Translate

18 Mayıs 2017 Perşembe

MUSTAFA KEMAL PAŞA'DAN İKİ HATIRA






Gerilla Hakkında İki Hatıra 
(Belleten, no:l, s.10-14, 1937.)

İlk Hatıra;


II. Abdülhamit devri ... İstanbul'da Harp Akademisi'nde bir zabit (subay) . . . Henüz yirmi yaşında ... O'nun özelliklerinden biri şudur: O, kendisinde birtakım anlam ve niteliklerini henüz anlayamadığı duyguların çarpıştığını hissediyor, fakat bunlara ne olumlu ve ne de olumsuz bir türlü anlam veremiyor ...

O, küskündür, kederlidir ve ruhundan gelen anlaşılmaz bir anlam ile asidir. Fakat kime karşı? Ve ne için? Bunu, O da bilmez. Bir gün O'na yakın arkadaşlarından biri;

"Sen " diyor, "kalk borusunda bir türlü uyanamıyorsun, dahiliye zabiti karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun?"

O cevap veriyor: "Hakkın var"

"Anlayamadım ... Ben sana bu anlaşılmaz hayatının sebebini soruyorum, sen bana 'Hakkın var' diyorsun. Ben sana karşı haklı olup olmadığım yolunda bir iddiaya girişmedim ki . . . Sendeki derin uykunun sebebi nedir, bunu söyler misin?"

Genç subaya böyle diyen ve azarlayan yalnız bu arkadaşı değildi; O'nun bu hali gitgide birçok arkadaşlarının da dikkatini çekmiş, bütün arkadaşları ondan bunu sormuşlardı. Bu hücum o dereceyi bulmuştu ki O, bunlara cevap vermek mecburiyetinde kalmıştı. Cevap şu idi:

"Arkadaşlar... Siz yatağa gittikten sonra ben sizler gibi sakin uyuyamıyorum; sabahlara kadar gözüm açık ... Nihayet tam dalacağım zaman, "Kalk borusu " çalınıyor, onu da bittabi işitemiyorum, sağ elinde bir sopa tutan bir adamı karyolamı sarsması ile uyanır gibi oluyorum, uyandırılıyorum. O zaman keyfim yerinde değildir, kafam ve vücudum yorgundur. Dershanede buluştuğumuz arkadaşlar benden daha çok zinde, benden daha çok şendirler. "

Asker üniformalı bir öğretmen sınıfa giriyor, ders başlıyor ve öğretmen şöyle diyor:

"Efendiler, harp, muharebe, artık bunlar sizce malum şeylerdir. Fakat "gerilla " nedir biliyor musunuz? İşte en müşkülü budur. Gerilla kolay bir askeri hareket değildir. Gerillayı bastırmak da onu yapmak kadar güç bir harekettir."

Bu öğretmen strateji öğretmeni Trabzonlu Nuri Bey ... Türk ordusuna kurmay yetiştiren akademide yıllardan beri ders veren Nuri Bey centilmen, cesur bir taktisyen, bir stratejist olarak tanınmıştı. Herkes gibi, o genç subay da, bu öğretmene saygıda kusur etmiyordu. Taktik öğretmeninin "gerilla" hakkındaki sözleri onun kafasında yerleşmişti, bunu öğrenmek istiyordu. Bir müddet sonra hocasından rica ediyor: "Bu verdiğiniz dersi Türkiye'nin muayyen bir noktasında olmuş gibi izah eder ve bu dediğiniz tedbirlerin orada nasıl tatbik olacağını lütfen anlatır mısınız?"

Bu rica o kadar nezaketle ve öğretmenin doğasına o kadar uygun bir duygusallıkla yapılmıştı ki, Nuri Bey ertesi derste sınıfa gelince elli küsur talebeden oluşan mevcuda şu meseleyi veriyor:

"Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun devlet merkezi İstanbul'dur. Hükümet İstanbul'dadır. Meçhul sebeplerden dolayı Boğaziçi'nin doğu kıyısından İzmit ve onun kuzeyinde Karadeniz' e çekilen takribi bir hat dahilinde bulunan mıntıkadaki Türkler Payitahta isyan etmişler ve 'gerilla'ya başlamışlardır.

