lord Hardinge bu konuyla ilgili olarak şu notu düşmüştü:

"Anadolu'ya ve İzmir'e Yunan askeri gönderilmesinden İngiltere'nin sorumlu olduğu gerçektir ve bu suçlamalardan kaçınamayız. Amiral Robeck'e sempatim vardır, onun görüşlerine genellikle katılırım; ancak ona şu söylenmelidir: İngiliz yönetiminin niyeti Türkiye üzerinde hakimiyet kurmak değildir."


Yunanlılar, işgal ettikleri bölgelerde Türkleri başka yerlere sürgün etmeye başlamışlardı. 13 Kasım 1919 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, sadece Ödemiş'ten 400 Türk sürgün edilmiş; 60'ı, Türk milis güçleriyle ilişki kurmak gerekçesiyle hapsedilmişlerdi. Demirci Mehmet Efe, İzmir'deki İngiliz temsilcisi James Morgan'a 11 Kasım' da gönderdiği mektupta, 23 Türk'ün Atina'ya sürgün edildiğini belirtmişti. Morgan da bu sürgün olayının gerçek olduğunu 29 Aralık'ta, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserliğine bildirmiş; şunları eklemişti:

"Yunan mahkemelerince mahkum edilmiş 23 Türk, İzmir merkez hapishanesinde yer olmadığı için; ayrıca, güvenlik nedenleriyle, cezalarını çekmek üzere Atina'daki Singros hapishanesine nakledilmiştir. Ölüm cezası infaz edilmeyecektir. Türkler, cinayet işlemek, hırsızlık, silahlı ayaklanma, isyan, Yunan ordusu aleyhinde casusluk yapmak ve düşmanla ilişki kurmakla suçlanmaktadırlar."


İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın aşırı Türk düşmanlarından biri olan ve bakanlıkta yüksek bir mevki işgal eden Eyre E. Crowe, 17 Kasım'da, bakanlık yetkililerinden Kidston'a Paris'ten şu yazıyı göndermişti: 

"Mustafa Kemal'e karşı ne yapılabilir? . . . İster Mustafa olsun, isterse olmasın ve Anadolu'da bir Türk devletine ne gibi uluslararası denetim uygulanırsa uygulansın, İstanbul işgalimiz altındadır ve istersek, yarın onu Anadolu'dan koparır ve Boğazlar'ın geriye kalan bölümlerini işgal edebiliriz. Yunanlılar İzmir'i ve çevresindeki bölgeyi işgallerinde tutuyorlar ve ben, Venizelos'un şu sözlerine inanırım: "Yunanistan, Mustafa Kemal'in kendilerine karşı harekata geçireceği herhangi bir güce karşı koymaya muktedirdir."


Kidston buna 28 Kasım'da şu yanıtı vermişti:

". . . Bugünkü durumun ortaya çıkmasında (Yunanlıların) İzmir'e çıkmalarının önemsiz bir rol oynadığı görüşüne katılamam. Yunanlıların lzmir'e çıkmaları, onları, reklamlarda patente edilen gıdalar gibi, oldukça küçük ve zararsız bir bebekken arsız ve olay çıkaran bir çocuk haline getirmiştir."


Eyre Crowe'un görüşünce, Yunanlıların İzmir'e çıkmaları ve bunun eleştirilere yol açması gerçekte iyi bir politikaydı, çünkü en azından, Türkiye'ye nihai koşullar empoze edilirken, ulusal bölgelerden biri sağlamca işgal edilmiş olacak ve potansiyel Hıristiyan rehinelerinin büyük bir kısmı güvenlik içinde olacaktı. Ancak bu görüşe karşı çıkan bakanlık müsteşarı Lord Harding şu yorumu yapmıştı: 

"Sir Eyre Crowe hiçbir zaman İstanbul ve İzmir'e gitmemiştir; gitmiş olsaydı, İzmir'le ilgili o yazıyı yazmazdı. İzmir sancağını ulusal bir Grek bölgesi olarak nitelendirmek büsbütün safsatadır."


İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John de Robeck, 19 Kasım'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği "ivedi ve gizli" yazıda şöyle diyordu: 

"Yunanistan'ın İzmir'i işgalinden İngiltere'nin sorumlu olduğu görünümü verilmektedir. Olayları incelemek için bir soruşturma komisyonu kurulmasında da İngilizlerin rolü olduğu iddia ediliyor. Türkler, haklı olarak yaptıkları şikayetlere bir çözüm bulunmasını İtilafçılar'dan bekliyorlar. Bizim Anadolu'da düzeni kurmada büyük çıkarımız vardır. Ancak şunu yine tekrarlamak isterim: Yunanlılar İzmir'de kaldıkları sürece bu görevi yerine getiremeyiz."


Yine Amiral Robeck, Dışişleri Bakanlığı'na 20 Kasım' da şu ilginç ve gizli telgrafı göndermişti: 

"Yunan işgalinden kaçan Aydın halkı, son 5 aydan beri, Yunanlıların işgalindeki bölgenin dışında toplanmış bulunuyor. Kış yaklaşmaktadır ve bu insanlar arasında ölüm oranı çok yükselecektir. Türk yönetimi de onlara barınak sağlayacak durumda değildir. Bu bölge Yunanlıların işgali altında olduğu sürece evlerine dönmeleri ümit edilmiyor."


Bakanlık yetkililerinden W. S. Edmonds bu konuyla ilgili olarak 22 Kasım'da şu yorumu yapmıştı: "Menderes vadisinden çıkarılmış olan Türklerin durumu üzücüdür ama bundan kaçınılamaz. Türklerin orada yiyecek v.s. sağlamalarına Yunanlıların engel olmasına General Milne'nin müdahale etmesi gerekir."

George Kidston adlı yetkili de şunları eklemişti: "Amiral Robeck' in anlatmak istediği şudur: Bu Türklerin, yardım sağlamak için fonları (paraları) yoktur." Lord Curzon ise şunu belirtmişti: "Bu, askeri bir kararın sonucudur ve bundan sorumlu olan İngiltere Savaş Bakanlığı'dır."



Öte yandan Mustafa Kemal, 30 Kasım'da, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserine Sivas'tan şu mektubu göndermişti:

"Soruşturma komisyonu ayrıldıktan sonra Yunanlıların Müslümanlara yeniden zulüm yaptıkları bilgisi bize ulaşmış bulunuyor. Buna ek olarak Yunanlılar seçimlere engel oluyor ve hatta camilerin kapılarına bekçiler yerleştiriyorlar. Ulusal ve vatani görevimiz olarak şunları bildirmek isteriz: (Türkiye'de) Yunanlılarca işlenen tüm cürüm ve olayların sorumluluğu İtilaf güçlerine aittir. İtilafçılar, Yunan zulmüne karşı ilgisizlik gösteriyor ve hatta bunu cesaretlendirme siyaseti uyguluyor; Aydın ve ilini gerçek ve yasal sahipleri olanlara iade etmiyor ve onları kana susamış olan güçlere karşı korumuyorlar."

(...)


