Translate

29 Ekim 2025 Çarşamba

Cumhuriyet

 

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN TÜRKİYEM


"... Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler… Hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler (birleştirebilirler) … "

"… Her halde cahil mürteciler, adaletin pençesinden kurtulamayacaklardır...."

"Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir.…"

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


"… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur.

Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır."

Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI


DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN TÜRKİYEM



Türküm

 


Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi diyorsanız, ATATÜRK'ün manevi mirasçısı olarak "EVET, DEĞER DİYORUM". Çünkü TÜRKÜM ve başka TÜRKİYE YOK!

Necip Hablemitoğlu

Köstebek




13 Ekim 2025 Pazartesi

Yıldırım Kemal




BİZİM KAHRAMANIMIZ YILDIRIM KEMAL…

30 AĞUSTOS KAHRAMANLARINA MİNNETLE…

Kuşadası Yerel tarihi kapsama alanı dışında bir konu, ama bizi ilgilendiriyor.

İlginizi çekebilecek ve bir solukta okuyabileceğiniz bir hikâye…

103 yıl önce bugün şehit olan YILDIRIM KEMAL'i sizlere hatırlatmak istedim.

Sedat Onar


TEĞMEN YILDIRIM KEMAL

İnternetten Yıldırım Kemal konusunda araştırma yaparsanız, bula bula Devlet Demiryollarına ait Yıldırım Kemal Tren İstasyonunu bulursunuz. Bir de buradaki şehitliği. Daha kapsamlı bir araştırma ve inceleme yoktur.

Ben de tayinim Afyon’a çıkıncaya kadar bundan daha fazla bilgi sahibi değildim.

Afyon’da görev yaparken, çevreyi dolaşıyordum. Bir gün Yıldırım Kemal denilen tren istasyonuna geldim. Baktım istasyonun dibinde mahzun ve sessiz bir şehitlik: adı Yıldırım Kemal Şehitliği. Şehitliği dolaşırken yanıma genç bir İstasyon Şefi geldi. Ondan şehitlik hakkında bilgi almaya çalışırken, bana gelin böyle ayak üstü Yıldırım Kemal anlatılmaz, istasyonda birer çay içerken size Yıldırım Kemal’i anlatayım dedi.

Şehitliğin dibindeki istasyona yürüdük. Tam istasyon binasına girmiştik ki, bekleme salonunun ortasına asılmış büyükçe bir fotoğraf beni çarptı. Hani ilk görüşte aşk vardır ya, ona benzer şekilde; fotoğraf, beni gerçekten çarptı.

Kendisinden kalan tek fotoğrafı İstasyon Şefi şahsi gayretleri ile Yıldırım Kemal’in ablasından temin ederek, büyüttürmüş ve oraya asmış.

Ben hayatımda gördüğüm hiçbir fotoğrafta gözlerin bu kadar anlam ifade ettiğine tanık olmadım. Bakışlarında cesaret mi, korkusuzluk mu, serdengeçtilik mi, yoksa kabadayılık ruhu mu var, karar veremedim. Yalnız, kelleyi koltuğa alanların yiğit bakışları herhalde bundan daha iyi ifade edilemezdi. İsmi gibi görüntüsü de bir Yıldırım’ı yansıtan genç bir teğmenin pozu benim hafızama adeta kazındı.

İşte dedim. İstiklal Marşı’ndaki “ne bu şiddet, bu celal” mısralarının ithaf edildiği kahraman bu…

Ondan sonra İstasyon Şefinin kendi kişisel gayretleri ile elde ettiği Yıldırım Kemal ile ilgili bilgilerini dinledim.

Tamam, ben idolümü buldum, dedim. Bir erkek evladım daha olursa adı kesinlikle Yıldırım Kemal olacak. Ancak iki oğlum olduktan sonra Yıldırım Kemal’i tanıdığım için, üçüncüne kısmetse…

Daha sonra ablası ile karşılaştım. Görüştüm ve görüştüklerimi kısa kısa not ettim. Hakkında araştırma yaptım. Fazla bir kaynağa ulaştığım söylenemez. Elimizdeki yegane bilgiler Yıldırım Kemal’in ablasının zamanında yörede Kurtuluş Savaşına şahitlik etmiş yöre insanından ve ağabeyini tanıyanlardan dinledikleri…

Kimdir bu Yıldırım Kemal?

*****

Yıldırım Kemal bir serdengeçti, bir bahadır…

1898 yılında İzmir’de doğmuş. İlk, orta derken, Askeri İdadi, ardından Harbiye…

21 yaşında Süvari Teğmeni olarak Ordu saflarına katılmış. İlk görev yeri 5nci Kolordu.

Cesareti, atılganlığı, gözü pekliği, deli doluluğu ile kısa sürede herkes tarafından sevilen ve tanınan bir subay olmuş.

Kolordusu nerede, O orada… Cesaret, korkusuzluk isteyen görevlerin vaz geçilmez subayı olmuş.

Teğmenliğinin ilk gününden beri çifte tabanca ile dedesinin Rus harbinden kalma kamasını belinde taşımış. Kimse bu kama nizami değil, çıkart belinden dememiş.

Yunanlılarla durmaksızın savaşmış. Süvari olduğu için at sırtından hiç inmemiş. Akhisar cephesinden, Balıkesir cephesine, Bursa cephesinden Sakarya boylarına kadar atıyla çiğnemediği bir toprak parçası bırakmamış.

Her gittiği görevde Yunan zulmüne uğrayan Türkleri gördükçe, onlara kimse almasa da bunu yapanlardan intikamını alacağını söyleyip dururmuş.

Ancak düzenli bir ordunun bir ferdi olduğu için eli kolu bağlı olmak O’nu rahatsız ediyormuş.

Bir gün dayanamamış, Kolordu komutanı Fahrettin Altay paşayı görünce, kendisinin düzenli ordu içinde faydasının olamayacağını, yanındaki 30 süvari ile Yunanlılara karşı kendi başına baskınlar yapacağını söylemiş.

Fahrettin Altay paşa, Teğmen Kemal’in bu atılganlığı karşısında kendisine ruhsat verip, Yunan’a karşı 30 atlısı ile birlikte harekat yapmasına müsaade etmiş.

Şimdi, düşünün…

Daha “Büyük Taarruz”a 3 yıl var. Türk Ordusu yeni yeni toparlanıyor. Büyük Taarruz için hazırlık yapılıyor. Yunanlılar Sakarya boylarına kadar gelmiş. Yunan’a taarruz edecek yeterli kuvvetimiz yok. Karşılıklı olarak mevzilere yerleşmişiz, arada sırada küçük çaplı çatışmalar dışında ciddi bir çatışma yok.

Teğmen Kemal’in bölgesi hariç, her yer sakin.

Teğmen Kemal’in bulunduğu bölge alev alev.

30 atlısıyla hemen hemen her gece Yunan hatlarının gerisine gizlice sızıyor; Yunanlıların geri hatlarındaki konvoylarına, lojistik tesilerine, yol emniyet unsurlarına, trenlere, velhasıl önüne ne gelirse baskın düzenleyerek geri çekiliyor.

Teğmen Kemal’in bu baskınları Yunanlılarda şaşkınlık yaratıyor, Yunan Ordusu geri hatlardaki bu unsurlarını korumak için cephe hattındaki bazı birliklerini geri hatların emniyeti için görevlendirmek zorunda kalıyordu.

Teğmen Kemal’in pusuya düşürdüğü Yunan askeri konvoylarından elde edilen her türlü silah, cephane, yiyecek-giyecekten taşınabilenlere el konulup, Türk Ordusunun bulunduğu hatlara getiriliyordu. Taşınamayacak kadar çok olanlar ise yakılarak imha ediliyor, böylece Yunan Ordusu da bunları kullanamıyordu.

Asıl önemlisi Yunan cephe hattındaki muharip Yunan Kuvvetleriydi. Teğmen Kemal yöre köylülerinden müthiş bir istihbarat ağı kurmuştu. Hangi cephede hangi birlik var, komutanı disiplinli mi, gevşek mi, lojistik desteklerini nasıl karşılıyorlar, cepheyi sıkı tutuyorlar mı, geceleri uyanıklar mı gibi konularda istihbarat topluyor, Türk Ordusunun işine yarayacakları yukarıya bildiriyor, zayıf bulduğu cephe hattına da geceleri sızma yaparak darbeler vuruyordu.

Yunan ordusu Teğmen Kemal yüzünden haftanın birkaç gecesi mutlaka 8-10 askerini kaybediyordu.

Yunanlılar arasında Teğmen Kemal’in akıncıları adeta bir efsane haline gelmişti. O dönemler Yunan işgali altındaki Türk köylerinde Teğmen Kemal hakkında uhrevi hikayeler anlatılmaya başlanmıştı. 30 atlıdan oluşan bu Türk akıncıları ile birlikte binlerce kişilik ermiş ordusunun aynı anda Yunanlıların üzerine her gece çullandığı ileri sürülmeye başlanmıştı.

Hatta Yunan Kolordusu’nun Uşak’taki karargahında, Türk Ordusunun özel birlikler oluşturduğu, bunların tamamının akli dengesi bozuk, ölümden korkmayan insanlar olduğu, bunlarla başa çıkabilmenin mümkün olmadığı anlatılır olmuştu.

Teğmen Kemal ve adamları özellikle 1921 ve 1922 yıllarında bu bölgede Yunan Ordusunu en fazla uğraştıran Türk Birlikleri olmuştur.

Bir gün bu akıncılar Yunan hatlarına baskın yapıp, Türk hatlarına dönerken atlarıyla o kadar süratlilermiş ki, Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay paşa bir gece komuta çadırının önünde kurmaylarıyla otururken rüzgar gibi çadırının önünden geçen atlıları görmüş. Yanındakilere, “kim bunlar yahu böyle Yıldırım gibi geçiyorlar” demiş. Kendisine “Efendim, bu Teğmen Kemal ve adamları, sizin Yunanlılara baskın yapması için izin verdiğiniz İzmirli Teğmen” demişler.

Fahrettin Altay paşa: “Biz bunu diğer Kemallerle karıştırmayalım, böyle yıldırım gibi at sürene “Yıldırım Kemal” diyelim ki uzaktan gördük mü anlayalım” demiş.

O günden sonra Süvari Kolordusunda kim varsa bu akıncılara “Yıldırım Fedaileri”, atlıların komutanına da Yıldırım Kemal demiş.

Yıldırım Kemal bu akınlarında defalarca yaralanmış. Aldırış etmemiş. Görevini aksatmamış. Ancak 1922 yılının Ağustos ayı başında, Yıldırım Kemal’in yaralarının iltihap kapıp yüksek ateş yapması sonucu sık sık bayılmaya ve kendinden geçmeye başlayınca, kendisi Akşehir’den trene bindirilerek tedavi olması için Konya’daki hastaneye gönderilmiş.

Hastanede yapılan tedavilere rağmen yaralarındaki iltihap bir türlü giderilememiş. Bu durumuna rağmen cephede ne olup bitiyorsa takip ediyor, heyecanlanıyormuş.