1 . Bu küçük mıntıka halkı bu isyanı niçin yapabilir?
2. Osmanlı Devleti, bütün hükümeti ve ordusu ile bu isyanı nasıl bastırabilir?

Vazife: 1 ve 2 numaralarda gösterilen vaziyetin hallidir. "


Öğretmenin yüzü gülüyordu; çünkü öğrencisine ekstra bir taktik problemi vermişti. Halbuki öğrencilerin kaşları çatıktı; bu çetin ve nazik ödevi nasıl çözeceklerini düşünüyorlardı.

Onların içinde yalnız bir kişi sabahları kalk borusu ile bir türlü uyanamayan subay, aradığına kavuşmuş bir aşık gibi, çok memnun görünüyordu; çünkü o zaten kendisinin harekete geçirmesi üzerine strateji öğretmenini tarafından ortaya atılan problemi çözmek için uğraşmış bulunuyordu.

Öğretmen gittikten sonra sınıfta bir tartışma başlıyordu: "Sanki buna ne lüzum vardı? Durup dururken bu işi niçin kurcalamıştı?" Bu sitemler hep o genç subaya karşı yapılıyordu . . .





İkinci Hatıra;


Bu tarihten on yedi yıl sonra, 1919 yılı Mayıs ayının 14'ünün akşamı, İstanbul'da Vahdettin'in Sadrazamı Damat Ferit'in Nişantaşı'ndaki konağında, bir akşam yemeği ... Buraya iki kişi davetlidir; bunlardan biri, Mustafa Kemal'dir. Ondan dinliyoruz:

"Muayyen saatte Sadrazam'ın yanında bulunuyordum. Benden başka henüz kimse yoktu. Birkaç cümlelik bir konuşmadan sonra, uzunca bir sessizlik başladı. Bu sırada ben Vahdettin'in Sadrazamını inceliyordum. Bir aralık saatine baktı, 'Acaba nerede kaldı?' dedi.

- Birine mi intizar buyruluyor ["Biri mi bekleniyor?"], dedim.
- Evet ... Cevat (Çobanlı) Paşa hazretleri geleceklerdi."  [İkinci davetli Cevat Paşa (Çobanlı) idi. Birinci Dünya Savaşı'nın Çanakkale Kahramanı Cevat Paşa, o sırada Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi idi.]

Yine sessizlik başlıyor. Birkaç dakika sonra Cevat Paşa geliyor. Sadrazam, iki davetlisiyle birlikte yemek salonuna geçiyor. Sofrada bu üç kişinin üçü de önlerine bakıyorlar. Acaba ne düşünüyorlardı? Yeni tarihin geliştirdiği olaylara göre, Sadrazam Damat Ferit Paşa, dünyayı, Türkiye'yi, Türk ulusunu asla tanımamış . . .

Fakat efendisi Sultan tarafından, yüksek Türk topluluğunu yönetmek için kendisine verilen görevin ağırlığı altında duygusuz. Hatırladığıma göre birbirimizin dikkatle yüzlerimize bile bakmıyorduk. Kendi kendime, benimle konuşacağı konuları hizmet edenlere dahi duyurmamak için susmakta olduğuna karar veriyordum.

Bu odada işitilen ses, yalnız tabak, çatal ve bıçaklar değiştikçe, hizmet edenlerin beceriksizliği yüzünden meydana gelen gürültü . . . Yemek bitiyor.

Ortasında genişçe bir masa bulunan dar bir odaya geçiyorlar. Henüz ayakta dururken, Sadrazam şöyle konuşuyor:

- Bir harita getirtsek de Müfettiş Paşa onun üzerinde bana izahat verse.

