Translate

28 Eylül 2024 Cumartesi

Sığınma mı, Demografik bozulma mı?

 



Körfez Savaşı; "450BİN Türkiye'ye sığındı..Daha önce de...binlerce Iraklı Türkiye'ye sığınmıştı...çoğunluğu Kürt asıllıydı." 

Sonra "vatandaşlık verildi".

Onur Öymen



33 yıl sonra "sığınıp vatandaşlık alan Iraklılar" ne yapıyor, ne söylüyor, ne istiyor??? Türk kültür ve geleneğine, Türkçeye uyum sağladılar mı, yoksa başka planları mı var?


Peki ya diğerleri, 2011 sonrası "gelenler", 22 yıl sonra nerede olacaklar ??? !.. 




!!!


Haçlılar ve Yamyamlık, Maara

 


MAARA YAMYAMLARI


“Burası vahşi hayvanların otlağı mıdır, yoksa evim midir, doğduğum yer midir, bilmiyorum!”

Maaralı (Maaratünnuman) adlı bilinmeyen bir şairin bu acı dolu çığlığı yalnızca bir üslup unsuru değildir. Ne yazık ki bu sözleri üzerindeki anlamıyla almak ve onunla beraber “bu 1098 yılının sonunda Suriye’nin bu Maara (Maaratünnuman) kentinde böylesine canavarca neler oldu?” diye sormak zorundayız.

Frenkler gelene kadar, kent halkı sur çemberinin gerisinde güvenlik içinde yaşıyordu. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazi bir refah sağlıyordu. Kentin işleri, Halep’teki Rıdvan’a itibari bir şekilde bağlı olan, babacan ve hırsı olmayan yerel eşraf tarafından yürütülmekteydi. Maara’nın iftihar ettiği şey, Arap edebiyatının en büyüklerinden biri olan, 1057’de ölmüş bulunan Ebuulâ el-Maari’nin doğduğu yer olmaktı. Özgür düşünceli biri olan bu kör şair, yasaklara aldırmadan döneminin adetlerine saldırmaya cüret etmişti. Şunu yazmak için cesaret gerekirdi:


Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,

Beyni olup dini olmayanlar,

Ve dini olup beyni olmayanlar.


Ölümünden kırk yıl sonra, uzaklardan gelen bir fanatizm, görünüşe göre Maaralı şaire hem dinsizliği, hem de efsanevi kötümserliği konusunda hak verdirtecektir:


Kader bizi cammışız gibi kırıyor,

Ve parçalarımız bir daha hiç birleşmiyor.


Nitekim, kenti bir harabe yığınına çevirecek ve şairin hemcinslerine ilişkin olarak çok sık dile getirdiği küçümseme, burada en gaddar şekilde resmedilmiş olacaktır.

Maara sakinleri, 1098’in ilk ayları süresince, kapılarından üç günlük yürüyüş mesafesinde cereyan eden Antakya çarpışmasını kaygıyla izlemişlerdir. Sonra, Frenkler zafer kazanmalarının ardından birkaç komşu köyü yağmalamaya gelmişler ve Maara bu saldırıların dışında kalmıştır, fakat bazı aileler, Halep, Hıms veya Hama gibi daha güvenli yerlere gitmek üzere kenti terketmeyi tercih etmişlerdir. Kasım sonlarına doğru binlerce Frenk kentin etrafını çevirince, bunların kaygıları haklı çıkmıştır. Kent halkından birkaçı kaçmayı başarmışsa da, çoğu tuzağa yakalanmıştır. Maara’nın bir ordusu yoktur, küçük bir kent milis gücü vardır. Bunlara, askeri deneyimi olmayan birkaç yüz genç insan çabucak katılmıştır. İki hafta süresince korkunç şövalyelere cesaretle direnmişler, hatta kuşatıcıların üzerine surların tepesinden arı dolu kovanlar bile atmışlardır.

İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Onların bu inadını gören Frenkler, surlarla aynı yükseklikte ahşap bir kule yaptılar. Dehşete kapılan ve morali bozulan bazı Müslümanlar, kentin en yüksek binalarını tahkim ederek kendilerini daha iyi savunacaklarını düşündüler. Böylece surları bıraktılar, ama tuttukları yerleri de adamsız bırakmış oldular. Onları başkaları izledi ve surların bir bölümü daha terkedildi. Kısa bir süre sonra surların tamamı savunacak adamdan yoksun kaldı. Frenkler merdivenlerden tırmandılar ve Müslümanlar onları burçların tepesinde gördüklerinde cesaretlerini kaybettiler”.

11 Aralık akşamı olmuştur. Ortalık çok karanlıktır ve Frenkler şehre girmeye cesaret edememektedirler. Maara’nın önde gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya’nın yeni efendisi Bohémond’la temasa geçerler. Frenklerin önderi, eğer çarpışmayı keser ve bazı binalardan çekilirlerse, halkın hayatına dokunmayacağına söz verir. Onun sözüne umutsuzca güvenen aileler, kentin ev ve mahzenlerinde toplanır ve bütün gece titreyerek beklerler.

