Translate

17 Temmuz 2013 Çarşamba

MİLETOSLU ASPASİA ve PERİKLES ATİNASI






Aspasi'nın Atina'ya gittiği zamanlarda kentin sosyal yaşamı, günümüzden oldukça farklıydı.



O zamanlarda Atina'da kadınlar , ikinci sınıf insan olarak görülür ve genel olarak dört sınıfa ayrılırdı:

Gyne Gamete (kutsal anne) olarak adlandırılan evin hanımı, yani resmen evlenilen gerçek eşler;

Pallake denilen nikahsız alınan kadınlar, cariyeler;

yoldaş, kız arkadaş olarak değerlendirilen Hetairalar ;

Pornai adı verilen kısa süreli, geçici cinsel istekleri gideren kadınlar 

...

Özgür kadınlar tek başlarına soğa çıkamıyor, genç erkekler ve kızlar birbirlerini sadece kurban ve cenaze törenlerinde ya da şenliklerde görebiliyorlardı.

Kızlar ancak ana-babalarıyla, evli kadınlar ise sadece kocalarıyla yemek yiyebilirlerdi. Kadınların siyasal hakkı yoktu ve ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi değillerdi. 

Evliliklerde sevginin bir rolü yoktu. Atina'da çok yaygın olan şu söz, bu konuyu özetle anlatmaya yeter:

"Sevmek için bir oğlana, çocuk yapmak için de bir kadına gerek vardır."

Atina'da erkekler için evdeki kadın, sadece çocuk doğuran ve onlara annelik yapan bir kadın olarak görülürdü. Erkeklerin bedensel zevkleri için başka kadınlara, hatta hem cinslerine yönelmeleri çok doğal karşılanıyordu.

Özellikle (MÖ.) 6.yüzyılda kadın bedeninin ticari bir meta olarak görülmesi sonunda , Atinalı yasa yapıcı Solon (640-558) ilk genelevleri açmak zorunda kalmıştı. Dikterion adı verilen bu evler, devlete aitti ve her evde görevli memurlar işleri düzenler, gelirler de, Porniketos adı altında devlet kasasına aktarılırdı.

Porneler, yani fahişeler, kendi içlerinde sınıflara ayrılmışlardı. 

En alttaki kadınlara Dikteriades adı veriliyordu ; bunlar en alt sınıftaki erkeklere hizmet ederlerdi. bu kadınlar, belli bir giysi giyer, güneş batmadan sokağa çıkamaz ve kentten izinsiz ayrılamazdı. Dikteriadesler, özellikle ailesinin terk ettiği ya da korsanların kaçırarak Akdeniz pazarlarında sattıkları çocuklar arasından seçilerek yetiştirilirdi.

Orta sınıf fahişelere Auletrides adı verilirken ; bu sınıftaki kadınlar elden ele dolaşmalarından dolayı halk arasında "Zarlar" olarak anılırdı.

Yüksek tabakaya hizmet eden kadınlara da , Hetaira adı verilmişti. Bu kadınlar bilim, felsefe, müzik, tarih, edebiyat ve sanat konularında eğitilmişlerdi. 

Ünlü yontucu Praksiteles'in sevgilisi Phryne'nin "Knidoslu Afrodit Yontusu"na modellik yaptığı söylenir. Büyük İskender'in sevgilisi Thais, onun ölümünden sonra Ptolemaios I ile evlenerek Mısır Kraliçesi olmuştur. Bu iki kadın da ,gerçek Hetaira'dırlar.

Aspasia da kimi kişilerce haksız olarak hetairalar içinde sayılmıştır. Hetairalar, genellikle para almazlar, sevgililerinden armağan kabul ederlerdi. Ancak Atinalı Europa gibi bir Drahmiye birlikte olanlar da çıkmıştır. Ayrıca Hetairaların aşıklarına pek seyrek bağlı kaldıkları, esas düşüncelerinin para kazanmak olduğu yazdığı söylenir: " Neden uzun mektuplar yazarak canımı sıkıyorsun? Yazdıkların bana vız gelir. Benim istediğim elli Drahmi'dir. Beni seviyorsan parayı ver, yok paran kıymetliyse beni rahat bırak".

Atina'da yine Solon'un sınıflamasına göre özgür vatandaşlar gelirlerine göre dört sınıfa ayrılmıştı:

Pentekosioimedimnoi (beşyüz kile insanlar) adı verilen aristokratlar birinci sınıfı oluştururdu. Bunlar savaşta paralı askerlerin giderlerinden , tahkimatlardan ve gemilerin sağlanmasından sorumluydu.

Savaşta süvarileri oluşturan Hippeisler, ikinci sınıf soylulardı.

Üçüncü sınıfta ,Zeugitler adı verilen çiftçiler, zanaatkarlar yer alırdı. Bunlar da , savaşta Hoplitleri, yani piyadeleri oluşturuyordu.

Dördüncü sınıftaki Thetler, yani mülksüz özgür ücretli işçiler ise ,savaş gemilerinde genellikle kürekçilik yapıyordu.

Tüm bunların dışında yer alan Meteikoslar yani Atina'ya dışarıdan gelen yabancılar, köleler vatandaş sayılmıyorlar, halk meclisine bile giremiyorlardı. Genellikle ticaret ve santla uğraştıkları için oldukça zenginleşen Meteikoslar, ender durumlarda altı bin oyla vatandaş sayılsalar bile, yine de kimi haklardan yoksun tutuluyorlardı.

Durumu daha kötü olan köleler ise, aile köleleri, işlik/madenlerde çalışan köleler ve "iş makinesi" gibi kullanılan devlet köleleri olmak üzere belli başlı üç sınıfa ayrılmıştı. Köleler ancak özgürlüklerini elde ettiklerinde bir parça insan yerine konuluyordu. Ancak bu tip kölelerin içinde çok zenginleşerek fakir düşen efendilerine yardım edenler de çıkmıştır.

Perikles'in 451 yılında çıkardığı "Vatandaşlık Yasasına" göre yabancıların Atinalı vatandaşlarla evlenme izinleri yoktu. Böyle evlilikten doğan çocuklar vatandaş sayılmıyordu. 

Bu durumda, Aspasia'nın Atinalı özgür bir vatandaşla evlenmesi olanaksız gibiydi, Çünkü o, Metoika adı verilen yıllık altı ila on iki Drahmi arasındaki bir parayı kelle vergisi olarak ödeyip, Atina'da oturan bir Meteikos sayılıyordu. Taşınmaz mal edinmesi de olanaksızdı. O halde bir şeyler yapmalıydı.....





MİLETOSLU ASPASİA - A.SEMİH TULAY
Remzi kitapevi

Bundan 2500 yıl önce Ege Denizi'nin iki yakasında yaşayan ve geceleri "erimiş gün ışığı"yla aydınlanan insanların, aynı zamanda hırsları, kaygıları, sevinçleri, umutları ve büyük aşkları da vardı kuşkusuz.

Her iki yakada, o dönemde dünya tarihine damgasını vuracak olayların yanı sıra özellikle Miletoslu Aspasia ile Atina'nın güçlü lideri Perikles arasında büyük bir aşk yaşandı. Bu aşk, karşıtlarının her fırsatta onları çekiştirmelerine neden oldu. Tüm engellemelere iftiralara karşın ne Aspasia ne de Perikles ödün vermeden sevgilerine sonuna kadar sahip çıktılar. 

A.Semih Tulay, Miletoslu Aspasia'da bu kararlı ve onurlu duruşun öyküsünü anlatıyor.
(arka kapak)

A.Semih Tulay Afrodisias, Milet müze müdürlüğü yapmıştır.
Öyküde kullanılan özel adlar (Semira dışında) gerçek tarihi, mitolojik kişiliklere ve yer adlarına ilişkin olup, özgün biçimleriyle yazılmıştır.


İyi Okumalar
SB


***



15 Temmuz 2013 Pazartesi

KISSADAN HİSSE - ÖZGÜRLÜK



KADINLAR ÖZGÜRLEŞTİKÇE 
ERKEKLER DE DAHA ÖZGÜR OLACAKLARDIR.

ÇÜNKÜ BİRİSİNİ KÖLELEŞTİRDİĞİNİZDE, 
SİZ DE KÖLELEŞMİŞ OLURSUNUZ.



LEAH BERLİAWSKY (Louise Nevelson)










****



KISSADAN HİSSE - İNSAN





***

SELÇUKLULAR TARİHİ VE TÜRK İSLAM MEDENİYETİ / OSMAN TURAN




Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Süryani müelliflerinin hâdiselerin içinde bulunmaları sağlam malûmat vermelerini mümkün kılmıştır. 

Ermeni kaynaklarından en mühimmini muhakkak, ki Urfalı Mathieu’nun Vekâyinamesi teşkil eder. Çağrı bey’in 1018 de vukubulan ilk Anadolu akınından 1136 yılma kadar Selçuklular hakkında zengin malûmat veren müellif bu devir hâdiselerinin çoğuna görgü şahididir veya onları bizzat görenlerden dinlemiştir. 

İlk istilâdan ne kadar acı bir dil ile bahsederse ondan sonraki devir için de o derece Türkleri medheder; adalet ve şefkatlerini belirtir. Buna mukabil dinî ve millî duyguları icabı olduğu kadar zulümleri dolayısiyle de Rumlara karşı nefretini sık sık açığa vurur.

Onun eseri Göksün’de yaşayan ve zamanının hadiselerini toplayan Keşiş Gregoire’in zeyli ile ve aynı ehemmiyette, 1162 yılına değin devam eder (45) Muahhar Ermeni kaynaklarının kullandığı Mathieu’tıin eseri Süryani müelliflerince meçhuldür. 

