Translate

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje


 "Doğasının güzelliği yanında, Türk halkının hoşgörülü ve kahraman karakteri insanları kendine bağlar.

İnsan, savaştıktan sonra bile, dürüst bir düellodan sonra yapıldığı gibi Osmanlılara elini uzatır."

Trandafir G. Djuvara,

Romanya'nın İstanbul Büyükelçisi 1896-1900



Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913)

Trandafir G. Djuvara


Önsöz

(...) Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasıyla ilgili projelerin okunması kanımca hem çok tuhaf hem de epey öğretici. Ben bu araştırmadan çıkan dersleri belirtmeye çalışacağım.

Önce "Kutsal Topraklar"ın yeniden ele geçirilmesiyle ilgili, Haçlıların devamı sayılabilecek projeler var. Daha sonra, Türklerin Avrupa'ya yerleşmesini izleyen dönemle ilgili, daha özel nitelikleri bulunan planlar geliyor. Bunların bir bölümü, Papa X. Leon ve Papa V. Pius örneklerinde olduğu gibi, papaların hazırladıkları ve Hıristiyanlığın genel çıkarlarını göz önüne alan projeler. Diğerleri ise, I. François, XIV. Louis, Büyük Petro, Büyük Katerina, II. Josef, Napolyon ve Aleksandr gibi hükümdarların daha ziyade kendi çıkarlarını göz önünde tutan projeleri. Erasmus, Leibniz, Volney gibi filozof ya da bilim insanları da paylaşma tasarıları hazırlamaktan kaçınmamışlar.

Erasmus, pek de felsefi sayılamayacak bir üslupla Türklere karşı bir çeşit iddianame yazmış. Ona göre, "Türkler geçmişleri karanlık yabani insanlar" dır ( Gens barbara obscurae originis). "Hıristiyanların varlıklarını sürdürmeleri için Türkleri yok etmek gerek" -tir (Sic julare turcum ut exisstat chrtistianus, si dejicere impium, ut exoriatuır pius). Bu sözlerin son bölümü insanı şaşırtıyor.

Leibniz'in görüşleri siyasal niteliklidir. Asıl amacı Fransa Kralı XIV. Louis'yi, Hollanda seferine çıkmaktan vazgeçirmektir. Onu Mısır'ı fethetmeye yöneltmek için bir plan hazırlamıştır: "Sadece Mısır değil, tüm Doğu, ayaklanmak için, korkmadan güvenebileceği bir kurtarıcının gelmesini bekliyor. Mısır fethedilince Türk imparatorluğunun geleceği de belli olur ve her yanı çöker, " diyen Leibniz, Fransa kralının Osmanlılara karşı gireceği bir savaşta, diğer Hıristiyan krallarla anlaşabileceğini düşünüyordu; herhalde Fransızları bu yola çekebilmek için karşılaşılacak güçlükleri biraz fazla küçümsemişti. (...)

Louis Renault, Paris 1914


(...)


İstanbul'un (1*) Taksimi Projesi (1912)

Osmanlı İmparatorluğu'nun taksimi hakkında yaklaşık yüz kadar projeyi gözden geçirdik; bu paylaşmaya sadece komşu ülkeler değil, uzaktaki ülkeler de katılıyordu. Bu da yetmiyordu. İstanbul, uzlaşmaya varılmasını önleyen en önemli konu olduğu için, bu kentin taksimi de ayrıca ele alınmıştır.

Fikir L'Independance Belge gazetesi tarafından 7 Ocak 1912 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Dörtlü Balkan İttifakı'nın savaşı başlamadan birkaç ay önce yayımlanmıştır. Bu görüş Selanik'teki bir muhabir tarafından gönderilen 29 Aralık 1911 tarihli bir yazıda bulunuyordu. Yazar, Doğu sorununun aslında İstanbul'un kime ait olacağında ve daha sonra Çanakkale Boğazı'nın anahtarını kimin eline geçireceğinde düğümlendiğini belirtir. Yazara göre Türklerin İstanbul için artık bir şey yapamayacakları ya da kentin emsalsiz konumundan yararlanamayacakları anlaşılmıştır, burası için 15 yılda en az on milyar frank harcamak gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu bu parayı sağlayamaz, sağlayabilse de bu para kendisine çok ağır koşullarla borç verilir.

Şu halde tek çözüm kente uluslararası hüviyet kazandırılmasıdır; yani bu kentin güzel ve gelişen Hong Kong gibi imtiyazlı bölge haline getirilmesidir: Almanya Haydarpaşa'yı ve Asya'da bir kısım araziyi; Fransa Pera [bugünkü Beyoğlu-ç.n.] ve sırtlarını; Rusya Boğaziçi tepelerini; Avusturya Galata'yı ve deniz kıyısındaki mahalleleri; İngiltere İstanbul yakasını ve buraya bağlı mahalleleri alacak; İtalya'ya ise Trablusgarp verilecektir. Böylelikle İtalya Türk başkentinin taksiminden pay alma hakkını kaybedecektir.

Bu makalenin yazarı, eyaletlerin taksimi konusunda yüzyıllar boyu birbirine rakip olan devletlerin, bu kez mahallelerin paylaşımı hususunda birbirlerine rakip olup olmayacaklarını sormuyor. Boğaz tepelerine yerleşecek olan Rusya'nın, Boğaz'ın ve Karadeniz girişinin anahtarını elinde tutacağı derhal fark ediliyor, değil mi? Öte yandan, taksimin dışında bırakılan İtalya'nın, diğer devletlerin de Osmanlı İmparatorluğu'ndan bazı başka topraklar kopardıklarını ve buna rağmen İstanbul'un paylaşımından yararlandıklarını söyleyerek itiraz etmesi olası.

Yazar Osmanlı İmparatorluğu'nun duyarlılığını önlemek için, her mahalledeki imtiyazlı bölgeyi yönetecek delegeler konseyine bir Osmanlı yüksek komiseri atanmasını önerir. Kent açık liman ilan edilecektir.

"Sultan ve ailesi tabiatıyla ikametgahlarını muhafaza edecekler, buraları tarafsız bölge olacak ve efendileri istedikleri zaman ve diledikleri biçimde yaşamak için buralarda oturabilecektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek başkenti Bursa olacaktır ve Osmanlı yönetimi evini barkını oraya taşıyacaktır."

Yazar önerisinin gerçekleşmesinin güç olduğunun farkında ki, şu sonuca varmaktadır: "Ne kadar tuhaf gözükse de bu hayal ürünü rüya gerçekleştiği takdirde dünya barışını sağlayabilecek güzel bir düştür." Çok olasıdır ki, bu rüya gerçekleşseydi bile, barış içinde yaşamaya hiç de istekli bulunmadığı izlenimini veren dünya, kolaylıkla başka uyuşmazlık konuları bulurdu.

Son zamanlarda yayımlanan bir broşürde (2*) Mösyö Ralf de Neriet, İstanbul'un papaya verilmesini ve papa hazretlerinin kesin olarak oraya yerleşmesini öneriyor: "Yazar, bu kitapta sunulan fikir, milattan sonra 4. yüzyılda Büyük Konstantin'in beyninde yeşermişti, diyor. "


Sonuç

Fransa'nın İstanbul'daki eski elçisi, daha sonra büyükelçisi olan müteveffa Mösyö Constans adında bir siyaset adamı vardı ve bundan 14 yıl önce bana şöyle demişti: "İnanın bana, Doğu'nun istikbali küçük ulusların olacaktır. " Doğu Avrupa'daki küçük devletlerin büyük devletler tarafından yutulacağını öngören genel kanının tamamen karşıtı olan derin bir görüştü bu. Şimdi, Mösyö Constans'ın kehaneti gerçekleşme yolunda, ama sonsuza dek bağımsız kalabilmek de o küçük devletlerin gayretine kalıyor.

Osmanlı devi birdenbire çökmemekle birlikte, yüzyıllar boyunca, yavaş yavaş, parça parça bölünerek harabe haline dönüştü. Bu yıkıntının temel sebepleri nedir? Önce, dünyanın bütün büyük imparatorluklarının sonunu getiren nedenler var; toprakların çok genişlemesi, kendilerine tabi ulusların çeşitliliği, bunları bir bütün haline getirebilmenin olanaksızlığı ve onlara tek bir milli şuur kazandırılamaması, nihayet toplumsal bir temele dayanmayan askeri güçlerin hareket olanağı bulunmayan bir yığın haline dönüşmesini kaçınılmaz biçimde izleyen disiplin ve otorite kaybı.

Genel nitelikli bu sebeplere Osmanlı İmparatorluğu bakımından bir başka önemli neden ekleniyor: Bu da, halk topluluklarını ayağa kaldırmada güçlü bir etken olan dindir. İslam sadece maneviyatı yönetmek ve ruhu teselli etmek için değil, adalet dağıtmak ve devletin idaresine karışmak iddiasında2 olduğu için de İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki düşmanlık daha da güçlü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, teokratik niteliği de bulunan bir askeri devletti. Bununla birlikte, Kuran bilimin, edebiyatın ve sanatların gelişmesine karşı değildir. Karşı olsaydı, parlak Arap uygarlığını izah etmek mümkün olamazdı. Büyük dinsel hoşgörü sahibi olan Türkler, egemenlikleri altındaki halklara dinsel özgürlük ve eğitim alanında özerklik vermemiş olsalardı, Müslümanlar ile Hıristiyanların birlikte yaşamaları mümkün olamazdı. 1 Kabul etmek gerekir ki bunun sonucu olarak Babıali'ye bağlı Hıristiyan milletler normal bir şekilde gelişme olanağını bulmuş ve tam bağımsızlığa doğru emin biçimde yönelmişlerdir.