Masanın üstüne bir harita açılıyor. Anlaşılan odur ki Sadrazam, haritayı daha evvel hazırlatmıştır. Kiepert'in atlası içinden Anadolu paftası bulunuyor. Damat Ferit, Mustafa Kemal, haritanın başında karşı karşıya, Cevat Paşa da Mustafa Kemal'in yanında. Mustafa Kemal, Damat Ferit'e soruyor:

- Ne nokta-i nazardan izahat talep ediliyor?
- Mesela, diyor; Samsun havalisinde ne yapacaksınız?

Lakin Samsun havalisinde yapılması istenen iş, o havali Türklerinin başladığı gerillayı bastırmaktır. Mustafa Kemal anlattıklarına göre konuşmalar şöyle devam etmişti:

"Bu soruya doğru cevap vermek benim için güçtü, bunu itiraf ederim, fakat hiç tereddüt etmeden ağzımdan kelimeler döküldü: 'Efendim, İngiliz raporlarında meselenin biraz mübalağalı olduğuna hükmediyorum. Fakat ne de olsa, yerinde yapılacak tetkiklerden sonra, icap eden en iyi tedbirler bulunabilir. Merak buyurmayınız' dedim. "

Bu sözlerden sonra Mustafa Kemal Cevat Paşa'nın gözlerine bakıyor; aynı zamanda Sadrazam da, gözlerini General'e çevirmiş bulunuyor ve ona:

- Ne dersiniz? diye soruyor.

Cevat Paşa, çok tabii bir tavır ve lisanla:

- Öyledir efendim, diyor. Böyle işler mahallinde [yöresinde] hallolunur. Şimdiden kati ne söylenebilir?

Hiç memnuniyet göstermeyen Sadrazam'ın kafasında daha büyük bir endişeyi ifade edecek olan soru, sanki ifade olunabilmek için şekil arıyordu. Birden oldukça heyecanlı bir ses ile soruyor:

- Pekala siz bana harita üzerinde kumandanızın şamil olduğu [kapsadığı] mıntıkayı gösterir misiniz? Mustafa Kemal, Sadrazam'ın kuşkulandığı noktayı derhal keşfetmişti. Cevap veriyor:

- Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum. Belki takriben (harita üzerine elini koyarak) ihtimal şu kadar bir parça . . . diyerek bazı vilayetleri eliyle sınırlıyor. Bu defa daha anlamlı bir şekilde Cevat Paşa'ya bakıyor, O da, Sadrazam'ın kuşkusunu anlamıştır. Mustafa Kemal elini haritadan kaldırırken, Cevat Paşa ilave ediyor:

- Efendim mıntıkanın ehemmiyeti yoktur. Paşa, bittabi o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecektir. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?

Cevat Paşa cümlesini tamamlarken durumun hiç de önemli olmadığını ima etmek ister bir tavırla, haritanın bulunduğu masadan uzaklaşır gibi oluyor. Mustafa Kemal içinden Cevat Paşa'ya teşekkür ediyor. Generalin bu sözleri Sadrazamı tatmin etmiş görünmektedir. Her biri birer koltuğa çekiliyor. Sadrazam, Mustafa Kemal'e soruyor:

- Ne vakit hareket edeceksiniz?
- Ne vakit emir buyruluyorsa, ben harekete hazırım.
- Zat-ı Şahane'yi [padişahı] ziyaret ettiniz mi?
- Hayır irade buyrulmadı f emir çıkmadı].
- İrade buyruldu. Ben tebliğ ediyorum. Yarın kendilerini ziyaret ediniz.

Ayrılmak zamanı geliyor. .. Aralarından birini arkalarında bırakarak sokağa çıkan iki davetli, Mustafa Kemal ve Cevat Paşa kol kola yürüyorlar, gecenin karanlıkları içinde . . . Nişantaşı Caddesi'nin yaya kaldırımı üzerinden Teşvikiye'ye doğru sıkı adımlarla ilerleyen bu iki arkadaştan biri ötekine, pek samimi bir lisanla soruyor:

- Bir şey mi yapacaksın Kemal?
- Evet Paşam, bir şey yapacağım . . .
- Allah muvaffak etsini
- Mutlak muvaffak olacağız!