Eski Ermeni müelliflerinden Sarkavag’ın eseri bize kadar gelmemiştir, XIII üncü asırda yaşamış bir Ermeni müellifi Melikşah’ın yüksek vasıfları, adaleti ve şefkati hakkında malûmat verir ve bu vasıfları dolayısiyle milletlerin gönüllerini fethederek imparatorluğunu genişlettiğini anlatırken “bana göre ömrü vefa etse idi süratle artan kudreti sayesinde Avrupa bile devletinin hudutları içine girmekte gecikmiyecekti” ifadesiyle Sarkava’ın kaybolmuş kroniğinden mühim bir iktibasta bulunur, ki Melikşah’ın cihân hâkimiyeti davası bakımından dikkate şayan bir müşahedeyi belirtir (46). 

Diğer Ermeni kaynakları umumiyetle muhtasar olmakla beraber Türkiye Selçukluları hakkında mühim kayıdlar verir ve diğer hıristiyan ve müslüman kaynaklarını tamamlarlar. 

Yalnız Malazgird zaferine kadar Şarkî Anadolu'ya vâki ilk Türk akınları münasebetiyle, bu bölgede hadiselere şahid bulunan Aristakes'in eseri çok mühim olup canlı tasvirlerle doludur (47).

Şarkî Anadolu’da yaşayan Süryani tarihçileri umumiyetle Bizanslılara karşı Türkleri bir kurtarıcı kabul ettiklerinden bu husus eserlerinde akseder, Süryani müellifleri arasında birinci mevkii işgal eden Malatya patriği Mihael (1125-1199) II. Kılıç Arslan’ın dostluğu ve himayesi sayesinde bu devrin vakalarına daha yakından nüfuz edebilmiştir. Bu münasebetle de Kılıç Arslan’ın tarihî değeri büyük bir mektubunu da Vekayinâmesine derc etmiştir. 

Eski devirler hakkında kaynaklarını zikrederse de Türklerin menşeine ve hattâ bazan Gök-Türklere dair verdiği mühim haberleri nereden aldığı meçhuldür. Selçuklular hakkında naklettiği vakalarda bazan kronolojik hatalara rastlanır (48). 

Birinci Haçlı seferi ile 1164 yılına kadar devam eden küçük Süryani anonimi de Selçuklular için mühim olup Mihael’i tamamlayıcı bir mahiyet arz eder (49). Mihael’in mezhebdaşı ve hemşehrisi Ebu’l-Ferec îbn ül-’lbrî (Bar Hebraeus) XII inci asrın nihayetine değin ona ve daha sonraları için de sık sık İslâm kaynaklarına başvurarak 1297 de tarihini tamamlar (50).



Prof.Dr.Osman Turan
Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti
İstanbul, 1969 (ikinci baskı)

pdf: olarak indirin



_______________________________
45) Chronique de Mathieu d’Edesse avec la continuation de Gregoire le Pretre, Fr. tere. E . Dulaurier, Paris 1858. Bu eser H. Andreasyan’ın Türkçe terc, ile T. T. Kurumu tarafından (Ankara 1962 ) neşredilmiştir. Yakınlığı dolayısiyle, Keşiş Gregoire’in zeyli Türkiye Selçuklularına daha fazla yer vermekle de ehemmiyet kazanır.

46) Samuel d’Ani, Tables chronologique, trc. Brosset, Petersbourg 1876, s. 451 (Bu münasebetle Böl. IV, 7, de bak).

47) Ermeni kaynaklarının çoğu Recueil des Histories des Croisades külliyatı arasında Documents armeniens adlı iki cildde toplanmıştır. Aristakes’in Fransızca tercümesi M. E. Prud’homme tarafından Histoire d ’Armenie adı ile Fransızcaya tercüme edilmiştir (Paris 1864).

48) Michel le Syrien, Chroniqe, Fr. terc. Chabot, Paris 1905. Bu eserin suryanice aslının bulunmasından sonra Haçlı külliyatında çıkan muhtasarı kıymetini kaybetti ise de Suryanicesinde bulunmayan bazı faydalı kayıtlar Ermenicesinde mevcuddur.

49) Bu Süryâni anonimi A. S. Tritton tarafından kısmen İngilizceye tercüme edilmiştir (JRAS, 1933),


..............



Suriye seferinden sonra durumun daha da kötüleştiğini gören imparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kışında, büyük ordusunu hazırladı. O, Anadolu’yu Türklerden kurtarmaktan başka İslâm ülkelerini istilâ ve hattâ Selçuk devletini de tahrip etmek maksadı ile Bizans tarihinin en büyük ordularından birini ve belki birincisini vücûda getirdi. 

Bu ordu Balkan vilâyetlerinden, Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon bölgelerinden ve Ermeni halkından başka Slav (rus), Bulgar, Alman (got), Frank, Ermeni, Gürcü, Hazar, Peçenek, Uz (oğuz) ve Kıpçak (kuman) ücretli askerlerinden terekküp ediyordu. Şark müslüman ve hıristiyan kaynakları bu ordunun miktarını 200.000 ile 600.000 arasmda gösterir. Bu ordunun, yine mübalâğalı olmakla berâber, mancınıkçı, çarkçı, lâğımcı, kazancı, arabacı v.b. teknisyenlerinin de 100.000 kişi tuttuğu, kumandan (batrîk) ve subay sayısının 30.000’e bâliğ olduğu, silâh ve malzeme taşıyan arabaların 4.000, altın, gümüş ve hazînelerin ise sayısız bulunduğu yazılmaktadır. Hafif süvari kuvvetlerinden bir kısmını teşkil eden Uz (oğuz)larm 15.000 kişi olduğu rivâyeti de kayda şâyândır. 

Ordusunun azametinden mağrur olan imparator, zaferden şüphe 
etmeyerek, yalnız Anadolu’yu kurtaracağına değil İslâm ülkelerini de alacağına inandığından Irak, Suriye, Horasan ve Rey valiliklerini de kumandanlarına vaad ediyor; câmiler yerine kiliseler inşâ edileceğini rivâyet ediliyor. 

İmparator bu muazzam ordusu ile, 13 Mart 1071 günü, İstanbul’dan hareketinden Önce, Türkçe Selçuk-nâme’ye göre, Ayasofya’ya giderek büyük bir dinî âyinde duâ ettikten sonra yola çıkmıştır. Bu ordu Eskişehir’i geçip Kızılırmak vâdisini tâkip ile Sivas’a vardı. Orada El-basan’m zaferi doiayısiyle Rumların: “Ermeniler bize Türklerden daha fazla taşkınlık ve merhametsizlik gösterdiler” şikâyetleri ile karşılaşan Diogenes şehri tahrip etti ve ve pek çok Ermeni öldürdü. 

Ermeni prensleri Adom ve Abusahl’ı da Sivas’dan sürdü. Kumandanlardan Tarkhaniotes (Tarhan) ile Bryennios imparatora Sivas’ta veya Erzurum’da kalmayı, köyleri tahrip ederek Türkleri açlığa mahkûm etmeği tavsiye edecek kadar ileri gidiyorlar ve Anadolu’yu viran eylemekten çekînmeyorlardı. 

Nitekim Bizans kaynakları başka bir vesile ile Rumların kendi memleketlerini yağma ve tahrip ettiklerini söyleyorlar. İmparator İran’a varmak ve sultanı ezmek kararında olduğundan bu teklifi kabûl etmedi. Bu sebeple Erzurum’a varan imparator kendisine şark kuvvetleri ile iltihak eden Ermeni Basil’den, Alp Arslan’m korkusundan Irak’a çekildiği haberini aldı. İmparator Erzurum’da bir kısım kuvvet ayırarak (20.000 zırhlı) Gürcistan’a gönderdi ve arkasını emniyete almayı düşündü. 

Sicilya’da araplara karşı savaşlarda şöhret kazanan Ursel ile Tarkhaniotes kumandasında 30,000 kişilik bir öncü birliği de Malazgirt ve Ahlat üzerine gönderip onlara yollan açmak, erzak hazırlamak ve tah­ribat yaparak sultanın dönüşünü önlemek vazifesini verdi; kendisi de arkadan büyük ordusu ile harekete geçti.

kitaptan sayfa 133-134
...

***





ZEN VE CENNET CEHENNEM






Bir Samuray, Zen üstadı Hakuin’in karşısına dikilip şu soruyu sordu:

“Gerçekten de cennet ve cehennem var mıdır?”

Üstad: “Kimsiniz?”

“Bir samurayım.”

“Sen mi?” diye dudak büktü Hakuin, “Kendine baksana bir... Hangi efendi senden doğru dürüst hizmet umabilir? Daha ziyade dilenciyi andırıyorsun!”

Sinirden kıpkırmızı kesilen samuray kılıcını çekti.

Hakuin susmak bilmiyordu: “Vay! Kılıcı da varmış! Ama o kadar beceriksize 
benziyorsun ki nasıl olsa kafamı kesemezsin!”

Kanı beynine sıçrayan samuray kılıcını kaldırdı.

Ustaya vurmaya hazırdı. O anda Hakuin sakince,
 “İşte cehennemin kapıları böyle açılır,” dedi.


Üstadın serinkanlı tavrına şaşıran samuray kılıcını kınına soktu ve saygıyla eğildi.


Üstad sözünü şöyle bitirdi: 
“Cennetin kapıları da böyle açılır." ....




Zen Üstadı Hakuin’den Cennet ve Cehennem
düşün-ü-yorum dergisi sayı 37

...

not: Beyaz bayraktaki Tengri Tamgasına Dikkat !


KÖR NOKTA







Ya size aslında kısmen kör olduğunuzu söylesem ?

Yani şu an, aslında dünyayı tamamen olduğu gibi gördüğünüzü sanıyorsunuz ama aslında bir şeyi kaçırıyorsunuz.

Gözlerimizi her açtığımızda, ışık retinamızı her aydınlattığında , foto resetör denilen sinir hücreleri ışıkla etkileşime girer, bilgiyi beynimize aktarır, böylece görme eylemini gerçekleştiririz.

Ama retinamızda hiç foto reseptörün olmadığı küçük bir alan var. 
Buna bir skotom ya da "Kör Nokta" denir ve hepimizde var.

Peki bu doğruysa nasıl oluyor da hiç "kara bölge" görmüyoruz?