"Yunan İşgali Haçlı Seferi Biçimini Almıştır"

P. E. Marrack, 20 Aralık 1919 günü Donanma Bakanlığı'na gönderdiği yazıda, Anadolu'daki durumla ilgili olarak şu yorumu yapmıştı:

"Türkiye'deki durumun ana nedeni, Yunanistan'ın lzmir'i işgaline dayanır. Bu durum sürdüğü sürece Türk direnişinin nüvesini oluşturacaktır. Türkler, başlarına gelenlerden İtilafçılar'ın sorumlu olduğuna inanıyor ve Yunan işgalinden dolayı İngiltere'yi sorumlu tutuyorlar. İzmir olaylarını soruşturma komisyonu bu konuda hazırlamış olduğu raporu Barış Konferansı'na sunmuştur. Oybirliğiyle kabul edilmiş olan bu rapor Yunanistan'ı lanetliyor. Venizelos, bu raporu etkisiz bırakmak için Yüksek Konseyi inandırmaya çalışıyor . . . Onun öne sürmüş olduğu özür şudur: Türklerin bu konuyla ilgili olarak vermiş oldukları ifadeler, bu komisyonun delegelerinden biri olan Yunan temsilcisinin bilgisine sunulmamıştır. Müslümanlar arasında, İngilizlerin iyi ve adil olduğu konusunda var olan izlenimi zedelememek için Yüksek Konsey'in bu konuda Venizelos'a karşı çıkarak bu raporu yayınlamasını ümit ederim. Bu rapor rafa kaldırılırsa başlıca İslam gücü sayılan İngiltere'nin saygınlığı zedelenecektir. Sonra şu olasılık da vardır: Bu rapor resmen askıya alınmış olsa bile, sonuçta Amerikan basınına yansıtılacak ve böylece, Amerika'daki İngiliz aleyhtarlarına, İngilizlerin kötü niyeti olduğunu yinelemek fırsatını verecektir. İzmir'e Yunan ordusu gönderilmesinin nedeni olarak Batı Anadolu'da güvenliği sağlamak bahanesi öne sürülmüştü. Ancak, Yunan işgali, bu amacı yerine getirmek şöyle dursun, bir çeşit Haçlı Seferi olmuştur. Bunun sonucu olarak Aydın'daki Türklerin birçoğu şimdi evsiz, hasta ve aç göçmenler durumuna düşürülmüştür. Acınacak bir durumda olan 30 bin kadar göçmen, Yakındoğu'daki saygınlığımıza zarar verecektir. Dolayısıyla, İzmir sorunu ivedilikle sona erdirilmeli ve Yunanlılar İzmir'i boşaltmalıdır. Türkiye cezasız bırakılmamalıdır, ancak bu ceza, üstün nüfusu Osmanlı olan illerin bölünmesini gerektirmez. Türk halkı bu denli bir bölünmeyle karşı karşıya kaldığı sürece, İttihat ve Terakki'yle işbirliği yapmakta olan Ulusalcı Parti, doğudaki İngiliz güvenliğine karşı bir tehdit oluşturacaktır."


Anadolu'daki Olaylar Sürüyor

1919 yılı Kasım ayında Kaymakçı ve Ödemiş olayları yer almıştı. James Morgan, 26 Kasım'da İzmir'den İngiliz yüksek komiserliğine gönderdiği raporda bu olaylarla ilgili olarak şunları bildirmişti:

"Ödemiş'in Müslüman sakinleri, izinsiz olarak kentten ayrılamıyor; bu izni Yunan yetkililerinden ve çoğu kez güçlükle sağlıyor; ama verilen izne bile saygı gösterilmiyor. Bunun sonucu olarak kent halkının ürünleri çalınıyor veya tahrip ediliyor. Nif ilçesine bağlı iki köyde Rumlarla Yunanlılar, halkı camilere toplamış, soymuş, dövmüş ve evlerini yağmalamışlardır."


3 Aralık'ta Besdeyni, Gürçova, Kaymakçı ve Bucak yörelerini ziyaret eden Ödemiş'teki İngiliz istihbarat subayı, aynı gün kaleme aldığı raporda şöyle diyordu:

"21 -22 Kasım'da burada (Kaymakçı ) çarpışmalar olmuştu. Yunan güçleri, Paris Barış Konferansı'nın çizmiş olduğu yeni hatları işgal etmek için Besdeyni'den ilerlemeye başlamıştı. Uzun süren çarpışmalarda her iki yanda epey kayıp vermişti . . . Türk köylüler geri dönerlerse evlerini boş ve çevredeki ovaları bir çöl olarak bulacaklardır."


Bu raporda anlatılan olaylara içerleyen İngiliz Yüksek Komiseri Sir John de Robeck, Lord Curzon'a 27 Aralık'ta şu yazıyı göndermişti:

"Bu raporlar, Kaymakçı, Ödemiş ve Tire yörelerinde yadsınamaz bir durumu yansıtıyor. Yunanlılara kendi stratejik durumlarını düzeltmek için verilen izin üzerine, onlar 4 bin kişiyi daha, kışın başlangıcında evsiz ve yoksul bırakmışlardır. Buna benzer raporlar alınınca, kişi, Batı Anadolu'daki bu hareketlerin, İtilafçılar'ın uğrunda savaşmış oldukları ilke ve ideallere ne kadar ters düştüğünü anımsamaktan kendini alamaz."


Demirci Mehmet Efe de, 7 Aralık 1919 tarihli "İzmir'e Doğru" adlı gazetede yayınlanan mektubunda, Ödemiş Savaşı'nı ve Yunan barbarlıklarını anlatmış; "General Milne'nin belirlediği sınırlar içinde bulunan Gürcova, Ayasuluk, İki Çaplı, Kaşıkçı, Kesir, Uzundere ve Çerkesköyler'in üç saat süren top ateşine tutulduğunu; halkın yakındaki köylere kaçtığını; dağlara kaçanların ve kadın ve çocuklardan oluşan 30'a yakın insanın soğuktan donarak telef olduğunu; kaçamayan kimi yaşlıların öldürüldüğünü, genç kadın ve kızlara tecavüz edildiğini" bildirmişti.


Londra'daki Türk dostu bazı İngilizler, 15 Aralık'ta İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdikleri yazıda, Yunanlıların İzmir'i işgallerinden bu yana 10 bine yaklaşık Müslümanın öldürüldüğünü; birçoklarının kaybolduğunu ve 100 binden çok Müslümanın evsiz göçmen durumuna düşürüldüğünü bildirmişlerdi.

İtalyan ordusunda irtibat subayı görevinde bulunan İngiliz yüzbaşı A. Waterfıeld de, 1 Kasım'da kaleme aldığı raporda, bu insanlar için bir şey yapılmazsa, sonbahar yağmurları başlayınca çoğunun yaşamını yitireceğini bildirmişti.

1919 yılının sonlarına doğru, Türklerin İstanbul'dan çıkarılmaları konusu yeniden öne sürülmeye başlanmıştı. Bu nedenle, Paris'te yayınlanan "Gaulois" adlı gazetenin siyasi editörü M. Rene d'Ardal, gazetenin 26 Aralık tarihli sayısında şunları belirtmişti:

"Türklerin İstanbul'dan çıkarılması ve Boğazlar'ın uluslararası bir rejime tabi tutulması görüşünden sorumlu olan İngiltere'deki sömürgeci partidir. Ancak bu proje Avrupa için iki tehlike yaratmaktadır: 1 . İslam dünyasının Hıristiyanlara karşı isyana kışkırtılması, 2. bunun etkisiyle Cezayir, Fas, Mısır ve Hindistan da bir hareketin başlaması. Bu hareketler önceden tahmin edilemeyecek kadar tehlikeli olabilir."

(...)


İzmir'deki ABD temsilcisi David Forbes da bu söylentilere büyük ilgi gösteriyor; İstanbul'daki ABD Büyükelçiliği yetkililerinden William Buckler'e 10 Ocak'ta gönderdiği yazıda şöyle diyordu:

"(Ulusalcı) Türk liderler, Yunanlıların İzmir'i işgalini asla kabullenmemekte kararlıdır. Paris Konseyi bu konuda ne karar alırsa alsın, İzmir Yunanlılardan geri alınmazsa, ulusalcılar, Yunanlılar ülkeden çıkıncaya kadar savaşı sürdüreceklerdir. . . Bu durumda, dünyanın bu kesiminde savaş öncesi koşullara dönülmesi için pek ümitli değilim; tam tersine, İzmir'in işgali, Küçük Asya'da yeni bir Balkan anarşisi yaratılmasına neden olmuştur. İzmir ili Yunanistan'a ilhak edilirse en erken vakitte, oldukça uzun sürecek ciddi düzensizlikler dönemine girmiş olacağız. Türkler geniş ölçüde silahlanmayı başararak Yunanlıları bu ülkeden çıkaracaklardır."

(...)