Frenkler şafakla gelirler, tam bir kıyım olur. "Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler, yüz binden fazla kişi öldürdüler ve çok esir aldılar." İbn el-Esir’in verdiği rakamlar elbette abartılıdır, çünkü kentin düşmeden önceki nüfusu muhtemelen on binin altındaydı. Fakat dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır.


"Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı."


Frenk kronikçi Raoul de Caen’ın bu itirafını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama gördüklerini ve duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Çünkü yerel şairler tarafından ve sözel gelenek ile yayılan bu gaddarlıkların anısı, zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Bu olaylardan üç yıl önce komşu Şeyzer kentinde doğan yakanüvis Usama İbn Munkid, bu günü şöyle yazacaktır:

"Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında bir şeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir."

Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşılabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir.

Bu Frenk imgesi haksız mıdır? Batılı istilacılar, kurbanları olan kentin halkını yalnızca hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir? Önderleri, ertesi yıl papaya gönderdiği resmi bir mektupta bunu iddia edecektir: "Maara’da orduya korkunç bir kıtlık saldırdı ve onu Müslümanların cesetleriyle beslenme zorunluğuyla karşı karşıya bıraktı."

Fakat bu çabucak söylenmiş bir söze benzemektedir. Çünkü Maara bölgesi halkı, bu uğursuz kış boyunca, açlığın açıklamaya yetmediği davranışlara tanık olmuştur. Nitekim bu insanlar, Tafurlar denilen fanatikleşmiş Frenk çetelerinin kırsal alana yayılarak, Müslüman eti çiğnemek istediklerini bağırarak söylediklerini ve akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere toplandıklarını görmüşlerdir. Zorunluluğun doğurduğu bir yamyamlık mı? Fanatizmden gelen bir yamyamlık mı? Bütün bunlar gerçekdışı şeylere benzemektedir, ama tanıklıklar, hem tasvir ettikleri olaylar, hem de bu anlatıların üzerine çöken sapık havadan ötürü bunaltıcıdırlar. Maara çarpışmasına bizzat katılmış olan Frenk kronikçisi Albert d’Aix’in bir cümlesi, bu konudaki dehşeti emsalsiz bir şekilde göstermektedir:


"Bizimkiler yalnızca öldürülmüş Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!"


Amin Maalouf

Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri




Maalouf'tan ek:

Frenk ordularının 1098'de Maara'da giriştikleri yamyamlık hareketine ilişkin anlatılar, o döneme ait Frenk kroniklerinde çok sayıda ve birbirleriyle uyumlu bir şekilde yer almaktadır. Bu olaya, Avrupalı tarihçilerin eserlerinde 19.yüzyıla kadar ayrıntılı bir şekilde rastlanmaktadır. Buna karşılık bu anlatılar 20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- genelde es geçilmektedir. Grousset, Histoire'nin üç cildinde de bundan söz etmemekte; Runciman ima etmekte yetinmektedir: "açlık kol geziyordu - yamyamlık tek çözüme benziyordu".

Haçlılar ve Yamyamlık

 


HAÇLILARIN MÜSLÜMANLARLA KARŞILAŞMASI

Avrupalılar Kıta Hıristiyanlığının doğusundan İslamiyet'le ilk kez Haçlı Seferleri sırasında 1096 yılından başlayarak karşılaştılar. Aslında Latinler (İspanya ve İtalya'dakiler) dışında- Avrupalılar, doğudaki Hıristiyanlığı ve Doğu Roma Imparatorluğu'nu da pek bilmezlerdi. Bu sayede "Hıristiyan Doğu "yu da görecek ve öğreneceklerdi.

Avrupa Hıristiyanlığının merkezi, antolajik ( varlıkbilimsel) olarak, varlığını algılayış şekliyle kendini dünyanın ve evrenin merkezinde görüyordu. Nedeni, her şeyin ve her yerin merkezi olmak istemesindendi. Aynı zamanda bilimsel yetersizlik ile kendi dışındaki dünya ve toplumlar konusunda bilgisizlikten beslenen böyle bir benci görüş doğaldır ki Avrupalıların kendileri dışındaki insanların kendileri gibi olmadıklarını, kendilerinden çok aşağılarda olduklarını sanmalarına yol açmaktaydı.

İşgal ve saldırı orduları, savaşa, işgal edecekleri toprakların halkına düşmanlık duygularıyla gönderilir. Başarının şartı olarak düşünülen bu uygulama Haçlı Seferlerinde en yüksek düzeyde görülmektedir. Bu yüzden Haçlılar olabilecek en olumsuz duygularla yüklenmiş durumdaydılar. Kendilerini üstün, karşılarındakileri ise düşman biliyorlardı. Üstelik düşman, geri, ilkel, aşağılık, kötü, düzeysiz ve zavallıydı !