Balkan ulusları arasındaki Hıristiyanlık inancı çözülemeyecek kadar sağlamdır. Memnuniyetsizlikler sistematik olarak örgütleniyordu. Avusturya ya da İsviçre gibi çeşitli milletlerden oluşan Hıristiyan ülkelerde kolayca affedilebilen hususlar, başka dinden olanlar tarafından yönetilen devletlerde affedilemez olabiliyordu. Bununla birlikte, Hıristiyanların kendi dinlerinden olanlara Türklerden daha katı davrandıkları örnekler çoktur. Mesela:

"1687 yılında Atina'nın efendileri değişti, ama kaderi değişmedi. İstanbul'un el sürmediğini Venedikliler yağmaladılar. Venedik aslanı, Atina için İslam'ın hilalinden daha zararlı oldu. Türklerin zamanın yıprandırmasına terk etmiş bulundukları Partenon mabedini Morosini'nin topları havaya uçurdu."

Ama doğrudur; aile içindeki kavgalar çabuk unutulduğu gibi, Hıristiyan devletler arasındaki geçici kırgınlıklar da Doğu'nun güneşi altında mum gibi erimekteydi. Buna karşı Müslüman düşmanlığı soyaçekimin de etkisiyle yıldan yıla artıyordu; Hıristiyan kardeşlerin hataları itiraf edilmeden, bilinçsizce ya da sessiz bir mutabakatla, çabucak unutuluyor, buna mukabil, Türklerin en ufak tersliği gerçekten abartılıyor, hemen intikam çığlıkları atılıyordu. (...)

Türk milleti bugün yenilmiş olsa bile şerefini korumuştur. (...)


Trandafir G. Djuvara**

Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913)

Çeviren Pulat Tacar, 2017

** Romanya Kralı I.Karol tarafından 1896 yılında "dünyanın en güzel yeri" olarak nitelediği İstanbul'a elçi olarak tayin edilmiş, dört yıl süreyle, 1900 yılına kadar bu görevi yapmıştır. Eserini 1914 yılında Paris'te yayımlamış.


Dipnotlar*:

1- Bu kent eskiler tarafından Byzantium, Türkler tarafından İstanbul veya Stambul olarak adlandırılmaktadır. 15 Mayıs 1599 tarihini taşıyan, Viyana'da İmparatorluk Arşivi Kitaplığı'nda (s. 698) bulunan ve Nicolae Jorga tarafından yayımlanan (Documente Hurmuzaki, c. XII, 1903, s. 433) bir belge bize İstanbul'a Papa VIII. Clementius onuruna Clementiusine denilmesinin düşünüldüğünü açıklıyor: "Et spero, non Constantinopoli, ma Clementina questa citta doversi chiamare).

2- L'Europe de demain, seule solution possible de la question d'Orient [Yarının Avrupa'sı, Doğu sorununun tek olası çözümü], Paris, 1913, 48 sayfa.



Kutsal Topraklar'ın Ele Geçirilmesi Projeleri:

1- Sicilya Kralı II. Charles'ın Projesi (1270'e Doğru)

2- Padovalı Keşiş Fidence'nin Projesi (1274)

3- Charles de Valois Projesi (1301)

4- Pierre du Bois'nın Projesi (1306)

5- Raymond Lulle'ün Projesi (1306)

6- Marino Sanuto'nun Projesi (1306)

7- Hayton ya da Hetum Projesi (1307)

8- Guillaurne de Nogaret Projesi (1310)

9- Guillaurne d'Adam Projesi (1311)

10- Kıbrıs Kralı II. Henri de Lusignan'ın Projesi (1311)

11- Brocard'ın Projesi (1332)


Osmanlı İmparatorluğu'nun Paylaşılması Projeleri:

12- Bertrandon de la Broquiere Projesi (1432)

13- Bourgogne Dükü Philippe-le-Bon'un Projesi (1457)

14- Fransa Kralı VIII. Charles'ın Projesi (1495)

15- Papa X. Leo'nun Projesi (1513-1517)

16- Fransa Kralı I. François'nın Projesi (1515-1517)

17- I.Maximilian'in Projesi (1518)

18- Erasmus'un Projesi (1530)

19- Nannius'un Projesi (1536)

20- Cuspinianus'un Projesi ( 1541)

21- Georgevits'in Projesi (1542)

22- Guillaume de Grantrye de Grandchamps Projesi (1566-1567)

23- Papa V. Pius'un Projesi ( 1570)

24- İtalyan Projesi ( 1571-1572

25- İtalyan Projesi (1572)

26- Yüzbaşı La Noue'nun Projesi (1587)

27- Rene de Lusigne Projesi ( 1588)

28- Papa VIII. Clement'in Projesi (1594- 1560)

29- Rahip Cumuleo'nun Projesi (1594)

30- Lutio'nun Projesi (1600)

31- Chavigny'nin Projesi (1606)

32- Sully'nin Projesi (1607)

33- İtalyan Projesi (1609)

34- D'Esprinchard'ın Projesi (1609)

35- Minotto'nun Projesi (1609)

36- Bertucci Projesi (1611)

37- Dük Charles de Nevers'in Projesi (1613-1618)

38- Peder Joseph'in Projesi (1615-1618)

39- Valeriano'nun Projesi (1618)

40- François Savary de Breves'in Projesi (1620)

41- Vasil Lupu'nun Projesi (1646)

42- Fransız Projesi (1660)

43- Turenne'in Projesi (1663)

44- Leibniz'in Projesi (1672)

45- Michel Febvre'in Projesi (1682)

46- XIV. Louis'nin Projesi (1685-1687)

47- Rahip Coppin'in Projesi (1686)

48- Rus Çarı Büyük Petro'nun Projesi (1710)

49- Rahip Saint- Pierre'in Projesi (1713)

50- Avusturya Projesi (1718)

51- Disloway'in Projesi (1732)

52- Kardinal Alberoni'nin Projesi (1736)

53- Avusturya Projesi (1737)

54- D' Argenson Markisinin Projesi (1738)

55/56- Rusya Çariçesi II. Katerina ile Avusturya İmparatoru II. Joseph'in Projeleri (1772)

57- Linguet'nin Projesi (1774-1776)

58- Carra'nın Projesi (1777)

59- Yazarı Belli Olmayan Bir Proje (1788)

60- Volney'in Projesi (1788) ve Peyssonnel'in yanıtı (1788)

61- Brion de la Tour'un Projesi (1788)

62- Hertzberg'in Projesi (1792)

63- Talleyrand'ın Projesi (1805)

64/65- Napolyon ve I. Aleksandr'ın Projeleri (1808)

66- Metternich'in Projesi (1808)

67- D'Hauterive'in Projesi (1808)

68- Pozzo di Borgo'nun Projesi (1809)

69- Dufau'nun Projesi (1822)

70- Kapodistrias'ın Projesi (1828)

71- Dom de Pradt'ın Projesi (1828)

72- Yazarı Belli Olmayan Proje (1828)

73- De Polignac'ın Projesi (1829)

74- General de Richemont Projesi ( 1829)

75- Bronikowski'nin Projesi (1833)

76- Rus Çarı I. Nikola'nın Projesi (1853)

77- Dr. A.C. Dandolo'nun Projesi (1853)

78- Alexandre Bonneau'nun Projesi (1860)

79- Pitzipios'un Projesi (1860)

80- Rattos'un Projesi (1860)

81- D. Stepanoviç'in Projesi

82- Kommandatore C. Nigra'nın Projesi (1866)

83- Garibaldi'nin Projesi (1873)

84- Kont Greppi'nin Projesi (1873)

85- Yazarı Belli Olmayan Proje (1875)

86- Yazarı Belli Olmayan Proje

87- C.J. Rollin'in Projesi (1876)

88- Baron A. de Testa ile Baron L. de Testa'nın Projesi (1876)

89- Mathias de Ban'ın Projesi (1885)

90- Yazarı Belli Olmayan Proje (1896)

91- Bresnitz von Sydakoff'un Projesi (1898)

92- Rumen Projesi (1904)

93- İstanbul'un Taksimi Projesi (1912)


____________NOT 1:

Sayfa 9'da 2.dipnota düzeltme:

"Türkler Avrupa'ya Orhan'ın oğlu Süleyman'ın yönetiminde ilk kez 1356 yılında geçmişlerdi. İlk ele geçirdikleri Gelibolu yakınlarında Çimpe kalesiydi." (2)

(2) Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c. 111, s. 35'te Çimpe kalesinin Bizans imparatoru tarafından askerlerini barındırması için Süleyman Paşa'ya verildiğini yazar (ç.n.).