Hiç "kara bölge" görmememizin nedeni :
Beynimizin orada ne olacağına dair tahmin yürütmekte çok iyi olmasıdır ve otomatik olarak boşluğu doldurmakta.

Bazen ne görmek istediğimizi biliriz ve neokorteksimiz bu beklentiyi alır, bir çeşit sanal gerçekliğe dönüştürür.

Bu da gördüğümüz dünyanın bir kısmının bir göz yanılması olduğu manasına gelir.

Bunu bizi ne kadar savunmasız yaptığını düşününce aslında korkutucu bir fikir.



Peki "Kör noktalarımızı" nasıl keşfederiz ?

Gözlerimizin önündeki gerçeği tam olarak nasıl görebiliriz ?




Başlamak için güzel bir yer ; 
Zihnimizi açmaktır !


Çünkü Fransız filozof Henri Bergson'un da söylediği gibi...


-- Göz yalnızca zihnin kavramaya hazır olduğu şeyleri görür--






Perception dizisinden
....




3 Temmuz 2013 Çarşamba

ORANTISIZ ZEKA






(D)elta, (I)ndia, (R)omeo, (E)cho , (N)ovember ,
 (G)olf , (E)cho, (Z)ulu , (I)ndia 



ODTÜ Sloganları 

Marx burada, Spencer nerede?

Dünyada bir çapulcu dolaşıyor.

Bu Marx bir harika dostum.

Diren Darwin —Evrim Lobisi

Mezun olacağımızın istihbaratını bir yıl önceden aldık.

Asistanarımızı zor tutuyoruz.

Devrim'e ayakkabılarla girdiler.

Anne merak etme ben iyiyim, burada polis yok.

Mutantlar baş olmuş.

Onlar gaz sıkar, Müjgan'la ben ağlaşırız.

En az üç diploma.

Mezun olamıyoruz, bu da mı tesadüf?

Tezimi bitirmeme dış mihraklar engel oldu.

GEZİ'ye sahip olabilirsin, ama RUHUna asla!

Direniş yaz twiter'a yolla, polis evine gelsin.

Zincirlenimi kaybettim, hükümsüzdür.

Laboratuvarlarda kızlı erkekli robot yapıyorlar.

Slogan bulamadık, galiba bize nazar değdi.

Geç oldu ama temiz oldu.

%50'miz mezun oldu, kalan %50'yi zor tutuyoruz.

TOMA'ya petrol veren bizden değildir.

Öldürmeyen TOMA güçlendirir.

Bu stadyum çok büyük AVM yapalım.

En güzel taş kaldırım taşıdır.

Sistemli bir delilik ancak örgütlenerek tedavi edilebilir.

White Sea çok güzel, sen de gelsene!

Diren babamın cüzdanı.

Einstein'ın saçının kılıyız. —Fizik B.

8 barlık basıncı deneyerek öğrendik. —Fizik B.

Freud'un saçının teliyim. —Biyoloji B.

Taksitle çaldığın özgürluğümüzü faizi ile geri alacağız. —İşletme B.

Kahrolsun bağzı faiz lobileri. —İşletme B.

Fıskıyenin arkasındaki belediyeyi kim soydu? —Bilgisayar Müh.

Bunca yıllık eletronikçiyiz böyle direnç görmedik. —
Elektronik Müh.

Helikopteri biber gazı atın diye mi yapıyoz la! —
Havacılık ve Uzay B.

Çapulcu nesil bizim eserimiz olacak. —Eğitim F.

Beton kadar dirençliyiz. —İnşaat F.

Bizim meselemiz 3-5 ağaç değil. —Çevre Mühendisliği B.

Yönetecek kamu mu bıraktınız? —Kamu Yönetimi B.

Biz bu bölümü promterdan okumadık. —Kamu Yönetimi B.

Dış mihraklar biziz. —Uluslararası İlişkiler B.

Sosyolojiyi size öğretecek değiliz. —Sosyoloji B.

Michel Foucault'nun askerleriyiz. —Sosyoloji B.

Senden tez konusu olmaz. —Psikoloji B.

Olur öyle. —Psikoloji B.

Aynı TOMA'da 2 kere yıkanılmaz. —Felsefe B.

Aklımın %50'sinin zor tutuyorum. —Enformatik Enstitüsü

80 kişiden 23 mezun, %70'i bölümde zor tutuyoruz. —
Matematik B.

Kadınlı erkekli integral alıyoruz. —Matematik B.

DİRENmek KİMYAmızda var! —Kimya B.

Valimutlu su da (H2O) kimyasaldır. —Kimya B.

Kırılmayan fışkiye tasarlarız. —Endüstriyel Tasarım B.

Su uyur, tasarımcı uyumaz. —Endüstriyel Tasarım B.

Benim tasarımcı bacılarımı juride üzmüşler. —
Endüstriyel Tasarım B.

Rant için değil halk için mimarlık. —Mimarlık B.

327 koltuklu uzay gemiciğiniz hazır başbakan, bi binin bişey deniyeceğiz.Uzay Lobisi - 
Uzay Bilimleri







Gün gün Gezi Parkı direnişi için tıklayın :



****



TÜRKMENLER VE IRAK - ERŞAT HÜRMÜZLÜ






Irak hükümetleri Türkmen konusunu her zaman gündem dışında tutmak için özel bir özen göstermiştir.Türkmenlerin en doğal haklardan yoksun olarak yaşamlarını sürdürmelerine ve geçici anayasalarda onlara hiç değinilmemeye dikkat edilmiştir.

Bu anayasalar ve resmi açıklamalar Araplara ve Kürtlere değnir

belirgin çelişki ortaya çıkınca da ,öteki azınlıklar, olarak geçiştirilme yoluna gidilmiştir.

Aslında bu tutum uluslararası suskunluğun bir uzantısı olarak alışagelmiştir. Irak,ın yapılanmasında büyük rol oynayan İngilizler özel olarak Türkmenleri gündem dışı tutmaya onları her zaman politik çerçevenin dışında ve azınlık haklarından bile mahrum olarak yaşatma yolunu çizmiştir.


Arap ülkelerinin tutumu da bundan pek farklı olmamıştır. Arap

ülkelerinin toplu olarak ilan ettikleri Azınlık haklarına dönük teahhütleri ve kararları Türkmenler konusunda işlerlik kazanmamış ve Arap ülkelerindeki sivil toplum örgütleri dahil hiç bir cihetin Türkmenleri dinleme veya onlarla bir diyaloğa girme girişimi hiç bir zaman kaydedilmemiştir.

Türkmenlerin de bu konuda aksaklıkları ve sorumlulukları inkar edilemez. Irak Türkmenleri Arap dünyasına ve uluslararası camiaya kendilerini tanıtma çabaları çok yüzeysel olmuş doyurucu olmaktan uzak kalmıştır. Irak Türkmenleri konusunda Türkçe olarak çok kıymetli araştırmalar ve yayınlar . Irak Türkmenlerinin tarihi yerleşim bölgeleri kültür akımları edebiyat ve folklorları konularını konu edinmiş ancak bu çalışmalar ne Arapçaya ne İngilizceye ne de öteki dünya dillerine çevrilmiş ve bu eserler hakkında uluslararası bilim kurumlarına veya politika merkezlerine ulaştırılmamıştır.


Aslında İngilizce ve Arapça olan bu çalışmayı bugün Türk kamuoyuna sunarken Irak Türkmenlerinin geleceğini kaygı ile izleyen bilim çevrelerine ufak bir uğraşla da olsa ışık tutmaya çalışmak istedik.Bu çalışmaların ileride Türkiye'de bilim çevreleri tarafından daha da genişletilerek yapılması ümidini korumaktayız.



Erşat Hürmüzlü

2003



Türkmenler Kimdir?

Türkmenler Orta Asya'dan göç eden Oğuzlardır. Çoğu tarihçilere göre islamiyeti kabul ettikten sonra Türkmen ismini alan bu Türk kavmi islam ülkelerine yayılmış kurduğu devlet ve beyliklerle bu ülklerin kaderini çizmiş ve tarihinde çok belirgin bir rol oynamıştır.

Türkmenler Orta Asya'dan göç eden Oğuzlar olup bir kısmı kırsal alanda, diğer kısmı ise şehirlerde yaşamakta idi. Bunlardan konar-göçer olanlar Maveraünnehir (Seyhun Ceyhun arasında kalan bölge, özbeöz Türkçe olan adı Arap istilasından sonra değiştirilmiştir-SB) ve Hürasan bölgelerine yakın yerlerde bulunurlardı.

Oğuz boylarının ana vatanlarından yaptıkları göç bir hamlede meydana gelmemiş birbirini takibeden göçler uzun yıllar sürmüştür. Tarihçilerin görüşüne göre doğudan Maveraünnehir bölgesine göç eden Selçukların yanında Osmanlı hanedanının mensup olduğu Kayı Han aşireti de yer almış ve bir müddet orada kalmıştır. Daha sonra Sultan Gazneli Mahmut'un emri ile Horasan ve Merv'e göç ederek Mohan'da oturmaya karar kılmışlardır.

Oğuzların tarihi çok eskilere dayanır. Orhun Abidelerinin kitabelerine göre o dönemde Oğuzların Türk kavimleri arasında önemli yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu kitabeler Göktürk yurdunun kuzeyinde yaşayan Oğuzlara temas etmektedir. Oğuz boyları diğer Türk boyu olan Kırgızların baskısına maruz kalan kadar Anayurtları olan Orta Asya'da yaşadılar. Kırgızların tehdidi üzerine Oğuzlar Uygurlarla beraber anayurtlarını terketmek zorunda kaldılar.

Tarihi kaynakların çoğu 24 Oğuz boyunun efsanevi kimliği ile Türkler tarafından çok sevilen Oğuz han'a intisap ettiğine işaret etmektedir. Bilindiği üzere Oğuz Han milattan önce ilk Türk İmparatorluğunu kuran Mete Han'ın resmi lakabıdır.