Hamid Francis adlı bir İngiliz de, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na 25 Şubat'ta gönderdiği yazıda şöyle diyordu:

"İzmir'de yıllarca yaşadım. İtilafçılar'ın, Asya veya Avrupa Türkiye'sinde ticari açıdan en önemli liman olan İzmir'i, Aydın ve Bursa illerinin herhangi bir bölgesini, gaddar, bencil ve oldukça haysiyetsiz Yunan'a vererek insafsız ve korkunç bir hata işlemelerini önleyiniz . . . Helenlerin bu bölgeyi yönetmede hiçbir hakları ve gerekçeleri yoktur, çünkü her yanda Müslüman, Hıristiyan ve diğer halklarla büyük çoğunluk onlardan nefret eder ve aşağı görülürler. İtilafçılar, Yunan ordusuna bu ili işgal etmeye izin vermiş oldukları günden bu yana bu ordu köyleri yakmış; kaçamayan Müslüman halkı kırımdan geçirmiş ve ülkeyi yıkmıştır. Dünyadaki en barışsever ve yasalara itaat eden rençberler olan bu Müslümanlar Yunan gaddarlıklarının kurbanı olmuşlardır. Bunun sonucu olarak tarlalarının birçoğu ekimsiz kalmıştır. Bu muhteşem ve iyice sürülüp ekilmiş olan toprakları. . . rüşvet düşkünü ve zalim Yunanlılara vermek, bu mutsuz ülkeyi ve halkını bilenler ve sevenler açısından olmuştur. . . Dolayısıyla Müslüman sakinler ve diğer Hıristiyanlar, hiçbir tolerans duygusu olmayan ve Levant'in en zalim ve haysiyetsiz bir halkı olan Yunanlıların boyunduruğunu asla kabul etmeyeceklerdir. Bunun sonucu olarak, Yunan yönetimi buradan kovuluncaya kadar, her yanda isyanlar çıkacak ve sivil savaş patlak verecektir. İzmir'i Yunan'a vermeye, Liverpool'u Rusya'ya ve Marsilya'yı veya Havr'ı Almanya'ya teslim etmeye benzer."

(...)


Osmanlı Hıristiyan toplumunun ruhani ve sivil kimi liderleri, kendilerine Osmanlı devleti içinde verilmiş olan ve devlet içinde devlet olma (imperium in imperio) niteliklerine sahip geniş ölçüde hak ve ayrıcalıklardan yararlanarak, yabancı devletlerle entrikalar yapmaya başlamışlardı. Özerklik veya bağımsızlık sözleriyle aldatılmış olan bu liderler, Osmanlı devletini bölerek ortadan kaldırmaya çalışan o devletler ve güçler tarafından ustalıkla kullanılıyor; böylece kendi etki ve yetkilerinin artacağını sanıyorlardı. Osmanlı devletinin gücünü zayıflatmak ve daha çok bu devlet savaş durumundayken, bundan pay koparır ümidiyle, kendi ülkelerinin düşmanlarıyla sık sık işbirliği yapıyorlardı.

Son zamanlarda araştırıcılara açılmış olan Batı arşivlerinden sağlanmış olan belgeye ve yayınlanan birçok yapıta göre, bu Hıristiyan azınlıklarından ve aldatılmış olan kimi Müslüman aşiretlerinden bazılarının da Osmanlı devletinin parçalanmasında önemli bir rol oynamış oldukları kanıtlanmıştır. Bu azınlıkların amaç ve tutkuları tümüyle gerçekleşmiş olsa, Osmanlı devleti büsbütün ortadan kaldırılacak ve onun yerini, koruyucuları olan güçlü devletlere itaat edici kukla devletçikler alacaktı; oysa Hıristiyan azınlıklar, Anadolu'nun hiçbir ilinde toplam nüfusun yüzde 15'inden çoğunu oluşturmuyorlardı. Buna karşın, 1877-8'de, hatta daha önceleri, Osmanlı devletindeki çeşitli Hıristiyan mezheplerinden bazıları, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı'nda doruk noktasına erişen ilişkilerinin henüz ilk döneminde, emellerine nail olmak için birbirleriyle işbirliği yapmaları gerektiğini anlamışlardı. Aynı zamanda, Osmanlı devletinin içindeki ve dışındaki denge bozucu güçlerle işbirliği yapmanın bu devletin bölünmesinde çıkarları olan devletlerin aletleri olarak çalışmanın, herhangi bir Osmanlı krizinden yararlanmanın veya bu devletler azınlıklar için müdahalede bulunur ümidiyle, bu denli krizleri yaratmanın ve her şeyin üstünde, Türkiye ve Türk ulusuna karşı propaganda kampanyası başlatmanın önemini anlamışlardı. Dünyanın her yanında, özellikle Avrupa ve Amerika'daki güçlü, bol kaynaklı ve aldatıcı Hıristiyan propaganda örgütleri ve araçları tarafından ustalıkla kullanılan Hıristiyanlık dünyasını ve kimi Müslüman aşiretlerini aldatarak, onlardan yardım sağlamışlardı.

Propaganda sahasında Osmanlı Hıristiyanlarıyla kimse yarışamazdı. Onların kimileri, güçlü devletlerin büyükelçilik ve konsolosluklarında yaptıkları tercümanlık görevlerinden yararlanarak, o devletleri, kendi masallarına ve onların refah memurlarını, misyonerlerini ve ruhani liderlerini, kendi savlarının gerçek olduğuna inandırmışlardı. Çoğu kez Batılı bir gazeteci onların çığırtkanlıklarıyla tuzağa düşmüş; onların hikayelerini çevreye yaymıştı. Dahası, Osmanlı ülkelerindeki Avrupalı diplomat ve gezginler, kendileri gibi aynı dinden olan ve çoğunlukla yabancı dilleri bilen bu kişilerin tuzağına düşerek onların yalanlarını geniş ölçüde yaymışlardı. İstanbul'daki Amerikan Robert Koleji'nin (şimdi Boğaziçi Üniversitesi) ilk başkanı rahip Dr. Cyrus Hamlin'e göre, Türklere karşıt haberlerin yayılmasını sağlamak amacıyla, 1870'lerde Londra'da bir propaganda bürosu kurulmuştu. Hamlin'in de doğruladığı gibi, herhangi bir halk hakkında bu denli "tek yanlı ve güvenilmez enformasyon veya propaganda", birkaç yıl sonra, kolayca giderilemeyecek düşmanlık ve nefret kışkırtır. Hamlin ayrıca şu yorumu yapar: "Doğu hakkında bilgi veren bir gazeteyi elime her aldığımda şöyle dua ederim: Tanrım, bu haberlere inanmamak için bana yardımcı ol."

Türkler dindar ve ağırbaşlı oldukları için; boşboğaz olmadıkları ve sessizlik içinde sıkıntı çekmeyi çığırtkanlık yapmaya yeğ tuttukları için, Osmanlı Hıristiyanlarının fanatikleri ve onların koruyucuları, Türkler ve öteki Müslümanlar aleyhinde akla hayale sığmayan efsaneler ve kendi nefret duygularını çevreye yaymada meydanı boş bulmuşlardır. Bu denli yalanları kanıtlamak için, hiçbir sorumluluk ve vicdan azabı duymadan sahte belgeler öne sürmüş veya var olan belgeleri çarpıtmış aleyhlerindekileri de kaçırmışlardır. Onların, var olmayan belgeleri varmış gibi göstermedeki ustalıkları, bir bakıma beyazın siyah olduğunu kanıtlamaya çalıştıkları ve çoğu kez bunda başarı sağlamış oldukları, bu biçim bir "beyin yıkamaya" sık sık maruz kalmış olan devletlerin arşivlerinde bulunan çeşitli ilk kaynaklardan saptanmıştır.

(...)


