Translate

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Avustralya’da Atatürk’e ve Türklüğe Karşı Propaganda









Türklerin 1914-1923 arası Ermenilere, Rumlara, Süryanilere soykırım uyguladığı yalanını yayan odaklar, pek çok ülkede olduğu gibi, Avustralya’da da yoğun bir çalışma içerisinde.


Öyle ki, 1994’te Yunan Parlamentosu, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü Pontus Rum Soykırımını Anma Günü ilan etmiş; Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk’ü soykırımcılıkla suçlayan bu kararı tanıyan ilk kuruluş, 2013 yılında Avustralya New South Wales parlamentosu olmuştu. “Assyrian Universal Alliance”, “Australian Hellenic Council”, “Armenian National Committee” vs. adlar altında etkinlik gösteren Ermeni, Yunan, Süryani örgütleri, Avustralya parlamentosundan Türkleri soykırımcılıkla suçlayan kararlar çıkartmak amacıyla çalışıyor. 


Tarihçi Prof. Dr. Peter Stanley’in, Sydney’de kuyumculuk yapan Vicken Babkenian ile ortak bir kitap yazarak Ermeni Soykırımı yalanının misyonerliğini üstlenmesi ve Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan yayınların çoğalması, Avustralya’da yaşayan Türkleri soykırım yalanlarını çürütmek üzere daha çok çalışmak durumunda bırakıyor.


Avustralya’daki Türkler, gelecekte 25 Nisan Anzak Günü yürüyüşlerinde, Avustralyalıları etkileyecek yeni sözler içeren pankartlar taşıyarak, Ermeni, Rum, Süryani propagandacıların Avustralyalıları kandırmalarını önleyebilirler; ve böylece soykırım propagandalarını boşa çıkartabilirler.


Örneğin, 1915’de Gelibolu’da Hafif Süvari Birliği Komutanı olarak Türklere karşı savaşmış Avustralyalı General Sir Granville Ryrie’nin, 1932’de Milletler Cemiyeti’nde, Türkiye’nin üyeliği görüşülürken, Avustralya temsilcisi olarak yaptığı konuşma şöyle: 


“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet olunmasına ilişkin verilen öneriye Avustralya Hükümeti hararetle destek olur. Çağlar boyu ulaştığı çok yüksek kültür düzeyine ve olağanüstü ciddî ulusal niteliğe sahip olması, Türkiye’nin en belirgin niteliklerinden birini oluşturmaktadır. Bu nitelikler geçen yüzyıllardan çok, bugün gelişmiş bulunmaktadır. Dünya Savaşı’nın savaşçılarından ve Gelibolu, Filistin, Sina ve Suriye cephelerinde savaş alanlarında bulunmuş bir insan olarak söylüyorum: Türk askerinin savunmadaki eşsiz kahramanlığını ve hücumdaki güç ve yeteneğini hayretle görmek fırsatlarına eriştim. Gelibolu’da arkadaşlarım ve ben Türklerin cesaret ve dayanıklılıkları karşısında pek çok kez hayretler içerisinde kaldık. 


Türk ordularının Avustralya makineli tüfeklerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağmuru altında korkusuzca ileri atıldıklarını gördük. Türklerin değer ve direniş güçleri hakkındaki yüksek düşüncelerimi işte ben, böyle elde ettim. Savaşın felaketlerini bu denli yakından gören bu milletin, geleceğini savaşa engel olmaya adayacağı inancı o zamandan beri diğer her hangi bir duygunun üstünde olarak bende kesin biçimde yer etmiştir. Milletler Cemiyeti’nin tuttuğu yol, savaşı yasadışı saymak ve uluslararası uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözmektir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi bu ülkenin geleceğini bu ülkülere adayacağını gösterir. Böyle bir olayın birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu olay ayni zamanda Türkiye’nin ulusal yaşamında yeni bir dönemin başlangıcını oluşturacaktır. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’nde çalışma ortaklığı olağanüstü değerli olacaktır. Kararı büyük bir mutlulukla destekliyorum.”



Gelibolu’da savaşmış Anzakların ülkelerine döndükten sonra Türklere ilişkin övgüleri, pek çok yayına konu olmuştur. Bu yayınlarda, Türklerin dürüst savaşçılar olduğunu dile getiren -soykırım suçlamalarını boşa çıkaracak- pek çok tanıklık vardır .


Dahası, UNESCO, Atatürk’ün 100. Doğum Günü’nün dünya çapında kutlanmasına karar verirken, onu şöyle tanımlamıştır: 


“(...) UNESCO'nun yetkisi içerisine giren tüm alanlarda onun olağanüstü bir reformcu” (...) 

“Özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan ilk savaşlardan birinin önderi” (...)

“İnsanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayırımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağının doğacağını tüm yaşamı boyunca savunmakla, halklar arasında karşılıklı anlayış ruhu ve dünyanın ulusları arasında kalıcı barışı teşvik konusunda seçkin bir örnek” (...) 