Oğuz boyları da Oğuz Han'ın 24 torununa mensuptur. Selçuklu ailesi de Kınık boyuna mensuptur.

İslam ansiklopedisine göre Türkmenler Orta Asya'da oturan bir Türk kavmidir. El-Burini, Kaşgarlı ve diğer eski müellifler uygarlıkta ileri giden yerleşik Oğuzlarla Karluklar ve tarımla uğraşan Halaçlara Türkmen adını vermişlerdir.

Abul-Fevz Muhammed emin Bağdadi türklerin Yafes oğlu Kumer oğlu Türk'e intisap ettiklerini yazar. Barthold ise Hazar denizinden Çin hududuna yayılan türk boylarının Türkmen, Oğuz, Karluk ve Dokuz-Oğuz olduğunu söyler . Barthold tarihte en büyük iki Türk imparatorluğu olan Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının bu Türkmenlerin eseri olduğunu yazar.


Türkmen isminin aslı ve anlamı:

1.Görüş : Bazı tarihçilere göre Türkmen deyimi "Türk" ve Farsça "Manend" kelimelerinin birleşerek Türk'e benzer anlamına gelen Türkmanend'den doğmuştur. Bu görüşü benimseyenlere göre müslümanlığı kabul eden Türkler bu adla anılmışlardır. Dorblue'nun ileri sürdüğüne göre Horasan yakınlarına göçeden Oğuz Han'a mensup bazı boylar kendilerine mahsus lehçelerini korumuşlardır. Bu yüzden Horasanlılar tarafından kendilerine Türkmanend = Türk'e benzer adı verilmiştir.

2.Görüş: Prof.Dr.Faruk Sümer'in de benimsedği başka bir görüşe göre Türkmen adı 11.yüzyıldan itibaren islam ülkeleri ile kurulan ticari ilişkiler sonucunda çoğunlukla islam dinine giren Oğuz boylarına verilmiştir. Bu tarihten iki yüzyıl sonraki dönemden itibaren Türkmen sözü Oğuz kelimesinin yerini alarak yaygınlaşmıştır. 

Türk tarihçisi Yılmaz Öztuna'ya göre Türkmen adı müslümanlar tarafından İslamiyeti kabul eden Türkler anlamında Oğuzlara için kullanılmıştır. Ancak 11.yüzyıldan itibaren Türkmen sözü Oğuz kelimesi ile beraber eş anlamda kullanılmış ve bu ad göçebe Oğuz boylarına verilmiştir.

3.Görüş:  İbn-i Kesir ve Mehmet Neşri gibi yazarlara göre ise Türkmen sözünün Türk ve İman kelimelerinden meydana gelmiş bileşik bir deyim olduğu da düşünülebilir.

4.Görüş : Ebul-Fida'ya göre Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde yaşayan Türklerin müslüman olanlarına Türkmen denilmiştir. İslam dinini benimseyen bu Türklere Araplar arasına karıştıkları bunlarla henüz müslüman olmamış Türkler arasında tercümanlık etmekle tanındıkları için önceleri, Tercüman adı verilmiştir. Böylece Tercüman kelimesi ağızlarda zamanla Türkman biçimine dönüşmüştür.

5.Görüş: Deguignes'e göre Selçuklu Türkleri İran, Suriye ve Anadolu'yu ele geçiren birçok Türk boyları yanında Kumanlar da bulunuyordu. Kıpçak bölgesinden akıp gelen Kumanlar iki bölüğe ayrılmışlardır. Bunlardan bir bölüğü İslam imparatorluğu ile Erminya ve Horasan sınırına dayanan Maveraünnehir bölgesine yayılmışlardır. Diğer Arap tarihçilerinin Ğuz dediği ve öbür bölüğü oluşturan Uzlar ise Avrupa'ya doğru yönelmişlerdir. Deguignes'e göre Turkuman (sonradan Türkmen'e dönüşmüştür) kelimesi adı geçen Kuman boyundan kaynaklanmıştır.

6.Görüş: Necip asım ise Türkmen sözünün Türk insanını veya Türk savaşçısını ifade eden (Türk+men) kelimelerinden oluştuğunu ileri sürmüştür.

7.Görüş : Önem kazana diğer bir görüş de J.Deny tarafından ileri sürülmüştür. Türk gramerine dayanılarak ele alınan bu görüşte, men veya man takısının yücelik, ululuk veya sonsuz çoğunluk ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Kısacası birleşik bir kelime olan, türkmen'in asil veya safkan Türk insanını ifade ettiği savunulmuştur.

8.Görüş: Buna benze bir görüşü de Türk müelliflerinden Hüseyin Hüsamettin ileri sürmüştür. Bu da man takısının yüzelik veya büyüklüğü ifade ettiğini böylece Türkmen kelimesinin büyük veya yüce Türk anlamına geldiğini benimsemiştir.

9.Görüş: Osmanlı Türkiyesi adlı eserinde Claude Cahen Türkmen kelimesinin Türklerin İslamlaşma döneminde ortaya çıktığını ve böylece müslüman olan göçebe Türkleri bu kelime ile henüz müslüman olmayan ve yerleşik düzende yaşayan medeni Türklerden ayırdedebilmek için kullanıldığını söylemektedir.

10.Görüş: Türkmen kelimesi hakkında ortaya atılan çeşitli görüş ve düşüncelerin bulunmasına rağmen biz Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu'nun bize daha sağlıklı görülen görüğüne katılıyoruz. Kafesoğlu Türkmen deyiminin yine dil gramerine dayanarak ortaya çıkış ihtimalleri üzerinde durmuş ve bu durumda Türkmen tabirinin ancak halis, asil, büyük, üstün, sağlam Türk manasına gelebileceğini benimsemiştir. Biz de bu görüşün doğruluğuna inanıyoruz.

Aslında özetlemek gerekirse, Türkmenler Orta Doğu Anadolu ve Kafkaslarda yaşayan Oğzulara verilen isimdir. Zaman zaman siyasi çevreler Türkiye Türkleri ile hudut aşırı yaşayan Türkleri ayırmak için özel bir çaba harcamışsa da bu bir yeniliği getirmemiştir. Zaten şu and Türkiye'de yaşayan Türkler de Türkmen Oğuz boylarına mensuptur.







Irak Türkleri


BİRİNCİ CİHAN HARBİ'nden sonra, Misak-ı Milli'ye dahil olmasına rağmen,Türkiye hudutları dışında kalması önlenememiş Musul bölgesinde yaşamakta olan Türklerin karşılaştıkları zorluklarla çok fazla ilgilenmediğimiz bir vakıadır. Bidayette İngilizlerin, daha sonra da Irak hükümetlerinin, bu bölge Türklerinin, Türkiye Türkleri ile bir ilgisi bulunmadığı iddialarını kuvvetlendirmek maksadıyla, onlara ısrarla '' Türk'' yerine ''Türkmen'' deyişleri karşısında, Türkiye'de genç nesillerin bu konuda doğru bilgilere sahip olmadıkları dahi söylenebilir.


Uzun senelerdir yakından tanıdığım kıymetli dost Erşat Hürmüzlü, bu soydaşlarımızın yıllardır neler çektiklerini, her türlü zorluğa göğüs gererek geçmişlerini ve kimliklerini nasıl muhafaza ettiklerini, olayların içinde yaşamış bir kişi olarak canlı bir üslupla bizlere aktarmaktadır.


Irak'ta yeni bir düzen kurulması konusunun gündeme geldiği bu günlerde bu kitap, Irak Türklerinin haklarının korunmasında şimdiye dek gereğince yerine getiremediğimiz bir görevi bize hatırlatmaktadır.


Bütün Türklerin okumalarını ümit ve temenni ettiğim böyle bir eseri bizlere kazandırdığı için Sayın Hürmüzlü'ye kendi hesabıma teşekkür ederim.



Kamuran GÜRÜN



Türkmenler ve Irak - Hürmüzlü














***










TÜRKİYE VE TÜRKMENLER






Irak Türkmenleri tarih boyunca Türkiye ile aynı kaderi paylaşmışlardır. Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’den koparılan Türkmenler, Irak’ta sürekli baskı ve gözetim altında tutulmuşlardır.

Her zaman devlete saygılı olan ve hiçbir zaman yönetime karşı isyan gibi yasa dışı yollara başvurmayan Türkmenler, istek ve beklentilerini Irak hükümetinden hep açık ve şeffaf biçimde, medenî ve demokratik hak olarak talep etmişlerdir.
Buna rağmen Türkmen toplumuna reva görülen baskı ve zulümler, ne yazık ki hiçbir dönemde eksilmemiştir.

Irak yönetimleri hemen hemen her devirde Türkmenleri potansiyel bir tehlike görmüşlerdir. Galiba bunun başlıca sebebi, Türkmenlerin günümüze kadar Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılıktır. Oysa Türkmenlerin Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılığın temelinde hiçbir zaman siyasî ve ayrılıkçı bir tema olmamıştır. Türkmenler kök ve kültür bakımından, kendilerini Türk dünyasının bir parçası kabul etmişlerdir.

Nasıl ki bir Lübnanlı, bir Iraklı veya Ürdünlü bir Arap, kendisini Arap dünyasının bir parçası sayıyorsa ve bu düşünce bir ihanet veya bir suç kabul edilmiyorsa, Türkmenlerin de duygu ve düşünceleri bir ihanet gibi algılanmamalıdır.

Kraliyet ve cumhuriyet dönemi Irak’ında Türkmen toplumunun yaşadığı sıkıntılar ve maruz kaldığı baskılar, ne yazık ki zaman zaman soykırımlara varan büyük facialara dönüşmüştür. 

Bunların içinde en büyüğü ve unutulmaz olanı 14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı’dır. Bu katliam yönetimin bilgisi dışında cereyan etmediği gibi, komünist mihraklarının öncülüğünde Kürt militanlarının katılımıyla ortaya konmuş unutulmaz vahşet sahneleri ile doludur.