Düzeltme : Çimpe kalesinin "Karye-i Umurbeylü Cinbi" olarak anılması Osmanlı öncesinde Umur Bey'in geldiğine dair kanıttır.

Osmanlılardan önce diğer Türk Beyliklerinden Balkanlara Türk göçü oldu mu?

Bizans İmparatoru Kantakuzenos'un anlatımına göre

Umur Bey'in 1345 Yılı Trakya Seferi

* Bölgeye hakim bulunan Saruhan memnuniyetle elçiyi kabul etti. Umur'un arkadaşı idi ve kralın ordusunda birlikte sefere katılacak olan oğlu da yanında olmak üzere zorluk çıkarmadan geçidi tahsis etti. Çanakkale Boğazı'na (Elispontos) gelince 20.000 kişi Trakya'ya geçti ve krala hediyeler de getirerek hemen Dimetoka'ya ulaştılar. Umur kraldan düşünmemesini ve Momitzilo'ya karşı harekete geçmesini rica ediyordu.

Umur Bey'in Balkanlar'da Sırp ve Bulgarlarla Mücadelesi

* Mayıs 1344'ten önce İzmir'e dönmek için hareket etmiş olan Umur Bey'in Pallini'de bıraktığı yaklaşık 3100 kişilik birlikleri ise kara yoluyla Trakya yönünde ilerlemeye başladılar. Umur Bey'in vatanına döndüğünü duyan Stefan Duşan ise Zihne'ye ilerledi ve en çok güvendiği komutanı Gregory Preljub komutasındaki askerlerini Selanik bölgesinde kalan Türkler üzerine gönderdi. Beşik Gölü olarak da adlandırılan Volvi Gölü'nün kuzeyinde yer alan Stefanina'da Sırp ve Türk orduları karşılaşır. Mayıs 1344 tarihinde gerçekleşen Stefaniana Savaşı'nda Umur Bey'in askerleri Sırpları ağır bir yenilgiye uğrattılar.

* İzmir'deki Ceneviz ve Haçlı tehlikesini uzaklaştıran Umur Bey, verdiği sözü tutarak 1345 baharında önemli sayıda askeriyle birlikte Trakya'ya döndü. Yanında Saruhanoğlu Süleyman Bey de bulunuyordu. Umur Bey'in yanındaki asker sayısını Bizans kaynağı 20.000 olarak vermektedir. Bu sırada daha önce Kantakuzinos taraftarı, şimdi ise karşıtı olan Bulgar Momçilo, Rodop ve civarındaki Merope Bölgesi'ni hakimiyeti altına almıştı. Umur Bey 15 gemisiyle günümüzde İskeçe ile sınırları içerisinde kalan Ege sahil limanı Avdira'ya gelmişti. Momçilo, Avdira Limanı'na saldırarak Umur Bey'e ait üç gemiyi yaktı. Ancak Umur Bey Kuvvetleri ile birleşen Kantakuzinos'un birlikleri Momçilo'ya karşı harekete geçtiler. İki ordu Temmuz 1345'te karşılaştı ve Umur Bey, Bulgar kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Momçilo bu savaşta hayatını kaybetti. Umur Bey yanında yer alan Saruhanoğlu Süleyman'ın ölmesi üzerine tekrar İzmir'e döndü. Umur Bey'in Balkan ve Akdeniz politikalarında dengeyi değiştirmesi üzerine Haçlılar, İzmir'e Haçlı Severi düzenlediler ve İzmir'in savunması sırasında Umur Bey 1348 yılında hayatını kaybetti. Umur Bey'in bıraktığı yerden de Osmanlı Türkleri Balkanların fethine devam etti.

* Umur Bey'in Balkanlara yaptığı seferler, yani inanılacak gibi değil, askeri seferleri deniz harekatı, 6 mil uzunluğundaki Korinthos Boğazı'ndan karadan gemileri yürüterek aşıyor ve Arnavutluk'a seferler düzenliyor.

* Türklerin Balkanlara yaptıkları seferleri bazı tarihçiler yağma, ganimet vs. gibi sefer yaptığını söylüyorlar. Fakat, yine bir Bizans kaynağı bize bunun böyle olmadığını söylüyor;

Halkokondilis'in Anlatımına Göre Türklerin Süleyman Paşa ile Anadolu'dan Gelibolu Yarımadası'na Yerleşmek Üzere Göç Etmeleri: "Bu gelişmelerden haberdar olan Asya'daki (Anadolu) Türkler Süleyman'a katılmak için Avrupa'ya geçtiler ve birçoğu da Gelibolu Yarımadası'nda toplandı. Yurtları olan Asya'daki topraklarını boşaltarak burada tarıma başladılar." Eğer siz tarım yapıyorsanız, bir kere yağmacı olamazsınız. İkincisi buraya yurt edinmek için gelmişsinizdir. Burada yurt tutulmuş. (Kaynak : Prof.Dr. Levent Kayapınar, TTK, Mayıs 2025 YT)


____________NOT 2:

Sayfa 44'te; "Papa XII. Gregorius 9 Kasım 1407 tarihinde yeniden bir Haçlı seferi çağrısında bulunmuş, ancak Kıbrıs 1425'te (4) ve İstanbul 1453'te Türklerin egemenliği altına girmiştir." Cümlesindeki çevirenin 4.dipnottaki "Özgün metinde bir maddi bilgi hatası söz konusudur. Kıbrıs 1571'e dek Osmanlı hakimiyetine girmemiştir (ç.n.)," açıklaması aslında yanlıştır.

Çünkü; 1424-1426'da Sultan Barsbay liderliğinde ada ele geçirildi ve 1517'ye kadar da Memlüklerin egemenliği altındaydı. Memlükler Türk'tü! Ve kitapta "Türk egemenliği" olarak geçiyor, "Osmanlı" değil. (Kaynak: Dr. Mehmet Ali Bozkuş, Kıbrıs’ta Türk-Memlük Yönetimi (1426-1517). (Kıbrıs'ta Osmanlı Öncesi Türkler Sempozyumu, 13/15 Mayıs 2019)


SB



15 Temmuz 2025 Salı

Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi - Cengiz Özakıncı


Yurttaşlığın Küresel Düşmanları ve Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi

Cengiz Özakıncı

Bütün Dünya Dergisi, Kasım 2009


1959 Eylül'ünde askeri ataşe olarak İngiltere'ye gönderilen Albay Sadi Koçaş, 1960 yılı başlarında İngilizlerce bir kongreye davet edilir. "Kürt Kongresi" yazılıdır davetiyede. "Bu ne cür'et!" diye haykırır Koçaş; "Dost ve müttefik İngiltere nasıl olup da Londra'da bir 'Kürt Kongresi' toplayabilir! Hangi cür'etle bir Türk askeri ataşesini bu Kürt Kongresi'ne davet edebilir?"

Koçaş kongreye katılmaz ama burada alınan kararları katılanlardan öğrenir: Irak, İran ve Türkiye'de yaşayan Kürtlerin ilk adımda bağlı oldukları devletlerden ayrılmalarına, ikinci adımda kendi devletlerini kurmalarına karar veren İngiltere; Türkiye'den de Irak ve İran'da ayaklandıracağı Kürtlere yardım ve yataklık isteyecektir. Koçaş, bu kongreden sonra İngiliz basınında: "Türkiye'de Kürt Sorunu yoktur; çünkü Türkiye'de Kürtler Cumhurbaşkanı bile olurlar," biçiminde yazılar çıkmasına şaşıyor anılarında. Anlaşılan İngiltere bu gibi yayınlarla hem Türkiye'nin bu Kürt tasarısından kuşkulanmasını önleyip yardımını sağlamak, hem Irak ve İran'da Cumhurbaşkanı bile olamadıklarını o ülke Kürtlerine anımsatıp ayrılıkçı duygularını körüklemeyi amaçlıyordu.

İngiltere'yi 1960 yılında Londra'da bir Kürt Kongresi toplamaya ve Kürt ayrılıkçıları Türkiye'yi kuşkulandırmadan örgütlemeye iten olgu; 1950-1959 arası Mısır, Suriye, İran ve Irak'ta gerçekleşen bir dizi darbe sonucu, İngiliz ve batılı petrol şirketlerinin bu ülkelerden kovulmasıydı. İngiliz petrol şirketlerinin yeniden o ülkelere dönebilmesi, ya o yönetimlerin devrilmesi ya da o toprakların o yönetimlerden ayrılmasıyla mümkün olabilecekti. Bu amaçla petrol bölgelerinde yaşayan Kürtler örgütlenip ayaklandırılacak, bunun sonucunda o yönetimler dize gelip kovdukları İngilizleri geri çağırmayacak olurlarsa bu ayaklanmalarla devrilecekler; devrilmeyecek olurlarsa, bu topraklar o ülkelerden ayrılarak İngiliz petrol şirketlerinin sömürüsüne açılacaktı.

İngiltere'nin Kürt kartı, 1965'te Amerika'nın eline geçecek; Ekim 1965'te yapılan genel seçimi kazanan Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Amerika'nın "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısını önünde bulacaktı.

