Türk Milis Gücü Devrede
İngiliz gizli belgelerine göre, bu sırada Batı Anadolu'da Türkler, Yunan istilacılarının uygulamakta oldukları imha planına karşı koymaya çalışıyorlardı. Bunlardan, Aydın ve Muğla yöresi milis gücü lideri Demirci Mehmet Efe, Yunan komutanına 20 Ekim 1919'da gönderdiği yazıda şöyle diyordu:
"Yunan askerlerinin Aydın'a girişleri, yüzyıllar boyunca düzen ve uyum içinde yaşamış olan Rum ve Türk halklarının talihsizliklerinin başlangıcı olmuştur. Türklere kötü muamele yapıldığını ve bunun son günlerde arttığını öğrenmiş bulunuyorum. Bu durumu sizin de istemediğinize eminim. Türk ve Müslüman oldukları için uygarlık haklarından yoksun bulundukları sanılan kardeşlerimize karşı uygulanmakta olan bu kötü işlemin sürüp gitmesi, bize, misillemede bulunma hakkını vermekle birlikte, uygulamakta olduğumuz siyaset ve almış olduğumuz terbiye gereğince adalete saygı gösterdiğimiz için, şimdilik yeterince kan dökülmüş olduğunu düşünerek bundan imtina ediyoruz. Bu insanların uğramış oldukları talihsizliğin sona ermesi, Müslümanlara karşı yapılmakta olan saldırıların durdurulmasına ve yapmakta olduğum bu uyarının olumlu biçimde karşılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, sorumlunun kim olduğu, yüce devletlerce yapılacak soruşturmaya ve uluslararası kamuoyuna bırakılacaktır."
Yunan başkomutanının ona bu konuda yanıt verip vermediğini gösteren herhangi bir belge İngiliz arşivinde bulunamamıştır.
Yine Mehmet Efe, İstanbul yönetiminin Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa'ya 3 Kasım'da ve Yunan kesimini sınırlamış olan İngiliz işgal gücü başkomutanı General Milne'e 11 Kasım'da gönderdiği mektuplarda, Türk ve Yunan güçlerine tahsis edilen yeni hatlara çekilmeye karşı çıkmış; General Milne'i, Yunanlıları Anadolu'yu boşaltmaya ikna etmeye davet etmiş ve şu uyarıda bulunmuştu: "Ölünceye kadar tırnak ve dişlerimizle kendi kendimizi savunmak zorunda kalacağız. "
İzmir valisi, Demirci'nin bu uyarılarına karşı çıkmış ve ilçedeki Osmanlı yetkililerini de buna karşı çıkmaya çağırmıştı. Akhisar'daki Türk milis gücü lideri Ethem Bey de, İngiliz Deniz Yarbayı Harry Luke'e, "Türk halkının Yunan istilasına karşı son ferdine kadar direneceğini" söylemişti. Bu bilgiyi 23 Eylül'de İngiliz Yüksek Komiseri Robeck'e gönderen Harry Luke şu yorumu yapmıştı: "Halk arasında Türk yurtseverliği gerçekten şahlanmış bulunuyor . . . "
Rumlar ve Ermeniler Arasında İşbirliği
Bu arada, Türklere karşı Rum-Ermeni işbirliği sürüyordu.
17 Ekim'de Ermeni Patriği, Rum Ortodoks Patrik Vekili ve "Sen Sinod" üyelerinden üç kişiyle birlikte İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Richard Webb'i ziyaret ederek, Türkiye'de ulusal akımın başarılarının Hıristiyan toplumlar için ciddi bir durum yarattığını bildirmiş; aynı görüşü daha sonra ziyaret etmiş oldukları Fransız, İtalyan ve Amerikan yüksek komiserlerine de yansıtmışlardı. Ayrıca, Türkiye'de yaşam, onur ve can güvenliği olmadığını; Anadolu'daki Hıristiyanların panik içinde sahile yakın yerlere ve kentlere sığındıklarını; İstanbul'daki yönetimin Türk ulusalcıların etkisi altına girdiğini; ulusalcı (Türk) liderlerin Hıristiyanları kırıma tabi tutmayı istemediklerini, çünkü bu tür bir davranışın kendi savlarını Avrupalılar nezdinde zarara uğratacağını bildiklerini söylemişti. Bu arada "Doğu Hıristiyanları eski kölelik dönemine mi mahkum edileceklerdir" sorusunu sormuş; İngiltere'nin harekete geçme vaktinin geldiğine değinerek durumun çok ciddi olduğunu, bir çözüm bulunmazsa, patriklerin istifa ederek sorumluluklarını İtilafçılar'a devredecekleri tehdidinde bulunmuştu. İtilafçılar, İstanbul'la diğer illerde askeri güçlerini harekete geçirerek sıkıyönetim ilan etmeliydiler, çünkü "güce karşı güçle karşı konulabilirdi."