Irak’ın en uygar ve en barışçı toplumu olan Türkmenler, Saddam yönetiminde büyük zulümlere maruz kalmışlar, yerlerinden, köylerinde, ev ve arazilerinden atılmışlardır. Türkmen liderlerinin, Türkmen aydınlarının, öğretmen ve üniversite öğrencilerinin yüzlercesi, ömürlerinin baharında idam sehpalarında suçsuz yere sallandırılmışlardır.

2003 Nisanında Irak’a gelmesi planlanan bahar, kısa sürede kara kışa dönmüş, ABD işgali ile başlayan süreç, Irak halkını giderek sıkıntıya, üzüntüye ve bunalıma sürüklemiştir. 

Ülkede başlayan otorite boşluğu, yerini teröre, suikastlara, soygun, işgal ve her türlü yasa dışı eylemlere bırakmıştır. Ülkede otoriteyi sağlayacak ulusal güvenlik güçleri olmadığı için de halk, kendi kendini korumaya ve kollamaya gayret etmek zorunda kalmıştır. Partiler, sendikalar, dernekler ve daha birçok siyasî örgüt ve sivil toplum kuruluşları da, kendi milis güçleri veya bazı güvenlik şirketlerine ödedikleri para karşılığında özel koruma elemanları ile önlemlerini alıyorlar. Şehirlerde görev yapan polis güçleri, etnik ve mezhep ayrımcılığı yüzünden, görevlerini sağlıklı biçimde yürütmekte zorluk çekiyorlar.

Bütün bunlara karşılık, siyasî kutuplaşma etnik ve mezhep ayrımcılığına dayandığı için, partiler arasında uzlaşma sağlanması, hayalden ibaret kalmıştır.

Etnik ve mezhep kamplaşması yüzünden şehirlerde hayat çekilmez hâle gelmiştir. Bağdat, Kerkük ve Musul gibi Irak’ın en sıcak şehirlerinde mahalleler etnik ve mezhep çatışmaları yüzünden birbirinden kopmuştur.

Çağdaş demokrasilerde siyasal örgütler, parti ve sivil toplum örgütleri ideolojik temellere göre yapılanmaya giderler. Irak’ta ise hem de anayasanın izin vermesi ile etnik ve mezhep esasına göre kurulan siyasî partiler, halkı da paramparça hale getirmiştir. Bundan dolayı Irak’ta halk arasında Irak vatandaşlığı kimliği silinmiş, halkın vatan ve bayrak sevgisi tarihe karışmıştır. 

Kuzeydeki federal hükümet, merkezî hükümeti temsil eden Bağdat’a tabi bir yönetim olmaktan çıkmış, bunun tersine Bağdat Erbil’den yönetilir hale gelmiştir.

Demokratik seçim sonuçlarına göre kazanan çoğunluğu, kaybeden azınlık yönetmektedir. Parlamentoda fazla sandalye sahibi olan koalisyonların eli kolu bağlanmakta, az sayıda üyeye sahip olan siyasî partiler her istediğini yapabilmektedir.

Sünnî ve Şiî diye bölünen Araplar, birbirilerine karşı düşmanca tavır takınarak kuzeydeki federal yönetimlere taviz vermektedirler. Bu yüzden ülkeyi yönetmesi gereken 2 büyük koalisyon aciz durumda kalmıştır.

Bu garip manzara karşısında iyice bunalan Türkmen siyasetçileri ise, kiminle işbirliği yapacakları konusunda şaşkına dönmüşlerdir. Yıllarca zulüm gördükleri Baas Partisinin artığı olan siyasetçilerle koalisyon yapmak zorunda kalan Türkmenler, en büyük engelleri yine bu kesimden görmektedirler.

Yıllarca Saddam zulmü ile inleyen, evleri ve arazileri ellerinden alınanların hakkı, koalisyon dostları tarafından engellenerek geri verilmemektedir.

Açıkçası kimin gücü kime yeterse, onu kullanmaktan geri kalmamaktadır.

Irak üzerinde oynanan garip bir siyaset satrancı daha var. O da istenen bir şey demokratik açıdan mümkün değilse, onu uzlaşı kültürü, yani uzlaşma yolu ile elde etmektir. Özellikle demokratik açıdan kuzey yönetiminin eli zayıfladığı zaman, hemen ortaya uzlaşma kültürü telkinleri devreye girmektedir.

Irak’taki siyaseti ve siyasî gündemi sadece Barzani veya Talabani etkilemektedir. Diğer siyasî aktörler ise yok sayılmaktadır. Bu telkin ve yaklaşım Türkiye’nin Irak üzerindeki politikasını da yönlendirmektedir.

Oysa Türkiye diğer siyasî aktörleri de göz ardı etmemelidir. Türk siyaseti sadece kuzeydeki aktörlerle değil, diğer aktörler ile de diyalog içinde olmalıdır. Sürekli kuzey merkezli politika üretmek ve o gündeme takılı kalmak, Ankara’yı hem yanıltmakta, hem de giderek yalnızlığa itmektedir.

Nitekim Maliki-Barzani çekişmesi yüzünden Türkiye, Şii karşıtı blokta yer almış, İran ve Suriye düşman tarafında kalmıştır. Bu siyasetin uzantısı Türkmen siyasetinin alanını daraltmış ve Türkiye Türkmenleri Şii karşıtı konuma sevk etmeğe çalışmıştır.

Bu bakımdan Türkiye, ülkede sahipsiz kalan Türkmenleri daha da sıkıntılı bir pozisyona sokmuştur. Unutulmamalıdır ki Türkmen toplumunun yarısına yakını da Şii’dir. Her zaman da Türkmen Sünniler ve Şiiler bir arada kardeşçe yaşamışlardır. Türkmenleri tamamen Şii bloğa itmek aslında doğru bir politika değildir. İşin doğrusu dengeli siyaset yolu ile her tarafla iyi diyalog içinde hareket edebilmektir. Kürtler bir zamanlar Maliki ile işbirliği yaparak, kazanımlar elde etmişlerdi. Maliki’nin iktidarı bırakmamasının arkasında Kürtlerin aldığı destek yatmaktadır. Barzani Sünni Araplarla dost olsaydı, şimdi Maliki’nin elde ettiği gücü önleyebilirdi.

Ama Maliki Hükümetinden epey avantajlar elde etmiştir. Şimdi ise Barzanî Maliki ile ihtilafa düşmüştür. Yarın öbür gün bu pozisyon tekrar geri dönebilir. Siyasette olmaz diye bir şey yoktur. Türkmenleri sürekli olarak Sünni Arapların uydusu yapmak, son gelişmelerin ışığında yanlış bir siyaset olarak görülmüştür. Telafer’in il olmasını engelleyen ve Türkmen arazilerini geri vermeyen Sünni müttefikler, Türkmenleri mücadelelerinde yalnız bırakmışlardır. Saddam da Telafer’in il olmasını istememiş, Telafer dosyası önüne geldiği zaman Saddam “İkinci bir Kerkük istemiyorum” notunu yazmıştır.

Kürtlerle Türkmenler dost ve kardeş olmalıdır (!). Çünkü bir arada yaşamak zorundadırlar (!). Siyasette sürekli düşmanlık olmaz. 

Eyvallah, doğru, güzel ve medeni bir düşünce… Peki, bu hangi dostluğa dayanacaktır? Türkmenler, tarihlerinin en acı ve en unutulmaz vahşetini 14 Temmuz 1959’da yaşadılar. Bu vahşeti yapanların kim olduğunu toplum unutmuş değildir. Arkadan hançerlenen bir toplum, hançerleyen toplumla ne karşılığında dost olabilir? 

Sabıkalı olan bu toplum şimdi uygar ve efendi bir toplum oldu ise, bu vahşetten dolayı gelip Türkmenlerden özür dilemelidir. Özellikle bu vahşetin baş aktörü Barzani ailesinin şimdiki başı bunu çok iyi bilir. Çünkü kuzeyde Kürdistan Parlamentosunun açılışında Barzani öldürdükleri 25 bin peşmergeden dolayı mecliste özür dilemişti.

Bunlar geride kaldı, unutalım artık deniliyorsa, peki unutalım… 

Ancak 2003’ten beri Türkmenlerin Kerkük’te ve Türkmeneli’nin diğer bölgelerinde çektikleri eziyet, gasp, işgal ve şiddet neden bir türlü son bulmuyor? 

Türkmenlerle dost olmak isteyen bir toplum, dostluğunu ve samimiyetini göstermelidir. Türkmenler, karşılarında hâlâ dostluğuna güvenilmeyen bir siyasî örgüt gördükçe, bu duaya âmin diyebilir mi?

Türkiye, Türkmen siyasetçilerini de yeterince anlamalı ve Türkmen kamuoyunun hassasiyetine anlayış ile yaklaşmalıdır. Türkiye, Osman döneminde sahip olduğu geniş bir coğrafyada, en büyük İslam ümmeti ile birlikte Müslüman olmayan topluluklara da asude ve huzur dolu hayat sunabilmiş deneyimli bir devletin varisidir. 

Büyük bir devlet olan ve tarihî derinliğe sahip bulunan Türkiye’ye
de yakışan budur.

Prof.SUPHİ SAATÇİ / 2012


KAYNAK: KARDAŞLIK DERGİSİ e-dergi:






ilgili haber: 23 HAZIRAN 2013 
Kerkük ve Tuzhurmatu yine bombalarla sarsıldı

Kerkük ve Tuzhurmatu'da sabah saatlerinde düzenlenen saldırılarda

3 kişi hayatını kaybetti, 27 kişi yaralandı.




"TÜRKLERE" 
KARŞI
 İLAN EDİLMEMİŞ BİR SAVAŞ 
SÜRÜYOR...


***

ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS ve BAŞKALDIRI KAVRAMI





İnsanın Prometheus tarafından, maddeden yaratıldığı, daha doğru bir deyimle ‘yapıldığı’ mitosu, geç bir dönemde, İ.Ö. 4. yüzyılda ortaya çıkar. Bu mitosa göre Prometheus, suya ya da gözyaşlarına kil karıştırarak, ölümlü ilk varlığın bedenine biçim verir. Sonra çamurdan yapılmış bu bedene yaşam soluğunu üfler. 