Atatürk'ün bu hatıra için yazdırdığı ilk metin


Zannederim 1919 Mayısının on dördüncü günü akşamı, Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki ikametgahına akşam yemeğine davet edilmiştim. Muayyen saatte Sadrazam'ın yanında bulunuyordum. Benden başka henüz kimse yoktu. Birkaç cümlelik bir konuşmadan sonra, uzunca bir sükut [sessizlik] devam etti. Kendisini bir-iki gün evvel Harbiye Nazırı ile birlikte ziyaret ettiğimiz zaman gösterdiği sevinçten ve bilhassa samimiyetten eser yoktu. Sükunetle Vahdettin'in Sadrazamını tetkik ediyordum. Bir aralık saatine baktı.

- Acaba nerede kaldı? dedi.
- Birine mi intizar buyruluyor? dedim.
- Evet, Cevat Paşa Hazretleri geleceklerdi, dedi.

Yine sükut başladı. Filhakika birkaç dakika sonra Cevat Paşa da geldi. Birlikte yemek salonuna geçtik. Üçümüzden mürekkep [oluşan] sofrada yalnız çatallar ve bıçaklar değiştikçe, hizmet edenlerin acemiliği yüzünden hasıl olan gürültüden başka -ses çıkmıyordu. Hatırladığıma göre dikkatle birbirimizin yüzlerimize bile bakamıyorduk. Kendi kendime, benimle görüşeceği meseleleri hizmet edenlere dahi duyurmamak için, susmakta olduğuma hükmediyordum.

Ortasında genişçe bir masa bulunan çok dar, fakat şirin bir salona geçtik. Henüz ayakta dururken, Sadrazam dedi ki:

- Bir harita getirtsek de, Müfettiş Paşa onun üzerinde bize izahat verse . . .

Haritayı masanın üstüne açtılar. Anlaşılıyordu ki, Sadrazam, haritayı daha evvel hazırlatmıştır. Kiepert'in atlası idi. İçinden Anadolu paftasını bulduk. Masanın arzani cihetlerinde Sadrazam'la karşı karşıyayız. Cevat Paşa benim soluma tesadüf etti. Dedim ki:

- Ne nokta-i nazardan izahat talep ediliyor?
- Mesela dedi; Samsun havalisinde ne yapacaksınız? 

Tereddüt etmeden şu kelimeler ağzımdan döküldü:

- Efendim, İngiliz raporlarında meselenin biraz mübalağalı olduğuna hükmediyorum. Fakat ne de olsa, yerinde yapılacak tetkiklerden sonra, icap eden en iyi tedbirler bulunabilir. Merak buyurmayınız.

Bu sözlerden sonra Cevat Paşa'nın gözlerine baktım. Aynı zamanda Sadrazam da gözlerini General'e çevirmişti:

- Ne dersiniz?

Demek istediği belli idi. Cevat Paşa çok tabii bir tavır ve lisanla:

- Öyledir efendim dedi. Böyle işler mahallinde hallolunur. Şimdiden kati ne söylenebilir?

Hiç memnuniyet göstermeyen Sadrazam'ın kafasında daha büyük bir endişeyi halletmek suali, sanki ifade olunabilmek için, şekil arıyordu. Birden, oldukça heyecanlı bir seda ile sordu:

- Pekala, siz bana harita üzerinde kumandanızın şamil olduğu mıntıkayı gösterir misiniz?

Sadrazam'ın vesveseye düştüğü noktayı derhal keşfetmiştim. Cevap verdim:

- Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum. Belki takriben, Kiepert haritası üzerine elimi koyarak, ihtimal şu kadar bir parça, diyerek bazı vilayetleri elimle tahdit ettim. Bu defa daha manalı bir tarzda Cevat Paşa'ya baktım. O da Sadrazam'ın vehmini anlamıştı. Ben elimi haritadan kaldırırken Cevat Paşa ilave etti:

- Efendim mıntıkanın ehemmiyeti yoktur. Paşa bittabi o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecektir. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?