Nihayetinde Ağustos’un 20’sinde Yıldırım Kemal’in hastanede yattığını bilen arkadaşları Büyük Taarruz öncesi Afyon hattındaki birliklerine gitmeden Yıldırım Kemal’in yanına uğrayıp, helallik almak istemişler. Büyük bir taarruzun başlayacağını anlayan Yıldırım Kemal doktoruna hastaneden taburcu olmak istediğini söylemiş, doktoru kabul etmemiş.

25 Ağustos’un 26 Ağustos’a başlandığı gece Büyük Taarruzun başlayacağını öğrenen Yıldırım Kemal Konya’daki hastaneden üzerine bir üniforma giyerek 24 Ağustos gecesi kaçmış. Yaya olarak ancak 1-2 saat yürüyebilmiş. Akşehir istikametindeki Ardıçlı köyüne kadar ancak gelebilmiş. Köyde muhtarı bulmuş. Muhtara “Şimdi param yok, cepheye yetişmem lazım, bana bir at sat. Parasını savaştan sonra vereceğim. Şayet ölürsem babam parasını sana ödeyecek” demiş.

Ardından babasına, durumu anlatan, savaşta öldüğü taktirde atın parasını gelip ödemesini isteyen bir mektup yazıp, postaya vermesi için muhtara bırakmış. Muhtardan aldığı atı sabaha kadar koşturtup ertesi gün öğle vakti, Afyon yakınlarındaki Türk Cephesine yetişmiş. Süvarilerin yerini sormuş. Göstermişler.

Yıldırım Kemal derhal savaş telaşı içindeki Fahrettin Altay paşayı bulur. 'Emrinizdeyim paşam' 'der. Fahrettin Altay paşa genç subaya gururla bakar: ''Bu hasta halinde nasıl at binersin, nasıl kılıç sallarsın, nasıl kurşun atarsın'' der. Yıldırım Kemal ısrar eder. Konya’dan savaşmak için geldiğini söyler.

''Vatan için ölüm onurdur'' deyince, Fahrettin paşa da Yıldırım Kemal’i yine eski birliği olan Sandıklı’daki 2nci Süvari Tümeninin 11nci Süvari Alayına verir.

Ertesi sabah Büyük Taarruz’un başlaması ile birlikte Yıldırım Kemal hasta ve yaralı haliyle yine atının üstünde yine 30 akıncısının başındaymış. O gece Süvari Birlikleri ile Ahır dağları aşarak Sincanlı ovasına inmişler. Ovaya inmeleri ile birlikte savaşmaya başlamışlar.

Yıldırım Kemal’in süvari alayına o sıralar ismi Küçükköy olan yerdeki tren istasyonunun ele geçirilmesi emri verilmiş.

Savaş 26 Ağustos’u 27’sine bağlayan geceye kadar çok şiddetli bir şekilde devam etmiş. Yıldırım Kemal işte bu akşam yeniden yaralanmış. Yaralı haliyle atının üstünde ertesi gün öğlene kadar savaşmaya devam etmiş.

Küçükköy tren istasyonu 27 Ağustos öğle saatlerinde ele geçirilmiş.

Yıldırım Kemal’in yanındaki 4 subay ve 30 askerin tamamı 27 Ağustos günü bu Küçükköy tren istasyonunu ele geçirirken şehit olmuş.

Ben bu Küçükköy’den çok yaşlı bir teyzeyle konuşmuştum. Küçükköy’deki bu çatışmaları çocuk olmasına rağmen hatırladığını söylemişti.

Silah seslerinin azalması ile birlikte saklandıkları yerden çıkarak Türk Ordusunun köylerine gelişini karşılamışlar.

Ben kendisine Yıldırım Kemal’i hatırlayıp, hatırlamadığını sorduğumda, bana: “Saklandıkları yerden çıktıktan sonra köylülerin yaralı askerlere yardım ettiğini, şehitleri toplamaya çalıştıklarını; köylülerin şehitleri tren istasyonunun yanındaki ağaçlık alana toplamaya başladığını, o esnada bir atın, üzerinde şehit olmuş bir süvari ile birlikte yavaşça bu ağaçlığa geldiğini” söyledi.

“Üzerinde şehit olmuş süvariyi taşıyan atın diğer şehitlerin yanına gelince durduğunu ve üzerindeki şehidi diğer şehitlerin yanına bıraktığını” ekledi.

Bu teyze bana “Atının üzerinde şehit olmuş süvarinin şu an istasyonda fotoğrafı asılı olan Yıldırım Kemal olduğunu ve çocuk olmasına rağmen bunu net olarak hatırladığını” söyledi.


Küçükköy Tren İstasyonu’nun adı o günden sonra “Yıldırım Kemal” istasyonu olarak kalmış.

Yıldırım Kemal, diğer dört subay ve 30 askeri halen Yıldırım Kemal İstasyonunun yanındaki ağaçlık alanda gömülü…

Biz, 1966 yılına kadar bu kahramanlara burada bir anıt mezar yapmayı fazla görmüşüz.


Ben Afyon’da iken bu şehitlik için ne yapabilirim diye düşünmüştüm. Sağ olsun, Afyonlu mermerci arkadaşlarımız sahip çıktı, bütün şehitliği yeni baştan tanzim ettik. Yıldırım Kemal’in fotoğrafını siyah mermerin üzerine işletip, baş ucuna astık. Fotoğrafı mezar taşında bile heybetli durdu.

*****

Yıldırım Kemal’in babası oğlu şehit olduktan 2 ay sonra elinde oğlunun kendine yazdığı vasiyete benzer mektupla, Kemal’inin mezarını bulmuş. Mezarın başında ne yapmış, pek bilen yok. Yöre halkından görenler, sadece Yıldırım Kemal’in babası olduğunu söyleyen birinin yanında küçük bir kız çocuğuyla mezarın başına geldiğini ve mezarın üzerine diz üstü çökerek kala kaldığını söylediler. Hiç konuşmamışlar. Öylece kala kalmışlar. Kim bilir, o baba ve kız kardeş bizim göremediğimiz neleri gördü…

Ben kendi payıma Yıldırım Kemal için bir şeyler yapmaya çalıştım. Yıldırım Kemal Kurtuluş Savaşı kahramanlarından sadece biri. İsmini bilemediğimiz ya da unuttuğumuz bize bu bağımsızlığı ve bayrağı hediye eden diğer kahramanları da şükran ve minnetle anıyorum.

Her geçen yıl bir bahane uydurularak iptal edilen 30 Ağustosların bu milletin yüreğinde yaşamaya ve anılmaya devam edeceğine inanıyorum.

Sizleri bilemem ama ben devam ettirmeye çalışıyorum…

Hepinizin 103. Yılı kutlu olsun.

Not: Yolunuz Afyon'da Yıldırım Kemal şehitliğine düşerse, siyah bir mermer üzerine nakşedilmiş bu fotoğrafı görürsünüz. Şehitliğin tanzim edilmesinde bu satırları yazan fakirin de naçizhane katkısı var. Hatırlarsınız. 


Sedat ONAR, 

29 Ağustos 2025, KUYETA



O Sarışın Kurt...

... Süvarilerin doludizgin nal sesleri, ağır topçunun bombardımanı, yerine göre yangın çatırtıları, hücuma kalkan piyadelerin 'Allah Allah' nidaları, Yunan tayyarelerinin uğultusu vs; bütün bunlara, gittikçe yükselen dozda, kurtuluş leitmotivi eşlik etmektedir.

Haritada köklü değişiklik görünüyor: Afyon ve çevresindeki mavi renkler silinerek Türk kuvvetlerini gösteren kırmızı renklere dönüşüyor; ve İzmir istikametindeki ilerleyişlerini sürdürmekteler; birer birer kasabalar, şehirler kurtarılarak, kırmızı halka ile çevrilmektedir. Türk süvarisi, sert ve hızlı, ric'at eden düşman kuvvetlerine saldırıyor; geride, yanan bir köy; yollarda dağılmış kağnılar, insan ve hayvan cesetleri. ...

At üzerinde, yanında öteki paşalarla cephe hattında muharebe idare eden Gâzi Mustafa Kemal Paşa, eliyle çeşitli yönleri göstererek, emirler veriyor. ...

Sokaklarda ise insan cesetleri, ağır duman ve ahşap evleri kavuran alevler.


1 Eylül 1338 (1922): Uşak kurtarıldı; şehir yanıyor.

4/5 Eylül 1338 (1922): Ordu, Kula ve Alaşehir önlerindedir: Alaşehir yanıyor.

5 Eylül 1338 (1922): Süvari fırkası, Salihli'ye girdi: şehir yanıyor

6 Eylül 1338 (1922) Süvari Kolordusu Milne Hattı'na varıyor. Akhisar ve Aydın kurtarıldı.

7 Eylül 1338 (1922): Aydın kurtarıldı.

8 Eylül 1338 (1922): Manisa ve Nif kurtarıldı. Manisa yanıyor.


Ankara’dan uçan kuşlar,

Afyon yaylasında kışlar,

Biz İzmir’i alacağız,

Kolu sırmalı çavuşlar...


Defne dallarıyla süslenmiş, beş otomobil, birbiri ardınca, Nif yolundan (Kemalpaşa), ağır ağır, İzmir'e giriyor; arabaların iki yanında, kurtuluş ordusunun neferleri yürümekte. ... Tam giriş kavşağında, bir süvari müfrezesi onları karşılıyor. Süvari merasim kıt'ası: En öndeki kumandan, atının üzerinde çakı gibi dimdik, genç bir zabit, müfrezesine kılıç çek kumandasını veriyor. Süvariler, birden kılıçlarını çekiyorlar; bir anda kılıçlar, güneş ışığında parıl parıl parıldıyor; sonra, süvariler merasim nizamında, otomobillerin iki yanına geçiyorlar; Kordonboyu'na doğru yürüyüş bu minval üzere gidecek ...


-Mustafa Kemal Paşa:

"...ve Türk milleti... emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle... medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir..."


Attilâ İlhan, 1998

"Gazi Mustafa Kemal Paşa" O Sarışın Kurt.



23 Eylül 2025 Salı

Fransa ve Ermeniler 2

 



Fransa’nın Anadolu’da Yaptığı Katliamları Gizleme Politikası -2

Gürbüz Evren


Fransızların, İskenderun’a asker çıkarmalarının ardından 11 Aralık 1918 tarihinde Dörtyol’u işgal etmeleriyle birlikte, Urfa, Antep, Maraş, Adana, Mersin’i kapsayan, Niğde sınırındaki Pozantı’ya dayanan bir bölgeye uzanan egemenlik girişimleri Ermenileri cesaretlendirmiş ve harekete geçirmişti. Nisan 1921’de imzalanan Ankara Anlaşması’na kadar bölgede kalan Fransız ordusu içindeki Ermenilerin ve yerel Ermenilerin yüzlerce camiyi yakması, binlerce Türk’ü öldürmesi, topraklarından evlerinden sürmesi, mallarına el koyması kayıtlara geçmiştir. Ermenilere ilk tepkiyi, Türklerin kâfir olduğuna inandırılan ve İslam düşmanlarıyla savaşacakları yalanı anlatılan Fransız ordusundaki Cezayirli ve Senegalli Müslüman askerler vermiştir. Yoğun bir Ermeni nüfusunun bulunduğu Kozan (Sis) çevresindeki Türk köylerinin ateşe verildiğini, camilerin yakıldığını gören Cezayirli ve Senegalliler, isyan etmiş, başlarındaki Fransız komutanların emirlerini dinlemeyerek, Ermenilere ateş açmıştır.