Demirel bu tasarıyı Genelkurmay'a bildirecek, tasarıyı irdeleyenler arasında bu konuda ikinci kez burun buruna gelen Sadi Koçaş da bulunacaktı: "Irak, İran ve Türkiye Kürtlerini federe bir Cumhuriyet haline getirelim; bunu Türkiye'ye bağlayalım; hem büyük toprak da kazanmış olursunuz," diyordu Amerika... Irak, İran ve Suriye'den darbelerle kovuldukları petrol bölgelerini yeniden ellerine geçirmek isteyen Anglo-Amerikan petrol şirketleri; petrol bölgelerinde yaşayan Kürtleri ayaklandırıp ilk adımda topraklarıyla birlikte Türkiye'ye katacak; ikinci adımda plebisitle "Türk-Kürt Federasyonu"ndan ayıracak ve sonunda onlara çok az bir pay vererek petrollerini son damlasına dek sorunsuzca sömüreceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tek-odaklı ulus-devlet yapısına aykırı düşen ve komşu ülkelerle savaşmasını gerektiren bu "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının içerdiği tuzakları görmüş; Atatürk'ün "Yurtta barış; dünyada barış" ilkesine ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 2/ı-ıı-ııı-ıv-v. maddelerinde yazılı "üye devletlerinin birbirlerinin içişlerine karışmaması", "toprak bütünlüklerinin dokunulmazlığı", "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal egemenlik" ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bu tasarıyı geri çevirmişti.

"Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının 1965'te Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler Antlaşması'na aykırı bulunarak reddedilmesi üzerine, Amerika: "Madem ki Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın [ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı] ilkesi tasarımızın reddine gerekçe oluyor; öyleyse biz de bu ilkeyi [halkların kendi kaderini tayin hakkı] diye değiştiririz, olur biter" demiş ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, "ulusal egemenlik ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" yerine etnik "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ifadesini geçirerek - Amerikan isteklerine upuygun, fakat örgütün kurulu ilkelerine aykırı - yeni bir Sözleşme hazırlamıştı.

16 Aralık 1966 gün ve 2200Axıı sayılı "Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi"inde ulus-devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkelerine kökten ters düşen, "halkların kendi kaderlerini tayin" yani "ayrı etnik" devlet kurma hakkı tanınmıştı. Örgüte üye ulus-devletlerin etnik ve mezhep devletçiklerine parçalanması demek olan ve 10 yıl sonra 1976'da yürürlüğe gireceği maddesini de içeren bu Sözleşme, büyük bir pişkinlikle, üye ulus devletlerin onayına - başka bir deyişle "intiharı"na - sunuldu. Ve "Haydi bakalım," dediler Türkiye'ye, "Türk-Kürt Federasyonu tasarısını reddederken dayandığınız Birleşmiş Milletler ilkesini "ulus" yerine etnik "halklar" sözcüğünü koyarak değiştirdik; yepyeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi koyduk ortaya; tasarıyı reddedecek bahaneniz kalmadı."


Bugün geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda;

* Ermeni örgütleri 1915 olaylarını yeniden ortaya atmak için 1965 yılını beklemişlerse,

* Türkiye'de ilk "Doğu Mitingleri" 1965'ten sonra gerçekleştirilmişse,

* Türk Üniversitelerinde kimi akademisyenler, doktora tezlerini Doğu ve Güneydoğu'ya özgüleyip etnik ayrılıkçılığa bilimsel ve hukuksal dayanak oluşturacak savlar yaymaya, 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Daha önce etnik ayrımcılığın kırıntısı dahi görülmeyen sol kesimde "Türk Solu" - "Kürt Solu" gibi etnik ayırımlar, 1965'ten sonra ortaya atılmışsa,

* Daha önce bütüncül "Türkiye Halkı" kavramıyla düşünen sol aydınlar, Türkiye'de "tek halk" değil "bir çok halklar" bulunduğu yargısını yayan "Türkiye hakları", "Halklara özgürlük" gibi sloganları 1965'ten sonra kullanmaya başlamışlarsa,

* Daha önce etnik köken sorunu yaşanmayan sol örgütlerde kimi üyeler "biz Kürtüz siz Türksünüz" diyerek örgütlerinden ayrılıp DDKD - DDKO vb. gibi adlarla "etnik köken ayırımı gözeten sosyalist" (!) örgütler kurmaya 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Soldaki etnik kökene dayalı ayrışmaya koşut olarak sağda da etnik Türkçülerin yurttaşlığa dayalı sağ partilerden ayrılıp ırkçı partiler kurma çabaları, 1965'ten sonra başlamışsa,

* Daha önce yurttaşlığa dayalı sağ partilerde siyaset yapan birileri, dinlerini ve mezheplerini yeniden keşfedip, din ve mezhep ayırımına dayalı parti kurmak üzere kolları sıvayarak, önce Alevi kökenlilerin Birlik Partisi, sonra Sünni kökenlilerin Milli Nizam Partisi kurma çalışmaları 1965'ten sonra başlamışsa, bütün bu olup bitenlerin, bugüne dek yapıldığı gibi dış dünyayla bağlantısı kurulmayarak yalnızca 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamıyla açıklanması olanaksızdır.


1960-1965 yılları arasında Türkiye'ye dışarıdan, tepeden, kapalı kapılar ardında gizlice dayatılan "devletin etnik ve mezhepsel ayırımlara göre etnik federasyon temelinde yeniden yapılandırılması" tasarılarının, etnik ve mezhep ayrımı güden yeni siyasi örgütler kurularak halka yayıldığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 1966'da kabul ettiği etnik ve mezhepsel "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesinin bu siyasal örgütlere uygun bir ortam, güçlü bir dış dayanak ve güvence sağladığı düşünülmelidir.

Birleşmiş Milletler'in 1966 Sözleşmesi'nde yer alan ve ulus-devletleri aşiretlere, kabilelere, mezheplere, cemaatlere bölerek içten çökertmeye yönelik etnik 'halkların kendi kaderlerini tayin hakkı' ilkesi, 1975'te Hellsinki Sonuç Bildirgesi'nin 1(a) - VIII.maddesine sokulduktan sonra, 1978'de Paris'te toplanan UNESCO Genel Konferans kararlarına da girdi ve aynı yıl Türkiye'de etnik ayrımcı terör örgütü PKK kuruldu.

UNESCO 1982'de 40 yıldır benimsediği "kültür" tanımını değiştirerek etnik ayırımları önce çıkaran yeni bir "kültür" tanımı benimsedi. UNESCO News dergisinin 25 Ocak 1988 günlü 222. sayısında,UNESCO'nun 1982 yılında gerçekleştirdiği, yurt kardeşliğini etnik ayrımlarla parçalamaya yol açacak önemde bu tanım değişikliği, şöyle açıklanıyordu:

"Klasik anlamıyla 'kültür' kavramı, edebiyat, müzik, resim, heykel, vb. gibi güzel sanatlarla, bir süreden beridir de görsel-işitsel ifade tarzlarıyla sınırlıdır. Uluslararası Topluluk - 1982 Meksiko Konferansı'ndan beri - 'kültür' kavramını antropologların bakış açısıyla [yani klasik, ulusal değil; etnik, dinsel, mezhepsel anlamıyla] benimsemiştir. Günümüzde 'kültür'e bir topluluğun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran maddi, manevi ayırt edici özelliklerin bütünü gözüyle bakılabilir. Bu tanımlama, [dikkat: bir ulusun değil] 'belli bir grubun (!) kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün ayırt edici özelliklerini öne çıkarmayı gerektirdiğinden, böylelikle kültürel kimlik kavramına da açıklık getirmiş olmaktadır."

Meğer UNESCO'nun 'kültür' tanımı 1982'ye dek 'bulanıkmış', 1982'de Mexico City konferansında 'kültür'ün antropolojik, yani etnik-mezhepsel tanımı kabul edilir edilmez, UNESCO'nun 'kültür' ve 'kültürel kimlik' tanımları da 'kesinliğe' kavuşuvermiş...

Antropoloji, 1800'lerde Batılı sömürgecilerin sömürgelerinde uygulayacakları siyasetleri bilimsel verilere göre belirleme gereksiniminden doğmuş bir bilim dalı. Bir antropoloğun belli bir etnik ya a dinsel topluluk üzerinde, o topluluğun etnik özelliklerini araştırması ayrımcılık, bölücülük değildir kuşkusuz. Bu bilimsel bir çalışmadır. Fakat siz "ulus-toplumlarda alt kimlik olarak kalması gereken etnik ve mezhepsel ayrılıkları saptamakla yetinmeyip bu alt kimlikleri ulusal kimliğin üzerine çıkartan yayınları parayla destekleyeceğiz," derseniz; yaptığınız işin adı "bilimsel antropolojik araştırma" değil, "siyasi ayrılıkçı, etnik-dinsel bölücü kışkırtma" olur.