Cümlesini tamamlarken vaziyetin hiç de ehemmiyeti haiz [önemli] olmadığını bililtizam [kasten] ima etmek ister bir tavırla, Cevat Paşa, haritanın bulunduğu masadan uzaklaşır gibi oldu. İçimden Cevat Paşa'ya teşekkür ettim. General'in bu sözleri Sadrazam'ı tatmin etmiş görünüyordu. Her birimiz birer koltuğa çekildik. Sadrazam sordu:

- Ne vakit hareket edeceksiniz?
- Ne vakit emir buyruluyorsa . . . Ben esasen harekete hazırım.
- Zat-ı şahane'yi ziyaret ettiniz mi?
- Hayır efendim. İrade buyrulmadı.
- İrade buyruldu. Ben tebliğ ediyorum. Yarın kendilerini ziyaret ediniz.

Sadrazamın konağından çıktıktan sonra Cevat Paşa ile kol kola, karanlıkta, Nişantaşı Caddesi'nin piyade kaldırımı üzerinden Teşvikiye'ye doğru sıkı adımlarla ilerliyorduk. Cevat Paşa pek samimi bir lisanla bana sordu:

- Bir şey mi yapacaksın, Kemal?
- Evet Paşam, bir şey yapacağım dedim.
- Allah muvaffak etsin! dedi.
- Mutlaka muvaffak olacağız, dedim, birbirimizden ayrıldık.





ATATÜRK HAKKINDA HATIRALAR VE BELGELER
AFET İNAN
Gözden geçirilmiş 5.baskıdan itibaren yayına hazırlayan ARI İNAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2007



15 Mayıs 1919
(Türk Harfleriyle tekrar basılmış basından...)


















6 Mayıs 2017 Cumartesi

Avustralya’da Atatürk’e ve Türklüğe Karşı Propaganda





Türklerin 1914-1923 arası Ermenilere, Rumlara, Süryanilere soykırım uyguladığı yalanını yayan odaklar, pek çok ülkede olduğu gibi, Avustralya’da da yoğun bir çalışma içerisinde.


Öyle ki, 1994’te Yunan Parlamentosu, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 gününü Pontus Rum Soykırımını Anma Günü ilan etmiş; Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk’ü soykırımcılıkla suçlayan bu kararı tanıyan ilk kuruluş, 2013 yılında Avustralya New South Wales parlamentosu olmuştu. “Assyrian Universal Alliance”, “Australian Hellenic Council”, “Armenian National Committee” vs. adlar altında etkinlik gösteren Ermeni, Yunan, Süryani örgütleri, Avustralya parlamentosundan Türkleri soykırımcılıkla suçlayan kararlar çıkartmak amacıyla çalışıyor. 


Tarihçi Prof. Dr. Peter Stanley’in, Sydney’de kuyumculuk yapan Vicken Babkenian ile ortak bir kitap yazarak Ermeni Soykırımı yalanının misyonerliğini üstlenmesi ve Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan yayınların çoğalması, Avustralya’da yaşayan Türkleri soykırım yalanlarını çürütmek üzere daha çok çalışmak durumunda bırakıyor.


Avustralya’daki Türkler, gelecekte 25 Nisan Anzak Günü yürüyüşlerinde, Avustralyalıları etkileyecek yeni sözler içeren pankartlar taşıyarak, Ermeni, Rum, Süryani propagandacıların Avustralyalıları kandırmalarını önleyebilirler; ve böylece soykırım propagandalarını boşa çıkartabilirler.