Bu konu, Adana’daki Fransız karargâhında görevli Binbaşı Vincent Beaumont tarafından Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na rapor edilmiştir. Binbaşı Beaumont, 24 Mart 1919 tarihli ve 27/231 sayılı raporunda, 

“3 Mart’ta Kozan yakınındaki 4 Türk köyüne yerel Ermeni güçlerin yaptığı baskında, çoğunluğu kadın ve çocuk 197 Türk öldürülmüştür. Katliamdan kaçan Türklerin bölgedeki Fransız müfrezelerinden yardım istemeleri üzerine Teğmen Louis Durant komutasındaki bir birlik baskına uğrayan köylere gitmiştir. Çamlıca köyüne girildiğinde Ermenilerin camiyi ateşe verdiğini gören Cezayir ve Senegalli Müslüman askerler çok sinirlenerek duruma müdahale etmiştir. Ermenilerin karşılık vermesi üzerine ise Müslüman askerler ateş açarak 8’ini öldürmüştür. Aynı Fransız birliğinde görevli 6 Ermeni asker ise Teğmen Durant’ın tüm çabalarına rağmen Müslüman askerlere ateş açmıştır. Kısa süreli bir çatışma yaşanmış ve Müslüman askerlerin sayıca üstün olması nedeniyle Ermeniler geri çekilmiştir. Birlik komutanı Ermenilerin bölge halkına yaptığı baskı ve zulümden sürekli şikâyetçidir” demektedir. 

Bu olaydan sonra, Adana’nın, Mersin’in ve Hatay’ın değişik bölgelerinden benzeri haberler gelince Adana’da bulunan 1. Fransız Tümeni karargâhından bir müfettiş görevlendirilir. Daha önce Beyrut’ta görev yapmış Yüzbaşı Denis Leroy, Fransız işgal bölgesindeki olayları mercek altına alır. Ermenilerin saldırılar düzenlediği, katliamlar yaptığı yerleşim birimlerini ziyaret eder. Aynı yılın Aralık ayında raporunu yazmaya başlayan Yüzbaşı gördükleri karşısında dehşete düşmüştür. Ocak 1920’de yazmaya başladığı raporunu 4 Şubat’ta tamamlayarak, Kara Kuvvetleri, Sömürgecilik Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’na gönderir. Yüzbaşı Leroy, 7 Şubat 1920 tarihli 33/489 sayılı raporunda öncelikle 5 madde sıralamıştır;


“1) Cezayir ve Senegalli Müslüman askerler, bölge halkının dinsiz kâfirler değil de Müslüman Türkler olduğunu anladıktan sonra işimiz çok zorlaştı.

2) Ermenileri gereğinden fazla şımarttık. Türkleri gördükleri yerde öldürmekten çekinmiyorlar. Öldürülen Türk sayısı 7 bin civarındadır. Bize intikal etmeyen olayları da dikkate alırsak sayı çok daha fazla olabilir.

3) Avrupa kamuoyunda katliamcıların Türkler, öldürülenlerin de Ermeniler olduğu yönündeki düşüncenin yanlışlığını gösterecek çok sayıda kanıtla karşı karşıyız.

4) Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlattığı direniş hareketi başarılı olma yolunda hızla ilerliyor. Bölgemizdeki direnişçi gruplar çoğalıyor ve çoğu yerden çekilmek zorunda kalıyoruz.

5) Mustafa Kemal Paşa başarılı olursa, gelecekte, gerçekler ortaya çıkar ve Ermenilerin bizden aldıkları güç ve destek sayesinde yaptıkları katliamların ortağı durumuna düşeriz. Bölgedeki durumumuzu ve sonraki yıllarda insanlık önünde sıkıntıya düşmemizi önlemeye yönelik politikalarımızı Fransa’yı yönetenler yeniden belirlemelidir.”


Bu rapora Fransız Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen 30 Mart 1920 tarihli 7 sayfalık yanıttaki ifadeler, Fransa Devleti ve Cumhurbaşkanlarının tutumunu çok iyi anlatmaktadır. Adana’daki Fransız 1. Tümeni karargâhına ulaşan belgede özetle, “Ermenilerin sadece bölgenizde değil Anadolu’nun farklı alanlarında da Müslümanlara karşı savunulamayacak işler (toplu katliamlar, halkı sürgüne zorlamalar) yaptığı bilgilerine sahibiz. Fransız birliklerinin, böylesi olayların çoğalmaması için tedbirler alması, ama Ermenilerin de desteklenmesinin sürdürülmesi öncelikli beklentimizdir. Ancak unutmayınız ki, Türklerin sesi Avrupa’ya ulaşacak durumda değildir. Türklere yönelik bir acıma duygusunun Avrupa’da yayılması aleyhimize olacaktır. Bu nedenle ölenlerin Türkler değil Ermeniler olduğunu yaymak zorundayız. Dikkatleri üzerimizden çekmenin ve olaylardaki sorumluluklarımızdan kurtulabilmenin yolu şimdilik budur. Belki gelecekte de böyle olacaktır.” denilmektedir.

Emmanuel Macron ve önceki Fransız cumhurbaşkanları da bu politikaya uygun davranıyorlar. Yani Ermenilerin Fransa yüzünden düştüğü durumu, yaşanan ölüm ve katliamların bıraktığı lekeyi gizlemek için dikkatleri sürekli Türkiye’ye yöneltme çabası içindeler. Fransız askeri birliklerinin 11 Şubat 1920 tarihinde, Maraş’tan çekilirken başvurdukları yöntem ise sömürgecilerin kullandıkları işbirlikçileri nasıl yüzüstü bıraktıklarının somut örneklerinden biridir. Kuvayi Milliye güçlerine karşı artık direnmeyeceklerini anlayan Fransız askerleri, Adana’daki General Dufieux’den gelen talimat üzerine 10 Şubat’ı 11 Şubat’a bağlayan gece, sabah saatlerinde Ermeniler uyurken, ses çıkarıp onları uyandırmasın diye atların ayaklarına keçe bağlayarak, çekip gittiler. Ertesi sabah uyanan Ermeni milisler, tek başlarına kaldıklarını gördüklerinde yapacak hiçbir şey kalmamıştı.

İşte bu olayı, Fransız arşivlerinde bulunan belgeler üzerinde bir başka yazıda anlatacağım. Maraş’taki Ermeni din adamı Ohennes ve Kozan’daki (Sis) Ermeni toplumunun liderlerinin bu duruma isyanına, Fransız yetkililerin verdiği yanıtları okudukça, taraflar arasındaki çıkar ilişkisinin nasıl bozulduğunu göreceksiniz.


Gürbüz Evren

Bütün Dünya Dergisi, Mayıs 2018



Fransa ve Ermeniler




Fransa’nın Anadolu’da Yaptığı Katliamları Gizleme Politikası -1

Gürbüz Evren


Öncelikle Adana’da bulunan 1.Fransız Tümeni karargâhında görevli Yüzbaşı Denis Leroy’un, 7 Şubat 1920 tarihli 33/489 sayılı raporundan “Mustafa Kemal Paşa başarılı olursa, gelecekte, gerçekler ortaya çıkar ve Ermenilerin bizden aldıkları güç ve destek sayesinde yaptıkları katliamların ortağı durumuna düşeriz. Bölgedeki durumumuzu ve sonraki yıllarda insanlık önünde sıkıntıya düşmemizi önlemeye yönelik politikalarımızı Fransa’yı yönetenler yeniden belirlemelidir” şeklindeki cümlelerini vererek başlayalım. 

Bu rapora Fransız Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen 30 Mart 1920 tarihli 7 sayfalık yanıttaki, “Ermenilerin sadece bölgenizde değil Anadolu’nun farklı alanlarında da Müslümanlara karşı savunulamayacak işler (toplu katliamlar, halkı sürgüne zorlamalar) yaptığı bilgilerine sahibiz…. Ancak unutmayınız ki, Türklerin sesi Avrupa’ya ulaşacak durumda değildir.” sözlerini de hatırlatalım. Bütün Dünya’nın Mayıs sayısında söz konusu raporu ve başka belgeleri de sunacağımı belirterek, konumuza geçelim.

Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, son aylarda Ermeni sorununu yeniden gündeme getirmeye başladı. Macron’dan önceki cumhurbaşkanları da, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarının savunucusu olmuş, bu konuda Türkiye ile ters düşmekten, ağır ithamlarda bulunmaktan da çekinmemişlerdi.

Fransız devlet adamlarını diğer Avrupalı meslektaşlarından daha fazla Ermeni iddialarının destekçisi yapan nedir? Bu sorunun yanıtını, konuya ilişkin yayımladığım kitaplarda, Bütün Dünya’daki yazılarımda arşiv belgeleri üzerinden vermeye çalıştım. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bağımsızlığını alamamış tek Hristiyan halk olan Ermenileri sömürgeci çıkarları için kullanan ülkelerin başında Fransa gelmektedir. Fransızlar, 1. Dünya Savaşı öncesinde Amerikan, İngiliz ve Rus politikalarının önüne geçmek için Ermenilere, Adana merkezli Kilikya Ermeni Krallığı’nı (Prenslik) ya da diğer bir tanımlama ile “Küçük Ermenistan’ı” yeniden kurma sözünü verecek kadar ileri gitmişti.

Biraz geriye dönecek olursak, Anadolu’da, 1890-96 yılları arasındaki Ermeni isyanları (en büyükleri Erzurum, Zeytun, Van) İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı, Amerikan diplomatlar tarafından duyurulunca, Avrupa’da dayanışma komiteleri kuruldu. Bunlardan biri de Paris’te, 1896’da kurulan “Ermeni Dayanışma Komitesi”dir. Bu komitenin üyeleri arasında George Clemenceau, Anatole France, Jean Jaurés ve Francis de Pressensé gibi dünyaca tanınmış isimler vardı. Komite, Pro-Arménien (Ermeni Taraftarı) adlı bir gazete de çıkardı.

Komitedeki kamuoyu oluşturma gücü yüksek isimlerin çalışmaları sayesinde, birkaç yıl içinde Fransa’da büyük bir Ermeni lobisi meydana geldi. Böylece Paris, Ermeni davasının önde gelen isimlerinin buluşma noktası oldu. 