Bir başka mitosa göre Prometheus, ilk insanın yalnızca yapıcısıdır, onu yalnızca biçimleyen kişidir. İlk insana hayatı, ruhu Athena vermiştir. (68)

Prometheus’a, insanların dostu olarak başlangıçtan beri rastlıyoruz. Hesiodos şöyle bir olay anlatır: 

Tanrılarla ölümlü insanlar Mekone’de toplanmışlar, kesilen her kurbanda tanrılara ait payı saptıyorlarmış. Kurnaz Prometheus, koca öküzü keserek ikiye bölmüş, bir yana etini koymuş, üstünü iskembeyle örtmüş; bir yana kemikleri koymuş, üstünü parlak yağla örtmüş. Zeus kötü tarafı seçerse, aslan payı onların olacaktır; tersi olursa, üstünlük yine tanrıda kalacaktır. Prometheus, Zeus’a iki parçadan birini seçmesini söylemiş. Zeus yağla kaplı olan parçayı seçmis. 

Aldatılıp, kemik yığını seçtiğinin farkına varınca da öfkelenmiş, insanları cezalandırmak için ateşi ellerinden almış. Prometheus bunun da bir çaresini bulmuş hemen. Olympos’a çıkmış, bir kamışın içine bir kıvılcım saklayarak, yeryüzüne insanlara getirmiş. İnsanları tekrardan ateşe kavuşmuş görünce Zeus’un öfkesi daha bir artmış. Hem insanları, hem de tanrılar babasına karşı gelen Prometheus’u cezalandırmak ve onu kendi isteğine boyun eğdirtmek için yeni çareler düşünmüş.Tanrılar kralının onu cezanlandırışı müthiş olmuştur. Onu zincirle kayalara bağlatarak karaciğerini kartallara yedirtir. Kartal yedikçe, karaciğer yeniden büyümektedir. (69)

Bu konuda Hesiodos’ta olmayan ayrıntıları Aiskhylos’tan öğreniyoruz.

Zeus’un geleceği ile ilgili bir gizi yalnızca Prometheus biliyordu. Zeusun birlikte olacağı bir kadından doğacak bir çocuk, babasınının krallığına son verecekti. Zeus bu kadının kim olduğunu ögrenip, onu bekleyen tehlikeyi savuşturmak için, zincire vurdurduğu Prometheus’u salıvermek zorunda kaldı, zincirlerini çözdü. Kahramanın ciğerini kemiren kartalı öldürsün diye Herakles’i yolladı. Yeniden tanrılar katına kabul edilen Prometheus, gizi açıkladı; Zeus, Nereus Kızı Thetis’e gönül vermişti.

Ne var ki, Thetis’in doğuracağı çocuk babasından daha güçlü olacaktı. Zeus, Thetis’le birleştiği taktirde, krallığı son bulacaktı.(70)

Prometheus, Titanlar soyundandır. Hesiodos’a göre Iapetos’la Okeanos kızı Klymene’nin oğludur.(71) Mitosa göre Titan karı koca Iapetos’la Klymene’nin dört oğlu olmuştur: Atlas, Menoitios, Prometheus, Epimetheus. Bu çocukların dördü de akıl gücü bakımından tanrılara üstündürler ve tanrılara kafa tutmaktadırlar. Bu yüzdendir ki Tanrılar Tanrısı Zeus onlara karşı özel bir kin duymaktadır.

Çocuklardan ilk ikisi Atlas’la Menoitios, Tanrılarla Titanlar arasındaki ünlü savaşa katılmış ve Zeus tarafından Atlas gökkubbeyi omuzlarında taşımakla, Menoitos da yerin dibine kapatılmakla cezalandırılmıştır. Daha sonra da Prometheus’u,karaciğerini kartallara yedirerek, Epimetheus’u da ilk kadın Pandora’yı kendisine eş etmekle cezalandıracaktır. ( 72)

Zeus’un Iapetsogullarına olan özel hıncın asıl nedenini onlara verilen sıfatlardan anlıyoruz: bu Titanların dördü de kafa gücünden pay almışlardır, akıldan yana üstündürler ve bu üstünlükleriyle övünüp Zeus’a karşı gelmeye yeltenirler. 

Akıl gücüyse Zeus’un tekelindedir, o dünya egemenliğini bu güçle ele geçirmiştir. Bu gücü başkasında görmek, içinde dinmez bir öfke doğurur. Prometheus da bu öfkeyi körükler durur: sivri aklını, geleceği önceden görme gücünü Zeus’u aldatmak, kuşkulandırmak, küçük düşürmek için kullanır.

Adı ‘’önceden gören’’ anlamına gelen Prometheus bir kahindir ve Gaia Kronos’a nasıl devrilebileceğini haber verdiyse, Prometheus da Zeus’un bir gün tahtından düşeceğini bilir. 

Aiskhylos’a göre Prometheus, Klymene’nin değil, başka bir adı Themis (Adalet) olan Gaia’nın oğludur. Bu bilgiden edindiği üstünlükle Prometheus, Zeus’u sürekli bir kuşkunun altında tutar. Prometheus başlangıçtan beri insanlardan yana olmuştur, onlara dayanarak Titanların öcünü almak ve Olymposluların egemenliği yerine insanların egemenliğini getirmek emelindedir.

Yeni bir devrimin hazırlayıcısıdır. Zeus’u aldatmakla onu insanlara karşı kışkırtır., Kurduğu bu düzen tanrılar için küçük düşürücüdür. Zeus bile bile aldanır, ama oldu bittiyi önleyemez. Bu onur yarasından öç almak içindir ki ateşi vermez olur insanlara. Prometheus da tanrıyı bir daha aldatır ve ateşi alıp götürür, insanlara verir. (73)

Prometheus, öteki kardeşleri gibi tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış, ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı ) vermekle bu düzeni değistirmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından zincire vurulmuş ve Zincire Vurulmuş Prometheus adıyla anılmıştır (74). Tanrılarca görevlendirilen bir kartal, sürekli olarak her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmektedir. Onu, Kafkas Dagı'nın tepesindeki bu tanrısal işkenceden bir insan, bir ölümlü olan Herakles kurtarır. Prometheus “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok” der, böylelikle de insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur . (75)

Zincire Vurulmuş Prometheus başlığıyla Türkçeye çevrilmiş olan tragedyanın Yunanca adı "Prometheus Desmotes", yani “Bağlanmış Prometheus” dur. Aiskhylos, Prometheus konusunu üç tragedyada işlemiştir. Zincire Vurulmuş Prometheus bu üçlünün birinci ve elimize geçen tek oyunudur. Öbür ikisi yitirilmiş, yalnız adları kalmıştır: birinin Kurtulmuş Prometheus, öbürünün Ateş taşıyan Prometheus olduğu bir oyun listesinde yazılıdır. Prometheus’un hangi yıl oynandığı bilinmiyor. Tragedyanın biçimini ve dilini inceleyen bilginler onun Persler’den sonra ve Oresteia üçlüğünden önce yani İ.Ö. 472 ile 458 yılları arasında yazıldığını ileri sürmektedirler.

Prometheus’un asıl konusu insan, oynanan dram da insanlığın dramıdır. İnsan dostu, Tanrı düşmanı Prometheus, Aiskhylos’dan bu yana, en çok da bizim çağımızda bu özelliği ile insanlığı temsil eden bir kahraman olarak benimsenmiştir (76)

Oyun tanrılar arasında geçmesine rağmen asıl anlamı insanlarla ilintilidir. Prometheus, bir düzene karşı bilinçli olarak baş kaldıran insanın temsilcisidir. ( 77)

Prometheus bir efsane kişisidir. Gerçi Homeros destanlarında adı geçmez, ama Hesiodos’un iki büyük şiiri Theogonia ile İşler ve Günler’de çok sözü edilir. Ne var ki, Prometheus, insan dostu olarak ilk kez Aiskhylos’un tragedyasında karşımıza çıkmaktadır (78).

Prometheus, bir başkaldırı öyküsü üzerine kurulmuştur. Prometheus, Olympos tanrılar düzeninin kurulması için Zeus ile işbirliği yapmış ve kendi soyundan olan Titanlara baş kaldırmış olan ileri görüşlü bir tanrıdır. Daha sonra Zeus’un yönetim biçimine de karşı çıkmış, onun zorbalığına ket vurmak için tanrıların ayrıcalığı olan ateşi çalarak insanlara iletmiştir. Zeus bu davranışı cezalandırır. Oyun başladığında Prometheus’un Zeus’un buyruğu uyarınca dağlar üzerindeki bir kayaya zincirlendiğini görürüz (79).

Prometheus uğratıldığı bu aşagılayıcı ceza yüzünden Zeus’a karşı korkunç bir kin beslemektedir. Zeus’un egemenliğini sona erdirecek olan olayı bildiği halde bu gizi açıklamamakta direnir. Zeus istediği bilgiyi koparamayınca Prometheus’u daha büyük cezalara çarptırır, daha dayanılmaz acılara uğratır.(80) Ama hiç bir işkence tehdidi onun kararını değiştiremez. Bu cezası onu caydırmak için yeterli değildir ve bu yüzden Tartarus’da zindana atılır. Trajik üçlemenin ilk oyunu olan Zincire Vurulmuş Prometheus oyunu bu şekilde son bulur (81).

Titanları yenerek yönetimi ele geçiren Zeus, daha sonra bir düzen kurmaya girişmiştir. Bu düzende kendisine krallık tahtını ayırmış, diğer tanrılara da şeref payları, egemenlik alanları dağıtmıştır. Ne var ki bütün tanrılar paylarına düşen alanı yönetirken Zeus’un buyruklarını isteyerek ya da istemeyerek yerine getirmektedirler. 