Öte yandan, Osmanlı devletinin son dönemini oluşturan 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan çok Müslüman kendi topraklarından sökülmüş; 6 milyona yaklaşık Müslüman da yaşamlarını yitirmişlerdi. Onların kimileri savaşlarda, kimileri de göçmen olarak açlık ve hastalıklardan olmuş; onların Osmanlı ülkelerindeki mal ve mülkünü, savaşlarla isyanlar sonucunda kurulmuş olan devletlerin halkları ele geçirmişti. Yani, bu yeni devletler, ülkelerinde yaşayan ve çok ıstırap çeken Türk ve öteki Müslümanların imhası veya sınırdışı edilmesi üzerine kurulmuştur. Çarlık Rusyası da genişlerken milyonlarca Müslümanın yaşamlarını yitirmelerine neden olmuştur. Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy'nin de açıklamış olduğuna göre, bu Müslüman kayıplarının tarihi önemine karşın, Batı'da yayınlanan eserlerde bunlardan pek az söz edilmekte veya hiç söz edilmemektedir. Bu gibi yapıtlar ve tarih kitapları, İtilafçıların, Greklerin ve Ermenilerin kırıma tabi tutulduklarını hiçbir esaslı kanıta dayanmadan ve bol keseden sıralar, Türklerle öteki Müslümanlara karşı yapılan canavarlıklardan hiç söz etmemektedir.

Son olarak şunu belirtmek gerekir: Anadolu halklarını büyük bir felakete sürüklemiş olan başlıca yayılmacı devletler: Rusya, İngiltere ve Fransa; ayrıca Yunanistan, Ermenistan, İtalya, Almanya, Avusturya ve ABD, tarih huzurunda bu eşsiz felaketin sorumluluklarından kaçınamazlar; ama bu felakete, kimi Osmanlı yönetimleri de katkıda bulunmuştur. Öte yandan, Osmanlı Hıristiyan toplumlarının birçok lider de bu felaketteki sorumlulukları göz ardı edilmemelidir. Bu liderler, hem kendilerini, hem de kendi halklarını güçlü devletlerin aleti yapmakla bu felakete büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Ne kadar üzücüdür ki, Türkiye'yi yıpratma ve bölme çabaları hâlâ sürmektedir.


Salahi R. Sonyel

İngiliz Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri, 1821-1923

Remzi Kitabevi, 2011, s.195-201, 203-205, 207-209, 369-372



27 Nisan 2025 Pazar

İklim Krizi Yoktur!

 

"Her kim iklimi kontrol ederse, dünyayı kontrol eder." (dk.15.30'da)

Lyndon B. Johnson

(ABD'nın JFK'den sonraki başkanı)

The Dimming (İklim Mühendisliği Belgeseli)

Dane Wiginton YT link


***

İnsanları kontrol etmek istiyorsanız, CO2'yi kontrol etmelisiniz !

"İklim krizi" büyük bir aldatmacadır...



'What Percent Of Our Atmosphere Is CO2?': Doug LaMalfa Stumps Entire Panel With Climate Questions - YT Forbes Breaking News link


Kongre üyesi LaMalfa diğer kongre üyelerinin desteklediği iklim krizi panelinde onların sormak istemediği soruyu sorup bizim de sorgulamamıza teşvik ediyor...


LaMalfa: Atmosferimizin yüzde kaçı CO2 (karbondioksit)? En iyi tahmininizi yapın...

Cevap: Ben beş diyorum. Ulaşımın neden olduğu CO2 yüzde 49 olduğunu biliyoruz. Hepimiz enerji dönüşümü üzerinde çalışıyoruz.

LaMalfa; Peki sizce bu rakam nedir?

Cevap: Beş

LaMalfa: Siz bay Boyd?

Cevap: Sekiz

LaMalfa: Peki, bunu takdir ediyorum. Sizi kızdırmak istemiyordum, pek çok kişiye sordum. Çünkü panelde duyduğumuz tek şey iklim değişikliği, iklim değişikliği, CO2, CO2..

Elektrik şebekesi olmamasına rağmen araçlarımızı elektrikli hâle getirmek istiyorsunuz. Ben bir çiftçi olarak 300.000 - 500.000 milyon dolarlık ekipmanı , birileri elektrikli olmasını istiyor diye değiştirmekten gerçekten mutlu olmam.

(Atmosferdeki CO2 için) cevap yüzde 0,04. Yüzde bir değil, yüzde yarım değil... yüzde 0,04'tür.

Ve son birkaç on yılda 0,03'ten yukarı çıkmıştır. Bu küçük değişiklik için hepimizi zorluyorsunuz. EĞER 0,02'nin ALTINA İNERSEK BİTKİ YAŞAMI ÖLMEYE BAŞLAR ‼️ yani....

İklim değişikliği kocaman bir saçmalıktır! Beraberinde getirecekleri her şey ey kontrol ile ilgilidir!

Küreselci "soyluların" kölelere ihtiyacı var! O yapar, yer, gezer, ama sen yapamazsın! Sana yasak!..

Ayrıca İklim Krizi var diyenlerin hiç bir b.k bilmediği ortaya çıktı!

***


Küresel Isınma Yalanları

Haluk Dural


- “Sıfır Karbon” söylemi tam anlamıyla bir sahtekârlıktır. 

- Yeşil enerjiye dönüşüm gelişmekte olan ülkelere kurulmuş bir büyük tuzaktır. 

- Batı ülkelerinin uygulamaya koyduğu Sınırda Karbon Vergisi, gelişmekte olan ülkeleri sanayisizleştirmeyi hedeflemektedir. 

- Elektrikli araçların çevre dostu olduğu söylemi tümüyle yalandır. 

İlkokul 4’üncü sınıfta okutulan Tabiat Bilgisi dersinde bile “onbin yıl önce buzul çağı yaşandığı, kuzey kutup buzulunun Avrupa’nın ortalarına kadar geldiği, Sibirya’da yaşayan mamutların güneye kaçamayıp, tundralarda donup kaldıkları” anlatılırdı. Ama iklim değişikliği konusunda sözcülük yapanlar ve bunların destekçilerinin, bu ilkokul bilgisini sorgulamak, onbin yıl önce nüfusun yaklaşık 4 milyon tahmin edildiği Dünyamızda; kömür, petrol, doğalgaz, otomobil, sanayi yokken yani havaya  karbondioksit salacak insan kökenli yapılar yokken, havayı ısıtarak buzul çağını sona erdiren  unsur neydi diye sormak akıllarına  gelmemektedir!!! 

Küresel Isınma Yalanları

Karbon ayak izi (İngilizcedeki carbon footprint kelimesinin birebir tercümesi, gerçekte karbon bir  elementtir ve ayak izi yoktur), birim karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı  açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsüdür ve iki ana parçadan oluşur:

Doğrudan  (birincil) ayak izi ve dolaylı (ikincil) ayak izi. Birincil ayak izi, evsel enerji tüketimi ve ulaşım (söz gelimi  araba ve uçak) dahil olmak üzere fosil yakıtlarının yanmasından ortaya çıkan doğrudan CO2  salımlarının, ikincil ayak izi ise kullandığımız ürünlerin tüm yaşamın döngüsünden bu ürünlerin imalatı  ve en sonunda bozulmalarıyla ilgili olan dolaylı CO2 salımlarının ölçüsüdür. Karbon dioksit cinsinden  üretilen sera gazı miktarının hesaplanmasında GHG Protocol, PAS 2060 ve ISO 14064 uluslararası  standartlarından herhangi biri veya TS EN ISO 14067 kullanabilir. 

Karbon vergisi, fosil yakıt kullanımından kaynaklanan karbon dioksit gibi sera gazlarının atmosfere  salımını azaltmayı hedefleyen bir çeşit çevre vergisidir. Vergilendirme, üretilen veya tüketilen mal ve  hizmetlerin karbon ayak izine bağlı olarak belirlenir. 

Karbon vergilerinin başlıca amacı, karbon salımlarına direkt maliyet yükleyerek fosil yakıtların  kullanımını azaltmak ve enerji tasarrufu, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş gibi çevre dostu  uygulamaları teşvik etmek gibi sunulan gayet masumane (!) bir amaçtır. Böylece hem ekonominin  karbon yoğunluğunu düşürmek hem de küresel ısınma gibi çevresel sorunlarla mücadele edilmesi  hedeflenir. 