Ermeni Dayanışma Komitesi’nde yer alan isimlere bakıldığında çoğunun siyasetçi ve devlet adamı olduğu görülecektir. Bu da, Fransızların, sömürgeci çıkarları için Ermenileri kullanma anlayışının bir devlet politikası olarak belirlendiğinin göstergesidir. O döneme kadar Kraliyet arşivleri, Dışişleri, Sömürgecilik Bakanlıklarının resmi belgelerinde Ermeniler için “Pis Ermeni” ifadesini kullanan Fransa, neden böyle bir politikaya yöneldi sorusunun yanıtı ise İngiltere ile giriştiği sömürgecilik alanlarını büyütme ve buna bağlı olarak ekonomik çıkarlarında gizlidir.

1890’lı yıllardan itibaren Avrupa’da tekstil endüstrisi büyük bir gelişme içine girmiş, ama bu sektörün hammaddesi olan pamuğa erişim konusunda sorunlar başlamıştır. Pamuk deposu olarak bilinen Çukurova ile Suriye’yi kapsayan ve büyük bir Ermeni topluluğunun yaşadığı Kilikya adlı bölge Osmanlı topraklarındaydı. Kendi pamuğuna sahip olmak ve İngiltere ile rekabet etmek isteyen Fransa için bölgeye ulaşmanın yolu, buradaki Ermeni nüfusu kullanmaktan geçiyordu. Ama Ermenilerin de Fransızlar ile işbirliği yaparak, hedeflerine ulaşma politikası izlediklerini de unutmamak gerekiyor. 

Fransız belgeleri arasında bulunan 21 Kasım 1914 tarihli gizli mektup, Fransa’nın Mısır’daki elçisi Defrance’dan Fransa Dışişleri Bakanı Delcassé’ye başlığını taşıyor ve Ermenilerin Fransızlara hizmet etmek istediklerini şu cümlelerle ortaya koyuyordu:

“Ermeni liderlerden Bogos Nubar Paşa beni görmeye geldi. Adana ve Mersin’de nüfusun yüzde 40’nı Ermenilerin oluşturduğunu, İskenderiye bölgesinden yapılacak bir saldırıda, Ermenilerin İtilaf devletlerine yardımcı olabileceklerini söyledi….”

Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Fransız Büyükelçisi’nin, Fransa Dışişleri Bakanı Delcassé’ye gönderdiği 3 Mart 1915 tarihli rapor da, benzer içeriktedir.

“Rus meslektaşımın isteği üzerine, Ermeni komitelerinin temsilcisi Vartanyan ile görüştüm. Kendisi, müttefiklerin Anadolu’ya çıkartma yapması durumunda Ermenilerin işbirliğini önermek için beni görmeye gelmiş…. İngiliz ve Fransız hükümetleri Adana ya da İskenderun Körfezi’ne çıkartma yapmaya karar verirlerse, bölgenin kurtarılmasına Ermeni kardeşlerimin de katılmasına izin verilmesinden mutluluk duyarım dedi. Vartanyan’a göre, 20.000 Ermeni savaşmaya hazırdır. Kıbrıs’ta toplanarak, gerekli askeri eğitim alabilirler. Silahları İngiltere ve Fransa temin etmelidir.. Vartanyan, benzeri bir girişim de İngiliz Büyükelçisi nezdinde yaptı. Böylesine ısrarcı bir işbirliği önerisini değerlendirmek Fransız çıkarları için hayati önemdedir….”

Paris’teki Ermeni komitesi yöneticisi Arşag Çobanyan’ın, Fransız Dışişleri Bakanı Delcassé’ye gönderdiği 13 Haziran 1915 tarihli mektup ise, sömürgecilerin çıkarlarına hizmet etme anlayışının ve Türk düşmanlığının hangi seviyeye ulaştığını kanıtlamaktadır.

“Fransa’nın, Kilikya’da çıkarları vardır ve onları korumak ister. Bu çıkarlara saygı göstermeyecek kadar akılsız bir Ermeni olabilir mi? Kilikya’da barbar ve cahil Müslümanlara karşılık, entelektüel, tüccar ve sanayici unsurlardan oluşan 400 binden fazla Ermeni vardır. Fransız ve Amerikan okullarına öncelikle Ermeniler giderler.... Sayın Bakan, size bu çağrıyı yaparken, dikkatinizi Adana Ovası’nın zenginliklerine çekmek istediğimi sanmayın.”

Çukurova’daki pamuğa ulaşmak isteyen Fransa, bölgenin işgali için bir lejyon birliği kurmaktadır. Söz konusu birlik daha sonra Fransızlar tarafından gizlenen büyük katliamlara imza atacaktır. Ermeniler de, Fransız üniforması altında bu lejyonda görev almak istemektedirler. Mısır-İskenderiye’deki Ermenilerden, Fransız diplomatlarıyla ilişkileri yürüten Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Bogos Nubar Paşa’ya gönderilen 18 Ekim 1917 tarihli gizli dosya, lejyon konusunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Doğu lejyonunun oluşturulmasının nedeni küçük bir Ermeni ordusu kurmak ve Kilikya topraklarında çarpışmaktır. Kafkasya’da oluşturulan gönüllü Ermeni alayları Büyük Ermenistan’ı kurmak için çarpışırken, hedefimiz Küçük ve Büyük Ermenistan’ın kurulmasıdır.”

Söz konusu lejyon kurulmuş, Kıbrıs’ta Fransız ordusu tarafından eğitildikten sonra Çukurova bölgesine gönderilmiştir. Fransız üniforması altında görev yapan Ermenilerin bölgedeki katliamları, emirlere uymamaları, karıştıkları yağma olaylarının yankıları Paris’e kadar gitmiştir. Fransız subaylarının yazdığı raporlar, Ermenilerle yapılan işbirliğine yönelik itiraflar ve uyarılarla doludur. Bunları da Mayıs sayısında paylaşacağız.


Gürbüz Evren

Bütün Dünya Dergisi, Nisan 2018


İlgili

Haçlı Frankların Ermenilere Yaptığı İşkenceler / Prof.Dr. Işın Demirkent



30 Ağustos 2025 Cumartesi

30 Ağustos Zafer Bayramı

 


Tam bağımsızlık denildiği zaman; elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta, tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.

Bu saydıklarımdan herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


***

Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Anlatıyor:

26 AĞUSTOS'TAN 9 EYLÜL'E

"B Ü Y Ü K Z A F E R"

"R U M S I N D I Ğ I M E Y D A N M U H A R E B E S İ"

Cengiz ÖZAKINCI











"Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir âbidesidir."

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


'30 Ağustos Zafer Bayramı'mız Kutlu'dur.




28 Temmuz 2025 Pazartesi

Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje


 "Doğasının güzelliği yanında, Türk halkının hoşgörülü ve kahraman karakteri insanları kendine bağlar.

İnsan, savaştıktan sonra bile, dürüst bir düellodan sonra yapıldığı gibi Osmanlılara elini uzatır."

Trandafir G. Djuvara,

Romanya'nın İstanbul Büyükelçisi 1896-1900



Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913)

Trandafir G. Djuvara


Önsöz

(...) Osmanlı Devleti'nin paylaşılmasıyla ilgili projelerin okunması kanımca hem çok tuhaf hem de epey öğretici. Ben bu araştırmadan çıkan dersleri belirtmeye çalışacağım.

Önce "Kutsal Topraklar"ın yeniden ele geçirilmesiyle ilgili, Haçlıların devamı sayılabilecek projeler var. Daha sonra, Türklerin Avrupa'ya yerleşmesini izleyen dönemle ilgili, daha özel nitelikleri bulunan planlar geliyor. Bunların bir bölümü, Papa X. Leon ve Papa V. Pius örneklerinde olduğu gibi, papaların hazırladıkları ve Hıristiyanlığın genel çıkarlarını göz önüne alan projeler. Diğerleri ise, I. François, XIV. Louis, Büyük Petro, Büyük Katerina, II. Josef, Napolyon ve Aleksandr gibi hükümdarların daha ziyade kendi çıkarlarını göz önünde tutan projeleri. Erasmus, Leibniz, Volney gibi filozof ya da bilim insanları da paylaşma tasarıları hazırlamaktan kaçınmamışlar.

Erasmus, pek de felsefi sayılamayacak bir üslupla Türklere karşı bir çeşit iddianame yazmış. Ona göre, "Türkler geçmişleri karanlık yabani insanlar" dır ( Gens barbara obscurae originis). "Hıristiyanların varlıklarını sürdürmeleri için Türkleri yok etmek gerek" -tir (Sic julare turcum ut exisstat chrtistianus, si dejicere impium, ut exoriatuır pius). Bu sözlerin son bölümü insanı şaşırtıyor.

Leibniz'in görüşleri siyasal niteliklidir. Asıl amacı Fransa Kralı XIV. Louis'yi, Hollanda seferine çıkmaktan vazgeçirmektir. Onu Mısır'ı fethetmeye yöneltmek için bir plan hazırlamıştır: "Sadece Mısır değil, tüm Doğu, ayaklanmak için, korkmadan güvenebileceği bir kurtarıcının gelmesini bekliyor. Mısır fethedilince Türk imparatorluğunun geleceği de belli olur ve her yanı çöker, " diyen Leibniz, Fransa kralının Osmanlılara karşı gireceği bir savaşta, diğer Hıristiyan krallarla anlaşabileceğini düşünüyordu; herhalde Fransızları bu yola çekebilmek için karşılaşılacak güçlükleri biraz fazla küçümsemişti. (...)

Louis Renault, Paris 1914


(...)


İstanbul'un (1*) Taksimi Projesi (1912)

Osmanlı İmparatorluğu'nun taksimi hakkında yaklaşık yüz kadar projeyi gözden geçirdik; bu paylaşmaya sadece komşu ülkeler değil, uzaktaki ülkeler de katılıyordu. Bu da yetmiyordu. İstanbul, uzlaşmaya varılmasını önleyen en önemli konu olduğu için, bu kentin taksimi de ayrıca ele alınmıştır.

Fikir L'Independance Belge gazetesi tarafından 7 Ocak 1912 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Dörtlü Balkan İttifakı'nın savaşı başlamadan birkaç ay önce yayımlanmıştır. Bu görüş Selanik'teki bir muhabir tarafından gönderilen 29 Aralık 1911 tarihli bir yazıda bulunuyordu. Yazar, Doğu sorununun aslında İstanbul'un kime ait olacağında ve daha sonra Çanakkale Boğazı'nın anahtarını kimin eline geçireceğinde düğümlendiğini belirtir. Yazara göre Türklerin İstanbul için artık bir şey yapamayacakları ya da kentin emsalsiz konumundan yararlanamayacakları anlaşılmıştır, burası için 15 yılda en az on milyar frank harcamak gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu bu parayı sağlayamaz, sağlayabilse de bu para kendisine çok ağır koşullarla borç verilir.