UNESCO'nun 1982 Mexico City toplantısında "kültür"ün antropolojide kullanılan etik-mezhepsel tanımını benimsemesi; o günlerde "İnsanoğluna yepyeni bir dönemin kapısını açan bir değişiklik" olarak övülmüş; "1789 Fransız Devrimi'nden sonra gerçekleştirilen en büyük devrim" diye alkışlanmış ve Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda; "UNESCO kararlarından sonra artık devletlerin ulusal egemenlik içişlerine karışmama ilkesinin geçersiz olduğu" ve dahası; "yepyeni bir İnsan Hakları Bildirgesi" hazırlanarak buna "etnik kültürel ayrımlara siyasal haklılık - ayrı devlet kurma hakkı - tanıyan bir takım maddeler konması gerektiği" üzerinde durulmuş; anlayacağınız 1982'den sonra dünyada yurtkardeşliğini, ulusal egemenliği savunmak, İnsan Haklarına aykırı bir eylem ve bir insanlık suçuymuş gibi gösterilmeye başlanmıştır. Aydınlar küreselci odakların piyasaya sürdükleri bu yeni "Etnik Mezhepsel Ayırımcı İnsan Hakları" kavramını çözümlemeye davrandıkları sırada; etnik ayırımcı terör örgütü PKK, 1984 yılında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni hedef alan Şemdinli - Eruh Baskını'nı gerçekleştirmiştir. [15 Ağustos 1984 !-SB]

UNESCO 1986'da Birleşmiş Milletler Örgütü'nce onaylanıp 1986-1996 arası on yıl boyunca milyar dolarlık bütçeyle desteklenecek olan bir "On Yıl Süreli Eylem Kılavuzu" hazırlamıştır. UNESCO'nun etnik mezhepsel ayırımları kaşıyan yapıtları milyar dolarlık bütçeyle destekleyeceği duyulur duyulmaz, çoğu aydınımız 40 yıldır hiç değinmedikleri etnik ayırımları öne çıkartan yapıtlar vermeye, dergiler ve kitaplar yayımlamaya başlamış; o ana dek zerinde dikkatle durdukları [ezen, egemen patron] x [ezilen, emekçi kitleler] ayırımını bir yana bırakıp, bunun yerine [ezen egemen ırk] x [ezilen, mazlum ırklar] ve [ezen, egemen mezhep] x [ezilen, mazlum mezhepler] ayırımına dayalı söylemler yaymaya başlamışlardır.

1986 sonrası "Aleviler ilericidir"; "Aleviler laikliğin, demokrasinin bekçisidir"; "Kürtler ezilmişlerdir, dövülmüşlerdir, yoksul bırakılmışlardır"; "Lazlar şöyledir, Çerkezler böyledir, Ermeniler şöyledir, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler böyledir," gibi yazılar gazete, dergi köşeleri kaplamış; "Kürtlerin Tarihi", "Lazların Tarihi", "Çerkezlerin Tarihi", "Ermeni Kültürü", gibi kitaplar kitapçı raflarını doldurmuş; aynı anda "Türkler barbardır, Türkler vahşidir, Türkler göçebedir"; "Sünniler bağnazdır, Sünniler karagüçlerdir, demokrasi düşmanıdır bunlar" vb. gibi tersinden ırkçı ve çoğu yurttaşımızı "Türküm", demekten çekinir, utanır; "Sünniyim", demekten sıkılır duruma getiren, "Türk soyunu ve Sünni mezhebini aşağılama akımı" hızla doruğa tırmanmıştır.

Şimdi yaşı 25-30 olanlar bu ülkede sanki seksen yıldır hep böyle etnik mezhepsel ayırımcı yayınlar yapılırmış gibi algılayıp kanıksadılar bu etkinlikleri. Oysa 1980'ler öncesi ayırımcı propaganda yasaktı; gözden kaçıp yasaklanmayanlar da okuyucu bulamazdı. 1980'lerin ortalarındaysa devlet eli kolu bağlı izlemeye başladı kendi kuyusunu kazan bu ayırımcı propaganda fırtınasını; varolan yasaları işletip yasaklamaz oldu yurt kardeşliğini baltalayan çalışmaları... Neden? Çünkü ulus-devletler yurttaşlık birliğini içten parçalayacak bu tür yayınları engellediklerinde, gün gelip borç almak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapısını çaldıkları zaman; "Siz BM ve UNESCO'nun halkların kendi kaderini tayin hakkı kararını hiçe sayıyorsunuz; etnik kültürleri öne çıkartan yayınları engelliyorsunuz; bu nedenle size istediğiniz krediyi vermiyoruz" denilerek geri çevrilmeye başlamıştı. Dış borçla ayakta duran Türkiye, ayırımcı yayınlara karşı kendi Anayasasını ve yasalarını işletirse, bu kuruluşlardan kredi alamaz olmuştu.

Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Kalkınma Ajansı, vb. gibi kurumlar, 1982'lere dek "kültürel gelişme" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ vardır, diyorlardı. Bu kuruluşların "kültür" tanımları, 1982'de UNESCO ile aynı anda değiştirilmiş ve hepsi birden "kültür"ün "antropolojik" etnik tanımını benimsemişlerdi. Bu değişikliğe uygun olarak, 1982'den sonra "ekonomik kalkınma" için borç almaya gelen devletlere; önce "kültür" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ bulunduğu söylevini çekiyor; ardından 1982'de "kültür"ün etnik tanımını benimsediklerini anımsatıyor; son olarak da ülkelerinde etnik kültürleri geliştirici girişimlerde bulunmadıkları sürece, ekonomik kalkınma için tek kuruş borç veremeyeceklerini bildiriyorlardı. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) için bu kuruluşlara 80'li yıllarda yaptığı kredi başvuruları, daha başka nedenlerin yanı sıra, etnik ve mezhepsel kültürleri geliştirici bir yönü bulunmaması; tersine, Türkiye'de yurt kardeşliğini pekiştirici, uluslaşmayı hızlandırıcı nitelikleri taşıması nedeniyle geri çevrilmişti.

1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle "askeri ambargo"ya uğrayan Türkiye, "Etnik Federasyoncu 1966 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"ni, yürürlüğe girdiği 1976'da imzalamadığından dolayı bir de "ekonomik ambargo"ya uğramış; Dünya Bankası, IMF gibi kurumlardan kredi sağlayamaz olmuş; 1979 yılında Başbakan, "tek-odaklı yurt kardeşliğini bırakıp çok-odaklı eyalet düzenine geçmedikçe, dışarıdan tek kuruş dahi kredi alınamayacağını" açıklamış; 12 Eylül 1980 yönetimince, kapalı kapılar ardında, dış borcun önkoşulu olan çok-odaklı eyalet düzenine geçiş tasarıları hazırlanmış; eyalet tasarısı 1986'da TBMM'nde görüşülmüş, olmamış; 1992'de Dışişleri Bakanı'nca yeniden TBMM'ne sunulmuş, reddedilmiş; 1999'da Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, Türkiye'nin kredi alabilmesi için herşeyden önce "Etnik Federasyoncu BM Sözleşmesi"ni imzalaması gerektiğini bildirmiş; sonunda Türkiye'nin 34 yıllık direnci kırılmış; "Sözleşme", 15 Ağustos 2000 tarihinde Bakanlar Kurulu'nca kimselere duyurulmadan onaylanmış; BM temsilcimiz tarafından sessizce imzalanmış; yetmemiş; Kemal Derviş, Mart 2001'de Dünya Bankası'ndan getirilip Devlet Bakanı yapılmış; derken, dış borç alabilmenin önkoşulu olan "Etnik Federasyoncu Sözleşme", 4 Haziran 2003'de TBMM'de görüşülüp kabul edilmiş; 18 Haziran 2003'de Cumhurbaşkanı'nca imzalanmış ve sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, BM, Dünya Bankası, UNESCO vesairenin "Kredinin Önkoşulu = Etnik Federasyon" dayatmalarına teslim olarak; yurtkardeşliğine dayalı tek-odaklı ulus-devlet düzenini, kendi yurttaşlarını alıştıra alıştıra, "hazmede hazmede, hazmettire hazmettire", adım adım, "Çok-Odaklı Etnik Federasyon"a dönüştürmeyi, devlet olarak resmen kabul etmiştir ve bugün "açılım süreci" olarak sunulan yıllar önce Türkiye'nin "devlet politikası" olmuştur; tıpkı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı" (Otopsi y, 19.basım) adlı kitabımda anlattığım, Osmanlı Devleti'nin dışarıdan borç bulabilmek için dayatılan siyasi önkoşulları onaylamak zorunda kalıp "açılım süreci"ne girerek dağıldığı gibi...

Ülkelerin yurt kardeşliğiyle tek ulus oluşturarak tek-odaklı yönetimle yabancı sömürünün karşısına tek yumruk olarak dikilmesi, küreselci emperyalistleri korkutur. Emperyalizmin yurttaşlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılık tohumları atarak yurt kardeşliğini bozmak ve tek odaklı ulus devletleri küçük etnik devletçiklere bölmekten başka bir çaresi yoktur. Küreselci emperyalistlerin isteklerini barışçıl yoldan, ikna yoluyla benimsetmekle görevli Birleşmiş Milletler ve ona bağlı UNESCO'nun "kültürün klasik tanımı yerine antropolojik (etnik) tanımını benimsedik", "artık ulusların değil etnik halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz," gibi görünen kararlarının, özellikle 1980'lerden bu yana etnik ve mezhepsel ayırımcılığa hız vererek, yurt kardeşliği bağlarımızı aşındırdığını; siyasal ayrılıkçılara ideolojik ve hukuksal dayanaklar sağladığını çok iyi bilmemiz gerekiyor.