Amiral Webb, bu görüşme hakkında 18 Ekim'de Londra'ya bilgi iletmişti. Öte yandan, 23 Ekim'de patrikhane, Rumlara, Osmanlı Meclisi seçimlerine katılmamayı emretmişti. 10 Kasım'da Rum ve Ermeniler Türkleri İstanbul'dan çıkarmak amacıyla ortak stratejiler uygulamayı görüşmek için Büyükada'da bir toplantı yapmışlardı. Bu sırada Londra'dan alınan haberlere göre, İngiltere'deki Hıristiyan Kiliseleri Birliği, İtilafçılar'dan, Ayasofya'nın derhal kilise haline getirilmesini talep etmişti.
Öte yandan, 31 Ekim'de, Bergama ve Soma arasındaki bölgede Yunan ve Türk askerleri arasında çarpışmalar olmuştu. Bu çarpışmaların nedeni şuydu: Yunan Başkomutanı, İngiliz Generali Milne tarafından saptanmış ve Yüksek Konseyce onaylanmış askerden arınmış bir bölgeye, Konseyin kararını beklemeden ve Venizelos'un emriyle girmeleri için Yunan askerlerine emir vermişti. Bu hareket İngiltere'de bile olumsuz etki yaratmış; Savaş Bakanlığı bu olayla ilgili olarak şikayette bulunmuş; Venizelos sadece özür dilemekle yetinmişti. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 12 Kasım'da Curzon'a şu ilginç yazıyı göndermişti:
"Yunan işgali altındaki bölgenin çevresinde, kimi yerlerde, İngiliz aleyhtarı duygular belirmeye başlamıştır. Yunanlılara karşı savaşmak için Batı Küçük Asya'da toplanmış ulusalcı güçler, şimdi iç bölgelerdeki ulusalcılarla birleşmiş ve Mustafa Kemal'le meslek arkadaşlarının etkisi altına girmişlerdir. Onlar, İngilizler aleyhindeki duygularını hiçbir zaman gizlememişlerdir. Batı illerindeki Türk çeteleri, İngiltere'nin Yunanlıları desteklediğine inanıyorlar . . . İzmir sorununun çözümlenmesinde kaydedilmiş olan gecikme, halkta bir gerginlik yaratmıştır ve her (gerçek veya hayali) olay, onların duygularını daha da kışkırtmaktadır. Özellikle üzücü olan şudur: Türkler, İngiltere'nin Küçük Asya'daki Yunan saldırganlığını desteklediğine inanıyorlar. Bu durum beni ciddi ölçüde meşgul ediyor . . . İzmir'le çevresinin işgali, Yunan ordusunun Küçük Asya'ya girişini izleyen dönemde kaydedilmiş üzücü olaylar, İttihat ve Terakki'nin yeniden dirilmesine ve şimdi ülkeyi egemenliği altına alan Ulusal Hareket'in doğmasına neden olmuştur. Yunanlılarla İtalyanların ülkeden çıkmaları, kendi görüşümce, bu ulusların askeri varlığına dayanan nedenleri ortadan kaldıracak ve ulusalcılar, İtilafçılar'ın çıkarlarına ciddi bir tehlike oluşturmayacaklardır."
Bakanlık yetkililerinden Lord Hardinge bu konuyla ilgili olarak şu notu düşmüştü:
"Anadolu'ya ve İzmir'e Yunan askeri gönderilmesinden İngiltere'nin sorumlu olduğu gerçektir ve bu suçlamalardan kaçınamayız. Amiral Robeck'e sempatim vardır, onun görüşlerine genellikle katılırım; ancak ona şu söylenmelidir: İngiliz yönetiminin niyeti Türkiye üzerinde hakimiyet kurmak değildir."