Şu halde tek çözüm kente uluslararası hüviyet kazandırılmasıdır; yani bu kentin güzel ve gelişen Hong Kong gibi imtiyazlı bölge haline getirilmesidir: Almanya Haydarpaşa'yı ve Asya'da bir kısım araziyi; Fransa Pera [bugünkü Beyoğlu-ç.n.] ve sırtlarını; Rusya Boğaziçi tepelerini; Avusturya Galata'yı ve deniz kıyısındaki mahalleleri; İngiltere İstanbul yakasını ve buraya bağlı mahalleleri alacak; İtalya'ya ise Trablusgarp verilecektir. Böylelikle İtalya Türk başkentinin taksiminden pay alma hakkını kaybedecektir.

Bu makalenin yazarı, eyaletlerin taksimi konusunda yüzyıllar boyu birbirine rakip olan devletlerin, bu kez mahallelerin paylaşımı hususunda birbirlerine rakip olup olmayacaklarını sormuyor. Boğaz tepelerine yerleşecek olan Rusya'nın, Boğaz'ın ve Karadeniz girişinin anahtarını elinde tutacağı derhal fark ediliyor, değil mi? Öte yandan, taksimin dışında bırakılan İtalya'nın, diğer devletlerin de Osmanlı İmparatorluğu'ndan bazı başka topraklar kopardıklarını ve buna rağmen İstanbul'un paylaşımından yararlandıklarını söyleyerek itiraz etmesi olası.

Yazar Osmanlı İmparatorluğu'nun duyarlılığını önlemek için, her mahalledeki imtiyazlı bölgeyi yönetecek delegeler konseyine bir Osmanlı yüksek komiseri atanmasını önerir. Kent açık liman ilan edilecektir.

"Sultan ve ailesi tabiatıyla ikametgahlarını muhafaza edecekler, buraları tarafsız bölge olacak ve efendileri istedikleri zaman ve diledikleri biçimde yaşamak için buralarda oturabilecektir. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek başkenti Bursa olacaktır ve Osmanlı yönetimi evini barkını oraya taşıyacaktır."

Yazar önerisinin gerçekleşmesinin güç olduğunun farkında ki, şu sonuca varmaktadır: "Ne kadar tuhaf gözükse de bu hayal ürünü rüya gerçekleştiği takdirde dünya barışını sağlayabilecek güzel bir düştür." Çok olasıdır ki, bu rüya gerçekleşseydi bile, barış içinde yaşamaya hiç de istekli bulunmadığı izlenimini veren dünya, kolaylıkla başka uyuşmazlık konuları bulurdu.

Son zamanlarda yayımlanan bir broşürde (2*) Mösyö Ralf de Neriet, İstanbul'un papaya verilmesini ve papa hazretlerinin kesin olarak oraya yerleşmesini öneriyor: "Yazar, bu kitapta sunulan fikir, milattan sonra 4. yüzyılda Büyük Konstantin'in beyninde yeşermişti, diyor. "


Sonuç

Fransa'nın İstanbul'daki eski elçisi, daha sonra büyükelçisi olan müteveffa Mösyö Constans adında bir siyaset adamı vardı ve bundan 14 yıl önce bana şöyle demişti: "İnanın bana, Doğu'nun istikbali küçük ulusların olacaktır. " Doğu Avrupa'daki küçük devletlerin büyük devletler tarafından yutulacağını öngören genel kanının tamamen karşıtı olan derin bir görüştü bu. Şimdi, Mösyö Constans'ın kehaneti gerçekleşme yolunda, ama sonsuza dek bağımsız kalabilmek de o küçük devletlerin gayretine kalıyor.

Osmanlı devi birdenbire çökmemekle birlikte, yüzyıllar boyunca, yavaş yavaş, parça parça bölünerek harabe haline dönüştü. Bu yıkıntının temel sebepleri nedir? Önce, dünyanın bütün büyük imparatorluklarının sonunu getiren nedenler var; toprakların çok genişlemesi, kendilerine tabi ulusların çeşitliliği, bunları bir bütün haline getirebilmenin olanaksızlığı ve onlara tek bir milli şuur kazandırılamaması, nihayet toplumsal bir temele dayanmayan askeri güçlerin hareket olanağı bulunmayan bir yığın haline dönüşmesini kaçınılmaz biçimde izleyen disiplin ve otorite kaybı.

Genel nitelikli bu sebeplere Osmanlı İmparatorluğu bakımından bir başka önemli neden ekleniyor: Bu da, halk topluluklarını ayağa kaldırmada güçlü bir etken olan dindir. İslam sadece maneviyatı yönetmek ve ruhu teselli etmek için değil, adalet dağıtmak ve devletin idaresine karışmak iddiasında2 olduğu için de İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki düşmanlık daha da güçlü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, teokratik niteliği de bulunan bir askeri devletti. Bununla birlikte, Kuran bilimin, edebiyatın ve sanatların gelişmesine karşı değildir. Karşı olsaydı, parlak Arap uygarlığını izah etmek mümkün olamazdı. Büyük dinsel hoşgörü sahibi olan Türkler, egemenlikleri altındaki halklara dinsel özgürlük ve eğitim alanında özerklik vermemiş olsalardı, Müslümanlar ile Hıristiyanların birlikte yaşamaları mümkün olamazdı. 1 Kabul etmek gerekir ki bunun sonucu olarak Babıali'ye bağlı Hıristiyan milletler normal bir şekilde gelişme olanağını bulmuş ve tam bağımsızlığa doğru emin biçimde yönelmişlerdir.

Balkan ulusları arasındaki Hıristiyanlık inancı çözülemeyecek kadar sağlamdır. Memnuniyetsizlikler sistematik olarak örgütleniyordu. Avusturya ya da İsviçre gibi çeşitli milletlerden oluşan Hıristiyan ülkelerde kolayca affedilebilen hususlar, başka dinden olanlar tarafından yönetilen devletlerde affedilemez olabiliyordu. Bununla birlikte, Hıristiyanların kendi dinlerinden olanlara Türklerden daha katı davrandıkları örnekler çoktur. Mesela:

"1687 yılında Atina'nın efendileri değişti, ama kaderi değişmedi. İstanbul'un el sürmediğini Venedikliler yağmaladılar. Venedik aslanı, Atina için İslam'ın hilalinden daha zararlı oldu. Türklerin zamanın yıprandırmasına terk etmiş bulundukları Partenon mabedini Morosini'nin topları havaya uçurdu."

Ama doğrudur; aile içindeki kavgalar çabuk unutulduğu gibi, Hıristiyan devletler arasındaki geçici kırgınlıklar da Doğu'nun güneşi altında mum gibi erimekteydi. Buna karşı Müslüman düşmanlığı soyaçekimin de etkisiyle yıldan yıla artıyordu; Hıristiyan kardeşlerin hataları itiraf edilmeden, bilinçsizce ya da sessiz bir mutabakatla, çabucak unutuluyor, buna mukabil, Türklerin en ufak tersliği gerçekten abartılıyor, hemen intikam çığlıkları atılıyordu. (...)

Türk milleti bugün yenilmiş olsa bile şerefini korumuştur. (...)


Trandafir G. Djuvara**

Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913)

Çeviren Pulat Tacar, 2017

** Romanya Kralı I.Karol tarafından 1896 yılında "dünyanın en güzel yeri" olarak nitelediği İstanbul'a elçi olarak tayin edilmiş, dört yıl süreyle, 1900 yılına kadar bu görevi yapmıştır. Eserini 1914 yılında Paris'te yayımlamış.


Dipnotlar*:

1- Bu kent eskiler tarafından Byzantium, Türkler tarafından İstanbul veya Stambul olarak adlandırılmaktadır. 15 Mayıs 1599 tarihini taşıyan, Viyana'da İmparatorluk Arşivi Kitaplığı'nda (s. 698) bulunan ve Nicolae Jorga tarafından yayımlanan (Documente Hurmuzaki, c. XII, 1903, s. 433) bir belge bize İstanbul'a Papa VIII. Clementius onuruna Clementiusine denilmesinin düşünüldüğünü açıklıyor: "Et spero, non Constantinopoli, ma Clementina questa citta doversi chiamare).

2- L'Europe de demain, seule solution possible de la question d'Orient [Yarının Avrupa'sı, Doğu sorununun tek olası çözümü], Paris, 1913, 48 sayfa.



Kutsal Topraklar'ın Ele Geçirilmesi Projeleri:

1- Sicilya Kralı II. Charles'ın Projesi (1270'e Doğru)

2- Padovalı Keşiş Fidence'nin Projesi (1274)

3- Charles de Valois Projesi (1301)

4- Pierre du Bois'nın Projesi (1306)

5- Raymond Lulle'ün Projesi (1306)

6- Marino Sanuto'nun Projesi (1306)

7- Hayton ya da Hetum Projesi (1307)

8- Guillaurne de Nogaret Projesi (1310)

9- Guillaurne d'Adam Projesi (1311)

10- Kıbrıs Kralı II. Henri de Lusignan'ın Projesi (1311)

11- Brocard'ın Projesi (1332)


Osmanlı İmparatorluğu'nun Paylaşılması Projeleri:

12- Bertrandon de la Broquiere Projesi (1432)

13- Bourgogne Dükü Philippe-le-Bon'un Projesi (1457)

14- Fransa Kralı VIII. Charles'ın Projesi (1495)

15- Papa X. Leo'nun Projesi (1513-1517)

16- Fransa Kralı I. François'nın Projesi (1515-1517)

17- I.Maximilian'in Projesi (1518)

18- Erasmus'un Projesi (1530)

19- Nannius'un Projesi (1536)

20- Cuspinianus'un Projesi ( 1541)

21- Georgevits'in Projesi (1542)

22- Guillaume de Grantrye de Grandchamps Projesi (1566-1567)

23- Papa V. Pius'un Projesi ( 1570)

24- İtalyan Projesi ( 1571-1572

25- İtalyan Projesi (1572)

26- Yüzbaşı La Noue'nun Projesi (1587)

27- Rene de Lusigne Projesi ( 1588)

28- Papa VIII. Clement'in Projesi (1594- 1560)

29- Rahip Cumuleo'nun Projesi (1594)

30- Lutio'nun Projesi (1600)

31- Chavigny'nin Projesi (1606)

32- Sully'nin Projesi (1607)

33- İtalyan Projesi (1609)

34- D'Esprinchard'ın Projesi (1609)

35- Minotto'nun Projesi (1609)

36- Bertucci Projesi (1611)

37- Dük Charles de Nevers'in Projesi (1613-1618)

38- Peder Joseph'in Projesi (1615-1618)

39- Valeriano'nun Projesi (1618)

40- François Savary de Breves'in Projesi (1620)

41- Vasil Lupu'nun Projesi (1646)

42- Fransız Projesi (1660)

43- Turenne'in Projesi (1663)

44- Leibniz'in Projesi (1672)

45- Michel Febvre'in Projesi (1682)

46- XIV. Louis'nin Projesi (1685-1687)

47- Rahip Coppin'in Projesi (1686)

48- Rus Çarı Büyük Petro'nun Projesi (1710)

49- Rahip Saint- Pierre'in Projesi (1713)

50- Avusturya Projesi (1718)

51- Disloway'in Projesi (1732)

52- Kardinal Alberoni'nin Projesi (1736)

53- Avusturya Projesi (1737)

54- D' Argenson Markisinin Projesi (1738)

55/56- Rusya Çariçesi II. Katerina ile Avusturya İmparatoru II. Joseph'in Projeleri (1772)

57- Linguet'nin Projesi (1774-1776)

58- Carra'nın Projesi (1777)

59- Yazarı Belli Olmayan Bir Proje (1788)

60- Volney'in Projesi (1788) ve Peyssonnel'in yanıtı (1788)

61- Brion de la Tour'un Projesi (1788)

62- Hertzberg'in Projesi (1792)

63- Talleyrand'ın Projesi (1805)

64/65- Napolyon ve I. Aleksandr'ın Projeleri (1808)

66- Metternich'in Projesi (1808)

67- D'Hauterive'in Projesi (1808)

68- Pozzo di Borgo'nun Projesi (1809)

69- Dufau'nun Projesi (1822)

70- Kapodistrias'ın Projesi (1828)

71- Dom de Pradt'ın Projesi (1828)

72- Yazarı Belli Olmayan Proje (1828)

73- De Polignac'ın Projesi (1829)

74- General de Richemont Projesi ( 1829)

75- Bronikowski'nin Projesi (1833)

76- Rus Çarı I. Nikola'nın Projesi (1853)

77- Dr. A.C. Dandolo'nun Projesi (1853)

78- Alexandre Bonneau'nun Projesi (1860)

79- Pitzipios'un Projesi (1860)

80- Rattos'un Projesi (1860)

81- D. Stepanoviç'in Projesi

82- Kommandatore C. Nigra'nın Projesi (1866)

83- Garibaldi'nin Projesi (1873)

84- Kont Greppi'nin Projesi (1873)

85- Yazarı Belli Olmayan Proje (1875)

86- Yazarı Belli Olmayan Proje

87- C.J. Rollin'in Projesi (1876)

88- Baron A. de Testa ile Baron L. de Testa'nın Projesi (1876)

89- Mathias de Ban'ın Projesi (1885)

90- Yazarı Belli Olmayan Proje (1896)

91- Bresnitz von Sydakoff'un Projesi (1898)

92- Rumen Projesi (1904)

93- İstanbul'un Taksimi Projesi (1912)


____________NOT 1:

Sayfa 9'da 2.dipnota düzeltme:

"Türkler Avrupa'ya Orhan'ın oğlu Süleyman'ın yönetiminde ilk kez 1356 yılında geçmişlerdi. İlk ele geçirdikleri Gelibolu yakınlarında Çimpe kalesiydi." (2)

(2) Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c. 111, s. 35'te Çimpe kalesinin Bizans imparatoru tarafından askerlerini barındırması için Süleyman Paşa'ya verildiğini yazar (ç.n.).


Düzeltme : Çimpe kalesinin "Karye-i Umurbeylü Cinbi" olarak anılması Osmanlı öncesinde Umur Bey'in geldiğine dair kanıttır.

Osmanlılardan önce diğer Türk Beyliklerinden Balkanlara Türk göçü oldu mu?

Bizans İmparatoru Kantakuzenos'un anlatımına göre

Umur Bey'in 1345 Yılı Trakya Seferi

* Bölgeye hakim bulunan Saruhan memnuniyetle elçiyi kabul etti. Umur'un arkadaşı idi ve kralın ordusunda birlikte sefere katılacak olan oğlu da yanında olmak üzere zorluk çıkarmadan geçidi tahsis etti. Çanakkale Boğazı'na (Elispontos) gelince 20.000 kişi Trakya'ya geçti ve krala hediyeler de getirerek hemen Dimetoka'ya ulaştılar. Umur kraldan düşünmemesini ve Momitzilo'ya karşı harekete geçmesini rica ediyordu.

Umur Bey'in Balkanlar'da Sırp ve Bulgarlarla Mücadelesi

* Mayıs 1344'ten önce İzmir'e dönmek için hareket etmiş olan Umur Bey'in Pallini'de bıraktığı yaklaşık 3100 kişilik birlikleri ise kara yoluyla Trakya yönünde ilerlemeye başladılar. Umur Bey'in vatanına döndüğünü duyan Stefan Duşan ise Zihne'ye ilerledi ve en çok güvendiği komutanı Gregory Preljub komutasındaki askerlerini Selanik bölgesinde kalan Türkler üzerine gönderdi. Beşik Gölü olarak da adlandırılan Volvi Gölü'nün kuzeyinde yer alan Stefanina'da Sırp ve Türk orduları karşılaşır. Mayıs 1344 tarihinde gerçekleşen Stefaniana Savaşı'nda Umur Bey'in askerleri Sırpları ağır bir yenilgiye uğrattılar.

* İzmir'deki Ceneviz ve Haçlı tehlikesini uzaklaştıran Umur Bey, verdiği sözü tutarak 1345 baharında önemli sayıda askeriyle birlikte Trakya'ya döndü. Yanında Saruhanoğlu Süleyman Bey de bulunuyordu. Umur Bey'in yanındaki asker sayısını Bizans kaynağı 20.000 olarak vermektedir. Bu sırada daha önce Kantakuzinos taraftarı, şimdi ise karşıtı olan Bulgar Momçilo, Rodop ve civarındaki Merope Bölgesi'ni hakimiyeti altına almıştı. Umur Bey 15 gemisiyle günümüzde İskeçe ile sınırları içerisinde kalan Ege sahil limanı Avdira'ya gelmişti. Momçilo, Avdira Limanı'na saldırarak Umur Bey'e ait üç gemiyi yaktı. Ancak Umur Bey Kuvvetleri ile birleşen Kantakuzinos'un birlikleri Momçilo'ya karşı harekete geçtiler. İki ordu Temmuz 1345'te karşılaştı ve Umur Bey, Bulgar kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Momçilo bu savaşta hayatını kaybetti. Umur Bey yanında yer alan Saruhanoğlu Süleyman'ın ölmesi üzerine tekrar İzmir'e döndü. Umur Bey'in Balkan ve Akdeniz politikalarında dengeyi değiştirmesi üzerine Haçlılar, İzmir'e Haçlı Severi düzenlediler ve İzmir'in savunması sırasında Umur Bey 1348 yılında hayatını kaybetti. Umur Bey'in bıraktığı yerden de Osmanlı Türkleri Balkanların fethine devam etti.

* Umur Bey'in Balkanlara yaptığı seferler, yani inanılacak gibi değil, askeri seferleri deniz harekatı, 6 mil uzunluğundaki Korinthos Boğazı'ndan karadan gemileri yürüterek aşıyor ve Arnavutluk'a seferler düzenliyor.

* Türklerin Balkanlara yaptıkları seferleri bazı tarihçiler yağma, ganimet vs. gibi sefer yaptığını söylüyorlar. Fakat, yine bir Bizans kaynağı bize bunun böyle olmadığını söylüyor;

Halkokondilis'in Anlatımına Göre Türklerin Süleyman Paşa ile Anadolu'dan Gelibolu Yarımadası'na Yerleşmek Üzere Göç Etmeleri: "Bu gelişmelerden haberdar olan Asya'daki (Anadolu) Türkler Süleyman'a katılmak için Avrupa'ya geçtiler ve birçoğu da Gelibolu Yarımadası'nda toplandı. Yurtları olan Asya'daki topraklarını boşaltarak burada tarıma başladılar." Eğer siz tarım yapıyorsanız, bir kere yağmacı olamazsınız. İkincisi buraya yurt edinmek için gelmişsinizdir. Burada yurt tutulmuş. (Kaynak : Prof.Dr. Levent Kayapınar, TTK, Mayıs 2025 YT)


____________NOT 2:

Sayfa 44'te; "Papa XII. Gregorius 9 Kasım 1407 tarihinde yeniden bir Haçlı seferi çağrısında bulunmuş, ancak Kıbrıs 1425'te (4) ve İstanbul 1453'te Türklerin egemenliği altına girmiştir." Cümlesindeki çevirenin 4.dipnottaki "Özgün metinde bir maddi bilgi hatası söz konusudur. Kıbrıs 1571'e dek Osmanlı hakimiyetine girmemiştir (ç.n.)," açıklaması aslında yanlıştır.

Çünkü; 1424-1426'da Sultan Barsbay liderliğinde ada ele geçirildi ve 1517'ye kadar da Memlüklerin egemenliği altındaydı. Memlükler Türk'tü! Ve kitapta "Türk egemenliği" olarak geçiyor, "Osmanlı" değil. (Kaynak: Dr. Mehmet Ali Bozkuş, Kıbrıs’ta Türk-Memlük Yönetimi (1426-1517). (Kıbrıs'ta Osmanlı Öncesi Türkler Sempozyumu, 13/15 Mayıs 2019)


SB



15 Temmuz 2025 Salı

Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi - Cengiz Özakıncı


Yurttaşlığın Küresel Düşmanları ve Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi

Cengiz Özakıncı

Bütün Dünya Dergisi, Kasım 2009


1959 Eylül'ünde askeri ataşe olarak İngiltere'ye gönderilen Albay Sadi Koçaş, 1960 yılı başlarında İngilizlerce bir kongreye davet edilir. "Kürt Kongresi" yazılıdır davetiyede. "Bu ne cür'et!" diye haykırır Koçaş; "Dost ve müttefik İngiltere nasıl olup da Londra'da bir 'Kürt Kongresi' toplayabilir! Hangi cür'etle bir Türk askeri ataşesini bu Kürt Kongresi'ne davet edebilir?"

Koçaş kongreye katılmaz ama burada alınan kararları katılanlardan öğrenir: Irak, İran ve Türkiye'de yaşayan Kürtlerin ilk adımda bağlı oldukları devletlerden ayrılmalarına, ikinci adımda kendi devletlerini kurmalarına karar veren İngiltere; Türkiye'den de Irak ve İran'da ayaklandıracağı Kürtlere yardım ve yataklık isteyecektir. Koçaş, bu kongreden sonra İngiliz basınında: "Türkiye'de Kürt Sorunu yoktur; çünkü Türkiye'de Kürtler Cumhurbaşkanı bile olurlar," biçiminde yazılar çıkmasına şaşıyor anılarında. Anlaşılan İngiltere bu gibi yayınlarla hem Türkiye'nin bu Kürt tasarısından kuşkulanmasını önleyip yardımını sağlamak, hem Irak ve İran'da Cumhurbaşkanı bile olamadıklarını o ülke Kürtlerine anımsatıp ayrılıkçı duygularını körüklemeyi amaçlıyordu.

İngiltere'yi 1960 yılında Londra'da bir Kürt Kongresi toplamaya ve Kürt ayrılıkçıları Türkiye'yi kuşkulandırmadan örgütlemeye iten olgu; 1950-1959 arası Mısır, Suriye, İran ve Irak'ta gerçekleşen bir dizi darbe sonucu, İngiliz ve batılı petrol şirketlerinin bu ülkelerden kovulmasıydı. İngiliz petrol şirketlerinin yeniden o ülkelere dönebilmesi, ya o yönetimlerin devrilmesi ya da o toprakların o yönetimlerden ayrılmasıyla mümkün olabilecekti. Bu amaçla petrol bölgelerinde yaşayan Kürtler örgütlenip ayaklandırılacak, bunun sonucunda o yönetimler dize gelip kovdukları İngilizleri geri çağırmayacak olurlarsa bu ayaklanmalarla devrilecekler; devrilmeyecek olurlarsa, bu topraklar o ülkelerden ayrılarak İngiliz petrol şirketlerinin sömürüsüne açılacaktı.

İngiltere'nin Kürt kartı, 1965'te Amerika'nın eline geçecek; Ekim 1965'te yapılan genel seçimi kazanan Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Amerika'nın "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısını önünde bulacaktı.

Demirel bu tasarıyı Genelkurmay'a bildirecek, tasarıyı irdeleyenler arasında bu konuda ikinci kez burun buruna gelen Sadi Koçaş da bulunacaktı: "Irak, İran ve Türkiye Kürtlerini federe bir Cumhuriyet haline getirelim; bunu Türkiye'ye bağlayalım; hem büyük toprak da kazanmış olursunuz," diyordu Amerika... Irak, İran ve Suriye'den darbelerle kovuldukları petrol bölgelerini yeniden ellerine geçirmek isteyen Anglo-Amerikan petrol şirketleri; petrol bölgelerinde yaşayan Kürtleri ayaklandırıp ilk adımda topraklarıyla birlikte Türkiye'ye katacak; ikinci adımda plebisitle "Türk-Kürt Federasyonu"ndan ayıracak ve sonunda onlara çok az bir pay vererek petrollerini son damlasına dek sorunsuzca sömüreceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tek-odaklı ulus-devlet yapısına aykırı düşen ve komşu ülkelerle savaşmasını gerektiren bu "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının içerdiği tuzakları görmüş; Atatürk'ün "Yurtta barış; dünyada barış" ilkesine ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 2/ı-ıı-ııı-ıv-v. maddelerinde yazılı "üye devletlerinin birbirlerinin içişlerine karışmaması", "toprak bütünlüklerinin dokunulmazlığı", "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal egemenlik" ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bu tasarıyı geri çevirmişti.

"Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının 1965'te Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler Antlaşması'na aykırı bulunarak reddedilmesi üzerine, Amerika: "Madem ki Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın [ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı] ilkesi tasarımızın reddine gerekçe oluyor; öyleyse biz de bu ilkeyi [halkların kendi kaderini tayin hakkı] diye değiştiririz, olur biter" demiş ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, "ulusal egemenlik ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" yerine etnik "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ifadesini geçirerek - Amerikan isteklerine upuygun, fakat örgütün kurulu ilkelerine aykırı - yeni bir Sözleşme hazırlamıştı.

16 Aralık 1966 gün ve 2200Axıı sayılı "Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi"inde ulus-devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkelerine kökten ters düşen, "halkların kendi kaderlerini tayin" yani "ayrı etnik" devlet kurma hakkı tanınmıştı. Örgüte üye ulus-devletlerin etnik ve mezhep devletçiklerine parçalanması demek olan ve 10 yıl sonra 1976'da yürürlüğe gireceği maddesini de içeren bu Sözleşme, büyük bir pişkinlikle, üye ulus devletlerin onayına - başka bir deyişle "intiharı"na - sunuldu. Ve "Haydi bakalım," dediler Türkiye'ye, "Türk-Kürt Federasyonu tasarısını reddederken dayandığınız Birleşmiş Milletler ilkesini "ulus" yerine etnik "halklar" sözcüğünü koyarak değiştirdik; yepyeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi koyduk ortaya; tasarıyı reddedecek bahaneniz kalmadı."


Bugün geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda;

* Ermeni örgütleri 1915 olaylarını yeniden ortaya atmak için 1965 yılını beklemişlerse,

* Türkiye'de ilk "Doğu Mitingleri" 1965'ten sonra gerçekleştirilmişse,

* Türk Üniversitelerinde kimi akademisyenler, doktora tezlerini Doğu ve Güneydoğu'ya özgüleyip etnik ayrılıkçılığa bilimsel ve hukuksal dayanak oluşturacak savlar yaymaya, 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Daha önce etnik ayrımcılığın kırıntısı dahi görülmeyen sol kesimde "Türk Solu" - "Kürt Solu" gibi etnik ayırımlar, 1965'ten sonra ortaya atılmışsa,

* Daha önce bütüncül "Türkiye Halkı" kavramıyla düşünen sol aydınlar, Türkiye'de "tek halk" değil "bir çok halklar" bulunduğu yargısını yayan "Türkiye hakları", "Halklara özgürlük" gibi sloganları 1965'ten sonra kullanmaya başlamışlarsa,

* Daha önce etnik köken sorunu yaşanmayan sol örgütlerde kimi üyeler "biz Kürtüz siz Türksünüz" diyerek örgütlerinden ayrılıp DDKD - DDKO vb. gibi adlarla "etnik köken ayırımı gözeten sosyalist" (!) örgütler kurmaya 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Soldaki etnik kökene dayalı ayrışmaya koşut olarak sağda da etnik Türkçülerin yurttaşlığa dayalı sağ partilerden ayrılıp ırkçı partiler kurma çabaları, 1965'ten sonra başlamışsa,

* Daha önce yurttaşlığa dayalı sağ partilerde siyaset yapan birileri, dinlerini ve mezheplerini yeniden keşfedip, din ve mezhep ayırımına dayalı parti kurmak üzere kolları sıvayarak, önce Alevi kökenlilerin Birlik Partisi, sonra Sünni kökenlilerin Milli Nizam Partisi kurma çalışmaları 1965'ten sonra başlamışsa, bütün bu olup bitenlerin, bugüne dek yapıldığı gibi dış dünyayla bağlantısı kurulmayarak yalnızca 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamıyla açıklanması olanaksızdır.


1960-1965 yılları arasında Türkiye'ye dışarıdan, tepeden, kapalı kapılar ardında gizlice dayatılan "devletin etnik ve mezhepsel ayırımlara göre etnik federasyon temelinde yeniden yapılandırılması" tasarılarının, etnik ve mezhep ayrımı güden yeni siyasi örgütler kurularak halka yayıldığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 1966'da kabul ettiği etnik ve mezhepsel "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesinin bu siyasal örgütlere uygun bir ortam, güçlü bir dış dayanak ve güvence sağladığı düşünülmelidir.

Birleşmiş Milletler'in 1966 Sözleşmesi'nde yer alan ve ulus-devletleri aşiretlere, kabilelere, mezheplere, cemaatlere bölerek içten çökertmeye yönelik etnik 'halkların kendi kaderlerini tayin hakkı' ilkesi, 1975'te Hellsinki Sonuç Bildirgesi'nin 1(a) - VIII.maddesine sokulduktan sonra, 1978'de Paris'te toplanan UNESCO Genel Konferans kararlarına da girdi ve aynı yıl Türkiye'de etnik ayrımcı terör örgütü PKK kuruldu.

UNESCO 1982'de 40 yıldır benimsediği "kültür" tanımını değiştirerek etnik ayırımları önce çıkaran yeni bir "kültür" tanımı benimsedi. UNESCO News dergisinin 25 Ocak 1988 günlü 222. sayısında,UNESCO'nun 1982 yılında gerçekleştirdiği, yurt kardeşliğini etnik ayrımlarla parçalamaya yol açacak önemde bu tanım değişikliği, şöyle açıklanıyordu:

"Klasik anlamıyla 'kültür' kavramı, edebiyat, müzik, resim, heykel, vb. gibi güzel sanatlarla, bir süreden beridir de görsel-işitsel ifade tarzlarıyla sınırlıdır. Uluslararası Topluluk - 1982 Meksiko Konferansı'ndan beri - 'kültür' kavramını antropologların bakış açısıyla [yani klasik, ulusal değil; etnik, dinsel, mezhepsel anlamıyla] benimsemiştir. Günümüzde 'kültür'e bir topluluğun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran maddi, manevi ayırt edici özelliklerin bütünü gözüyle bakılabilir. Bu tanımlama, [dikkat: bir ulusun değil] 'belli bir grubun (!) kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün ayırt edici özelliklerini öne çıkarmayı gerektirdiğinden, böylelikle kültürel kimlik kavramına da açıklık getirmiş olmaktadır."

Meğer UNESCO'nun 'kültür' tanımı 1982'ye dek 'bulanıkmış', 1982'de Mexico City konferansında 'kültür'ün antropolojik, yani etnik-mezhepsel tanımı kabul edilir edilmez, UNESCO'nun 'kültür' ve 'kültürel kimlik' tanımları da 'kesinliğe' kavuşuvermiş...

Antropoloji, 1800'lerde Batılı sömürgecilerin sömürgelerinde uygulayacakları siyasetleri bilimsel verilere göre belirleme gereksiniminden doğmuş bir bilim dalı. Bir antropoloğun belli bir etnik ya a dinsel topluluk üzerinde, o topluluğun etnik özelliklerini araştırması ayrımcılık, bölücülük değildir kuşkusuz. Bu bilimsel bir çalışmadır. Fakat siz "ulus-toplumlarda alt kimlik olarak kalması gereken etnik ve mezhepsel ayrılıkları saptamakla yetinmeyip bu alt kimlikleri ulusal kimliğin üzerine çıkartan yayınları parayla destekleyeceğiz," derseniz; yaptığınız işin adı "bilimsel antropolojik araştırma" değil, "siyasi ayrılıkçı, etnik-dinsel bölücü kışkırtma" olur.

UNESCO'nun 1982 Mexico City toplantısında "kültür"ün antropolojide kullanılan etik-mezhepsel tanımını benimsemesi; o günlerde "İnsanoğluna yepyeni bir dönemin kapısını açan bir değişiklik" olarak övülmüş; "1789 Fransız Devrimi'nden sonra gerçekleştirilen en büyük devrim" diye alkışlanmış ve Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda; "UNESCO kararlarından sonra artık devletlerin ulusal egemenlik içişlerine karışmama ilkesinin geçersiz olduğu" ve dahası; "yepyeni bir İnsan Hakları Bildirgesi" hazırlanarak buna "etnik kültürel ayrımlara siyasal haklılık - ayrı devlet kurma hakkı - tanıyan bir takım maddeler konması gerektiği" üzerinde durulmuş; anlayacağınız 1982'den sonra dünyada yurtkardeşliğini, ulusal egemenliği savunmak, İnsan Haklarına aykırı bir eylem ve bir insanlık suçuymuş gibi gösterilmeye başlanmıştır. Aydınlar küreselci odakların piyasaya sürdükleri bu yeni "Etnik Mezhepsel Ayırımcı İnsan Hakları" kavramını çözümlemeye davrandıkları sırada; etnik ayırımcı terör örgütü PKK, 1984 yılında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni hedef alan Şemdinli - Eruh Baskını'nı gerçekleştirmiştir. [15 Ağustos 1984 !-SB]

UNESCO 1986'da Birleşmiş Milletler Örgütü'nce onaylanıp 1986-1996 arası on yıl boyunca milyar dolarlık bütçeyle desteklenecek olan bir "On Yıl Süreli Eylem Kılavuzu" hazırlamıştır. UNESCO'nun etnik mezhepsel ayırımları kaşıyan yapıtları milyar dolarlık bütçeyle destekleyeceği duyulur duyulmaz, çoğu aydınımız 40 yıldır hiç değinmedikleri etnik ayırımları öne çıkartan yapıtlar vermeye, dergiler ve kitaplar yayımlamaya başlamış; o ana dek zerinde dikkatle durdukları [ezen, egemen patron] x [ezilen, emekçi kitleler] ayırımını bir yana bırakıp, bunun yerine [ezen egemen ırk] x [ezilen, mazlum ırklar] ve [ezen, egemen mezhep] x [ezilen, mazlum mezhepler] ayırımına dayalı söylemler yaymaya başlamışlardır.

1986 sonrası "Aleviler ilericidir"; "Aleviler laikliğin, demokrasinin bekçisidir"; "Kürtler ezilmişlerdir, dövülmüşlerdir, yoksul bırakılmışlardır"; "Lazlar şöyledir, Çerkezler böyledir, Ermeniler şöyledir, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler böyledir," gibi yazılar gazete, dergi köşeleri kaplamış; "Kürtlerin Tarihi", "Lazların Tarihi", "Çerkezlerin Tarihi", "Ermeni Kültürü", gibi kitaplar kitapçı raflarını doldurmuş; aynı anda "Türkler barbardır, Türkler vahşidir, Türkler göçebedir"; "Sünniler bağnazdır, Sünniler karagüçlerdir, demokrasi düşmanıdır bunlar" vb. gibi tersinden ırkçı ve çoğu yurttaşımızı "Türküm", demekten çekinir, utanır; "Sünniyim", demekten sıkılır duruma getiren, "Türk soyunu ve Sünni mezhebini aşağılama akımı" hızla doruğa tırmanmıştır.

Şimdi yaşı 25-30 olanlar bu ülkede sanki seksen yıldır hep böyle etnik mezhepsel ayırımcı yayınlar yapılırmış gibi algılayıp kanıksadılar bu etkinlikleri. Oysa 1980'ler öncesi ayırımcı propaganda yasaktı; gözden kaçıp yasaklanmayanlar da okuyucu bulamazdı. 1980'lerin ortalarındaysa devlet eli kolu bağlı izlemeye başladı kendi kuyusunu kazan bu ayırımcı propaganda fırtınasını; varolan yasaları işletip yasaklamaz oldu yurt kardeşliğini baltalayan çalışmaları... Neden? Çünkü ulus-devletler yurttaşlık birliğini içten parçalayacak bu tür yayınları engellediklerinde, gün gelip borç almak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapısını çaldıkları zaman; "Siz BM ve UNESCO'nun halkların kendi kaderini tayin hakkı kararını hiçe sayıyorsunuz; etnik kültürleri öne çıkartan yayınları engelliyorsunuz; bu nedenle size istediğiniz krediyi vermiyoruz" denilerek geri çevrilmeye başlamıştı. Dış borçla ayakta duran Türkiye, ayırımcı yayınlara karşı kendi Anayasasını ve yasalarını işletirse, bu kuruluşlardan kredi alamaz olmuştu.

Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Kalkınma Ajansı, vb. gibi kurumlar, 1982'lere dek "kültürel gelişme" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ vardır, diyorlardı. Bu kuruluşların "kültür" tanımları, 1982'de UNESCO ile aynı anda değiştirilmiş ve hepsi birden "kültür"ün "antropolojik" etnik tanımını benimsemişlerdi. Bu değişikliğe uygun olarak, 1982'den sonra "ekonomik kalkınma" için borç almaya gelen devletlere; önce "kültür" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ bulunduğu söylevini çekiyor; ardından 1982'de "kültür"ün etnik tanımını benimsediklerini anımsatıyor; son olarak da ülkelerinde etnik kültürleri geliştirici girişimlerde bulunmadıkları sürece, ekonomik kalkınma için tek kuruş borç veremeyeceklerini bildiriyorlardı. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) için bu kuruluşlara 80'li yıllarda yaptığı kredi başvuruları, daha başka nedenlerin yanı sıra, etnik ve mezhepsel kültürleri geliştirici bir yönü bulunmaması; tersine, Türkiye'de yurt kardeşliğini pekiştirici, uluslaşmayı hızlandırıcı nitelikleri taşıması nedeniyle geri çevrilmişti.

1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle "askeri ambargo"ya uğrayan Türkiye, "Etnik Federasyoncu 1966 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"ni, yürürlüğe girdiği 1976'da imzalamadığından dolayı bir de "ekonomik ambargo"ya uğramış; Dünya Bankası, IMF gibi kurumlardan kredi sağlayamaz olmuş; 1979 yılında Başbakan, "tek-odaklı yurt kardeşliğini bırakıp çok-odaklı eyalet düzenine geçmedikçe, dışarıdan tek kuruş dahi kredi alınamayacağını" açıklamış; 12 Eylül 1980 yönetimince, kapalı kapılar ardında, dış borcun önkoşulu olan çok-odaklı eyalet düzenine geçiş tasarıları hazırlanmış; eyalet tasarısı 1986'da TBMM'nde görüşülmüş, olmamış; 1992'de Dışişleri Bakanı'nca yeniden TBMM'ne sunulmuş, reddedilmiş; 1999'da Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, Türkiye'nin kredi alabilmesi için herşeyden önce "Etnik Federasyoncu BM Sözleşmesi"ni imzalaması gerektiğini bildirmiş; sonunda Türkiye'nin 34 yıllık direnci kırılmış; "Sözleşme", 15 Ağustos 2000 tarihinde Bakanlar Kurulu'nca kimselere duyurulmadan onaylanmış; BM temsilcimiz tarafından sessizce imzalanmış; yetmemiş; Kemal Derviş, Mart 2001'de Dünya Bankası'ndan getirilip Devlet Bakanı yapılmış; derken, dış borç alabilmenin önkoşulu olan "Etnik Federasyoncu Sözleşme", 4 Haziran 2003'de TBMM'de görüşülüp kabul edilmiş; 18 Haziran 2003'de Cumhurbaşkanı'nca imzalanmış ve sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, BM, Dünya Bankası, UNESCO vesairenin "Kredinin Önkoşulu = Etnik Federasyon" dayatmalarına teslim olarak; yurtkardeşliğine dayalı tek-odaklı ulus-devlet düzenini, kendi yurttaşlarını alıştıra alıştıra, "hazmede hazmede, hazmettire hazmettire", adım adım, "Çok-Odaklı Etnik Federasyon"a dönüştürmeyi, devlet olarak resmen kabul etmiştir ve bugün "açılım süreci" olarak sunulan yıllar önce Türkiye'nin "devlet politikası" olmuştur; tıpkı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı" (Otopsi y, 19.basım) adlı kitabımda anlattığım, Osmanlı Devleti'nin dışarıdan borç bulabilmek için dayatılan siyasi önkoşulları onaylamak zorunda kalıp "açılım süreci"ne girerek dağıldığı gibi...

Ülkelerin yurt kardeşliğiyle tek ulus oluşturarak tek-odaklı yönetimle yabancı sömürünün karşısına tek yumruk olarak dikilmesi, küreselci emperyalistleri korkutur. Emperyalizmin yurttaşlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılık tohumları atarak yurt kardeşliğini bozmak ve tek odaklı ulus devletleri küçük etnik devletçiklere bölmekten başka bir çaresi yoktur. Küreselci emperyalistlerin isteklerini barışçıl yoldan, ikna yoluyla benimsetmekle görevli Birleşmiş Milletler ve ona bağlı UNESCO'nun "kültürün klasik tanımı yerine antropolojik (etnik) tanımını benimsedik", "artık ulusların değil etnik halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz," gibi görünen kararlarının, özellikle 1980'lerden bu yana etnik ve mezhepsel ayırımcılığa hız vererek, yurt kardeşliği bağlarımızı aşındırdığını; siyasal ayrılıkçılara ideolojik ve hukuksal dayanaklar sağladığını çok iyi bilmemiz gerekiyor.

"Efendim, hiç Birleşmiş Milletler ve UNESCO böyle şeyler yapar mı? Ülkemiz de bu kurumların üyesidir. UNESCO eğitimi, bilimi, kültürü destekler; siz o UNESCO kararlarını yanlış anlamışsınız, yanlış yorumluyorsunuz," diyorsanız; benimle bu konuda düşünce birliği içerisinde olan İngiliz Kraliyet Topluluğu Royal Society üyesi Philip Schlesinger'in konuya ilişkin görüşünü sizlerle paylaşmak isterim:

- "UNESCO'nun 1982 yılında Mexico City'de gerçekleştirdiği konferansta 'kültürel kimlik' kavramı 'anahtar sözcük' haline geldi. Yerel ve etnik dillerin geliştirilmesine önem verilmesi, ulus devlet içerisinde çeşitli dilsel öbekler ayrıştıracağından dolayı, UNESCO'nun 1982'de benimsediği bu yeni "etnik kültürel kimlik" anlayışı, "ulusal kimlik"le çatışır. UNESCO'ya 1982'de egemen olan bu "kültürel özerklikçi" görüş, "ulusal bütünleşmeci" görüşe karşıttır ve "ulusal üst kimlik" anlayışının reddini gerektirir."

Evet, işte böyle diyor İngiliz Kraliyet Cemiyeti, Royal Society üyesi Philip Schlesinger...

Öyleyse siz istediğiniz kadar "Türkiye Cumhuriyeti"nde Türk, bir etnik topluluğun adı olmayıp, hangi etnik köken ve mezhepten olursa olsun, yurttaşların ortak adıdır," deyin; sizin devlet olarak üyesi olduğunuz Birleşmiş Milletler ve yine devlet olarak üyesi olduğunuz UNESCO karşınıza geçip; "Hayır," diyor; "ana diller resmi dilden başka olan yurt kardeşlerinize ben ilk adımda kültürel özerklik, sonra siyasal özerklik, ardından yurt içinde ayrı yurt kurduracağım. Neden mi? Eh, çünkü benim küresel çıkarlarım büyük yurtları daha küçük yurtlara bölüp kolay lokma olarak yutmak istiyor!"

Şimdi; "Benim canım öyle istiyor"; yok...

"Küreselci odakların canı öyle istedi", yok...


Gelin canlar bir olalım.

Atatürk'ün kurduğu "yurtkardeşliği" bağlarımıza sımsıkı sarılalım.

Dünyayı ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan küreselci odaklar, etnik köken ve mezhep ayrılıklarını öne çıkartarak bizi birbirimizde düşman edip istediklerini yaptırtamasınlar.

Cengiz Özakıncı, 2009

_____

İlgili

Casus Arkeologlar 9