Avrupa Birliği (AB), karbon fiyatlandırması konusunda öncü bir rol oynamakta ve üye ülkelere  rehberlik etmektedir. İsveç, dünyanın en yüksek karbon vergilerinden birine sahiptir ve bu vergiyi  1991 yılından bu yana uygulamaktadır. Norveç ve İsviçre de benzer uygulamalar ile karbon salımlarını  vergilendiren ülkeler arasındadır. Finlandiya, karbon vergisini ilk uygulayan ülkelerdendir. Kanada,  federal bir karbon fiyatlandırma sistemi uygularken, Japonya büyük salım kaynaklarına karşı karbon  takas sistemini benimsemiştir. Polonya, kömüre bağımlılığını azaltma çabası içindeyken, Kolombiya  ve Hindistan gibi ülkeler de karbon vergisi mekanizmalarını geliştirmeye başlamışlardır. 

Karbon vergisinden Türkiye nasıl etkilenecek? 

Avrupa Birliği'nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması'nın (EU's Carbon Border Adjustment  Mechanism) demir-çelik, alüminyum, gübre, elektrik ve çimento sektörlerini kapsayan ilk aşaması, 1  Ekim 2023 itibarıyla devreye girecek ve bu geçiş dönemi 2026'ya kadar sürecek.

Sınırda Karbon  Düzenleme Mekanizması (SKDM), Türkiye'den AB'ye ihracat yapan birçok sektörü etkileyecek. İlk  aşamada Türkiye'nin AB'ye önemli miktarda ihracat yaptığı, sınırda karbon vergisi uygulanacak sektörler arasındaki demir-çelik, alüminyum, çimento ve gübrede düzenlemeden hemen  etkilenecektir. 

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı'nın (UNCTAD) gelişen ve gelişmiş ülkeler için  2021'de yaptığı çalışmada, ülkelerin 2020 itibarıyla ihracat yaptığı 6 sektörde mevcut karbon salımları  ölçülerek bunların AB referans değerlerine göre farkları dikkate alınıp ihracatları üzerinden alınacak  karbon vergileri hesaplandı.

Yapılan hesaplama ile 1 ton fazla karbon emisyonu için 44 dolar  ödeneceği varsayıldı. Türkiye İhracatçılar Meclisi-TİM'in raporunda yer verilen, Türkiye için yapılan hesaplamada, çimento  ve cam sektörü 2020 karbon emisyonu değerleri ile AB'ye ihracatta yüzde 12,3'lük karbon vergisi ile  karşılaşırken, kağıt ürünleri için yüzde 1,1, alüminyum için yüzde 1,2, demir-çelik için yüzde 2,9,  rafineri petrol ürünleri için yüzde 1,2 ve kimyasal ürünler ile gübre için de yüzde 2 karbon vergisi  hesaplandı. 

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği-SEFİA tarafından yapılan ve İklim Değişikliği  Başkanlığı tarafından açıklanan raporda hiçbir önlem alınmadığı durumda Türkiye'nin 2032'ye kadar  karşılaşacağı toplam maliyetin yıllık 2,5 milyar dolar olabileceği söylenmektedir.

“Sıfır CO2 salımlı” Elektrikli araçlar yalanı 

Elektrikli otomobilin ve elektrikli otomobil aküsünün üretimi, sınırlı bir kaynak olan lityum, rodyum ve  kobalt gibi nadir toprak metallerinin yaygın olarak çıkarılması ve işlenmesi gerekir. Nadir toprak  metallerinin madenciliği ve işlenmesi karayı, havayı ve nehirler gibi su sistemlerinde büyük kirliliğe  yolaçar.

Örneğin, resimde görülen, elektrikli otomobillerde kullanılan Tesla Y  modeli pilinde kullanılan; Lityum için 12 ton kaya, 5 tonluk kobalt  minerali (kobaltın çoğu bakır ve nikel cevherlerinin işlenmesinin bir yan  ürün olarak yapılması sağlanır. Elde edilmesi çok zor ve çok pahalıdır), 3 tonluk nikel cevheri ve 12 ton bakır cevheri gerekir. Ayrıca,  madencilik sırasında 12 kg hava kullanılarak; 13,6 kg nikel, 22 kg  manganez ve 6,8 kg kilo kobalt elde edilir. Pilin üretimi için ayrıca 200,2  kg alüminyum, çelik ve/veya plastik ve 50,8 kg grafit gerekir. Temel  minerallerin elde edilmesi amacıyla hafriyat işlerinde yaygın olarak bir  Caterpillar 994A aracı kullanılır. Tahminen 12 saatte 948 ila 2937 litre  arasında dizel tüketilir.  Sonunda “sıfır CO2 salımlı” bir arabaya sahip oluyorsunuz. 

Şu anda pillerin üretimi için gerekli minerallerin büyük kısmı Çin veya Afrika'dan geliyor ve Afrika'daki  madencilerin elde edilmesindeki ağır emeğin büyük kısmı çocuklar tarafından yapılıyor!

SONUÇ 

İklim Çevrecilerinin yalanlarına karşı bilimsel doğrular: 

- Atmosferi ısıtan tek kaynak GÜNEŞTİR. 

- Dünya atmosferi milyonlarca yıldır devresel olarak ısınır ve soğur. 

- Atmosferin ısının tutan en büyük sera gazı BULUTLARDIR. Bulutlar sera gazlarının % 95’idir. 

- CO2'in doğal seviyeleri toplam atmosferin yaklaşık yüzde 0,04'üdür. 

- Yüzde 0,04'lük CO2'in yüzde 95'i volkanik aktivite, çürüyen bitki örtüsü, bakteriler ve dünyadaki  okyanusların birleşiminden gelir. 

- Atmosferdeki toplam CO2'te insanın katkısı yalnızca yüzde 0,0016'dır. 

- Karbondioksit dünyadaki tüm yaşamı oluşturan temel besindir ve yalnızca faydalı etkileri vardır. 

İklim yalanlarının arkasındaki vahşi planlar: 

Batı emperyalizminin itici gücünü oluşturan, kendilerini uluslarüstü sanan özel banka ve finans kurumları, silah, ilaç, enerji şirketlerinin sahipleri yağmacı oligarkların kurdukları “müesses nizam”,  siyaseten ve ekonomik etki altına aldıkları ülkelerde kendi çıkarlarına zarar verecek toplumsal  uyanışları durdurmak için egemen ulus devlerinde yıllardır; iç karışıklıklar çıkartır, askeri  müdahalelerde bulunur, milyonlarca insanı öldürüp, ülkeleri sömürmeye devam ederler. 

Bu nedenle, otuz yılı aşkındır uyguladıkları neo-liberal politikaların gerek kendi ülkelerinde ve gerekse  hedef ülkelerde yarattığı tepkilerin sonucunda küresel jeopolitikte yaşanmakta olan hızlı değişimleri engellemekte kullanılacak “iklim değişikliği” başlığı altında bir başka sinsi planı devreye sokmaya  başladılar. 


Haluk Dural / 13 Haziran 2024 / link

EK:

İklim Değişikliği Kanunu Taslağı; Neye ve kime hizmet ediyor…

Haluk Dural, 13 Nisan 2025 / link

***




GERÇEK !

Azaltmak istedikleri karbon sizsiniz!



KKTC

 


Türk birliği ve KKTC 

Doğu Akdeniz’de Yunan-İsrail-Güney Kıbrıs Rum ittifakının anatomisi ve Türkiye

***

Nemrut Dağı'nda kazılar yapan arkeolog Theresa B. Goell'ün biyografisini yazan Sanders & Gill, Kıbrıs'ın Türkler tarafından işgali(!) yüzünden Theresa'nın gezisi aksadı, demekte! Biyografide (2004) bile "işgal" sözünü kullanan akademisyenler siyasi kimliklerinden kurtulamamış!