Yunanlılar, işgal ettikleri bölgelerde Türkleri başka yerlere sürgün etmeye başlamışlardı. 13 Kasım 1919 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, sadece Ödemiş'ten 400 Türk sürgün edilmiş; 60'ı, Türk milis güçleriyle ilişki kurmak gerekçesiyle hapsedilmişlerdi. Demirci Mehmet Efe, İzmir'deki İngiliz temsilcisi James Morgan'a 11 Kasım' da gönderdiği mektupta, 23 Türk'ün Atina'ya sürgün edildiğini belirtmişti. Morgan da bu sürgün olayının gerçek olduğunu 29 Aralık'ta, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserliğine bildirmiş; şunları eklemişti:
"Yunan mahkemelerince mahkum edilmiş 23 Türk, İzmir merkez hapishanesinde yer olmadığı için; ayrıca, güvenlik nedenleriyle, cezalarını çekmek üzere Atina'daki Singros hapishanesine nakledilmiştir. Ölüm cezası infaz edilmeyecektir. Türkler, cinayet işlemek, hırsızlık, silahlı ayaklanma, isyan, Yunan ordusu aleyhinde casusluk yapmak ve düşmanla ilişki kurmakla suçlanmaktadırlar."
İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın aşırı Türk düşmanlarından biri olan ve bakanlıkta yüksek bir mevki işgal eden Eyre E. Crowe, 17 Kasım'da, bakanlık yetkililerinden Kidston'a Paris'ten şu yazıyı göndermişti:
"Mustafa Kemal'e karşı ne yapılabilir? . . . İster Mustafa olsun, isterse olmasın ve Anadolu'da bir Türk devletine ne gibi uluslararası denetim uygulanırsa uygulansın, İstanbul işgalimiz altındadır ve istersek, yarın onu Anadolu'dan koparır ve Boğazlar'ın geriye kalan bölümlerini işgal edebiliriz. Yunanlılar İzmir'i ve çevresindeki bölgeyi işgallerinde tutuyorlar ve ben, Venizelos'un şu sözlerine inanırım: "Yunanistan, Mustafa Kemal'in kendilerine karşı harekata geçireceği herhangi bir güce karşı koymaya muktedirdir."
Kidston buna 28 Kasım'da şu yanıtı vermişti:
". . . Bugünkü durumun ortaya çıkmasında (Yunanlıların) İzmir'e çıkmalarının önemsiz bir rol oynadığı görüşüne katılamam. Yunanlıların lzmir'e çıkmaları, onları, reklamlarda patente edilen gıdalar gibi, oldukça küçük ve zararsız bir bebekken arsız ve olay çıkaran bir çocuk haline getirmiştir."
Eyre Crowe'un görüşünce, Yunanlıların İzmir'e çıkmaları ve bunun eleştirilere yol açması gerçekte iyi bir politikaydı, çünkü en azından, Türkiye'ye nihai koşullar empoze edilirken, ulusal bölgelerden biri sağlamca işgal edilmiş olacak ve potansiyel Hıristiyan rehinelerinin büyük bir kısmı güvenlik içinde olacaktı. Ancak bu görüşe karşı çıkan bakanlık müsteşarı Lord Harding şu yorumu yapmıştı:
"Sir Eyre Crowe hiçbir zaman İstanbul ve İzmir'e gitmemiştir; gitmiş olsaydı, İzmir'le ilgili o yazıyı yazmazdı. İzmir sancağını ulusal bir Grek bölgesi olarak nitelendirmek büsbütün safsatadır."
İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John de Robeck, 19 Kasım'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği "ivedi ve gizli" yazıda şöyle diyordu:
"Yunanistan'ın İzmir'i işgalinden İngiltere'nin sorumlu olduğu görünümü verilmektedir. Olayları incelemek için bir soruşturma komisyonu kurulmasında da İngilizlerin rolü olduğu iddia ediliyor. Türkler, haklı olarak yaptıkları şikayetlere bir çözüm bulunmasını İtilafçılar'dan bekliyorlar. Bizim Anadolu'da düzeni kurmada büyük çıkarımız vardır. Ancak şunu yine tekrarlamak isterim: Yunanlılar İzmir'de kaldıkları sürece bu görevi yerine getiremeyiz."