"Efendim, hiç Birleşmiş Milletler ve UNESCO böyle şeyler yapar mı? Ülkemiz de bu kurumların üyesidir. UNESCO eğitimi, bilimi, kültürü destekler; siz o UNESCO kararlarını yanlış anlamışsınız, yanlış yorumluyorsunuz," diyorsanız; benimle bu konuda düşünce birliği içerisinde olan İngiliz Kraliyet Topluluğu Royal Society üyesi Philip Schlesinger'in konuya ilişkin görüşünü sizlerle paylaşmak isterim:

- "UNESCO'nun 1982 yılında Mexico City'de gerçekleştirdiği konferansta 'kültürel kimlik' kavramı 'anahtar sözcük' haline geldi. Yerel ve etnik dillerin geliştirilmesine önem verilmesi, ulus devlet içerisinde çeşitli dilsel öbekler ayrıştıracağından dolayı, UNESCO'nun 1982'de benimsediği bu yeni "etnik kültürel kimlik" anlayışı, "ulusal kimlik"le çatışır. UNESCO'ya 1982'de egemen olan bu "kültürel özerklikçi" görüş, "ulusal bütünleşmeci" görüşe karşıttır ve "ulusal üst kimlik" anlayışının reddini gerektirir."

Evet, işte böyle diyor İngiliz Kraliyet Cemiyeti, Royal Society üyesi Philip Schlesinger...

Öyleyse siz istediğiniz kadar "Türkiye Cumhuriyeti"nde Türk, bir etnik topluluğun adı olmayıp, hangi etnik köken ve mezhepten olursa olsun, yurttaşların ortak adıdır," deyin; sizin devlet olarak üyesi olduğunuz Birleşmiş Milletler ve yine devlet olarak üyesi olduğunuz UNESCO karşınıza geçip; "Hayır," diyor; "ana diller resmi dilden başka olan yurt kardeşlerinize ben ilk adımda kültürel özerklik, sonra siyasal özerklik, ardından yurt içinde ayrı yurt kurduracağım. Neden mi? Eh, çünkü benim küresel çıkarlarım büyük yurtları daha küçük yurtlara bölüp kolay lokma olarak yutmak istiyor!"

Şimdi; "Benim canım öyle istiyor"; yok...

"Küreselci odakların canı öyle istedi", yok...


Gelin canlar bir olalım.

Atatürk'ün kurduğu "yurtkardeşliği" bağlarımıza sımsıkı sarılalım.

Dünyayı ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan küreselci odaklar, etnik köken ve mezhep ayrılıklarını öne çıkartarak bizi birbirimizde düşman edip istediklerini yaptırtamasınlar.

Cengiz Özakıncı, 2009

_____

İlgili

Casus Arkeologlar 9



5 Temmuz 2025 Cumartesi

İşgal Örgütleri: CIA-NATO-AB

 

II. Dünya Savaşı başladığında William Donovan dönemin ABD Başkanı Roosevelt'e merkezi bir istihbarat örgütü kurulması projesini götürdü. Başkan projeyi 1941 yılında onayladı. ABD; 1942'de yani, Stratejik Hizmetler Bürosu (Office Strategic Services-OSS-) kuruluşundan hemen sonra Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti. (...) OSS, savaş boyunca yapılanmasını örnek aldığı İngiliz Gizli Servisi ile birlikte çalıştı. (...)

Savaştan kahramanlaşarak çıkan OSS, bu defa ABD devlet örgütlenmesi için sorun oldu. Çünkü Pentagon, OSS'nin ABD Başkanının doğrudan kullandığı bir araç olmasını değil, kendi denetimi altına girmesini istiyordu. Çatışma kimi zaman General Douglas Mc Arthur'un Pasifik bölgesinde yaptığı gibi OSS kadrolarını bölge dışına atmak noktasına bile vardı. Gizli Servis'in artan gücü, FBI ve Dışişleri Bakanlığı'yla da çatışmalara neden oluyordu. Yeni Başkan Harry S. Truman, 1 Ekim 1945'te OSS'yi kapattı. Gizli Servis'in birimleri çeşitli hükümet organlarına dağıtıldı. Ancak II. Dünya Savaşı'nın ardından merkezi bir istihbarat örgütü ihtiyacı Başkan Truman'a yeniden dayatıldı. Bu defa Donovan Başkan Truman'ı yeni bir istihbarat örgütü kurmaya ikna etti. Truman'da, 1946 yılı Ocak ayında talimat vererek Birleşik Devletler'in yeni barış zamanı gizli servisi, Merkezi İstihbarat Grubunu (Central Intelligence Group-CIG) kurdu ve Amiral Sidney Souers'ın 'CIG' Direktörü olduğunu ilan etti.


Merkezi İstihbarat Grubu geçici ve zayıf bir teşkilat oldu. Kısa süre sonra Başkan Truman Beyaz Saray'ın elinin güçlendirilmesinin gerekliliğini hissetti ve bir Merkezi İstihbarat Örgütü'nün kurulmasına yönelik kapsamlı bir çalışma başlattı. Bunlardan çok etkili bir banker olan Ferdinand Eberstadt'ın hazırlattığı raporu benimsedi. Rapor doğrudan ABD Başkanına bağlı, uluslararası alanda etkili bir Merkezi İstihbarat Örgütü (National Inteligence Agency-NIA) oluşturulmasını öngörüyordu. Truman, CIG'yi kapattı ve CIG Direktörü Amiral Sidney Souers'i NIA'ya ilk başkan olarak atadı. NIA başlangıçta ABD'nin mevcut istihbarat kuruluşları olan Askeri İstihbarat, Dışişleri Bakanlığı İstihbaratı, FBI vb. arasında koordinasyonu sağlamakla görevlendirilmişti. 

OSS, 1945'te kapatılınca onun Örtülü Operasyonlardan Sorumlu Yakındoğu ve Kuzey Afrika'daki 7 istasyon Stratejik Servisler Birimi (Strategic Services Unit-SSU-) Ağustos 1946'da Savaş Bakanlığından alınıp CIG'e bağlanmıştı. Böylece CIG, koordinasyon görevini aşıp bir icra organı haline dönüştürülmüştü. Bu konuma gelir gelmez SSU'u Özel

Operasyonlar Dairesi (Offical of Special Operations-OSO-) haline dönüştürülmüştü. Temmuz 1947'de devlet bürokrasisini ABD'nin yeni yönetimine uyarlamak için hem Merkezi İstihbarat Ajansı'nın (CIA) hem de Ulusal Güvenlik Konseyi'nin (NSC) oluşumunu sağlayan, "Ulusal Güvenlik Yasası" (National Security Act) çıkarıldı. ABD'nin örtülü operasyonları konusunda en önemli belgesi olan 1947 tarihli Ulusal Güvenlik yasasıyla ABD'nin dünya jandarmalığı misyonu için devlet güçleri merkezileştirilerek Beyaz Saray'ın komutası altında toplandı. Ulusal Güvenlik Yasası, CIA'ya "Ulusal Güvenlik Konseyi'nin (NSC) zaman zaman yönetebileceği ve ulusal güvenliğe etki eden istihbarat ile ilgili faaliyet ve görevleri yerine getirme" görevini vererek, dış ülkelere yönelik örtülü faaliyetlere ve gizli savaşlara zemin oluşturdu.

Beyaz Saray'ın yeniden yarattığı CIA örtülü faaliyet enstrümanıyla hedef aldığı ilk ülke İtalya oldu. İtalya'daki operasyonlar, komünistleri zayıflatarak bir başarıya imza attı.

Başkan Truman, örtülü faaliyetlerin devlet idaresinin bir aracı olarak kullanılmasına kendini kaptırdı ve bu alandaki gücünün İtalya'nın ötesine taşınması üzerinde durmaya başladı. Bu nedenle, 18 Haziran 1948'de NSC'ye dünyanın tüm ülkelerinde örtülü operasyonları yürütme yetkisi veren ve CIA içinde Özel Projeler Bürosu adı altında bir özel faaliyetler dalı oluşturan, dillere destan NSC 10/2 yönergesini kabul etti. Bu yeni oluşumun adı sonraki günlerde daha az dikkat çeken "Politik Koordinasyon Bürosu (Office of Politic Coordination-OPC) ile değiştirilecekti. NSC 10/2, OPC'ye "Örtülü Operasyonlar Planlama ve Yürütme" yetkisi veriyordu.

NSC 10/2'deki "Örtülü Faaliyetler" ibaresiyle "Bu hükümet tarafından, düşman yabancı ülkeler ya da gruplara karşı veya dost yabancı ülkeler ya da gruplara destek amacıyla idare veya finanse edilen, ancak yetkisi olmayan insanlar için, ABD Hükümeti'nin bununla ilgili bir sorumluluğunu rahatlıkla inkâr edebileceği "faaliyetleri" tanımlanıyordu.(3) Truman Yönetimi'nin Dışişleri Bakanlığı Politika Planlamasının başındaki azgın antikomünist George F. Kennan'da NSC 10/2'nin Kongre'den geçmesini ve CIA'nın İtalya ve ötesinde örtülü faaliyetlerde bulunması düşüncesinin en büyük destekçilerinden biriydi.