#KKTC

Ed.R Getzel M. Cohen ile Martha Sharp Joukowsky "Breaking Ground: Pioneering Women Archaeologists, 2004" içinde "Donald H. Sanders with David W. J. Gill" makalesi


SB

***

Harry Scott Gibbons - Soykırım Dosyaları, 1997
“...Kıbrıs Türklerinin imhası başlamıştı...”


Bu kitap Kıbrıs'ın yakın geçmişine dair gerçekleri aktarmak için yazıldı. Ben bunu yaptım ve bana sadece Nihai Çözüm için fikirlerimi vermek kaldı.

Türkiye adanın kuzeyindeki fiziksel varlığını pekiştirdikten sonra nüfus mübadelesi yapıldı ve kuzey Kıbrıs, Kıbrıs Türk Federal Devleti oldu. Elbette, iki farklı dine mensup iki farklı ırkın barış içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini görmek için görüşmeler yapıldı. Ne kadar konuşulursa konuşulsun bu henüz keşfedilemedi. Sonunda 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti resmen ilan edildi. Ancak Kıbrıs'ın güneyi uluslararası alanda meşru cumhuriyet olarak tanınırken, Türkiye ve bağımsızlığını yeni kazanan bazı Türk devletleri dışında Türklerin oluşturduğu üçte birlik kısım hiç tanınmıyor. Ancak Kuzey için asıl sorun bu değildir. Kuzey 20 yılı aşkın bir süredir ayrı bir varlık olarak varlığını sürdürüyor, halkı yurtdışına seyahat edebiliyor - Güney hariç - büyüyen bir turizm ticareti var. Burası mutlu ve rahat insanların yaşadığı mutlu bir ülke. Kadınlar güzel görünümleriyle dikkat çekiyor. Ben 1960'larda Kıbrıs'ta yaşarken, evli olmayan kadınlar yabancılar tarafından nadiren görülürdü. Şimdi, belki de güvende oldukları kendi ülkelerine sahip oldukları için, gerçek güzelliklere dönüştüler. Ve neredeyse hiç suç işlenmiyor.

Asıl sorun, Kıbrıs Rum Kesimi'nin bunu istemesi ve dünyanın geri kalanını bunu kendileri için almaya ikna etmek umuduyla aralıksız bir propaganda savaşı yürütmesidir. Bu propaganda, her zaman zorbaca, hatta tehditkâr, ama her zaman sabit, beni Kuzey'den neden yanıt gelmediğini öğrenmek için geri getirdi. Yeni Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti'nin propaganda ya da bu durumda karşı propaganda kavramına sahip olmadığını keşfettim. Safça, dünyanın sözde Kıbrıs “sorunu” hakkındaki tüm gerçekleri bildiğine inanıyor. Elbette dünya bilmiyor ve şu ana kadar Rum dezenformasyonu - kasıtlı yanlış bilgilendirme - bu bilgi boşluğunu doldurmak için yeterli oldu.

Bu kitap, sorunu bir Türk bakış açısıyla göstermek için yazılmıştır. Ben de araştırmalarım sonucunda Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerle yan yana mutlu, hatta barış içinde yaşayamayacağı sonucuna vardım. Aksi takdirde, bu kitabın da gösterdiği gibi, Yunanlıların Türklerden kurtulma saplantısı neden toplu katliamlara kadar varsın? Bana göre ortada çözülmesi gereken bir “sorun” yoktur. Sorun 1974 yılında, Rumların birbirlerini katlettiği bir dönemde Türk müdahalesi ile çözüldü. O zamandan beri Kuzey Kıbrıs'ta ne toplumlar arası çatışma, ne silahlı çatışma, ne de toplu cinayetler yaşandı. Bu bana iyi bir çözüm gibi görünüyor. Eğer Kıbrıslı Rumlar Türkler için bağımsız bir Kıbrıs parçasını kabul edemiyorsa, o zaman sorunu olan sadece onlardır.

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tanınmış lideri Glafkos Clerides anılarını dört cilt halinde kaleme aldı. İçeriği iyi bir okuma için fazla çocukça, ancak Kıbrıslı Rumların Türkler hakkındaki düşüncelerini gösteriyor. Clerides'e göre adanın yaşadığı her sorun Türklerden kaynaklanmaktadır. Herhangi bir Rum cinayeti ya da katliamından bahsedilmemektedir. Bunlar her zaman her iki taraftaki sorumsuz insanlar tarafından işlenmektedir. Bu, “her iki tarafın zulmü” tanımlamasına yol açan tipik bir dezenformasyon manevrasıdır ve suçlu tarafın günahlarını ortadan kaldıran bir manevradır.

Kıbrıs Türkleri dünyanın çoğu tarafından kara listeye alınmıştır. Avrupa Birliği ihracatına ambargo koymuştur. Peki Kıbrıs Türklerinin suçu ne? Saddam Hüseyin'in aksine kimsenin üzerine zehirli gaz atmadılar, petrol zengini hiçbir ülkeyi işgal etmediler, İrlanda Cumhuriyet Ordusu gibi insanları ve binaları havaya uçurmadılar. Güney Kıbrıs tarafından kendilerine yağdırılan hakaretlere cevap verme zahmetine bile katlanmıyorlar. Tek istedikleri barış içinde bırakılmak. Ancak Kıbrıs Rum Kesimi, AB'nin köpeğini sallayan kuyruktur ve yabancı “arabulucular” Kıbrıslı Türklere teslim olmaları, kuzeyi güneye devretmeleri, resmi olarak azınlık durumuna düşürülmeleri ve elbette çoğunluktaki Rumlar tarafından “korunmaları” için baskı yapmaya çalışmaktadır. Ve bu kitap, bu tür bir korumanın ne kadar değerli olduğunu gösteriyor.

Hayat her zaman adil değildir. Örneğin Andreas Papandreu'yu ele alalım. Ülkesi için savaşmayan bir Yunanlıydı ama yine de askeri yönetimin sona ermesinden sonra ülkeyi sosyalist bir başbakan olarak yıllarca yönetmeyi başardı ve kamuoyuna yansıyan yolsuzluk ve diğer skandallarla ülkeyi yoksulluğa sürükledi. Batı dünyasının Kıbrıslı Türklere sunmak istediği tek gelecek ise kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaktır. Clerides anılarında Kıbrıs'ta çözüm için şartlarını sıralıyor. Bu şartlar Papandreu'nun yıllar önce öne sürdüğü şartlarla aynı: Türk askerleri Kuzey'i terk etmeli, Rumlar Kuzey'de serbestçe dolaşabilmeli, Kuzey'deki tüm toprakları ve mülkleri geri verilmeli ve Kuzey, Güney'in yetki alanına girmeli. Bunun karşılığında Türklere ne öneriyor? Gerçekte, hiçbir şey.

İşte bu kadar. Clerides ve adamları Kıbrıs'ta Türk hakları konusunda son derece esnek değiller. Hiçbir hakları yok. Kıbrıslı Türklere verdikleri mesaj şu gibi görünüyor: “Sizin olan bizimdir, bizim olan da bizimdir!” 

Benim daha iyi bir çözüm önerim var. Kuzey Kıbrıs bağımsızlığını korusun, Türkiye, Yunanistan ya da Avrupa Birliği ile birleşmesin. Türkiye Kuzey'in dışişleri ve savunma işleriyle ilgilenmeyi kabul etsin. Bu şekilde tek bir büyükelçilik masrafı olmadan tüm dünyada söz sahibi olacaktır. Bu, İngiltere ile Kuveyt arasında uzun yıllar boyunca başarılı bir şekilde uygulanan bir anlaşmaydı, dolayısıyla mükemmel ve iyi denenmiş bir emsal var. Ve Güney Kıbrıs, Kıbrıs Rum Kesimi, kendi hayallerini gerçekleştirebilir. Avrupa Birliği'ne giriş ve her Kıbrıslı Rum'un gönlünde yatan Yunanistan'la birleşme. Bu çözümün alay konusu olacağının farkındayım. Ancak ben gerçekçi davranıyorum. Bu kitabı yazarken sık sık Türkiye'de bulundum. Politikacıların ve askerlerin nasıl düşündüğünü biliyorum. Ve bunu onlardan gelecek bir çelişkiden korkmadan söyleyebilirim.