Buna tek başkaldıran Prometheus olmuştur. Kavga, Zeus ile Prometheus arasındadır ve bir özgürlük-kölelik kavgasıdır. (82)

Zincire Vurulmuş Prometheus, yalnızca bir tragedyayı değil, tüm üçlemeyi işgal eden kahraman bir figür üzerine odaklanmıştur. Prometheus’un acısı ve faciası onun doğası ve kendi hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Der ki; “bilerek, evet tamamen kendi arzumla günah işledim, inkar etmeyeceğim: insanoğluna yardım ederek kendi sonumu hazırladım”. Bu yüzden bu tragedya diğerleri arasında farklı bir yere sahiptir.

Prometheus’un tragedyası , aslında tüm ruhsal katılımcıların çektiği acıdır. Kahraman, Aiskhylos’un hayalgücü tarafindan yaratılmıştır. 

Hesiodos, Prometheus’u Zeus tarafından cennetten ateş çaldığı için cezalandıran kötü biri olarak biliyordu. Fakat Aiskhylos, büyük bir hayal gücüyle tam bir insanlık sembolü yaratmıştır. Aiskhylos’a göre ateşin ilahi gücü uygarlığın sembolüydü. Dünyayı keşfeden, güçlerini organize ederek onu arzusunun kölesi haline getiren, onun hazinelerini ortaya çıkaran Prometheus dünyayı uygarlaştıran bir dahiydi. (83)

Prometheus’da Yunan tragedyasının tüm mitolojik figürlerinin sanki gerçekten yaşamışlar gibi bireyselleştirildikleri görülür. Tüm çağların insanları Prometheus’u insanoğlunun bir temsilcisi saymışlar, onunla birlikte bir kayaya zincirlenmişler ve onun güçsüz ama baskın nefret çığlığına katılmışlardır. Aiskhylos onu başta daha insani bir figür olarak tasarlamış olabilir, fakat onun karakterinin özünde, ateşi keşfetmesi her zaman psikolojik bir öge, binlerce yıl boyunca ulaşılamamış zengin bir insanlık ideali vardır. Bu yüzden, şairler ve filozoflar asırlar boyunca Zincire Vurulmuş Prometheus’u diğer Yunan dramalarından daha fazla sevmişlerdir. (84)

Bu tragedyada acı çekmek insan ırkının bir zorunluluğudur. İlk kez insanoglunun “zavallı ve kısa” varoluşuna ateşi getiren Prometheus’tur. İnsanlığın acınacak durumu bize gösterilir. Zeus ateşi sakladığı gibi, yaşamın anlamını da insanlardan saklamıştır. Sayısız kötülüğü serbest bırakmıştır; her yer bu kötülüklerle doludur ve onlardan kaçış yoktur. Hayat zordur ve her zaman ölümün gölgesi altındadır. Aslında hepsinden daha tehlikelisi Zeus, zaman zaman mutsuz bir canavar gibi insanlığı toptan yok etme planları yaparak eğlenmektedir. Troya Savaşı’nı çıkardığında düşündüğü de işte budur .(85)

Ateş, uygarlığın temelini simgeler .(86) Prometheus mitosunun tasarımı, salt insanlığın yükselmekte olan özüne kattığı, verimli bir değ erdir. Çünkü insan bağımsız olarak ateş beklemiş, onu göğün bir göndermesi olarak değil, tutuşturan yıldırımdan ya da ısıtan Güneş’ten almıştır. Böylece ilk felsefe sorunu, kişiyle Tanrı arasına üzücü, giderilmez bir karşıtlık koymuştur. İnsanlık bölüşebileceği en iyi ve en üstün nesneyi kan dökmekle kazanıyor, sonra da onun sonuçlarını alma gereğini duyuyordu. Acıların ve yıkımların tüm dalgalanışıyla, yüce insan soyuna ulaşmaya çabalıyordu. (87)

Prometheus’un armağanı olan akıl, insanı özgürleştirmişti. Çünkü onun doğanın yasalarını anlamasını ve böylece kontrol altına almasını olanaklı kılmıştı (88).

Öte yandan Olympos Tanrıları’nın varlığında Antik Yunan insanının, bütün kuşkulu değişimleri ortadan kalkmıştır. Antik Yunan sanatçısı, özellikle, bu tanrısal varlıklardan ötürü, değişen bağımlılığının karanlık duygusunu sezmişti. Aiskhylos’un Prometheus’unda bu duygu simgeleşmiştir. Titan sanatçısı, kendini, insanları yaratma, Olympos tanrılarını yok etme gibi başkaldırıcı inançlar içinde bulmuştu. Bu durum onun, üstün bilgeliği yüzünden, sonu gelmez acıları çekmeye itilmesinden doğmuştur. Sonu gelmez acı ile baskı altına alınarak ödenen şey, üstün usun görkemli gücüdür. Aiskhylos’da, şiirin içeriğini ve özünü kuran; sanatçının kati büyüklenmesidir .(89)

Prometheus insana en değerli varlığı olan aklını kullanmasını öğretmekten başka bir şey yapmamıştı. Aiskhylos da bu gerçeği Prometheus’a usta bir incelikle söyletmektedir. Artık insan çocukluk evresini atlatmıştır. Düşüncelerini geliştire geliştire olgunluk çağının bilincine varmaktadır. Böylece artık us çağını yakalaması çok yakındır . (90)

Aiskhylos “ateşi çalmakla” ilgili mitolojideki eski temayı büyük bir ustalık ve coşkuyla yeniden kurgulayıp işler. Bu temaya yeni boyutlar kazandırır ve ona bambaşka simgesel bir anlam yükler. Prometheus, mitolojideki gibi yalnızca ateşi çalıp onu başkalarına ulaştıran bir hırsız değildir. O aynı zamanda insanlığın eğiticisidir. Prometheus, insanlara ateşi vermiş, böylece insanoğlu da bu dehayı kullanarak kendi büyüklüğünün ve gücünün sınırsızlığını kanıtlamıştır. Ateşe sahip olmak demek simgesel olarak sanatları yaratmak, uygarlığı bütün alanlarda kurup ortaya koymak demektir. Çünkü ateş en kolay şekilde uygarlığın önünü açan bir nesnedir; ve insanoğlunun öteki alanlarda gerçekleştireceği kazanımların ön simgesidir; o tohum ve topraktır, uygarlığın sonsuz yoludur. Prometheus, çaldığı ateşin insanlara ulaşmasından sonra, teknikleri keşfedip doğanın sert, acımasız yasalarını yenen insanlığın, yaratıcı dehasının bir simgesi olmuştur . (91)

Aiskhylos, Prometheus’un günahını sadece tanrıların sahip olduklarına karşı yapılmış bir savunma olarak göstermeyi değil; onun ateşi getirmek yoluyla insanoğlu için yaptıklarıyla alakalı bir tür trajik kusurluluk olarak göstermeyi planlamıştır. Her çagda, bilginin ve sanatın zaferini hayal eden, aydınlanmış ruhlar ortaya çıkmıştır. Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus’da kahraman insanoğlunu karanlıktan ilerleme ve uygarlığın ışığına çıkarmakla övünür ve koro da onu tam olarak onaylamasa da, utangaç bir şekilde onun bir tanrı gibi kullandığı yaratıcı dehasına olan hayranlığını ifade eder. ( 92)

Hesiodos’un epiklerinden Aiskhylos’un çalışmasına kadar bütün eski Yunan hikayelerinde, Prometheus efsanesinin merkezi olan Prometheus, dünyadaki birçok eski kültürle paralellik kurulabilecek kadar basit ve ilksel bir figürdür; Prometheus hile ile tanrılardan ateşi çalar ve bu büyük hediyeyi insanlara verir. Zincire Vurulmuş Prometheus’da hırsızlık ona karşı Zeus ve diğer tanrılar tarafından yöneltilen ilk suçlamadır. Diğer suçlardan sadece birisidir ve anlamı bir maddenin hırsızlığından çok daha fazlasıdır; insanlığa yapılan büyük bir faydanın ilk adımıdır. 

Ates yani Prometheus’un hediyesi, onun ölümlülerin entellektüel ve teknolojik icatları üzerine olan görüşlerinin sembolüdür .(93)

Prometheus “İnsanoğlu hayaletler gibi kasvetli bir karmaşa içinde yaşıyordu” der. Ta ki o insanlara mimariyi,astronimiyi, matematiği, alfabeyi, hayvanları evcilleştirmeyi, gemi yapımını, rüyalarda geleceği okumayı, kehanetleri ve metalurjiyi öğretene kadar. (94)

Prometheus sayesinde insanoğlu, yeraltı magaralarından günyüzüne çıkar. Ağaçtan, taştan ve güneşe bakan evler yapar. Yıldızların doğuşları, batışlarıyla ilgili bilimleri keşfeder. Sayıların bilimini keşfeder. Bütün insan düşüncelerini toparlayan bir bellek görevini gören ve aynı zamanda bilimsel araştırmalarda kullanılacak olan yazıyı icat eder. Öküzü sabana koşar; atı evcilleştirip eğitir, metalleri işler. İnsan yaşamını güvenlik altına alan ve onu uzatan tıp bilimini kurar  (95)

Onun ateşi çaldığını duyunca gösterdiği cüretten şaşkına dönen Okeanos Kızları günah işlediğini haykırırlar, ama böyle bile olsa, bu insanlığı yok olmaktan kurtaran bir günahtır. (96)

Prometheus kendisini kardeşi olan Titanlardan ayırmış ve onların yaşamlarının umutsuzluğunu fark etmiştir. Çünkü onlar sadece vahşi gücün önemini bilirler ve yalnızca bilimin dünyayı yönettiğini hiçbir zaman anlayamazlar. İşte bu şekilde Prometheus Titanlar üzerinde hakimiyet sürecek yeni Olympialı düzenin büyük gücünü tasarlar. (97) 

Titanlar seviyesine yükselen insan, kültürünü kendisi elde eder ve tanrıları onunla işbirliği yapmaya zorlar. Çünkü kendisine yeterli olan zekası ile elinde onların varoluş ve kısıtlamalarını tutar. Bu Aiskhylos’un adalet arzusudur ve onun dünyaya bakış açısının temel pozisyonunu ortaya koyar. Tanrıları düşünürken, Yunanlı sanatçılarda karşılıklı bağımlılık konusunda bulanık bir duygu vardır ki Aiskhylos’un Prometheus’unda bu duygu sembolleşir. Titan sanatçısı insan yaratma ve tanrıları yok etme cesaretinin gücünü kendinde keşfeder. Bunu, emin olduğu üstün zekası ile yapabilir. Bunun kefaretini ebedi acıyla ödeyecektir. Büyük zekanın muhteşem “yapabilirim” gücü ile ebedi acı, sanatçının vazgeçemediği gururu pahasına elde edilir ki Aiskhylos şiirinin özü ve ruhu budur . (98)

Böylece ilk felsefi problem, insan ve tanrı arasındaki acılı ve uzlaşmaz bir düşmanlık olmuştur ve bu her kültürün kapısına bir kaya kütlesi gibi yerleşmiştir. 