Kennan tabi ki yalnız değildi. Aynı ekipte OSS'nın başı William Donovan, OSS Casusluk Servisi Uluslararası İlişkiler Müdürü Thomas W. Braden, CIA'dan Genaral Walter Bedel Smith, Hollanda Prensi Bernhard'ın işbirlikçisi Maxililan Kohnstamm, Amerikan İstihbarat Servisi'nin Organizatörü Ailen Dulles, kardeşi John Foster Dulles, CIA için mafyayı çok uluslu bir devlet şirketine çeviren Meyer Lansky ve mafya lideri Luciano'nun avukatı, Hitler'in gizli istihbarat örgütünün eski başkanı General Gehlen'ın daimi koruyucusu Nazi Casusluk Örgütü Eski Şefi, "Yeni Alman Karşı Casusluk Örgütü'nün kurucusu, mafyanın avukatı ve adamı, New-York eski valisi ve Temsilciler Meclisi eski milletvekili.

Allen Dulles ile birlikte Başkan Ersenhower'ın Başkan Yardımcısı olacak Richard Nixon'ın yaratıcısı Thomas Dewen yer almaktaydı. Aynı ekibin Avrupa kanadında Belçika Başbakanı Paul-Henry Spaak ve daha niceleri bulunuyordu. (s.31-33)

Casusuluk ve OSS ve CIA darbelerinin vahşi adamı "Vahşi (Bili) William Donovan" Birleşik Devletler Başkanı Roosevelt ve Truman'ın bu alandaki beyniydi. II. Dünya Savaşı sırasında 1944'te daha OSS'yi kurmadan önce casusluk çabalarına başlayacaktı. OSS kurulup ilk başkanlığına atanan William Donovan, Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu gezilerinde, Almanların gizli operasyon ve propagandasının temel rol oynadığı bir tür savaş yürüttüğünü görmüştü. Balkanların, Almanların yumuşak karnı olabileceğini de öğrenmişti. Donovan, tam anlamıyla sıfırdan başlayarak amatör de olsa, casusları değerlendirme uzmanları ve gerilla savaşçılarından oluşan etkileyici bir grup kurdu.

Türkiye'deki OSS operasyonlarının temelinin oluşturulmasında ilk adım Betty Corp adındaki ufak toparlak kadının 9 Ocak 1942'de eski dostu ve sevgilisi Allen Dules tarafından OSS'ya çalışması için Washington'a çağrılmasıydı. Allen Dules, İstanbul'da Dışişleri Bakanlığı memuru olarak görev yapmıştı ve Corp'ın hayranlarındandı. OSS'in kurucularından biri olarak Balkanlar ve Türkiye'de operasyon başlatılması için Corp'ın görevlendirilmesini önerdi. Corp'ın yeteneklerinden çok etkilenen Dulles, savaş sonunda Corp'ın İsviçre'de kendisine katılmasını istedi. Corp'ın Amerikan vatandaşlığına geçme isteğini belirten belgeyi OSS Başkanı William Donovan imzaladı.

OSS'un Oluşturulmasında Kilit Rol Oynayan Tek Dünya'cı CIA'cılar Şunlardır:

-Harry S. Truman: ABD Başkanı

-William Donovan: Stratejik Hizmetler Bürosu ilk başkanı

-Amiral Sidney Souers: Merkezi İstihbarat Grubu (Central Intelligence Group CIG), Merkezi İstihbarat Ajansı-NIA Başkanı.

-George F. Kennan: Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Bölümü Başkanı, CIA'nın örtülü faaliyetlerde bulunmasının en büyük destekçisi, bu konudaki NSC 10/2 yönergesinin hazırlayıcılarından.

-Thomas W. Braden: Stratejik Hizmetler Bürosu Uluslararası İlişkiler Müdürü.

-General Walter Bedel Smith: CIA çalışmaları katılımcısı, sonrasının CIA Başkanı.

-John Foster Dulles: ABD Dışişleri Bakanı, CIA Başkanı Allen Dulles'ın kardeşi, David Rockefeller'in akrabası.

-Allen Dulles: CIA'Başkanı, CIA kurucusu, Lansky, Luciano ve mafyanın avukatı, General Gehlen'in koruyucusu, ABD Temsilciler Üyesi, New York eski Valisi, mafyanın avukatı ve adamı, Thomas Dewen'in koruyucusu, David Rockefeller'in akrabası.

-Paul Henry-Spaak: Belçika Başbakanı, İngiliz Dış İstihbaratı MI6 Şefi, Stevvart Menzies ve CIA işbirlikçisi (s.34-35)


Erol Bilbilik


İlgili

Casus Arkeologlar 1. Bölümden

Casus Arkeologlar 9. Bölüme kadar 

OSS arkeologlarını okuyacaksınız...




Sivil Örümceğin Ağında - 5


"Örtülü operasyonlara dönmeye gerek yok. Örtülü operasyonla uygulanmış birçok program (artık şimdi) oldukça açık biçimde ve sonuç olarak, itirazsız gerçekleştirilmektedir."

William Colby, CIA Direktörü (s.147)


* Amerika'dan işleme konulan 'demokrasi projesi' operasyonunun dibindeki düşünce şudur:

Başka ülkelerin içişlerine, siyasal ortamına, Birleşik Devletler’in resmi organlarınca, örneğin merkezi haber alma örgütü CIA ile doğrudan karışılması sakıncalıdır. “Anti-komünizm” ve “hürriyet-demokrasi cephesi” adı altında, hem ABD içinde, hem de dış ülkelerde, yönlendirme, örgütleme, dolaylı yönetme, kamplara bölme ve çatıştırma uygulamaları için dünyaya yayılan örgütlerin etkinlikleri, ileri sürüldüğü oranda “hür" ve tüm dünyaya ilân edildiği oranda “temiz” olmadığından, işlerin karışması elbette kaçınılmazdı. Ayrıca bu işlerin parasal kaynaklarının altından CIA’in ve CIA bağlantılı şirketlerin kirli işler bankerlerinin ortaya çıkması devleti zora sokmaktaydı.

Örtülü operasyondan açık operasyona geçişin ilk ciddi adımları 1967’de atılmıştı. CIA'nın dış ülkelerde çok-kültürlülüğü pekiştirmek için Amerikan üniversitelerinde yoğun bir çalışma başlatmasıyla birlikte kurulan CCF (Congress for Cultural Freedom - Kültürel Özgürlük Kongresi), CIA’nın oluşturduğu yayın ve konferans örtüsü altında ülkelerde bağlantılar ağı kurmaktaydı. Söz konusu örtü, CIA tarafından yönlendirilen Amerikan akademik dünyasında, yarı gizli araştırmalar ve raporlarla dokunmaktaydı.

Bu durum, ABD üniversitelerinde rahatsızlığa yol açınca, 1967’de soruşturma başlatıldı. (11) Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü. Tüm dünyada yürütülecek operasyonun finansmanı için özel kuruluşların devreye sokulması programlandı. Aslında bu sözde özel kuruluşlar, 1947’lerden başlayarak Harvard, MIT ve Columbia üniversitelerinde çok özel projelerin para kaynağını yaratmaktaydı. Ortalıkta görünenler, CIA elemanları ya da devletin memurları değil Ford Vakfı, Carnegie Vakfı ve Rockefeller Vakfı gibi, çok uluslu şirket örgütleriydi. (s.26/7)

* Fulbright ve Carnegie Endowment ve benzerlerinin aktardığı paralarla gençler üzerine yapılan yatırımlar.... (s.75)

(Dipnot 11) Akademik dünyadaki CIA bağlantıları Rampart Magazine tarafndan açıklanınca, Başkan Ford, 1967'de Nicholas Katzenbach (Ford Foundation eski yöneticisi), John Gardner (OSS eski elemanı, Carnegie eski başkanı, 1955-1965), Richard Helms (CIA Yönetmen)'den oluşan bir komisyon oluşturdu. Komisyon "açık-özel bir mekanizma" kurulmasını önerdi.


EK: ABD'nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz Carnegie Vakfı'nın başkanı, NED yönetim kurulu üyesi ve Century Foundation (Yüzyıl Vakfı) yöneticisiydi.

NED - National Endowment for Democracy / Ulusal Demokrasi Vakfı


* İkinci eleman kaynağıysa, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir. (s.51)

* ABD'de akademik görünüşlü 'Institute' ile ideolojik görünüşlü Heritage Foundation gibi tutucuların örgütlediği vakıflar ile CFR, Carnegie Endowment, Woodrow Wilson Center gibi dış siyaseti tepeden yönlendirici seçkinler kulüplerinin yanı sıra, devlet tarafından kurulmuş CSIS gibi raporcu şirketler, IRFC gibi doğrudan Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bürolar, Middle East Forum, Washington Instıtute, Freedom House, CMCU ve USIP gibi yarı resmi merkezler de 'think-thank' olarak niteleniyorlar. 