Yine Amiral Robeck, Dışişleri Bakanlığı'na 20 Kasım' da şu ilginç ve gizli telgrafı göndermişti:
"Yunan işgalinden kaçan Aydın halkı, son 5 aydan beri, Yunanlıların işgalindeki bölgenin dışında toplanmış bulunuyor. Kış yaklaşmaktadır ve bu insanlar arasında ölüm oranı çok yükselecektir. Türk yönetimi de onlara barınak sağlayacak durumda değildir. Bu bölge Yunanlıların işgali altında olduğu sürece evlerine dönmeleri ümit edilmiyor."
Bakanlık yetkililerinden W. S. Edmonds bu konuyla ilgili olarak 22 Kasım'da şu yorumu yapmıştı: "Menderes vadisinden çıkarılmış olan Türklerin durumu üzücüdür ama bundan kaçınılamaz. Türklerin orada yiyecek v.s. sağlamalarına Yunanlıların engel olmasına General Milne'nin müdahale etmesi gerekir."
George Kidston adlı yetkili de şunları eklemişti: "Amiral Robeck' in anlatmak istediği şudur: Bu Türklerin, yardım sağlamak için fonları (paraları) yoktur." Lord Curzon ise şunu belirtmişti: "Bu, askeri bir kararın sonucudur ve bundan sorumlu olan İngiltere Savaş Bakanlığı'dır."
Öte yandan Mustafa Kemal, 30 Kasım'da, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserine Sivas'tan şu mektubu göndermişti:
"Soruşturma komisyonu ayrıldıktan sonra Yunanlıların Müslümanlara yeniden zulüm yaptıkları bilgisi bize ulaşmış bulunuyor. Buna ek olarak Yunanlılar seçimlere engel oluyor ve hatta camilerin kapılarına bekçiler yerleştiriyorlar. Ulusal ve vatani görevimiz olarak şunları bildirmek isteriz: (Türkiye'de) Yunanlılarca işlenen tüm cürüm ve olayların sorumluluğu İtilaf güçlerine aittir. İtilafçılar, Yunan zulmüne karşı ilgisizlik gösteriyor ve hatta bunu cesaretlendirme siyaseti uyguluyor; Aydın ve ilini gerçek ve yasal sahipleri olanlara iade etmiyor ve onları kana susamış olan güçlere karşı korumuyorlar."
(...)
"Yunan İşgali Haçlı Seferi Biçimini Almıştır"
P. E. Marrack, 20 Aralık 1919 günü Donanma Bakanlığı'na gönderdiği yazıda, Anadolu'daki durumla ilgili olarak şu yorumu yapmıştı:
"Türkiye'deki durumun ana nedeni, Yunanistan'ın lzmir'i işgaline dayanır. Bu durum sürdüğü sürece Türk direnişinin nüvesini oluşturacaktır. Türkler, başlarına gelenlerden İtilafçılar'ın sorumlu olduğuna inanıyor ve Yunan işgalinden dolayı İngiltere'yi sorumlu tutuyorlar. İzmir olaylarını soruşturma komisyonu bu konuda hazırlamış olduğu raporu Barış Konferansı'na sunmuştur. Oybirliğiyle kabul edilmiş olan bu rapor Yunanistan'ı lanetliyor. Venizelos, bu raporu etkisiz bırakmak için Yüksek Konseyi inandırmaya çalışıyor . . . Onun öne sürmüş olduğu özür şudur: Türklerin bu konuyla ilgili olarak vermiş oldukları ifadeler, bu komisyonun delegelerinden biri olan Yunan temsilcisinin bilgisine sunulmamıştır. Müslümanlar arasında, İngilizlerin iyi ve adil olduğu konusunda var olan izlenimi zedelememek için Yüksek Konsey'in bu konuda Venizelos'a karşı çıkarak bu raporu yayınlamasını ümit ederim. Bu rapor rafa kaldırılırsa başlıca İslam gücü sayılan İngiltere'nin saygınlığı zedelenecektir. Sonra şu olasılık da vardır: Bu rapor resmen askıya alınmış olsa bile, sonuçta Amerikan basınına yansıtılacak ve böylece, Amerika'daki İngiliz aleyhtarlarına, İngilizlerin kötü niyeti olduğunu yinelemek fırsatını verecektir. İzmir'e Yunan ordusu gönderilmesinin nedeni olarak Batı Anadolu'da güvenliği sağlamak bahanesi öne sürülmüştü. Ancak, Yunan işgali, bu amacı yerine getirmek şöyle dursun, bir çeşit Haçlı Seferi olmuştur. Bunun sonucu olarak Aydın'daki Türklerin birçoğu şimdi evsiz, hasta ve aç göçmenler durumuna düşürülmüştür. Acınacak bir durumda olan 30 bin kadar göçmen, Yakındoğu'daki saygınlığımıza zarar verecektir. Dolayısıyla, İzmir sorunu ivedilikle sona erdirilmeli ve Yunanlılar İzmir'i boşaltmalıdır. Türkiye cezasız bırakılmamalıdır, ancak bu ceza, üstün nüfusu Osmanlı olan illerin bölünmesini gerektirmez. Türk halkı bu denli bir bölünmeyle karşı karşıya kaldığı sürece, İttihat ve Terakki'yle işbirliği yapmakta olan Ulusalcı Parti, doğudaki İngiliz güvenliğine karşı bir tehdit oluşturacaktır."