İnsanlar en yüksek ve iyiyi suç yoluyla elde edebileceklerse sonuçlarına katlanmalıdırlar. Küstah Titan Prometheus, eğer Zeus onunla hemen anlaşmaya varmazsa egemenliğinin tehlikeye gireceğini kendisine söyler. Aiskhylos’da ürkmüş, sonundan korkmuş olan ve Titanla işbirliği yapan Zeus’u görürüz. Böylece ilk Titanlar Çağı, bir kez daha Tartarus’dan ele geçirilerek gün ışığına çıkartılır . (99)

Aiskhylos’un Prometheus’unun çektiği acılar, cennetten yoksunluğa ve ölüme atılmış fakat yeniden yukarı çıkmaya çalışan insanın kendisinin acıları olarak görülür .(100)

Aiskhylos, en yüce bilgiye yalnızca acı çekilerek ulaşılabileceğini söylerken aslında, kendi dini inancına yönelik bir ifade ortaya koymaktadır. Aiskhylos’un tüm işleri acı çekmenin ve bilginin yüce ruhsal birliği üzerinde odaklanmıştır. Onun hayatında bir şiir olarak gelişen düşüncenin izini sürmek kolaydır: Zincire Vurulmuş Prometheus’dan Persler’e kadar, derin tutkunun ve düşüncesizliğin sergilendiği Yalvaran Kızlar’dan, Oresteia’ya ve Agamemnon’daki kutsal duacı koroya kadar hepsi şairin kadere olan inancının soylu ifadesini bize sunar. Aiskhylos’un, hayatı boyunca şüphe ve korkuya karşı güçlendirmeye çalıştığı acının kutsanması esnasında yavaş yavaş yolunu çizen talihin, insan ruhunu yenileme ve kilavuzluk etme adına muazzam bir gücü vardır.. Doğası yalnızca onun yaptıkları tecrübe edilerek anlaşılabilen Tanrının, ölümlüler için yasalar koyarak onlar için bilgiye giden yolu hazırlayan Tanrının kuralı şudur: “Acı çekerek öğren.” 

Aiskhylos şüpheden kurtulmaya çalışırken yalnızca bu trajik bilgide huzur bulmuştur. Ve bunu yapmada kolayca saf bir sembole dönüşebilen mitosdan yardım almıştır. Tüm saldırılara rağmen düzen, kaosa karşı kendini tekrar oluşturmaktadır. Bu, acı çekmenin anlamıdır. (101)

Bireysel bir ruh tarafından hissedilen her nese veya acı evren boyunca titreşimler yaratır ve böylece hayatin tümü acı çeker. Bu düşünce belki de en erken ifadelerinden birini Prometheus’da Okeanos kızlarından birinin şarkısında bulur. Onlar onunla birlikte ızdırap çekerler; aslında tüm dünya bu acıyı çekmektedir. (102)

Yunan tragedyasındaki en güçlü faktörlerden biri de lirik haykırışlarıyla aktörlerin trajik tecrübelerini nesnelleştirecek bir koroya sahip olmasıdır. Zincire Vurulmus Prometheus’un korosu acıma ve dehşetten oluşmaktadır. Koro kendisini Prometheus’un acılarına o kadar içten bir şekilde adamıştır ki, Hermes’in uyarılarına rağmen sonunda onunla cehenneme gitmeyi ve acılarını paylaşmayı seçmişlerdir. Buna rağmen koronun sahip olduğu trajik duygu trajik bilgiye aktarılmıştır. Böylece koro kendisini duyguların üzerinde tamamen düşünceye dayanan bir yere yükseltir ve tragedyanın gerçek amacına bu şekilde ulaşılmış olur .(103)

Zincire Vurulmuş Prometheus için şöyle söylenebilir: “kaosa - entellektüel, politik ve dini kaosa- odaklanmış bir zihinden ortaya çıkmıştır” (104).

Prometheus’un karakteri efsanede politik bir nitelik taşımaktadır, ama bu kişiliği tam değerlendirip, dramını modern anlamda politik bir durum olarak canlandırabilmek, Atina’nın tragedya yazarları arasında politik görüşü en köklü olan Aiskhylos’a verdiği bir başarıdır.

Prometheus ateşi tanrıdan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuş, korkunç bir ceza çekmektedir. Mıhlanmış olduğu kayadan bize seslenip, eylemini, eyleminin uyandırdığı tepkiyi, kendini ve karşısındakileri eleştirip değerlendirmektedir. Prometheus insanın temsilcisidir aslında. Ve içinde çırpındığı olaylar da günümüzün deyimiyle politik olarak adlandırılabilecek insan toplumlarına has olaylardır .(105)

Zincire Vurulmuş Prometheus politik bir tragedyadır. Aiskhylos politika anlayışının en derinini yansıtmaktadır. Bu yansımayla kalmayıp, uygarlık değerlerinin ne olduğunu kavrayıp dile getirmekle insancı eserin en özlüsünü de vermiştir. Yönetimi ele geçirmiş pek çok iktidar sahibi kişi ya da partiler vardır ki, karşılarına dikilip direnen tek tük düşünce sahiplerini susturup yok edebileceklerini zannederler. Oysa ki, sonuç hayal ettiklerinin tersine çıkar: 

İktidar sahipleri devrilir gider, düşünce sahipleri yener ve kalır. İnsan toplumunun bu değişmez yasasının bilincine varan Aiskhylos ,onu Prometheus diye bir mitolojik kişinin ağzından bildirir. 

Akıl gücü kaba güçten üstündür, düşünceye gem vurulmaz, özgür düşünce tutuklamaz, susturulamaz, alt edilemez, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, gelecekte egemenlik kaba kuvvetin değil, özgür düşüncenin olacaktır. (106)


AISKHYLOS’UN “ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS” 
TRAGEDYASINDA BAŞKALDIRI KAVRAMI 
VE 18-20. YÜZYIL BATI RESIM SANATINA YANSIMASI
(Yüksek Lisans Tezi)

Tuna Sağkol, 2005
Tez Danışmanı :Doç. Dr. Zühre İndirkas



_________________________________________________________________
68) Bedrettin Cömert, Mitoloji ve Ikonografi, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1999, s. 21-22
69) Hesiodos, Theogonia-İşler ve Günler, Çev.Azra Erhat, Sabahattin Eyüboglu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s.103-141; Gruppe Kiel, “Prometheus”, DNP, Stuttgart, 2001, s.402.
70) Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, Çev. Azra Erhat, Sebahattin Eyüboglu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 80-83
71) Erhat, a.g.e, s.254; Kiel, a.g.e., s.402.
72) Hançerlioglu, a.g.e.,s. 58-59
73) Erhat, a.g.e., s.254; Aiskhylos, a.g.e., s.10
74) Walter Pötscher, “Prometheus”, Der Kleine Pauly, 4, München, 1962, s. 1175.
75) Hançelioglu, a.g.e.,s.58
76) Aiskhylos, a.g.e., s.5-6
77) Özdemir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, Istanbul, Remzi Kitabevi, 1985, s.36
78) Aiskhylos, A.g.e, s.6
79) Pötscher, a.g.e.,s. 1176.
80) Sevda Sener, Insani Geçitlerde Sinayan Sanat; Dram Sanati, Mitos-Boyut yayinlari, Istanbul, 2003, s.34
81) Gibert Murray, Aeschylus:The Creator of Tragedy, Oxford University Press, Great Britain,London, 1940, s.88-89
82) Aiskhylos, a.g.e.,s.14
83) Jaeger, a.g.e.,s.252
84) A.e., s.253-254
85) Murray, a.g.e., s.92-95
86) Thomson, a.g.e., s.331
87) Nietzche, Müzigin Ruhundan Tragedyanin Dogusu, Çev. Ismet Zeki Eyüboglu, Say Yayınları, Istanbul, 2003, s.53
88) Thomson, a.g.e.,s.342
89) Nietzche, a.g.e.,s.52
90) Andre Bonnard, “Insan ve Tragedya”, Evrensel Basim Yayin, Çev.Yasar Atan, Istanbul, 2004, s.93
91) A.e.,s.91-92
92) Jaeger, a.g.e.,s.255-257
93) John Herrington, Aeschylus, Yale University Press, USA, New York, 1986, s. 158 159
94) Aiskhylos, a.g.e.,s.60-61
95) A.e., s.61-63
96) Thomson, a.g.e.,s.340
97) Jaeger, a.g.e.,s.258
98) Nietzche, a.g.e., s.62
99) A.e., s.63
100) Thomson, a.g.e., s.334
101) Jaeger, a.g.e.,s.258-261
102) Murray, a.g.e.,s.97
103) Jaeger, a.g.e.,s.262
104) Herrington, a.g.e., .s.157
105) Aiskhylos, a.g.e.,s.6-7,12
106) A.e.,s.15-17




**********************

Prometheus "Esas Oğlan'dır", 
Zeus ise onun tahtına oturmuş bir "Soytarı"

ZEUS'A ÖLÜM, PROMETHEUS'A ÖZGÜRLÜK !!!


********************************





***