Örneğin, 1915’de Gelibolu’da Hafif Süvari Birliği Komutanı olarak Türklere karşı savaşmış Avustralyalı General Sir Granville Ryrie’nin, 1932’de Milletler Cemiyeti’nde, Türkiye’nin üyeliği görüşülürken, Avustralya temsilcisi olarak yaptığı konuşma şöyle: 


“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet olunmasına ilişkin verilen öneriye Avustralya Hükümeti hararetle destek olur. Çağlar boyu ulaştığı çok yüksek kültür düzeyine ve olağanüstü ciddî ulusal niteliğe sahip olması, Türkiye’nin en belirgin niteliklerinden birini oluşturmaktadır. Bu nitelikler geçen yüzyıllardan çok, bugün gelişmiş bulunmaktadır. Dünya Savaşı’nın savaşçılarından ve Gelibolu, Filistin, Sina ve Suriye cephelerinde savaş alanlarında bulunmuş bir insan olarak söylüyorum: Türk askerinin savunmadaki eşsiz kahramanlığını ve hücumdaki güç ve yeteneğini hayretle görmek fırsatlarına eriştim. Gelibolu’da arkadaşlarım ve ben Türklerin cesaret ve dayanıklılıkları karşısında pek çok kez hayretler içerisinde kaldık. 


Türk ordularının Avustralya makineli tüfeklerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağmuru altında korkusuzca ileri atıldıklarını gördük. Türklerin değer ve direniş güçleri hakkındaki yüksek düşüncelerimi işte ben, böyle elde ettim. Savaşın felaketlerini bu denli yakından gören bu milletin, geleceğini savaşa engel olmaya adayacağı inancı o zamandan beri diğer her hangi bir duygunun üstünde olarak bende kesin biçimde yer etmiştir. Milletler Cemiyeti’nin tuttuğu yol, savaşı yasadışı saymak ve uluslararası uyuşmazlıkları barışçıl yollarla çözmektir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi bu ülkenin geleceğini bu ülkülere adayacağını gösterir. Böyle bir olayın birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu olay ayni zamanda Türkiye’nin ulusal yaşamında yeni bir dönemin başlangıcını oluşturacaktır. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’nde çalışma ortaklığı olağanüstü değerli olacaktır. Kararı büyük bir mutlulukla destekliyorum.”



Gelibolu’da savaşmış Anzakların ülkelerine döndükten sonra Türklere ilişkin övgüleri, pek çok yayına konu olmuştur. Bu yayınlarda, Türklerin dürüst savaşçılar olduğunu dile getiren -soykırım suçlamalarını boşa çıkaracak- pek çok tanıklık vardır .


Dahası, UNESCO, Atatürk’ün 100. Doğum Günü’nün dünya çapında kutlanmasına karar verirken, onu şöyle tanımlamıştır: 


“(...) UNESCO'nun yetkisi içerisine giren tüm alanlarda onun olağanüstü bir reformcu” (...) 

“Özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan ilk savaşlardan birinin önderi” (...)

“İnsanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayırımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağının doğacağını tüm yaşamı boyunca savunmakla, halklar arasında karşılıklı anlayış ruhu ve dünyanın ulusları arasında kalıcı barışı teşvik konusunda seçkin bir örnek” (...) 

“Türkiye Cumhuriyeti'nin her zaman barışı, insan haklarına saygıyı ve uluslararası anlayışı teşvik etmek doğrultusunda çaba göstermiş olan kurucusu Atatürk.(...)”


UNESCO’nun bu kararı, Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Ermeni, Rum Pontus, Süryani vs. soykırımcılığı damgası yapıştırılamayacağının sayısız kanıtlarından birini oluşturmaktadır. Venizelos’un 1934’te Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş olması da Pontus Rum Soykırımı yalanını boşa çıkartacak diğer bir olgudur. Venizelos’un Nobel Ödül Komitesi Başkanı’na mektubu şöyledir:


Atina, 12 Ocak 1934
“Bay Başkan,

Yedi yüzyıla yakın bir süre boyunca Yakın Doğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümü kanlı çarpışmalara sahne olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ve sultanların mutlakiyetçi yönetimleri bunun başlıca nedeniydi. Hristiyan milletlerin İmparatorluğa bağlanmaları ve bundan kaynaklanan Haç’ın Hilâl’e karşı yaptığı kaçınılmaz mücadeleler, kurtulma amacı ile bu milletlerce yapılan isyanlar, Osmanlı İmparatorluğu sultanların yönetiminde kaldığı sürece devamlı tehlike kaynağı oluşturan bir durum ortaya çıkarıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın muhasımlarına karşı yaptığı milli harekâtın galibiyetle sonuçlanması ardından 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, bu istikrarsız duruma son verdi. Bir milletin yaşamında bu kadar kısa bir süre içinde böylesine köklü bir değişme seyrek gerçekleşmiştir. Teokratik bir rejim içinde yaşayan, din ile hukuk kavramlarının birbirine karıştığı çökme yolundaki bir imparatorluğun yerini güç ve hayat dolu modern ve milli bir devlet almıştır. Büyük devrimci Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı hızla, mutlakiyetçi sultanlar rejimi yıkılmış ve gerçekten laik bir devlet kurulmuştur. Millet tümüyle çağdaş uygarlıkların önünde yer almak için şevk ile ilerleme yolunda bir atılım yapmıştır. Barışı pekiştirme hareketi yeni ve seçkin Türk devletine bugünkü görüntüsünü veren tüm iç reform hareketleriyle birlikte yürümüştür. Türkiye Osmanlı’nın yabancı unsurlarla meskûn vilâyetlerini terk etmek konusunda tereddüt etmemiş ve antlaşmalarda belirtildiği üzere kendi milli sınırları ile samimi biçimde yetinerek Yakın Doğu’da barışın gerçek bir savunucusu olmuştur. 

Kanlı mücadeleler nedeni ile uzun yıllar Türkiye ile düşman durumunda kalan biz Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkede vuku bulan bu köklü değişikliğin etkilerini duyan ilk kimseler olduk. Anadolu faciasının hemen ardından kendini yenileyen Türkiye’ye bir anlaşma fırsatı görerek elimizi uzattık. O, bu uzanan eli içtenlikle kabul etti. Ciddi anlaşmazlıklarla ayrılmış olan milletlerle içten bir barış örneği veren bu yakınlaşmadan sadece, iki ülke için olduğu kadar Yakın Doğu barışı için de yararlı sonuçlar doğmuştur. Barışın borçlu olduğu bu değerli katkının sahibi kişi Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’dır. Bu nedenle 1930 yılında Yunan Hükümet Başkanı olarak ben Türk-Yunan Paktı’nın imzası ile Yakın Doğu’da barışa doğru yeni bir dönem başlarken, Mustafa Kemal Paşa’yı Yüksek Nobel Barış Ödülü için aday göstermekle şeref kazanırım.

Yüksek Saygılarımın kabulünü rica ederim, Bay Başkan.
İmza: E.K. Venizelos”



Eğer Birinci Dünya Savaşı’nda Türkler Rumlara soykırım uygulamış olsalardı, Venizelos Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterebilir miydi? Kuşkusuz, hayır. 


Soykırım Propagandacıları, yukarıda aktardığımız sözlerde dile getirilen gerçeklerin artık unutulmuş olmasından doğan boşluğu, soykırım yalanlarıyla dolduruyor. Avustralya vs. ülkelerde yaşayan Türkler, yalana dayalı soykırım propagandalarını, gerçeği dile getiren bu sözleri ortaya koyarak çürütecektir.


Cengiz Özakıncı
Bütün Dünya Dergisi, Nisan 2017








ilgili:
"Tehcir sırasında kullanılan yollarda yaşananlara ilişkin Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan yetkililerin raporlarında ortak tespitler ve Ermenilerin Türkler tarafından korunduğunu belirten değerlendirmeler vardır. " 
Gürbüz Evren; Erzurum Ermenilerinin Kastamonu’ya Gönderilmesi / PDF