Anadolu'daki Olaylar Sürüyor
1919 yılı Kasım ayında Kaymakçı ve Ödemiş olayları yer almıştı. James Morgan, 26 Kasım'da İzmir'den İngiliz yüksek komiserliğine gönderdiği raporda bu olaylarla ilgili olarak şunları bildirmişti:
"Ödemiş'in Müslüman sakinleri, izinsiz olarak kentten ayrılamıyor; bu izni Yunan yetkililerinden ve çoğu kez güçlükle sağlıyor; ama verilen izne bile saygı gösterilmiyor. Bunun sonucu olarak kent halkının ürünleri çalınıyor veya tahrip ediliyor. Nif ilçesine bağlı iki köyde Rumlarla Yunanlılar, halkı camilere toplamış, soymuş, dövmüş ve evlerini yağmalamışlardır."
3 Aralık'ta Besdeyni, Gürçova, Kaymakçı ve Bucak yörelerini ziyaret eden Ödemiş'teki İngiliz istihbarat subayı, aynı gün kaleme aldığı raporda şöyle diyordu:
"21 -22 Kasım'da burada (Kaymakçı ) çarpışmalar olmuştu. Yunan güçleri, Paris Barış Konferansı'nın çizmiş olduğu yeni hatları işgal etmek için Besdeyni'den ilerlemeye başlamıştı. Uzun süren çarpışmalarda her iki yanda epey kayıp vermişti . . . Türk köylüler geri dönerlerse evlerini boş ve çevredeki ovaları bir çöl olarak bulacaklardır."
Bu raporda anlatılan olaylara içerleyen İngiliz Yüksek Komiseri Sir John de Robeck, Lord Curzon'a 27 Aralık'ta şu yazıyı göndermişti:
"Bu raporlar, Kaymakçı, Ödemiş ve Tire yörelerinde yadsınamaz bir durumu yansıtıyor. Yunanlılara kendi stratejik durumlarını düzeltmek için verilen izin üzerine, onlar 4 bin kişiyi daha, kışın başlangıcında evsiz ve yoksul bırakmışlardır. Buna benzer raporlar alınınca, kişi, Batı Anadolu'daki bu hareketlerin, İtilafçılar'ın uğrunda savaşmış oldukları ilke ve ideallere ne kadar ters düştüğünü anımsamaktan kendini alamaz."
Demirci Mehmet Efe de, 7 Aralık 1919 tarihli "İzmir'e Doğru" adlı gazetede yayınlanan mektubunda, Ödemiş Savaşı'nı ve Yunan barbarlıklarını anlatmış; "General Milne'nin belirlediği sınırlar içinde bulunan Gürcova, Ayasuluk, İki Çaplı, Kaşıkçı, Kesir, Uzundere ve Çerkesköyler'in üç saat süren top ateşine tutulduğunu; halkın yakındaki köylere kaçtığını; dağlara kaçanların ve kadın ve çocuklardan oluşan 30'a yakın insanın soğuktan donarak telef olduğunu; kaçamayan kimi yaşlıların öldürüldüğünü, genç kadın ve kızlara tecavüz edildiğini" bildirmişti.