Avrupalılar Müslümanların varlığını ilk Endülüs'teki uygarlıkları dolayısıyla duymuşlardı. Ancak ters bir şekilde. Şöyle ki; Endülüs'ü görenler karşılaştıkları inanılmaz şeyler yüzünden İslam'a hayranlık duyuyorlardı, ama görmeyenler düşmanca propagandalardan başka bir yoldan bilgilenme olanağına sahip değildiler. Bunda en önemli rolü Kilise oynuyordu ama Frankların gezginci "trubadour"ları belki de daha etkiliydi. "Chanson de la Geste"lerin önemli bir kısmında Müslümanlar için olmadık olumsuz sıfatlar kullanılıyor, kötülemek için ne gerekirse her şey yapılıyordu. İlk Haçlı Seferinin trubadourların harekât alanı içindeki kitlelerden oluştuğunu hatırlarsak bu Haçlıların Müslümanları nasıl tahayyül ettiklerini de tahmin edebiliriz.

Bu önyargılarla yola çıkan Avrupalılar, Selçukluların Malazgirt zaferinden sonra "Türklerin hakimiyetini ve ilerlemesini önlemek" için geldikleri Anadolu'da ve Suriye'de karşılaştıkları ve ilk kez savaşlarda tanıdıkları Türkler, Müslümanlar ve her türden "Doğulular" karşısında sarsıldılar, şaşırdılar ve kendilerini ezik hissettiler. Doğulular, Hıristiyan veya değil ama hepsi, gelişmiş ve ileriydi, Avrupalılar ise birçok bakımdan hem zavallı, hem de gülünçtü, geri ve kötü olduğu sanılan ve varsayılan "Morgenland"ın (güneş o taraftan doğduğu için Almanların "sabah ülkesi" dedikleri Doğu'nun) üstünlüğü çok açıktı. Avrupalıların geriliği ve ilkelliği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bu yüzden hayranlık ve nefret iç içe yaşandı, Avrupalılar kendilerini kaybettiler.

Daha 1 . Haçlı Seferinde Suriye'deki Maara (Maarretü'l Numan) kentinde 1098'de yüz binlerce kişilik güçlerce kuşatılan savunmasız bu büyük kenti kimseye zarar vermeyecekleri sözüyle teslim aldıklarında, üç gün boyunca yüz binden fazla insanı katlettiler, çok az sayıda esir aldıklarının dışında tek kişiyi sağ bırakmadılar. Ama bunlarla yetinmediler, seferde bulunan kendi tarihçileri, Avrupalıların, Türk ve Müslümanları yediklerini, çocukları şişe geçirip kızartarak, yetişkin büyükleri kazanlarda kaynatıp pişirerek karınlarını doyurduklarını yazdı (Frank kronikçiler Raoul de Caen ve Albert d'Aix) (1);


Türkler yüzüldü, barsakları çıkarıldı,

etlerinden haşlama ve kebap yapıldı.

Doyasıya yediler, amma ekmeksiz olarak.


Bu dizeler, 1.Haçlı Seferine katılan bir şairin elinden çıkmadır.


"Tafurlar" denilen fanatikleşmiş Frank çeteleri "Müslüman eti çiğnemek istediklerini" bağırırlar, "akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere" toplanırlardı.

"Bohemond birkaç Türk getirilmesini emretti. Bunları hemen öldürttü. Büyük bir ateş yaktırıp ve cesetleri şişlere geçirtip pişirttikten sonra . . . kurulacak sofralara getirilmelerini emretti. Bunun ne demek olduğu kendisine sorulunca; 'bugün toplanan mecliste kumandanların aldığı bir karara göre . . . bulunacak bütün Türklerin . . . böylece pişirilip prenslere ve orduya ikram edileceklerinin herkesce bilinmesi içindir' yanıtını verdi."

Bu tanıklık, Suriye'deki Sur kentinin Katolik metropoliti Guillaume tarafından yapılmıştı.(2)


Alp Hamuroğlu

Hıristiyanlık, İslamlık ve Avrupa. Doğu'dan Batı'ya Uygarlık Kapıları (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri)

(1) Richard le Pelerin, Chanson d'Antioche, 5.58; akt. Erer, 5.49.

(2) Raşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri.

* Maalouf, yamyamlıkla ilgili anlatıların "20. yüzyılda -uygarlaştırma görevi yüzünden- es geçildiğini" belirtmekte... Anlaşılan "yamyamlık", uygar Batı'ya ve "uygar Batı'nın tarihi"ne hiç uygun düşmemekte, yakışmamakta, daha doğrusu bundan utanılmakta, bu yüzden de bunun sözü edilmemeye çalışılmaktadır.