Ne Yunanistan ne de Kıbrıs Rum Kesimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kontrolünü asla ele geçiremeyecektir.
Türkiye ile savaşa girmeden olmaz.
Ve kazanmadan!



Harry Scott Gibbons - The Genocide Files, 1997
"..the extermination of the Turks of Cyprus had begun..."


This book was written to give the facts of the recent past of Cyprus. I have done that, and it only remains for me to give my ideas for the Final Solution.

After Turkey had consolidated its physical presence in the north of the island, there was an exchange of populations, and north Cyprus became the Turkish Federal State of Cyprus. There were talks, of course, to see how the two peoples — two different races with two different religions - could live together in peace. No amount of talking has yet discovered this. So eventually, inl983, the Turkish Republic of North Cyprus was formally declared. But the south part of Cyprus is recognised internationally as the legitimate republic, and the Turkish third is not recognised at all, except by Turkey and some of the newly independent Turkic states. But that is not the real problem for the North. It has survived as a separate entity for over 20 years, its people can travel abroad — except to the South — there is a growing tourist trade. It is a happy land, with a happy, easygoing people. The women are noticeable for their good looks. When I lived in Cyprus in the 1960s, unmarried women were seldom seen by outsiders. Now, perhaps because of having their own country where they are safe, they have blossomed into real beauties. And there is almost no crime.

The real problem is that Greek Cyprus wants it, and it wages an unremitting war of propaganda in the hope of persuading the rest of the world to get it for them. It was this propaganda, invariably bullying, even threatening, but ever constant, that brought me back to find out why there is no response from the North. I discovered that the new Republic of North Cyprus has no conception of propaganda, or in this case, counter propaganda. Naively, it believes that the world knows all the facts about the so-called Cyprus "problem". The world doesn't, of course, and so far Greek disinformation - deliberate misinformation -- has sufficed to fill that knowledge gap.

This book has been written to show the problem from a Turkish viewpoint. I have also come to the conclusion, due to my research, that Cyprus Greeks cannot live happily, even peacefully, side by side with Turkish Cypriots. Otherwise, why the Greek obsession with getting rid of the Turks, even to the point of mass murder, as this book has shown. In my opinion, there is no "problem" to be solved. It was solved in 1974 by the Turkish intervention at a time when Greeks were massacring each other. Since then, in North Cyprus, there has been no intercommunal strife, no shootings, no mass murders. That seems a good solution to me. If the Greek Cypriots cannot accept an independent part of Cyprus for the Turks, then they are the only ones who have a problem.

Glafkos Clerides, the recognised head of the Cyprus republic, has written his memoirs in four volumes. The contents are too puerile for good reading, but they do show the Greek Cypriot thinking about the Turks. According to Clerides, every problem the island has is due to the Turks. There is no mention of any Greek murders or massacres. These are always committed by irresponsible people on both sides. This is a typical disinformation ploy leading to the description "atrocities by both sides", a manoeuvre by which the guilty party's sins are expunged. The Turks of Cyprus are blacklisted by most of the world. The European Union has placed an embargo on its exports. But what are the Turks of Cyprus guilty of? Unlike Saddam Hussein they have not dropped poison gas on anyone, they have not invaded any oilrich country, they do not blow up people and buildings, like the Irish Republican Army. They don't even bother to reply to the insults showered on them by South Cyprus. All they want is to be left in peace. But Greek Cyprus is the tail that wags the EU dog, and foreign "mediators" shuttle in and out, trying to pressurise the Turks of Cyprus to surrender, to hand over the north to the south, to be officially downgraded to a minority — to be "protected", of course, by the majority Greeks. And this book shows just what that sort of protection is worth.

Life is not always fair. Take Andreas Papandreou, for instance. He was the Greek who wouldn't fight for his country but who nevertheless managed, after the end of military rule, to run the country as a socialist prime minister for many years, grinding it into poverty through well publicised corruption and other scandals. And the only future the Western world wants to offer the Cyprus Turks is life as second class citizens in their own country. In his memoirs, Clerides lays down his terms for a Cyprus solution. They are the same that Papandreou made years ago — Turkish troops must leave the North, Greeks must have freedom of movement in the North and be given back all their lands and property in the North, and the North must come under the jurisdiction of the South. What does he offer the Turks in return. In truth, nothing.

So there it is. Clerides and his people are utterly inflexible on the subject of Turkish rights in Cyprus. They have none. Their message to Turkish Cypriots seems to be, "What's yours is ours, and what's ours is our own!" I have a better solution. Let North Cyprus retain its independence, with no union with Turkey, Greece or the European Union. Let Turkey contract to look after the North's foreign and defence affairs. In that way it will have a voice throughout the world without the expense of a single embassy, This was the arrangement between Britain and Kuwait for many successful years, so there is an excellent and well-tried precedent. And South Cyprus, Greek Cyprus, can have its own dreams come true. Entry into the European Union, and union with Greece, which appears to be the heart's desire of every Greek Cypriot. I am aware this solution will be sneered at. But I am being realistic. I have been to Turkey often in the course of writing this book. I know how the politicians and military think. And I can say this without fear of contradiction from them.

Neither Greece nor Greek Cyprus will ever get control of Turkish North Cyprus.
Not without going to war with Turkey.
And winning it!


s.490/1-492/4
Gazeteci, Kraliyet Hava Kuvvetleri ve Soğuk Savaş döneminde İngiliz Hükümeti için çalışmış ajan.





18 Mart / Cem Gürdeniz

 


Cem Gürdeniz'den:

18 Mart 1915 günü sabahtan itibaren Çanakkale Boğazı’na saldıran müttefik Filonun Komutanı Tümamiral  De Robeck, kurmay başkanı da Tuğamiral  Keyes idi. Aşağıdaki satırlar Keyes’in  hatırındandır:

“18 Mart saat 1300’ten sonra Türk tarafında armadanın ağır bombardımanı nedeniyle durum çok kritik bir hale gelmişti. Türk tabyalarında telefon hatları kesilmiş, İstihkamlarla tüm iletişim kopmuş,  pek çok top kullanılmaz hale gelmiş, bazılarıysa yarı yarıya toprak altında kalmıştı. Böylelikle düşman, iyimserliğimle bilinen benim bile hayal ettiğimden daha kötü bir çıkmaza girmişti. Her şey o an terse döndü. Saat 13:54’te ikinci hat Fransız Zırhlısı Suffren liderliğinde geri çekiliyordu. Bouvet zırhlısı da hemen onun arkasındaydı. Durumlarını görmek için onları dikkatle izliyordum. Suffren önümüzden geçmiş Bouvet hemen yanımızdaydı ki o sırada büyük bir duman bulutu gördüm ve Bouvet’ye  ağır bir top mermisinin çarptığını düşündüm. Bunu takiben çok büyük bir patlama yaşandı. Sanki cephanelik patlamış gibiydi. Hala hızla yol alırken yan yatıp dakikalar içinde alabora oldu ve süratle gözden kayboldu. Bouvet’nin mayına  çarpmış olabileceği o an ne benim ne de amiralimin aklına gelmişti. Ancak hayatta kalan mürettebat sorgulandıktan sonra cephaneliğin top mermisi isabet ile değil bir mayın nedeniyle patladığına karar verildi. Şimdi onun Nusret’in mayın hattının ilk kurbanı olduğunu biliyoruz.”