“Türkiye Cumhuriyeti'nin her zaman barışı, insan haklarına saygıyı ve uluslararası anlayışı teşvik etmek doğrultusunda çaba göstermiş olan kurucusu Atatürk.(...)”


UNESCO’nun bu kararı, Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Ermeni, Rum Pontus, Süryani vs. soykırımcılığı damgası yapıştırılamayacağının sayısız kanıtlarından birini oluşturmaktadır. Venizelos’un 1934’te Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş olması da Pontus Rum Soykırımı yalanını boşa çıkartacak diğer bir olgudur. Venizelos’un Nobel Ödül Komitesi Başkanı’na mektubu şöyledir:


Atina, 12 Ocak 1934
“Bay Başkan,

Yedi yüzyıla yakın bir süre boyunca Yakın Doğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümü kanlı çarpışmalara sahne olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ve sultanların mutlakiyetçi yönetimleri bunun başlıca nedeniydi. Hristiyan milletlerin İmparatorluğa bağlanmaları ve bundan kaynaklanan Haç’ın Hilâl’e karşı yaptığı kaçınılmaz mücadeleler, kurtulma amacı ile bu milletlerce yapılan isyanlar, Osmanlı İmparatorluğu sultanların yönetiminde kaldığı sürece devamlı tehlike kaynağı oluşturan bir durum ortaya çıkarıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın muhasımlarına karşı yaptığı milli harekâtın galibiyetle sonuçlanması ardından 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, bu istikrarsız duruma son verdi. Bir milletin yaşamında bu kadar kısa bir süre içinde böylesine köklü bir değişme seyrek gerçekleşmiştir. Teokratik bir rejim içinde yaşayan, din ile hukuk kavramlarının birbirine karıştığı çökme yolundaki bir imparatorluğun yerini güç ve hayat dolu modern ve milli bir devlet almıştır. Büyük devrimci Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı hızla, mutlakiyetçi sultanlar rejimi yıkılmış ve gerçekten laik bir devlet kurulmuştur. Millet tümüyle çağdaş uygarlıkların önünde yer almak için şevk ile ilerleme yolunda bir atılım yapmıştır. Barışı pekiştirme hareketi yeni ve seçkin Türk devletine bugünkü görüntüsünü veren tüm iç reform hareketleriyle birlikte yürümüştür. Türkiye Osmanlı’nın yabancı unsurlarla meskûn vilâyetlerini terk etmek konusunda tereddüt etmemiş ve antlaşmalarda belirtildiği üzere kendi milli sınırları ile samimi biçimde yetinerek Yakın Doğu’da barışın gerçek bir savunucusu olmuştur. 

Kanlı mücadeleler nedeni ile uzun yıllar Türkiye ile düşman durumunda kalan biz Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkede vuku bulan bu köklü değişikliğin etkilerini duyan ilk kimseler olduk. Anadolu faciasının hemen ardından kendini yenileyen Türkiye’ye bir anlaşma fırsatı görerek elimizi uzattık. O, bu uzanan eli içtenlikle kabul etti. Ciddi anlaşmazlıklarla ayrılmış olan milletlerle içten bir barış örneği veren bu yakınlaşmadan sadece, iki ülke için olduğu kadar Yakın Doğu barışı için de yararlı sonuçlar doğmuştur. Barışın borçlu olduğu bu değerli katkının sahibi kişi Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’dır. Bu nedenle 1930 yılında Yunan Hükümet Başkanı olarak ben Türk-Yunan Paktı’nın imzası ile Yakın Doğu’da barışa doğru yeni bir dönem başlarken, Mustafa Kemal Paşa’yı Yüksek Nobel Barış Ödülü için aday göstermekle şeref kazanırım.

Yüksek Saygılarımın kabulünü rica ederim, Bay Başkan.
İmza: E.K. Venizelos”



Eğer Birinci Dünya Savaşı’nda Türkler Rumlara soykırım uygulamış olsalardı, Venizelos Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterebilir miydi? Kuşkusuz, hayır. 


Soykırım Propagandacıları, yukarıda aktardığımız sözlerde dile getirilen gerçeklerin artık unutulmuş olmasından doğan boşluğu, soykırım yalanlarıyla dolduruyor. Avustralya vs. ülkelerde yaşayan Türkler, yalana dayalı soykırım propagandalarını, gerçeği dile getiren bu sözleri ortaya koyarak çürütecektir.


Cengiz Özakıncı
Bütün Dünya Dergisi, Nisan 2017








ilgili:
"Tehcir sırasında kullanılan yollarda yaşananlara ilişkin Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan yetkililerin raporlarında ortak tespitler ve Ermenilerin Türkler tarafından korunduğunu belirten değerlendirmeler vardır. " 
Gürbüz Evren; Erzurum Ermenilerinin Kastamonu’ya Gönderilmesi / PDF