Londra'daki Türk dostu bazı İngilizler, 15 Aralık'ta İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderdikleri yazıda, Yunanlıların İzmir'i işgallerinden bu yana 10 bine yaklaşık Müslümanın öldürüldüğünü; birçoklarının kaybolduğunu ve 100 binden çok Müslümanın evsiz göçmen durumuna düşürüldüğünü bildirmişlerdi.
İtalyan ordusunda irtibat subayı görevinde bulunan İngiliz yüzbaşı A. Waterfıeld de, 1 Kasım'da kaleme aldığı raporda, bu insanlar için bir şey yapılmazsa, sonbahar yağmurları başlayınca çoğunun yaşamını yitireceğini bildirmişti.
1919 yılının sonlarına doğru, Türklerin İstanbul'dan çıkarılmaları konusu yeniden öne sürülmeye başlanmıştı. Bu nedenle, Paris'te yayınlanan "Gaulois" adlı gazetenin siyasi editörü M. Rene d'Ardal, gazetenin 26 Aralık tarihli sayısında şunları belirtmişti:
"Türklerin İstanbul'dan çıkarılması ve Boğazlar'ın uluslararası bir rejime tabi tutulması görüşünden sorumlu olan İngiltere'deki sömürgeci partidir. Ancak bu proje Avrupa için iki tehlike yaratmaktadır: 1 . İslam dünyasının Hıristiyanlara karşı isyana kışkırtılması, 2. bunun etkisiyle Cezayir, Fas, Mısır ve Hindistan da bir hareketin başlaması. Bu hareketler önceden tahmin edilemeyecek kadar tehlikeli olabilir."
(...)
İzmir'deki ABD temsilcisi David Forbes da bu söylentilere büyük ilgi gösteriyor; İstanbul'daki ABD Büyükelçiliği yetkililerinden William Buckler'e 10 Ocak'ta gönderdiği yazıda şöyle diyordu:
"(Ulusalcı) Türk liderler, Yunanlıların İzmir'i işgalini asla kabullenmemekte kararlıdır. Paris Konseyi bu konuda ne karar alırsa alsın, İzmir Yunanlılardan geri alınmazsa, ulusalcılar, Yunanlılar ülkeden çıkıncaya kadar savaşı sürdüreceklerdir. . . Bu durumda, dünyanın bu kesiminde savaş öncesi koşullara dönülmesi için pek ümitli değilim; tam tersine, İzmir'in işgali, Küçük Asya'da yeni bir Balkan anarşisi yaratılmasına neden olmuştur. İzmir ili Yunanistan'a ilhak edilirse en erken vakitte, oldukça uzun sürecek ciddi düzensizlikler dönemine girmiş olacağız. Türkler geniş ölçüde silahlanmayı başararak Yunanlıları bu ülkeden çıkaracaklardır."
(...)
Hamid Francis adlı bir İngiliz de, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na 25 Şubat'ta gönderdiği yazıda şöyle diyordu:
"İzmir'de yıllarca yaşadım. İtilafçılar'ın, Asya veya Avrupa Türkiye'sinde ticari açıdan en önemli liman olan İzmir'i, Aydın ve Bursa illerinin herhangi bir bölgesini, gaddar, bencil ve oldukça haysiyetsiz Yunan'a vererek insafsız ve korkunç bir hata işlemelerini önleyiniz . . . Helenlerin bu bölgeyi yönetmede hiçbir hakları ve gerekçeleri yoktur, çünkü her yanda Müslüman, Hıristiyan ve diğer halklarla büyük çoğunluk onlardan nefret eder ve aşağı görülürler. İtilafçılar, Yunan ordusuna bu ili işgal etmeye izin vermiş oldukları günden bu yana bu ordu köyleri yakmış; kaçamayan Müslüman halkı kırımdan geçirmiş ve ülkeyi yıkmıştır. Dünyadaki en barışsever ve yasalara itaat eden rençberler olan bu Müslümanlar Yunan gaddarlıklarının kurbanı olmuşlardır. Bunun sonucu olarak tarlalarının birçoğu ekimsiz kalmıştır. Bu muhteşem ve iyice sürülüp ekilmiş olan toprakları. . . rüşvet düşkünü ve zalim Yunanlılara vermek, bu mutsuz ülkeyi ve halkını bilenler ve sevenler açısından olmuştur. . . Dolayısıyla Müslüman sakinler ve diğer Hıristiyanlar, hiçbir tolerans duygusu olmayan ve Levant'in en zalim ve haysiyetsiz bir halkı olan Yunanlıların boyunduruğunu asla kabul etmeyeceklerdir. Bunun sonucu olarak, Yunan yönetimi buradan kovuluncaya kadar, her yanda isyanlar çıkacak ve sivil savaş patlak verecektir. İzmir'i Yunan'a vermeye, Liverpool'u Rusya'ya ve Marsilya'yı veya Havr'ı Almanya'ya teslim etmeye benzer."
(...)
Osmanlı Hıristiyan toplumunun ruhani ve sivil kimi liderleri, kendilerine Osmanlı devleti içinde verilmiş olan ve devlet içinde devlet olma (imperium in imperio) niteliklerine sahip geniş ölçüde hak ve ayrıcalıklardan yararlanarak, yabancı devletlerle entrikalar yapmaya başlamışlardı. Özerklik veya bağımsızlık sözleriyle aldatılmış olan bu liderler, Osmanlı devletini bölerek ortadan kaldırmaya çalışan o devletler ve güçler tarafından ustalıkla kullanılıyor; böylece kendi etki ve yetkilerinin artacağını sanıyorlardı. Osmanlı devletinin gücünü zayıflatmak ve daha çok bu devlet savaş durumundayken, bundan pay koparır ümidiyle, kendi ülkelerinin düşmanlarıyla sık sık işbirliği yapıyorlardı.
Son zamanlarda araştırıcılara açılmış olan Batı arşivlerinden sağlanmış olan belgeye ve yayınlanan birçok yapıta göre, bu Hıristiyan azınlıklarından ve aldatılmış olan kimi Müslüman aşiretlerinden bazılarının da Osmanlı devletinin parçalanmasında önemli bir rol oynamış oldukları kanıtlanmıştır. Bu azınlıkların amaç ve tutkuları tümüyle gerçekleşmiş olsa, Osmanlı devleti büsbütün ortadan kaldırılacak ve onun yerini, koruyucuları olan güçlü devletlere itaat edici kukla devletçikler alacaktı; oysa Hıristiyan azınlıklar, Anadolu'nun hiçbir ilinde toplam nüfusun yüzde 15'inden çoğunu oluşturmuyorlardı. Buna karşın, 1877-8'de, hatta daha önceleri, Osmanlı devletindeki çeşitli Hıristiyan mezheplerinden bazıları, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı'nda doruk noktasına erişen ilişkilerinin henüz ilk döneminde, emellerine nail olmak için birbirleriyle işbirliği yapmaları gerektiğini anlamışlardı. Aynı zamanda, Osmanlı devletinin içindeki ve dışındaki denge bozucu güçlerle işbirliği yapmanın bu devletin bölünmesinde çıkarları olan devletlerin aletleri olarak çalışmanın, herhangi bir Osmanlı krizinden yararlanmanın veya bu devletler azınlıklar için müdahalede bulunur ümidiyle, bu denli krizleri yaratmanın ve her şeyin üstünde, Türkiye ve Türk ulusuna karşı propaganda kampanyası başlatmanın önemini anlamışlardı. Dünyanın her yanında, özellikle Avrupa ve Amerika'daki güçlü, bol kaynaklı ve aldatıcı Hıristiyan propaganda örgütleri ve araçları tarafından ustalıkla kullanılan Hıristiyanlık dünyasını ve kimi Müslüman aşiretlerini aldatarak, onlardan yardım sağlamışlardı.
Propaganda sahasında Osmanlı Hıristiyanlarıyla kimse yarışamazdı. Onların kimileri, güçlü devletlerin büyükelçilik ve konsolosluklarında yaptıkları tercümanlık görevlerinden yararlanarak, o devletleri, kendi masallarına ve onların refah memurlarını, misyonerlerini ve ruhani liderlerini, kendi savlarının gerçek olduğuna inandırmışlardı. Çoğu kez Batılı bir gazeteci onların çığırtkanlıklarıyla tuzağa düşmüş; onların hikayelerini çevreye yaymıştı. Dahası, Osmanlı ülkelerindeki Avrupalı diplomat ve gezginler, kendileri gibi aynı dinden olan ve çoğunlukla yabancı dilleri bilen bu kişilerin tuzağına düşerek onların yalanlarını geniş ölçüde yaymışlardı. İstanbul'daki Amerikan Robert Koleji'nin (şimdi Boğaziçi Üniversitesi) ilk başkanı rahip Dr. Cyrus Hamlin'e göre, Türklere karşıt haberlerin yayılmasını sağlamak amacıyla, 1870'lerde Londra'da bir propaganda bürosu kurulmuştu. Hamlin'in de doğruladığı gibi, herhangi bir halk hakkında bu denli "tek yanlı ve güvenilmez enformasyon veya propaganda", birkaç yıl sonra, kolayca giderilemeyecek düşmanlık ve nefret kışkırtır. Hamlin ayrıca şu yorumu yapar: "Doğu hakkında bilgi veren bir gazeteyi elime her aldığımda şöyle dua ederim: Tanrım, bu haberlere inanmamak için bana yardımcı ol."