Evet İngilizlerin imparatorluk gururuna ilk tokat Türklerden 18 Mart 1915’te böyle geldi. Fransız Bouvet battıktan sonra bir saat arayla İngiliz HMS Irresistible ve HMS Ocean mayına çarparak geceye doğru battılar. HMS Inflexible ve iki Fransız zırhlısı ağır yaralandı. Mağrur filo 1800 sularında geri çekildiler. Böyle büyük bir tokadı önceden hiç yememişlerdi. Mayın ve namlu kardeşliği büyük ders vermişti. Birkaç hafta sonra karadan geldiler. Bu kez Mustafa Kemal ve Mehmetçik ikilisinden büyük tokat yediler. Sessizce yarımadayı terk ettiler. Üçüncü tokadı 9 Eylül 1922’de yemelerine henüz altı yıl vardı.


Demem o ki. Türklerle savaşmak zor iştir. Denemeyin. 

Bu büyük gün ve zafer kutlu olsun. Daha nice zaferlere. 



****


Ne Mutlu Bana, Türk'üm

SB



Haçlıların Doğu'dan Aldıkları...

 

Haçlılar, şeker kamışını ilk defa Filistin'de görüp tanıdılar. Kısa zamanda şeker kamışı yetiştirmesini ve öz suyunu çıkarmasını öğrendiler. XII. yüzyıldan itibaren Doğu'dan gelen şeker ve çeşitli meyveler, Batı sofralarını süsledi. Avrupa'da önceden de az çok bilinen Doğu'nun şifalı bitkileri, Haçlılar vasıtasıyla Batı'da iyice tanındı ve bollaştı. XIV. yüzyılda yaşayan bir tacirin kitabında 300'ün üstünde baharat çeşidinin Avrupa'ya taşınmakta olduğu kayıtlıdır. Baharat Yolu adıyla ünlü olan bu ticaret yolu, baharatın yanı sıra Doğu'nun egzotik kokularını ve boya maddelerini de Avrupa'ya ulaştırmaktaydı. İpekli ve pamuklu kumaşlar, ipek halılar, zarif çanak çömlek, porselen ve cam eşya Avrupa'da giyimi ve evlerini döşenişine yenilikler getirdi.

Öte yandan Doğu'da yerleşen Haçlılar, zamanla mahallî âdetlere alıştılar; yerli kıyafetler giymeye, mahallî yemekler yemeye başladılar. Bunlar yerli doktorlara tedavi oluyor ve çoğu, yerli Hıristiyan kadınlarla evleniyordu. İslâm dünyasıyla özellikle ticarî alandaki temas sonunda, bunların bir kısmı Arapça öğrendi. Bu dilden birçok kelime ve terim, Avrupa dillerine girip yerleşti. Bugün Batı dillerine ait sözlüklerde A'dan Z'ye kadar bu kelimeleri görmek mümkündür. Fakat Haçlılar, yine de Batılı atalarının geleneklerini devam ettirdiler. Yazışmalarda Lâtince kullanılıyordu. XIII. yüzyılda hazırlanan kanun mecmuası Assises de Jerusalem ise Fransızca kaleme alınmıştı. Haçlı Seferleri döneminde bu konuyu işleyen pek çok tarih kitabı yazıldı. Avrupa'da tarihî edebiyat gelişti. Arap edebiyatı vasıtasıyla Doğu'nun çeşitli hikâyeleri, masalları Avrupa'ya yayıldı. 

Haçlılar, Avrupa'ya askerî alanda da yenilikler getirdiler. O zamana kadar Batı'da mevcut savunma mevkileri basit kulelerden ibaretti. Haçlılar, önce Doğu'da örneklerini gördükleri şekilde kendilerine büyük ve içinde yaşanılabilen şatolar inşa ettiler ve bunu Avrupa'ya taşıdılar. Zamanla askerî açıdan çift sur duvarlarının, bu duvarlar üzerine yerleştirilen esas ve yan kulelerin önemini ve sağladığı avantajı anladılar ve bu özelliklere sahip sağlam ve büyük kaleler yaptılar. Böylece büyük kalelerin yapılması, savunma ve kuşatma taktikleri, ziftin kullanılması gibi yenilikler Avrupa'ya aktarıldı. 

Ayrıca Haçlılar, kiliselerin inşasında Doğu'lu ustalardan öğrendikleri sivri kemer kullanmasını Batı mimarisine soktular. Müslüman gemicilerden basit fakat çok yararlı bir icat olan deniz pusulasını ilk öğrenen İtalyanlar oldu. Bunun yanı sıra İtalyan denizciler öğrendikleri Müslümanların usturlap'ı ile, bir dereceye kadar da olsa, enlem ve boylamları hesaplamaya başladılar. 

Avrupa, Doğu'ya yapılan seyahatlerden dönenlerin getirdiği bilgilerle yeni coğrafî görüşe sahip oldu; o zamana kadar yaşanan dünyanın merkezi kabul ettiği Roma'nın yerine artık çizilen haritaların ortasına Kudüs konulmaktaydı. Şimdi Batı toplumu, pek bilmediği ama yavaş yavaş adını duymaya başladığı Uzak Doğu ülkelerine ve denizlerine merak duymaya başlamıştı.

Sonuç olarak Haçlılar, Orta Çağ Avrupa'sına Doğu'nun kültürünü taşımakta etkili olmuşlar, bu dönemde ticaret yollarının açtığı imkânla Doğu'nun en uzak köşelerine kadar giden seyyahlar Doğu'nun güzelliğini, zenginliğini, sanat ve ilmini Batı'ya taşımakta büyük rol oynamışlardır.


Prof.Dr. Işın Demirkent / Haçlı Seferleri



The Crusaders first saw and recognized sugar cane in Palestine. They soon learned how to grow sugar cane and extract its juice. From the XIIth century onwards, sugar and various fruits from the East graced Western tables. The medicinal plants of the East, which were more or less known in Europe, became well known and abundant in the West through the Crusaders. In the book of a merchant living in the XIVth century, it is recorded that more than 300 types of spices were being transported to Europe. This trade route, famously known as the Spice Route, brought exotic scents and dyes from the East to Europe in addition to spices. Silk and cotton fabrics, silk carpets, elegant pottery, porcelain and glassware brought innovations to the way Europeans dressed and furnished their homes.

On the other hand, the Crusaders who settled in the East gradually became accustomed to local customs; they began to wear local clothes and eat local food. They were treated by local doctors and many of them married local Christian women. As a result of contact with the Islamic world, especially in the commercial sphere, some of them learned Arabic. Many words and terms from this language entered and settled in European languages. Today, it is possible to see these words from A to Z in the dictionaries of Western languages. But the Crusaders still continued the traditions of their Western ancestors. Latin was used in correspondence. The Assises de Jerusalem, a collection of laws prepared in the XIIIth century, was written in French. During the Crusades, many history books were written on this subject. Historical literature developed in Europe. Various stories and tales of the East spread to Europe through Arabic literature.

The Crusaders also brought military innovations to Europe. Until then, the existing defensive positions in the West consisted of simple towers. The Crusaders first built large and habitable castles, as they had seen examples in the East, and carried them to Europe. In time, they realized the importance and advantage of double fortification walls and the main and side towers placed on these walls from a military point of view, and built strong and large castles with these features. Thus, innovations such as the construction of large castles, defense and siege tactics, and the use of pitch were transferred to Europe. The Crusaders also introduced into Western architecture the use of pointed arches in the construction of churches, which they had learned from Eastern craftsmen.

The Italians were the first to learn from Muslim sailors the simple but very useful invention of the sea compass. In addition, Italian sailors began to calculate latitudes and longitudes, albeit to some extent, with the Muslim astrolabe. 

Europe gained a new geographical vision with the information brought back from the travels to the East; Jerusalem was now placed in the center of the maps instead of Rome, which had been the center of the world until then. Western society was now curious about the countries and seas of the Far East, which it did not know much about but was slowly beginning to hear about. 

As a result, the Crusaders were effective in carrying the culture of the East to medieval Europe, and the travelers who went to the farthest corners of the East with the opportunities opened by the trade routes played a great role in carrying the beauty, wealth, art and science of the East to the West.


--------

ilgili: