Translate

28 Eylül 2024 Cumartesi

Sığınma mı, Demografik bozulma mı?

 



Körfez Savaşı; "450BİN Türkiye'ye sığındı..Daha önce de...binlerce Iraklı Türkiye'ye sığınmıştı...çoğunluğu Kürt asıllıydı." 

Sonra "vatandaşlık verildi".

Onur Öymen



33 yıl sonra "sığınıp vatandaşlık alan Iraklılar" ne yapıyor, ne söylüyor, ne istiyor??? Türk kültür ve geleneğine, Türkçeye uyum sağladılar mı, yoksa başka planları mı var?


Peki ya diğerleri, 2011 sonrası "gelenler", 22 yıl sonra nerede olacaklar ??? !.. 




!!!


Haçlılar ve Yamyamlık, Maara

 


MAARA YAMYAMLARI


“Burası vahşi hayvanların otlağı mıdır, yoksa evim midir, doğduğum yer midir, bilmiyorum!”

Maaralı (Maaratünnuman) adlı bilinmeyen bir şairin bu acı dolu çığlığı yalnızca bir üslup unsuru değildir. Ne yazık ki bu sözleri üzerindeki anlamıyla almak ve onunla beraber “bu 1098 yılının sonunda Suriye’nin bu Maara (Maaratünnuman) kentinde böylesine canavarca neler oldu?” diye sormak zorundayız.

Frenkler gelene kadar, kent halkı sur çemberinin gerisinde güvenlik içinde yaşıyordu. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazi bir refah sağlıyordu. Kentin işleri, Halep’teki Rıdvan’a itibari bir şekilde bağlı olan, babacan ve hırsı olmayan yerel eşraf tarafından yürütülmekteydi. Maara’nın iftihar ettiği şey, Arap edebiyatının en büyüklerinden biri olan, 1057’de ölmüş bulunan Ebuulâ el-Maari’nin doğduğu yer olmaktı. Özgür düşünceli biri olan bu kör şair, yasaklara aldırmadan döneminin adetlerine saldırmaya cüret etmişti. Şunu yazmak için cesaret gerekirdi:


Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.


Ölümünden kırk yıl sonra, uzaklardan gelen bir fanatizm, görünüşe göre Maaralı şaire hem dinsizliği, hem de efsanevi kötümserliği konusunda hak verdirtecektir:


Kader bizi cammışız gibi kırıyor,

Ve parçalarımız bir daha hiç birleşmiyor.


Nitekim, kenti bir harabe yığınına çevirecek ve şairin hemcinslerine ilişkin olarak çok sık dile getirdiği küçümseme, burada en gaddar şekilde resmedilmiş olacaktır.

Maara sakinleri, 1098’in ilk ayları süresince, kapılarından üç günlük yürüyüş mesafesinde cereyan eden Antakya çarpışmasını kaygıyla izlemişlerdir. Sonra, Frenkler zafer kazanmalarının ardından birkaç komşu köyü yağmalamaya gelmişler ve Maara bu saldırıların dışında kalmıştır, fakat bazı aileler, Halep, Hıms veya Hama gibi daha güvenli yerlere gitmek üzere kenti terketmeyi tercih etmişlerdir. Kasım sonlarına doğru binlerce Frenk kentin etrafını çevirince, bunların kaygıları haklı çıkmıştır. Kent halkından birkaçı kaçmayı başarmışsa da, çoğu tuzağa yakalanmıştır. Maara’nın bir ordusu yoktur, küçük bir kent milis gücü vardır. Bunlara, askeri deneyimi olmayan birkaç yüz genç insan çabucak katılmıştır. İki hafta süresince korkunç şövalyelere cesaretle direnmişler, hatta kuşatıcıların üzerine surların tepesinden arı dolu kovanlar bile atmışlardır.

İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Onların bu inadını gören Frenkler, surlarla aynı yükseklikte ahşap bir kule yaptılar. Dehşete kapılan ve morali bozulan bazı Müslümanlar, kentin en yüksek binalarını tahkim ederek kendilerini daha iyi savunacaklarını düşündüler. Böylece surları bıraktılar, ama tuttukları yerleri de adamsız bırakmış oldular. Onları başkaları izledi ve surların bir bölümü daha terkedildi. Kısa bir süre sonra surların tamamı savunacak adamdan yoksun kaldı. Frenkler merdivenlerden tırmandılar ve Müslümanlar onları burçların tepesinde gördüklerinde cesaretlerini kaybettiler”.

11 Aralık akşamı olmuştur. Ortalık çok karanlıktır ve Frenkler şehre girmeye cesaret edememektedirler. Maara’nın önde gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya’nın yeni efendisi Bohémond’la temasa geçerler. Frenklerin önderi, eğer çarpışmayı keser ve bazı binalardan çekilirlerse, halkın hayatına dokunmayacağına söz verir. Onun sözüne umutsuzca güvenen aileler, kentin ev ve mahzenlerinde toplanır ve bütün gece titreyerek beklerler.

Frenkler şafakla gelirler, tam bir kıyım olur. "Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler, yüz binden fazla kişi öldürdüler ve çok esir aldılar." İbn el-Esir’in verdiği rakamlar elbette abartılıdır, çünkü kentin düşmeden önceki nüfusu muhtemelen on binin altındaydı. Fakat dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır.


"Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı."


Frenk kronikçi Raoul de Caen’ın bu itirafını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama gördüklerini ve duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Çünkü yerel şairler tarafından ve sözel gelenek ile yayılan bu gaddarlıkların anısı, zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Bu olaylardan üç yıl önce komşu Şeyzer kentinde doğan yakanüvis Usama İbn Munkid, bu günü şöyle yazacaktır:

"Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında bir şeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir."

Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşılabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir.

Bu Frenk imgesi haksız mıdır? Batılı istilacılar, kurbanları olan kentin halkını yalnızca hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir? Önderleri, ertesi yıl papaya gönderdiği resmi bir mektupta bunu iddia edecektir: "Maara’da orduya korkunç bir kıtlık saldırdı ve onu Müslümanların cesetleriyle beslenme zorunluğuyla karşı karşıya bıraktı."

Fakat bu çabucak söylenmiş bir söze benzemektedir. Çünkü Maara bölgesi halkı, bu uğursuz kış boyunca, açlığın açıklamaya yetmediği davranışlara tanık olmuştur. Nitekim bu insanlar, Tafurlar denilen fanatikleşmiş Frenk çetelerinin kırsal alana yayılarak, Müslüman eti çiğnemek istediklerini bağırarak söylediklerini ve akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere toplandıklarını görmüşlerdir. Zorunluluğun doğurduğu bir yamyamlık mı? Fanatizmden gelen bir yamyamlık mı? Bütün bunlar gerçekdışı şeylere benzemektedir, ama tanıklıklar, hem tasvir ettikleri olaylar, hem de bu anlatıların üzerine çöken sapık havadan ötürü bunaltıcıdırlar. Maara çarpışmasına bizzat katılmış olan Frenk kronikçisi Albert d’Aix’in bir cümlesi, bu konudaki dehşeti emsalsiz bir şekilde göstermektedir:


"Bizimkiler yalnızca öldürülmüş Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!"


Amin Maalouf

Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri




Maalouf'tan ek:

Frenk ordularının 1098'de Maara'da giriştikleri yamyamlık hareketine ilişkin anlatılar, o döneme ait Frenk kroniklerinde çok sayıda ve birbirleriyle uyumlu bir şekilde yer almaktadır. Bu olaya, Avrupalı tarihçilerin eserlerinde 19.yüzyıla kadar ayrıntılı bir şekilde rastlanmaktadır. Buna karşılık bu anlatılar 20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- genelde es geçilmektedir. Grousset, Histoire'nin üç cildinde de bundan söz etmemekte; Runciman ima etmekte yetinmektedir: "açlık kol geziyordu - yamyamlık tek çözüme benziyordu".

Haçlılar ve Yamyamlık

 


HAÇLILARIN MÜSLÜMANLARLA KARŞILAŞMASI

Avrupalılar Kıta Hıristiyanlığının doğusundan İslamiyet'le ilk kez Haçlı Seferleri sırasında 1096 yılından başlayarak karşılaştılar. Aslında Latinler (İspanya ve İtalya'dakiler) dışında- Avrupalılar, doğudaki Hıristiyanlığı ve Doğu Roma Imparatorluğu'nu da pek bilmezlerdi. Bu sayede "Hıristiyan Doğu "yu da görecek ve öğreneceklerdi.

Avrupa Hıristiyanlığının merkezi, antolajik ( varlıkbilimsel) olarak, varlığını algılayış şekliyle kendini dünyanın ve evrenin merkezinde görüyordu. Nedeni, her şeyin ve her yerin merkezi olmak istemesindendi. Aynı zamanda bilimsel yetersizlik ile kendi dışındaki dünya ve toplumlar konusunda bilgisizlikten beslenen böyle bir benci görüş doğaldır ki Avrupalıların kendileri dışındaki insanların kendileri gibi olmadıklarını, kendilerinden çok aşağılarda olduklarını sanmalarına yol açmaktaydı.

İşgal ve saldırı orduları, savaşa, işgal edecekleri toprakların halkına düşmanlık duygularıyla gönderilir. Başarının şartı olarak düşünülen bu uygulama Haçlı Seferlerinde en yüksek düzeyde görülmektedir. Bu yüzden Haçlılar olabilecek en olumsuz duygularla yüklenmiş durumdaydılar. Kendilerini üstün, karşılarındakileri ise düşman biliyorlardı. Üstelik düşman, geri, ilkel, aşağılık, kötü, düzeysiz ve zavallıydı !

Avrupalılar Müslümanların varlığını ilk Endülüs'teki uygarlıkları dolayısıyla duymuşlardı. Ancak ters bir şekilde. Şöyle ki; Endülüs'ü görenler karşılaştıkları inanılmaz şeyler yüzünden İslam'a hayranlık duyuyorlardı, ama görmeyenler düşmanca propagandalardan başka bir yoldan bilgilenme olanağına sahip değildiler. Bunda en önemli rolü Kilise oynuyordu ama Frankların gezginci "trubadour"ları belki de daha etkiliydi. "Chanson de la Geste"lerin önemli bir kısmında Müslümanlar için olmadık olumsuz sıfatlar kullanılıyor, kötülemek için ne gerekirse her şey yapılıyordu. İlk Haçlı Seferinin trubadourların harekât alanı içindeki kitlelerden oluştuğunu hatırlarsak bu Haçlıların Müslümanları nasıl tahayyül ettiklerini de tahmin edebiliriz.

Bu önyargılarla yola çıkan Avrupalılar, Selçukluların Malazgirt zaferinden sonra "Türklerin hakimiyetini ve ilerlemesini önlemek" için geldikleri Anadolu'da ve Suriye'de karşılaştıkları ve ilk kez savaşlarda tanıdıkları Türkler, Müslümanlar ve her türden "Doğulular" karşısında sarsıldılar, şaşırdılar ve kendilerini ezik hissettiler. Doğulular, Hıristiyan veya değil ama hepsi, gelişmiş ve ileriydi, Avrupalılar ise birçok bakımdan hem zavallı, hem de gülünçtü, geri ve kötü olduğu sanılan ve varsayılan "Morgenland"ın (güneş o taraftan doğduğu için Almanların "sabah ülkesi" dedikleri Doğu'nun) üstünlüğü çok açıktı. Avrupalıların geriliği ve ilkelliği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bu yüzden hayranlık ve nefret iç içe yaşandı, Avrupalılar kendilerini kaybettiler.

Daha 1 . Haçlı Seferinde Suriye'deki Maara (Maarretü'l Numan) kentinde 1098'de yüz binlerce kişilik güçlerce kuşatılan savunmasız bu büyük kenti kimseye zarar vermeyecekleri sözüyle teslim aldıklarında, üç gün boyunca yüz binden fazla insanı katlettiler, çok az sayıda esir aldıklarının dışında tek kişiyi sağ bırakmadılar. Ama bunlarla yetinmediler, seferde bulunan kendi tarihçileri, Avrupalıların, Türk ve Müslümanları yediklerini, çocukları şişe geçirip kızartarak, yetişkin büyükleri kazanlarda kaynatıp pişirerek karınlarını doyurduklarını yazdı (Frank kronikçiler Raoul de Caen ve Albert d'Aix) (1);


Türkler yüzüldü, barsakları çıkarıldı,

etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.

Doyasıya yediler, amma ekmeksiz olarak.


Bu dizeler, 1.Haçlı Seferine katılan bir şairin elinden çıkmadır.


"Tafurlar" denilen fanatikleşmiş Frank çeteleri "Müslüman eti çiğnemek istediklerini" bağırırlar, "akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere" toplanırlardı.

"Bohemond birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen öldürttü. Büyük bir ateş yaktırıp ve cesetleri şişlere geçirtip pişirttikten sonra . . . kurulacak sofralara getirilmelerini emretti. Bunun ne demek olduğu kendisine sorulunca; 'bugün toplanan mecliste kumandanların aldığı bir karara göre . . . bulunacak bütün Türklerin . . . böylece pişirilip prenslere ve orduya ikram edileceklerinin herkesce bilinmesi içindir' yanıtını verdi."

Bu tanıklık, Suriye'deki Sur kentinin Katolik metropoliti Guillaume tarafından yapılmıştı.(2)


Alp Hamuroğlu

Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa. Doğu'dan Batı'ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri)

(1) Richard le Pelerin, Chanson d'Antioche, 5.58; akt. Erer, 5.49.

(2) Raşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri.

* Maalouf, yamyamlıkla ilgili anlatıların "20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- es geçildiğini" belirtmekte... Anlaşılan "yamyamlık", uygar Batı'ya ve "uygar Batı'nın tarihi"ne hiç uygun düşmemekte, yakışmamakta, daha doğrusu bundan utanılmakta, bu yüzden de bunun sözü edilmemeye çalışılmaktadır.


22 Ağustos 2024 Perşembe

Sakarya

 

Düşman Yunan, Sakarya'da ayağında çarığı bile olmayan Mehmetçiklerimiz tarafından 22 gün 22 gecede durduruldu..

Sakarya "Subay" Savaşı... 22 Ağustos - 13 Eylül 1921

Erlerin  %35-40'ı, Subayların  %70-80'i şehit olmuştu,

Halk varını yoğunu ortaya koydu...

Bir sonraki hedef "Akdeniz, İleri"ydi... 26 Ağustos 1922

560 km'yi 15 günde koşup-savaşarak 9 Eylül'de İzmir'e giren Mehmetçikler....



Bize hakkınızı helâl ediyor musunuz?...



Savaş Esiri Türkler ve Şehitlikler

Anadolu'da Yunan Zulmü


Greek atrocities in the vilayet of İzmir (Smyrna)
from May to July 1919
documents and evidence of English and French officers


Kuşadası Kalesi Türk'tür

 

Kuşadası Kalesi Türk'tür.



İddia konusu Scalanova Ceneviz kolonisi, esasen hiçbir birincil kaynak veya Ceneviz arşiv belgesinde de mevcut değildir. En başta Balard (1978), Belgrano (1877) ve Bertolotto & Sanguineti (1896) tarafından etraflıca derlenmiş söz konusu tüm kaynaklarda, bu isimde bir ticari koloniye rastlanmaz. Carr (2015), Fleet (1999) ve Turan (2000) gibi araştırmacıların özellikle de Ege kıyılarını 13-15. yüzyıllar itibariyle ticaret, savaşlar ve siyasi ilişkiler gibi farklı yönleriyle ele alan kapsamlı çalışmalarında da Scalanova hakkında hiçbir bilgi mevcut değildir. Anconalı Ciriaco de' Pizzicolli'nin 

Akdeniz'den Karadeniz'e tüm Ceneviz kolonilerini tek tek sıraladığı Ağustos 1446 tarihli mektubunda da böyle bir yer yoktur (Pizzicolli, 2003: 265-266). Cenevizlilerin 13. yüzyılın sonlarından başlamak üzere yakın bölgede ticari amaçla bulundukları yerler ise Altoluogo (Ayasuluk), Anaia (Kadıkalesi) ve Palatia (Balat, Milet) şeklindedir (Fleet, 1993: 131-136; Kahyaoğlu, 2016: 274-276) (Örneğin Anaia ilgisindeki 13. yüzyıl sonu Ceneviz ticari kayıtları için bkz. Bertolotto & Sanguineti, 1896: 514, 520, 527-530, 541).

Kuşadası, Vincent de Stochove tarafından 1631'de "eschelle Neufue" (= Yeni İskele) olarak tabir edilse de (Stochove, 1643: 229), yine Kuşadası'na yönelik "Scalanova" yer isminin tam olarak bu haliyle ilk defa ortaya çıktığı kaynak, 1631 tarihli Placidus Caloiro et Oliva portolanıdır (BnF, CPL GE C-5098 RES). Aynı kaynak tarafından hazırlanmış 1639, 1640 ve 1657 tarihli portolanlarda da günümüz Kuşadası'nın Scalanova ismiyle gösterimine devam edilmiştir (Conti, 1978: 33; Princeton, MS. 254)

Dolayısıyla ilk ve en kapsamlı haliyle Müller-Wiener (1961; 1975) tarafından öne sürülerek bugüne değin kısmen kabul görmüş, Yılancı Burnu'nda Phygela ile günümüz Kuşadası'nda iddia konusu Scalanova Ceneviz kolonisinin 13-14. yüzyıllarda bir müddet yan yana var olduğu ve bu ikilinin portolanlarda "Figella" vb. şeklinde gösterildiği Ludolf von Sudheim dayanaklı argümanın geçerliliğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir; çünkü birincil kaynaklara göre ne bölgenin ana yerleşimi Phygela Yılancı Burnu'ndadır ne de Scalanova Ceneviz kolonisi tarihte var olmuştur. 

Kiel (2004) tarafından Sığla Sancağı'na dair 1545 ve 1575 tarihli Osmanlı arşiv belgeleri yoluyla ortaya konduğu üzere Kuşadası 16. yüzyılda meskun değildir ve ancak 17. yüzyılın başlarında kurulmuş yeni bir yerleşimdir. Bu dönemde gerileyip metruklaşan ve deniz ticaretinden kopan Ayasuluk'a karşılık ortaya çıkmış "Yeni İskele" olup Türk kaynaklarında "Kuşadası", Batı kaynaklarında ise "Scalanova" ismine sahiptir ki 18-19. yüzyıl gezginlerinin ifadeleri de teyit etmektedir. 

Evliya Çelebi'nin 1671 tarihli aktarımı ve yine Kiel (2004) tarafından çalışılmış 1619-1622 tarihli belgelere göre, Öküz Mehmed Paşa'nın baştan aşağı imar ettirdiği Kuşadası'nda, tahkimli bir kervansaray beraberinde limanın güvenliği için inşa ettirdiği kale, Güvercinada Kalesi olmalıdır. Topçu kalesi olarak mimarlık tarihi akademik yazınına göre 15. yüzyılın sonlarından daha erkene tarihlenmesi zaten mümkün gözükmeyen bu tahkimat, Evliya Çelebi'nin 1671'deki tanıklığında da açıkça bir top tabyası fonksiyonuna sahiptir. 

1614-1616 tarihli Öküz Mehmed Paşa imarından bir müddet sonra, kendisinin yaptırdığı kervansaraya bitişecek şekilde kent surları inşa edilmiştir ki IV. Murad'ın emriyle Topal Recep Paşa tarafından, olasılıkla 1620'lerde gerçekleştirilmiştir. Güvercinada Kalesi dış surlarının 18. yüzyıl gravürlerinde bile olmaması dikkat çekicidir ve Öküz Mehmed Paşa'nın limanın güvenliği için yaptırdığı tahkimatın, adadaki top mazgallı dörtgen kule olduğunu işaret etmektedir (Şekil 26-27) [linke bknz.-SB].

Mevcut tüm mimari ve tarihi bulgular doğrultusunda tamamen bir Osmanlı Dönemi topçu kalesi görünümündeki Güvercinada Kalesi ve 17. yüzyıldan daha erkene tarihlenmesi olası gözükmeyen Kuşadası yerleşiminin kent surlarına dair, 19. yüzyıl dolaylarında başlamış ve esasen bilimsel altyapısı olmayan, dayanaksız bir "Ceneviz kalesi" yorumu söz konusudur. Dahası, Ayasuluk'un kalıntıları hala mevcut Geç Orta Çağ limanıyla ilgili bazı aktarımlar hatalı şekilde Kuşadası'na atfedilip birtakım yüzeysel hipotezle de harmanlanarak meçhul bir "Scalanova" Ceneviz kolonisi buraya yakıştırılmıştır. 

Oysa ki Avrupalıların 17. yüzyılın ortalarından itibaren, mevcut Kuşadası yerleşimi için fakat "Kuşadası" ismine karşılık kullandığı çağdaş "Scalanova" ifadesi, hiçbir Geç Orta Çağ birincil kaynağında yoktur. Cenevizlilerin Batı Anadolu'da faaliyet gösterdikleri Geç Orta Çağ dönemine tarihlenen tüm portolanlar, günümüz Kuşadası yöresinin "Chipo" adında, liman özelliği taşımayan gayrimeskun bir sahil yeri olduğunu ortaya koymaktadır. Bölgenin ana yerleşimi Phygela ise buranın kuzeydoğusunda, günümüz Eski İçmeler (Kuştur) Mevkii tarafındadır. 16. yüzyıl itibariyle Türklerin "Kuş Adası" olarak adlandırdığı ve o tarihlerde gayrimeskun Güvercinada, Ayasuluk'un gerilemesini takiben bir yüzyıl kadar sonra sahilde kurulacak ve Avrupalıların "Scalanova" (= Yeni İskele) diyecekleri Türk liman kentine ismini vermiştir. 

Kuşadası'na ve tahkimatlarına dair disiplinler arası çerçevede titiz bir araştırma yapılmaksızın, hatta aksi yöndeki sınırlı bilimsel yayınlar dahi dikkate alınmadan, yalnızca Özyiğit'in (2017) birincil kaynak ve mimarlık tarihi akademik yazınından yoksun yorumlarını ve genelleyici izlenimlerini esas alan UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Kuşadası Güvercinada Kalesi ve kent surlarını UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ne Ceneviz ilgisinde aday göstermiştir ve UNESCO da bu başvuruyu kabul etmiştir (UNESCO, 2020, 14 Nisan). Hiyerarşik bir süreç neticesinde ortaya çıkmış bu durum hem akademik hem de kültürel miras marka değeri bağlamında tutarsız bir sonuca neden olmuş, 16-17. yüzyıl bağlamında ortaya çıkmış bir Türk yerleşimi ve özgün tahkimatları, ciddi bir farkla 13-15. yüzyıl bağlamında Cenevizlilere yakıştırılmıştır. 

Günümüz Türkiye sınırları içerisinde kalan tüm Ceneviz kaleleri, en geç 15. yüzyılın ortalarında Osmanlılar tarafından fethedilmiştir. Tutarsız şekilde kimi zaman Cenevizlilere atfedilen topçu kalelerine özgü mimari detaylar ise tarihte ancak bu yüzyılın sonları itibariyle tanımlı bir bağlama oturmuştur. Dolayısıyla 14. yüzyılın başlarından 15. yüzyılın ortalarına kadarki Ceneviz tahkimatlarında, dönemsel koşullar gereğince yüksek perde duvarları ve kuleler, düz cepheler, tepe mazgalları ve yarık biçimli ok delikleri yaygın iken tabya formunda basık ve geniş atış platformları, eğimli cepheli ve çokgen planlı burçlar ile açılı top mazgallarına rastlamak mimarlık tarihi bakımından makul gözükmemektedir. Bu bağlamda Kuşadası ile neredeyse aynı düzeydeki bilimsel belirsizlikler ve yüzeysel "Ceneviz" yakıştırmaları, UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ndeki diğer tahkimatlardan Akçakoca Kalesi, Çandarlı Kalesi ve Çeşme Kalesi için de söz konusudur. Oysa söz konusu ilgide ele alınacak tüm savunma yapıları, metodolojik açıdan bu çalışmada ortaya konduğu üzere en başta birincil kaynaklar ve mimarlık tarihi ilgisindeki teknik araştırmalar dikkate alınarak irdelenmelidir. Bir şekilde geçmişten günümüze gelmiş farazi "Ceneviz" yakıştırmalarının etkisinde kalınmadan, temelde disiplinler arası çerçevedeki bilimsel araştırmalar yoluyla değerlendirilmelidir. Birtakım ön kabullere dayanan stilistik genellemeler ve yüzeysel kıyaslamalardan kaçınılarak her anıt tekil olarak incelenmeli; en başta da dönemsel koşullar göz önüne alınmalıdır. 

UNESCO Dünya Miras Listesi'ne kalıcı olarak girme yolunda, Kuşadası'na ve tahkimatlarına dair elzem düzeltmeler en kısa zamanda yapılmalı ve bu özgün anıtlar Osmanlı Dönemi ilgisinde değerlendirilmelidir. Öte yandan başvuru dosyasında hariç tutulmuş Enez Kalesi, Galata Surları ve Trabzon Güzelhisar gibi en başta birincil kaynaklar üzerinden tarihteki Ceneviz dönemleri açıkça ortaya konabilen savunma yapıları, söz konusu UNESCO sürecinde dikkate alınmalıdır ve ilgili başvuru dosyası da bu makalenin bulguları doğrultusunda mutlaka revize edilmelidir. Kuşadası İlçesi'ne yönelik güncel Ceneviz çalışmaları ise ticari sebeplerle burada bulundukları doğrudan Ceneviz arşiv belgeleriyle sabit olduğu üzere Anaia (Kadıkalesi) üzerine odaklanmalıdır. 


Doç.Dr. Hasan Sercan Sağlam, (Mimarlık)

UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi Bağlamında Kuşadası Eleştirisi ve Var Olmamış Bir Ceneviz Kolonisi: Scalanova [A Kuşadası Criticism in the UNESCO World Heritage Tentative List Context and a Non-existent Genoese Colony: Scalanova]. 2022, Kent Akademisi / Urban Academy 15(2), 2022 : p. 452-480. / link





The Early 17th Century Grid Plan of Kuşadası: An Unparalleled Example? 


Kuşadası, being a coastal town of Aydın Province in the west of Turkey, has a historical city center with a  striking grid urban layout. Joseph Pitton de Tournefort was the first researcher to compare the square-planned  urban morphology of Kuşadası with European cities, in fact with a purely impressionistic assessment  (Tournefort, 1718, p. 207). Then, Müller-Wiener (1961; 1975) argued that in the second half of the 13th  century, a Genoese colony called Scalanova was founded there, as the testimonies of Ludolf von Sudheim and  Francesco Balducci Pegolotti dated around 1340 were cited as evidence. Moreover, the grid planned urban  morphology of Kuşadası was interpreted as another indicator of its foundation as an Italian colony with a  “rational plan” that is uncommon for the Ottoman cities, which have rather irregular forms (Müller-Wiener, 1961, p. 77-79; 1975, p. 414-419). 

On the other hand, Kiel (2004) questioned that the grid layout of Kuşadası cannot be a sufficient indicator  alone for a Genoese colonial presence, as there are grid plans also in Navarino (Pylos) and Banja Luka, which  were founded by the Ottomans in the 16th century. In addition, there is absolutely no settlement named  Kuşadası in the cadastral registers dated 1545 and 1575 to which the Kuşadası region was subject. 

According  to two Ottoman archival documents from 1619 and 1622, Öküz Mehmed Pasha founded Kuşadası and built a castle, city walls, fundamental public buildings and commercial establishments between 1614-1616. Kuşadası became the new administrative center of the region and replaced Ayasuluk (Selçuk) in 1676, which declined and lost its commercial character. The Europeans called Kuşadası literally “New Pier” (Scala Nova) as it  became the new regional harbor. Thus, Kuşadası is an Ottoman settlement founded in the early 1600s, which Vincent de Stochove also confirms by 1631 (Kiel, 2004: 403-415)

In fact, testimonies about the Late Medieval Ayasuluk were erroneously attributed to Kuşadası and blended with some superficial urban hypotheses to attribute an obscure Genoese colony there. A settlement  called “Scalanova” is not found in Late Medieval written or cartographic primary sources. Moreover, all  portolans dating to the Late Middle Ages, when the Genoese were present in West Anatolia, reveal that the  locality of present Kuşadası was an uninhabited coastal region and was not a harbor for seafarers. Hence, the  grid urban layout of Kuşadası is an early 17th century Ottoman application, which is just another example like Ayvalık for the usage of grid plans in Ottoman territories, particularly in West Anatolia, even before modern  planning practices. 


Sercan Sağlam, 2022

(PhD, Associate Professor of Architecture)

"CHAPTER 9. The Grid that Remained: Redating the Coastal Urban 

Morphology of Ayvalık", by Hasan Sercan Sağlam. In "Heritage And The City : Values and Beyond, Edited by Husam R. Husain", p 125-138. (the 5th International Conference of Contemporary Affairs in Architecture and Urbanism ICCAUA2022, held online in Alanya Hamdullah Emin Pasa University in May 2022) / link




Genocide of Turkish Cypriots

 

"Genocide - the extermination of the Turks of Cyrpus - had begun. The civilezed world, as the Western nations call themselves, does not like that word genocide!.."

(At the Bosnian war author) Sebastian reported what a United States official told him: At all costs they (the Western nations) had to stay away from the word 'genocide' - the g-word. So they called it 'ethnic cleansing' instead. You couldn't say genocide because that would have required them to act under the UN charter. They would have had to do something to prevent it. Genocide was the whole reason the UN was set up in the first place."


... word of the shooting had spread, and gangs of Greek civilians apparently decided it was an official "open season" day for shooting Turks...."


H.S.Gibbons, The Genocide Files, 1997



"Genocide - the extermination of the Turks of Cyprus - had began."



"Genocide in Cyprus erupted in December, 1963, and I was there to see it. It continued until 1974 when, after a bestial feast of slaughter and rapine that shocked th world, the surviving victims gained their own safe haven.
And now the civilised world, in the form of that self-righteous triumvirate, the United Nations, the Europens Union and the United States, intends to breach that safe haven, where there has been peace for 23 years, and let the genocide recommence.
This is the story of the Cyprus genocide."


Harry Scott Gibbons is a journalist. He served in the Middle East, Cyprus, Turkey, Greece and the United States and is the author of the book "The Genocide Files", published by Charles Bravos, London, 1997.

*

"What became known as the Christmas War or, in the Turkish version, Bloody Christmas, was actually the Akritas Plan for genocide. There was bloody slaughter of the Turks and the Greeks also paid a terrible penalty in deaths and injuries when

the Turkish fighters hit back, but the Greeks’ aim, enosis, was not realised."... 

"the Akritas Plan for Genocide, was not known for years"...

"The Greeks of Cyprus had attempted genocide against their fellow citizens, the Turks, and had failed.

11 years later, they tried again."...

"The second genocide attempt, as it was later revealed, was due to begin some time after 10 July 1974, the actual date not specified. Athens was totally involved in this plan as documents captured later were to prove..."

"The bloodshed continued on the island for 11 years after that Christmas,

but the world had now lost interest.

Those 11 years were hell on earth for the Turkish Cypriots."


H.S.Gibbons, Genocide, 2001

Persections, Journal of Int.Affairs, V: VI/3 - link

Abstract

The Cyprus problem was solved in July 1974, when the Turkish Armed Forces intervened in the vicious civil war that followed a covert Greek invasion and an Athens inspired and led coup that deposed the president. This intervention - which was legal under the terms of the Treaty of Guarantee, which is firmly embedded in the Cyprus Constitution - brought the civil war to an end, overturned the coup and thus forestalled enosis union with Greece , which the coup leaders later said they intended to declare and which was another act specifically forbidden under the Constitution.


(...) "When Makarios, the spearhead of the terrorist organisation EOKA, which had for years murdered Britons, Turks and Greeks alike in its ambition to end Britain’s colonial occupation and unite the island with Greece, signed up to a constitution for the establishment of a new Cyprus republic, he agreed to give up for ever his single-minded quest for enosis." (...) - Gibbons


Turkish Cypriots massacred by the Greek Cypriots ! (video: Gelinciğin Gözyaşları, 2019)


**


Greek Terrorist EOKA' attacks on British citizens (1955/9),

besides Turkish Cypriots!


Harry Scott Gibbons: From "The Genocide Files"

... While Cyprus was ablaze, Britain had been quietly evacuating British civilians, tourists and residents, and any other tourists who wished to leave, from the 6-Mile-Beach on the east of Kyrenia, on the other side of the town from the Turkish landing force. The aircraft carrier Hermes and three other warships were running a shuttle launch and helicopter service between ships and shore while the fighting was going on a few miles away.

I imagine there was cooperation between Britain and Turkey to avoid the two sides getting tangled with each other. Especially when the helicopters moved west to Kyrenia to pick up 4.000 civilians stranded there.

The Paphos Turks had fought all night, but by Sunday morning they were surrounded. They surrendered and handed over their guns. The Greeks rounded up all the Turkish men, killing some of them in the process. The rest were taken to the soccer stadium, but after a few hours were released. They were rounded up again, herded to a square in the Turkish quarter and kept standing for hours. From them on, they were confined to the Turkish quarter and not allowed to leave, even to visit their wounded in the Greek hospital, without special permits issued by the Natioanl Guard. Heavily armed irregulars of EOKA-B patrolled the streets...  (...)

... On monday, July 22, mobs bombarded the British embassy in Athens, saying Britain was aiding Turkey on Cyprus. 100 Athens police stood by and made no attempt to intervene as mobs smashed windows and threw paint on the embassy walls. They painted slogans, one of them "Pigs sons". They smashed cars outside, including the new Rolls Royce of ambassador Sir Robin Hooper. a Leaglet was distributed - "Englismen, if the Hermes (the British aircraft carrier which had evacuated Britons from the island) does not leave, this will be your grave. Death to the English!" ...



Hermes Sabotage / link: 


"4 March 1956 - Hermes IV G-ALDW operated by Skyways Limited was destroyed on the ground by a time-bomb in the forward freight compartment. The aircraft was at Nicosia Airport, Cyprus when the explosion occurred 20 minutes before the aircraft was due to depart for the United Kingdom with 68 passengers. There were no fatalities." ("Civil Aviation: Hermes Sabotage". Flight. 16 March 1956, p.306. "ASN Aircraft accident Handley Page HP.81 Hermes IV G-ALDW Nicosia". Aviation Safety Network. 26 October 2014. Retrieved 26 October 2014)



Bloody History / link : BBC, 23 November 2009 by Chris Summers 


BBC is misleading the public by saying "a Greek nationalist group, Eoka-B" 
They were a terrorist group!
Don't be afraid to call them terrorists! Because that's what they are!
SB


***


- Supply from Greece to Terrorist EOKA,

- Grivas was a 'lunatic',

- Blonde Greek-Cypriots are a rare breed...

by Robert Holland

Britain and the Revolt in Cyprus 1954/59





20 July - 14 August 1974

It was Not an Invasion, it was a Rescue Mission, after the Civilian Massacres of Turkish Cypriots! (1963/64/67/74)

The Greek Cypriots claim that the Cyprus problem was caused by the landing of Turkish troops in 1974 and that if only they would withdraw the problem would be solved. This is a serious misconception, for modern Cyprus question began in 1960 and the landing of Turkish troops was the consequence, not the cause of the problem...


SB


Taşkent Katliamı

 


Taşkent Katliamı 14 Ağustos 1974
Sabahattin İsmail / KKTC
16 Ağustos 2021


Türk askerinin plan hedefi dışında olan Taşkent köyü Türk ve Rumların birlikte yaşadığı güneyde kalan karma nüfuslu bir köydü Etrafı Rum köyleri ile çevriliydi. Köydeki Mücahit sayısı ve silah cephane çok azdı. Takviye gelemezdi.

BM Barış Gücü köyün Türk bölgesine gelerek Rumların saldırı hazırlığı içinde olduğunu, silahları teslim ederlerse saldırmayacaklarını, Türk askerinin kendilerini kurtarmaya gelemeyeceğini, BM Barış Gücü'nün kendilerini koruyacaklarını belirttiler. Çaresizdiler, kabul ettiler.

Köydeki 15-20 Mücahit binlerce Rumun saldırısına direnemezdi.
Barış Harekatı'nın 2. Aşaması Kuzeyde başlayınca BM Barış Gücü köyü terk etti. Kuzeyde Türk askerine karşı direnemeyen Rum katiller köy Rumlarının öncülüğünde Türk evlerini gezerek Türk komşularını evlerinden topladılar.

15 yaşından 70 yaşına kadar 84 Türk erkeğini aldılar. Terazi köyünden de 7 Türkü aldılar. 91 Türkü Limasol esir kampına götürme yalanıyla otobüslere bindirdiler. Ancak dağlık bir alana saptılar. TÜRKLERİ indirdiler ve kurşuna dizdiler. Baba, oğul, kardeş, yeğen üst üste düştüler. Yaralıları tek tek vurdular.



4 kurşun yarası alan Suat Hüseyin bir akrabasının üzerine düşmesi sonucu fark edilmedi. Toplu mezarı açmak için dozer getirmeye gittiklerinde Suat Hüseyin yaralarına rağmen kalktı, oradan uzaklaştı.3 gün 3 gece dağlarda yürüyerek bir Türk köyüne ulaştı.



Gizlice İngiliz üs bölgesine götürüldü. Orada Limasol 'dan sığınan binlerce Türk vardı. TMT'ci doktor Ayten Berkalp da oradaydı.14 yaşındaki Suat Hüseyin'i tedavi etti. Katliamın tek tanığı olduğu için yaşatılmalıydı. Özel korumaya alındı. İngiliz helikopteri ile Lefkoşa'ya getirildi.



Katliamı anlattı. Dünya bu vahşeti ondan öğrendi. Bu arada köyde yalnız kalan kadınlarımız aşağılık tacizlere uğradılar, aşağılandılar. Durumlarını gizlice liderimiz Denktaş'a bildirdiler. Yoğun girişimler sonucu otobüslerle Lefkoşa'ya getirildiler, psikolojik tedavi gördüler.

Beşparmak Dağları'ndaki dev bayrağımızın altındaki eski bir Rum köyüne yerleştirildiler. Köye eski köylerinin ismi olan Taşkent adı verildi. Halk arasında "şehit eşleri köyü" diye de bilinir. İlk zamanlar köyde hiç erkek yoktu. Her evin salonunda 5-6 şehit fotoğrafı vardır.

Baba, eş, kardeşler, oğullar, yeğenler. Gözyaşlarını, acılarını içlerine gömdüler, hayata tutundular, evlenmediler katliamdan kurtardıkları küçük çocuklarını büyüttüler ,evlendirdiler. O kahraman analara selam olsun, şehitlerimizin ruhu şad olsun..

Dünya bu soykırıma gözlerini yumdu !

Türkiye ve KKTC de bu vahşeti yeterince anlatamadı.
Geçen yıl toplu mezar açıldı.40'dan fazla Türkün kalıntılarına ulaşıldı, DNA testiyle kimlikleri belirlendi köydeki şehitliğe defnedildiler.




Katiller biliniyor.
Yazık ki Savaş Suçları mahkemesinde Yargılanmalarını bile sağlayamadık.






EK:
"Savaş sonrası mağdurun saldırgana tazminat ödediği dünyadaki tek örnek KKTC’dir"
Sabahattin İsmail 27 Nisan 2024, VERYANSIN

!!!

17 Mart 2024 Pazar

Muavement

 


In 1915

Officers and enlisted men of the heroic Muavenet-i Milliye torpedo boat, which sank the British battleship H.M.S.Goliaht (13/05/1915) with a torpedo shot.


In 1992

TCG Muavement - 1992

Turkish warship shot down (1992) with 2 Seasparrow air defence missiles by American aircraft carrier Saratoga at Nato exercise "Display Determination-'92"

And not by accident ! Sea Sparrow missiles are semi-active guided missiles. In order to hit Muavenet, they must be aimed at the ship with the fire control radar. This feature of the system eliminates the possibility of the incident being accidental. It's obvious that there's a motive!

The ship commander, Chief of Naval Staff Lieutenant Colonel Kudret Güngör and 5 soldiers were martyred and 22 personnel were injured.


WE REMEMBER


Çanakkale

 

I.Dünya Savaşı'nda her yerde zehirli gazları ilk kez Almanların kullandığından bahsederler, ama Mustafa Kemal Atatürk dışında kimse İngilizlerin Çanakkale'de zehirli gaz kullandığından bahsetmez!...

Mustafa Kemal 8 Ağustos 1915'te Anafartalar Grubu Kumandanı oluyor. İşte bu savaşlar esnasında bir gün subaylar ve askerler arasında şu havadis yayılıyor: ''Düşmanlar zehirli gaz kullanacakmış.''

1. Cihan Savaşı'nda bu en korkunç maneviyat bozucu bir haber niteliğindedir.  Mustafa Kemal diyor ki:

''Ben düşündüm, buna karşı koyacak herhangi bir tedbire ve vasıtaya o zaman Türk ordusu malik değildi. Derhal şu fikri ileri sürdüm. Düşman zehirli gazı kullansa da bize tesir etmez, çünkü onlar deniz kenarındaki düzlük ovada, biz ise daha yükseklerdeyiz. Bu haber ordu birlikleri arasında yayıldı. Hakikaten düşman ufak bir deneme yaptı ise de, o sırada rüzgâr istikametinin değişmesi de bize yardım ederek, bu gaz belasından kurtulmuş olduk, böylece de erlerimizin maneviyatı, bize inançları kuvvetlendi.'' 


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN 

KARLSBAD ANILARINDAN...




* Winston Churchill'in notlarının yer aldığı Churchill Archives Centre'dan edinilen belgelere göre, dönemin savaş bakanı Churchill, Türkler'in 'insan değil, barbar olduklarını ve bu nedenle de üzerlerinde zehirli gaz kullanılabileceğini' savunmuştur.

Gazze'de bile zehirli gaz kullanılmıştı! 1917'de Gazze Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı! Churchill'in "düşman" dediği Türkler'di!

The Guardian Gazetesi:

İngilizler kimyasal silah kullanımına yabancı değildi. General Edmund Allenby, 1917'deki üçüncü Gazze savaşı sırasında düşman mevzilerine 10.000 kutu boğucu gaz atmış ve bunun etkisi sınırlı kalmıştı. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın son aylarında, Wiltshire'daki Porton'da bulunan hükümet laboratuarlarındaki bilim adamları çok daha yıkıcı bir silah geliştirdiler; çok gizli "M Cihazı", difenilaminekloroarsin adı verilen son derece zehirli bir gaz içeren patlayan bir mermi. Bu silahın geliştirilmesinden sorumlu olan Tümgeneral Charles Foulkes, bu silahı "şimdiye kadar tasarlanmış en etkili kimyasal silah" olarak nitelendirmiştir.

İlk iki harekatta İngilizler yenilmişti... Üçüncüsünde gaz kullanan İngilizler (General Edmund Allenby) Türkleri yendi!


HATIRLIYORUZ

ÇANAKKALE //


*


In World War I, everywhere they mention that the Germans were the first to use poisonous gases, but no one, except Mustafa Kemal Atatürk, mentions that the British used poisonous gases at Gallipoli!....

Mustafa Kemal became the Commander of Anafartalar Group on 8 August 1915. One day during these battles, the following rumour spread among the officers and soldiers: "The enemies will use poison gas."

In the 1st World War, this was the most terrible demoralising news.  Mustafa Kemal says:

"I thought, the Turkish army did not have any measures and means to counter this at that time. I immediately came up with the idea that even if the enemy used poison gas, it would have no effect on us, because they were on the flat plain by the sea and we were on higher ground. This news spread among the army units. Indeed, the enemy made a small test, but the change in the direction of the wind at that time also helped us to get rid of this gas scourge, and thus the morale of our soldiers and their belief in us strengthened."

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 

FROM KARLSBAD MEMORIES...


Even in Gaza! Which was against the Turkish army and not against the Araps! Because in 1917 Gaza was a part of the Ottoman Empire!

According to the documents obtained from the Churchill Archives Centre, which contains Winston Churchill's notes, Churchill, the war minister of the time, argued that the Turks were 'barbarians, not human beings, and therefore poison gas could be used on them'.

The Guardian:

The British were no strangers to the use of chemical weapons. During the third battle of Gaza in 1917, General Edmund Allenby had fired 10.000 cans of asphyxianting gas at enemy positions, to limited effect. But in the final months of the first world war, scientists at the governmental laboratories at Porton in Wiltshire developed a far more devastating weapon; the top secret "M Device", an exploding shell containing a highly toxic gas called diphenylaminechloroarsine. The man in charge of developing it, Major General Charles Foulkes, called it "the most effective chemical weapon ever devised."

In the first two operations the British were defeated... in the third, the British using gas (General Edmund Allenby), defeated the Turks!..


WE REMEMBER

ÇANAKKALE-TÜRKİYE //


7 Mart 2024 Perşembe

Otopsi - Prof. Dr. Arne Burkhardt

 "Otopsi sadece hastadan sorumlu olan doktorlar için yapılan bir hizmet değil,

aynı zamanda sağlık sistemimiz için bir kamu hizmetidir.”

Prof. Dr. Arne Burkhardt



“Bu mRNA aşısını öneren kimsenin şimdi nasıl huzur içinde uyuyabildiğini anlayamıyorum. Ben bunu yapamazdım.”

Enjekteden kısa bir süre sonra ölen hastaların otopsi materyallerini inceleyen Alman patolog, meslektaşlarına bir mesaj iletiyor:

"Her zaman 'sözde' uzmanların size ne dediğini sorgulayın ... en iyi bilim insanlarına ihtiyacınız yok, hastalarla deneyimi olan sağlam düşünen insanlara ihtiyacınız var.”

K19 gen bazlı aşıların kullanıma sunulmasından bu yana birçok ani ölüm ve ciddi hastalık vakası bildirilmektedir. Başlangıçta, birkaç doktor ve bilim adamı, bu "aşıların" otoimmün hastalık, kan pıhtıları, felç, miyokardit ve daha fazlası dahil olmak üzere çeşitli komplikasyonlara yol açacağı konusunda uyarmıştı. Ek olarak, Aşı Yan Etki Raporlama Sistemi verileri, "aşılar" ve yan etkiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir. Ancak bireysel bir vakada aşı ile yan etki ya da ölüm arasındaki ilişkiyi nasıl belirleriz? Tabi ki patoloji yoluyla.

Almanya'dan kıdemli ve oldukça başarılı bir patolog olan Prof. Arne Burkhardt aşı yan etkileriyle ilgili patolojik araştırmaların ilk öncülerinden biridir. Prof. Burkhardt, aşılanan hastaların otopsi ve biyopsi materyallerini incelemek için 2021'de emekli oldu. Prof. Burkhardt'ın çalışmaları sadece aşı nedenselliğine dair güçlü kanıtlar sağlamakla kalmadı, aynı zamanda bu "aşı" dedikleri biyolojik silaha karşı çıkan diğer doktorların ve bilim adamlarının profesyonel tıbbi hipotezlerini de doğrulamış oldu.

Gazeteci Taylor Hudak, Mayıs 2023'teki ölümünden kısa bir süre önce Almanya'nın Reutlingen kentindeki laboratuvarında Prof. Burkhardt ile röportaj yapmıştı. Prof. Burkhardt, bulgularının birçoğunu ve hangi test mekanizmalarını kullandığını ayrıntılı olarak açıklıyor. Ek olarak, halk sağlığı endüstrisi, akademik ve tıp bilimi hakkındaki bakış açılarını ve onu bu işi yapmaya neyin motive ettiğini de paylaşıyor.


video İngilizce

Patolog Arne Burkhardt'ın Son Röportajı - mRNA Ağularının Ciddi Tehlikelerini Ortaya Çıkarmak:



NOT: Bu biyolojik silahı tavsiye edenler, hatta olmak istemeyenlere de hakaretler yağdırıp, tehdit edenler birer katildir! Bu dünyanın görüp görebileceği en büyük soykırımdır! Hem de DSÖ ve hükümetler eliyle! Ayrıca başka bir olay da; "olmamış" olanlar olmamış olmakla da korunamamakta ! Çünkü bu "enjekteler" hem döküyor, yani özellikle ilk zamanlarda ten temasıyla diğerlerine bulaşıyor, hem de kan bağışıyla "olmamış" olan kişiye geçebiliyor (ki örneği var (link); ABD'de ağuyu olmuş kişinin kan bağışı, ağuyu olmamış olan kişiye verildiğinde neredeyse ölümle sonuçlanacaktı!)....


Resmen bir Rus Ruleti !!!