Türkler dindar ve ağırbaşlı oldukları için; boşboğaz olmadıkları ve sessizlik içinde sıkıntı çekmeyi çığırtkanlık yapmaya yeğ tuttukları için, Osmanlı Hıristiyanlarının fanatikleri ve onların koruyucuları, Türkler ve öteki Müslümanlar aleyhinde akla hayale sığmayan efsaneler ve kendi nefret duygularını çevreye yaymada meydanı boş bulmuşlardır. Bu denli yalanları kanıtlamak için, hiçbir sorumluluk ve vicdan azabı duymadan sahte belgeler öne sürmüş veya var olan belgeleri çarpıtmış aleyhlerindekileri de kaçırmışlardır. Onların, var olmayan belgeleri varmış gibi göstermedeki ustalıkları, bir bakıma beyazın siyah olduğunu kanıtlamaya çalıştıkları ve çoğu kez bunda başarı sağlamış oldukları, bu biçim bir "beyin yıkamaya" sık sık maruz kalmış olan devletlerin arşivlerinde bulunan çeşitli ilk kaynaklardan saptanmıştır.
(...)
Öte yandan, Osmanlı devletinin son dönemini oluşturan 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan çok Müslüman kendi topraklarından sökülmüş; 6 milyona yaklaşık Müslüman da yaşamlarını yitirmişlerdi. Onların kimileri savaşlarda, kimileri de göçmen olarak açlık ve hastalıklardan olmuş; onların Osmanlı ülkelerindeki mal ve mülkünü, savaşlarla isyanlar sonucunda kurulmuş olan devletlerin halkları ele geçirmişti. Yani, bu yeni devletler, ülkelerinde yaşayan ve çok ıstırap çeken Türk ve öteki Müslümanların imhası veya sınırdışı edilmesi üzerine kurulmuştur. Çarlık Rusyası da genişlerken milyonlarca Müslümanın yaşamlarını yitirmelerine neden olmuştur. Amerikalı araştırmacı Justin McCarthy'nin de açıklamış olduğuna göre, bu Müslüman kayıplarının tarihi önemine karşın, Batı'da yayınlanan eserlerde bunlardan pek az söz edilmekte veya hiç söz edilmemektedir. Bu gibi yapıtlar ve tarih kitapları, İtilafçıların, Greklerin ve Ermenilerin kırıma tabi tutulduklarını hiçbir esaslı kanıta dayanmadan ve bol keseden sıralar, Türklerle öteki Müslümanlara karşı yapılan canavarlıklardan hiç söz etmemektedir.
Son olarak şunu belirtmek gerekir: Anadolu halklarını büyük bir felakete sürüklemiş olan başlıca yayılmacı devletler: Rusya, İngiltere ve Fransa; ayrıca Yunanistan, Ermenistan, İtalya, Almanya, Avusturya ve ABD, tarih huzurunda bu eşsiz felaketin sorumluluklarından kaçınamazlar; ama bu felakete, kimi Osmanlı yönetimleri de katkıda bulunmuştur. Öte yandan, Osmanlı Hıristiyan toplumlarının birçok lider de bu felaketteki sorumlulukları göz ardı edilmemelidir. Bu liderler, hem kendilerini, hem de kendi halklarını güçlü devletlerin aleti yapmakla bu felakete büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Ne kadar üzücüdür ki, Türkiye'yi yıpratma ve bölme çabaları hâlâ sürmektedir.
Salahi R. Sonyel
İngiliz Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri, 1821-1923
Remzi Kitabevi, 2011, s.195-201, 203-205, 207-209, 369-372