Hatta bunlara, Unification Church (Birleştirme Kilisesi), PWPA (Profesörler Dünya Barış Akademisi) ve RYS (Dindar Gençlik Hizmetleri) gibi Sun Myung Moon'un tarikatı örgütleriyle, ISNA (Kuzey Amerika İslam Topluluğu), CAIR (Amerikan İslam İlişkileri Konseyi), Minaret Özgürlük Enstitüsü gibi, İslam dünyasını yönlendirerek ABD'nin ekonomik egemenliğine uygun politikaları destekleyecek ve toplum üstünde baskı kuracak olan dinsel örgütler de katılıyor.

ABD'de bu tanıma uyan binden fazla 'think-thank' örgütü bulunuyor. Bu örgütler, emekli dışişleri ve istihbarat elemanları, Amerika'ya yerleşmiş Üçüncü Dünya elemanları, operasyonlarda deneyimli CIA eski istasyon şefleri ve akademisyenler için önemli bir ekmek kapısıdır.

'Think-thank' örgütlerinin en önemli yararı, ABD yönetimini sorumluluktan kurtarmalarıdır. ABD resmi organlarının başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması, o ülkelerce şimdilerde pek kullanılmayan eski deyimle casusluk etkinliği olarak değerlendirilebilir ve devletlerarası anlaşmazlıklara neden olabilir. Teslim edilen raporlar, ABD resmi belgeleri olarak ele alınıp, casusluk suçlamlarına yol açabilir.

İnsanlık yararına çalışır görünen vakıfların, derneklerin hazırladıkları 'entelektüel' ürün görünümlü proje raporları, ABD ya da Avrupa devletlerinin yönetimlerini bağlamayacaktır. Üstelik 'think-thank' örgütlerinin masrafları da ilgili şirket ve vakıflarca karşılanırsa, devlet bütçelerine fasıllar eklemek, ABD Kongresi'nden onay almak gibi güçlükler de kolayca aşılmış olacaktır. Daha da önemlisi, dış ülkelerin akademisyenlerine, eski diplomatlarına hazırlatılacak raporlara kaynak aktarılırken akademik bir görünüm verilmekte kalınmayıp, işbirlikçi ya da kökü dışarda gibi rahatsız edici ulusal suçlamalara, karalamalara karşı bir koruma örtüsü de sağlanmış olacaktır. (s.52)


CSIS: Center for Strategic and International Studies.

CMCU: Center Muslim Christian Understanding Georgetown University.

CFR: Council on Foreign Relations.

IRFC: International Religious Freedom Committee.

USIP: Unite States Institute for Peace.


* Bu örgütlerin kendi anavatanlarında (ABD-Batı Avrupa) siyasal çalışma yapmaları yasaktır. (s.53)


Stratejik Araştırmalar Vakfı (SAV), NED'in desteğini alarak, Türk toplumunun değişik kesimlerini, demokrasi ve kimlik konularını tartışmak üzere toplanmış ve bu iş, Türkiye'nin patlamaya en 'hazır' sorununa demokratik çözüm bulmak için ilk adımı atmıştır. Burada sözü edilen 'kimlik' ne mene bir şeydi ki patlamaya hazır bir sorun oluyor, diye meraka gerek yoktur. İşin içinde CIA eski şeflerinden Graham Edmund Fuller olunca, projenin kimliği de bellidir, çözümü de! (s. 148)


Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında


***


Küreselcilere;

Yolumuz ATATÜRK YOLU'dur



Amerika'nın Türkiye'yi İmha Planı


"Kürdistan’ı Türklere kurduracağım."

Barack Obama (ABD Başkanı)



ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. 


AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…

11.8.2013

Prof.Dr. Cihan Dura - link





Eski CHP Milletvekili ve emekli Büyükelçi Onur Öymen: Kılıçdaroğlu özerkliğe zımnî değil, açık destek veriyor. Hiç ‘teröristlerle müzakere edilmez, sen nasıl masaya oturursun?’ dediğini duydunuz mu? Bunu biz yönetimde olduğumuz zaman söylüyorduk. Kılıçdaroğlu daha önce de “Avrupa Özerklik Şartı’ndan çekinceleri kaldıracağız” sözünü verdi. Oysa Avrupa Özerklik Şartı dediği metni iyi okumak lazım. Orada ne yazıyor? Ne gibi seçenekler bırakıyor ülkelere. Bizden başka hangi ülke tamamını rezervsiz kabul ederim demiş? - Zihni Erdem, Aydınlık, (25.3.2014)

TÜRKİYE BÖLÜNME NOKTASINA KİMLERİN ELİYLE NASIL GETİRİLDİ? (ARALIK 2013-MART 2014)

9.2.2015

Prof.Dr. Cihan Dura / link


!!!!


Masum isteklerin ve projelerin sınırı yok!

Mustafa Yıldırım - Sivil Örümceğin Ağında






Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

 


CFR, 2000 yılı itibariyle toplan 2433 üyesinden 470'si ile üniversiteleri, 313'ü ile medyayı, 312'si ile Think-Thank'ları, 177'si ile uluslararası sanayi şirketleri ve 160'ı ile de uluslararası hukuk şirketlerini kontrol altında tutmaktadır.

CFR; Think-Thank'lara özel önem vermiş ve bu örgütler için, neredeyse uluslararası sanayi ve hukuk işlerine ayırdığı kadar üye görevlendirmiştir. Think-Thank'lara verilen önemin nedeni, ABD hükümeti aracılığıyla 1983'te uygulamaya sokulan ve adına "Demokrasi Program" denilen emperyalist politikadır. Burada sözü edilen demokrasi, halkın siyasete katılımı değil; küresel egemenliğe boyun eğmesini sağlayan, baskı ve şiddete dayalı saldırgan bir siyasi programın adıdır. Program: Yeni Dünya Düzeni stratejisinin en önemli uygulama planlarından biri olarak düşünülmüştür.

Demokrasi Programı, beş temel alanı kapsamaktadır. Birinci alan, günümüz ve geleceğin liderlerinin demokrasi ve uygulanması konusunda eğitimleri ve demokrasi karşıtlarına karşı güçlendirilmelerine yönelik alandır. İkinci alan; kitap yayını, burs dağıtımı, İngilizce öğretimi ve diğer eğitim araçlarıyla demokrasinin uygulanması konusuna toplumun eğitilmesine yönelik alandır.

Üçüncü alan: Demokrasi konusunda toplumun inanç ve ufkunun genişletilmesi amacıyla, siyasi partiler, sanayi, ticaret odaları, işçi sendikaları, medya üniversiteleri hukuk kurumları ve dinsel gruplarla birlikte çalışma yapılmasına yönelik alandır. Dördüncü alan demokratik, toplum değerlerinin, üniversite, medya, özel program, toplantı kitap, dergi yayın ve dağıtımıyla iletişim sağlanmasına yönelik olanıdır. Beşinci alan: Toplumun Amerikan vatandaşları ve kurumları arasında doğrudan ilişki kurma, moral destek, entelektüel teşvik, teknik ve pratik yardım almalarına yönelik alandır.

Demokrasi Programının uygulamaya sokulmasıyla birlikte Think-Thanklar; programın 5 alanında çok daha geniş boyutlu görev almaya soyundurulmuşlardır.

Bu bağlamda, Tavistock, Brookings Enstitüsü, Hudson Enstitüsü, Politik Araştırmalar Enstitüsü, Standord Araştırma Enstitüsü, Rand Corporation, Gelecek İçin Araştırmalar Enstitüsü ve Washington Yakındoğu Politikalar Enstitüsü, ağırlıklı olarak görev üstlenmişlerdir.


Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü (Tavistock Institute Of Human Relations)

Tavistock; 1921 yılında Londra'da İngiliz Ordusu Psikolojik Savaş Bürosu Başkanı Sir John Rawlings-Reese tarafından kurulmuştur. 1. ve 2. Dünya Savaşı yıllarında psikolojik savaş örgütü olarak çalışan Tavistock Grubu, Rockefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanı genişletilerek yeniden yapılandırılmıştır. Rockefeller; Tavistock'a daha geniş çaplı savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. Enstitü ve gerçekleştirmekle olduğu çalışmaları ABD'nin en iyi korunan sırrı olmaya devam etmektedir.

Enstitü bugün; Sussex Üniversitesinden, Standord Araştırma Enstitüsü, Esalen, Massachusetts Institute of Technology (MIT), Hudson Enstitüsü, Heritage Vakfı, Georgetown Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi (CSİS), ABD Dışişleri kadrolarının eğitildiği Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Rand Corporation, Mitre Corporation, Şirket Kadrolarının Doktinasyonu, The Mont Pelerin Topluluğu, Tülakteral Komisyon, Ditchley Vakfı ve Roma Kulübü gibi gizli gruplara kadar uzanan bir ilişkiler ağı geliştirmiştir. Tüm OSS (Stratejik Hizmetler) (Casusluk Bürosu) ve CIA Programları Tavistock'un rehberliğinde oluşturulmuştur. (s.49-50)


Erol Bilbilik - Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler