Translate

21 Şubat 2015 Cumartesi

EN BÜYÜK DÜŞMAN....



"İnkılabımızın tam dönüm anında topraklarımıza göz dikerek saldırmak isteyen düşmanın, dini ele alarak birçok fitne ve fesatla halkı kandırmaya kalkıp, türlü entrikalar çevirmekten çekinmeyeceği de muhakkaktır. Biliyor musunuz ki Mussolini peşindekilerle buraya gelirse nasıl gelecektir? Önünde dervişler, hacılar, hocalarla gelecektir. Din adamlarını elinde silah olarak kullanacaktır."

"İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret etiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.

Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz."

"Dahili cephe, görünürdeki cephe… Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin düşmesidir. Bu hakikate bizden ziyade vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Hakikaten ‘kaleyi içinden almak’ dışından zorlamaktan çok kolaydır. "

"En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan milletler. Bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hakim olan kapitalizm afeti ve onun çocuğu olan emperyalizmdir."

"Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir."

"Mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve yok edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal hale mazhar olacaktır."

"Ekonomik bağımsızlık olmadan tam bağımsızlık olmaz"


Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk’ün Bütün Eserleri.



* * *



"Atatürk yalnızca Türk Ulusunun değil, özgürlüğü uğrunda savaşan bütün ulusların önderiydi. Onun yol göstericiliği altında Türkiye bağımsızlığına kavuştu. Biz de aynı yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk."

Hindistan parlamento kurulu başkanı Sucheta Kripalani


"Biz, Atatürk büyük devletlere baş eğdirinceye kadar, bir Doğu ulusunun esaretten tamamen kurtulabileceğine inanmıyorduk. Bizim amacımız ‘özerklik’ ile sınırlıydı. Ne zaman ki Atatürk kurtuluş savaşını başardı, Lozan’da büyük devletlere boyun eğdirdi, parolamızı ‘bağımsızlığa’ çevirdik."

Gandhi’nin kayınpederi ve Hindistan Genel Valisi


"Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını ben asla yapamazdım. Asıl devrimci Atatürk’tür. Büyük bir devrim yaptım ama Mustafa Kemal’in yaptıklarını başaramazdım… Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyor… Atatürk, 1919’da Anadolu’dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi’yle Samsun’a çıktı. Ve anti-empeyalist bir savaş verdi, zafere erişti. Biz, Atatürk’ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959’da Granma Gemisi ile Havana’ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik. Devrimci Kemal Atatürk, bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır. "

Fidel Castro








____________________________________
____________________________________

Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

____________________________________
____________________________________









10 Şubat 2015 Salı

TARiHTE AVRUPA BİRLİGİ VE TÜRKİYE






YENİ ÇAG'DA (1500-1700)
TÜRKLERE KARŞI HAÇLI PROJELERİ


1354-1683 döneminde dört yüzyıl Osmanlı tehdidi karşısında kalan Avrupa'da, üstünlük kurmayı tasarlayan her monark, bu tehdide karşı birleşik bir Avrupa'yı temsil etme ve savaşma iddiasındaydı.

Ortaçağ' da Haçlı savaşlarında önde gelen Fransa, Yeni çağ'da da geleneği sürdürmüş, Osmanlı'ya karşı haçlı planlarına yakın ilgi göstermiş, Bizans'ı veya onun yerine Latin Doğu İmparatorluğu'nu ihya projeleri yazılıp çizilmiş;(1) hatta yeni çağlarda Avusturya, Venedik Cumhuriyeti, Malta Şövalyeleri yanında Fransız birlikleri Osmanlı'ya karşı savaşmışlardır. 

1204-1261 döneminde İstanbul'u elinde tutan Latin imparatorluğu hatırasını, Fransızlar hiçbir zaman unutmadılar. XIV. yüzyılda Osmanlı'nın yayılma döneminde Bizans imparatorları Avrupa' dan yardım istedikleri zaman, daima Latinlerin yeniden şehri ele geçirmeleri kaygısı vardı. Paleologlar hanedanına mensup ve varis olma iddiasına yalnız Moskof hükümdarlar değil, Fransız hanedanlar da yakın ilgi göstermişlerdir.

1494'te Fransız kralı VIII. Charles Türklere karşı haçlı seferine çıkmadan Andreas Palaeologus'tan Bizans imparatoru unvanını satın almıştı. XIV. Louis, boş sayılan İstanbul tahtına Doğu İmparatoru sıfatıyla oturmayı ciddi olarak düşünüyordu. (2)

XVII. yüzyıl boyunca Türklere karşı kutsal savaş açma XIV. Louis Fransa'sının Avrupa'da üstünlük iddialarının bir sembolü haline geldi. (3) Fransız elçisi A. Vandal'ın şu sözleri, bu fikrin nasıl yaygın olduğunu belirtmektedir:

"La chimere d' esprit nombreux mais eloignes des affaires et negliges par les gouvernements; elle redevient la pensee des souverains et des ministres, des capitaines celebres, des grands ambitieux. Plusieurs se flataient de la conduire un jour et la plaçaient au-dela de leurs entre-prises presentes, comme l'occupation et la gloire de l'avenir". (4)

Öte yandan, Fransız ekonomisi büyük ölçüde Osmanlı ülkesi (Levant) ile ticarete dayanıyordu. XVI. ve XVII. yüzyıllarda Fransız dış ticaretinin yarısı Levant ticaretine bağlıydı. Osmanlı'ya bu ekonomik bağımlılık yanında I. François'dan beri Fransa'nın Avrupa' da denge politikası, Osmanlı'yla siyası işbirliğine dayanıyordu.(5) 

Fransa' da Din Savaşları (1562-1598) sırasında Osmanlı'nın Calvinist Partisi'ni tutmuş olması ve 1572 Saint-Barthelemy katliamı üzerine ticarı ambargo tehdidinde bulunması kayda değer.

Viyana Bozgunu'ndan (1683) sonra "Türkler için kötü akıbetin her türlüsü öngörülmüştür. En müsamahalılar, onları toplu halde Hıristiyanlığa geçirmeye hazırlanırken, başkaları çöllere sürülmelerini...yeryüzünde ne kadar Türk varsa hepsinin kılıçtan geçirilerek ortadan kaldırılmasını uygun görmektedirler." (6)




XVII. YÜZYILDA HAÇLI PROJELERİ


XV.-XVI. yüzyıllarda Avrupa'ya meydan okuyan en büyük tehlikeyi, Avrupa'nın kalbine kadar sokulan Osmanlı Türkleri temsil etmekteydi. Avrupa devletleri arasında ittifak, birleşme, koalisyon, konfederasyon girişimleri o zaman ortak savunma ihtiyacıyla gündeme geldi. 

Ortaçağlardan beri Avrupa'yı temsil eden Papalık ve İmparatorluk, bu kutsal savaşta Avrupa'nın önderliği iddiasında bulundu. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ise Avrupa, Osmanlı karşısında ezici bir üstünlük kazanınca, Osmanlı ülkesini istila ve paylaşma konusu önem kazandı; paylaşmada rekabet bu kez Avrupa devletleri için ortak hareket etme ve uzlaşma politikasını gündeme getirdi; Böylece Avrupa için bir Şark Meselesi ortaya çıktı.

Viyana Bozgunu sonrası savaşlar (1683-1699) Osmanlı'nın artık direnme gücünün tamamen yok olduğuna Avrupa'yı inandırdı ve şimdi bu devasa zengin ülkenin taksimi projeleri ele alındı. Avrupa'nın üstünlüğü modern bilim-teknolojide ilerlemeler sonucu, ateşli silahlarda ve gemicilikte devrimsel ilerlemede kendini gösterdi.

Askerlikte Devrim (Military Revolution), Osmanlı'ya karşı 1593-1606 savaşlarında gerçekleşmiştir. Avusturya-Alman ordularında kısa tüfenk kullanabilen süvari ve tüfenkli piyade taburları karşısında ok-yay ve mızrakla savaşa Osmanlı geleneksel süvarileri ( tımarlı sipahi ordusu) savaşma gücünü tamamen kaybetmiş bulunuyordu.

Askeri bakımdan ikinci önemli gelişme, kale-istihkam inşasında surlar yerine alçak tabya sisteminin gelmesidir. Bu yenilikleri Osmanlı çok geç bir zamanda edinmeye çalışacaktır. 

Diplomasiye gelince, İstanbul'da Batı'nın ikamet elçilikleri bir casus merkezi gibi işlerken, Osmanlı bu işin önemini ancak XVIII. yüzyıl sonunda anlayabilmiştir. 

XVII. yüzyılda Avrupa' da askeri teknolojideki gelişmelerden, Avusturya-Alman ordularının üstün ateş gücünden habersiz bir Osmanlı veziri Merzifonlu Kara Mustafa, Osmanlı askeri zaafını ortaya çıkardı. XVII. yüzyıl ortalarında akıllı bir gözlemci, Katip Çelebi, Osmanlı'nın "ihtiyarlık dönemine girdiğini söylemiş, devleti temelinden sarsacak hareketlerden kaçınması" uyarısını yapmıştı.

Voltaire durumu açık biçimde ifade etmiştir: 'T estoit de la persuade que le grandeur de cet empire estoit plutôt un faste imaginaire ... la guerre presente a debrouille ce chaos et desmele tout ce Carra Mustafa Pacha ne l' eussent point portea Vienne, l'Empire Ottoman aurait conserve encore quelques temps sa reputation."

"Çoktan şuna kanaat getirdim ki, bu imparatorluğun yüceliği şimdiden hayalimizde yarattığımız bir heyüladır ... Şayet önümüzdeki savaş kargaşayı ve Kara Mustafa'nın Viyana önündeki hezimeti gözümüzü açmasaydı bu imparatorluk hala şöhretini koruyacaktı."


XVII. yüzyılda Türklere karşı Birleşik Avrupa projelerinin ilki, Fransız devlet adamı Sully (1560-1641)'ye aittir (Proje tarihi, 1607).(7)

Sully, Papalık ve on beş Avrupa ülkesinden kurulacak bir konfederasyon düşünüyor, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya'yı bu konfederasyon dışında bırakıyordu. Konfederasyonun bir meclisi olacaktı ve uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için ayrı kurumlar öngörülüyordu. 

Osmanlılar Avrupa'dan çıkarılıncaya kadar bu birliğin savaşı sürdürmesi öneriliyordu ("une forme de republique toujours pacifique avec tous les chretiens et toujours militante avec les infideles"). 

Konfedere devletler 273.800 kişilik bir ordu ve 117 kadırgalık bir donanma vücuda getirecekler, ordu Fransa kralının kumandasında olacaktı (o zamana kadar Türklere karşı savaşın başı Mukaddes Roma-Cermen İmparatoruydu).

Avusturya, tabii, projeye karşı çıktı. Kral Henri IV (1589-1610) projeyi destekledi (8) (halbuki Osmanlı diplomasisi onun krallığa geçmesini desteklemişti).

Capucin keşişi Joseph'in projesini (1615-1618), papalığa ait haçlı planları (9) arasına koymak daha doğrudur. Joseph, Fransa kralını haçlı ordusunun başına koymaktaydı. Fransız devlet adamları, Türklere karşı mücadeleyi, Avrupa' da Habsburglar karşısında üstünlük mücadelesinin bir gereği gibi görüyorlardı. Joseph'in uzun Haçlı Destanı ün kazandı. 

Türkiye' de elçilik yapmış (1591-1606) ve Osmanlı-Avusturya savaşında Türklerin uğradığı güçlüklere tanık olmuş Savary de Breves'in projesi de bir haçlı projesidir. (10) Haçlı seferi planlarında, daima Osmanlı Hıristiyan tebaasının ayaklanıp haçlılara katılacağı umuluyordu.




VİYANA BOZGUNU'NDAN (1683) SONRA HAÇLI PLANLARI


Viyana Kuşatması bütün Avrupa' da heyecanla izleniyor; "Türk" (Osmanlı) sorunu gündemin başında geliyordu. Bozgun üzerine Osmanlı ülkesini taksim projeleri gündeme geldi. Ünlü Filozof Leibnitz'in Türklere karşı savaş projesi, geleneksel Hıristiyan Avrupa (Respublica Christiana) düşüncesinin modern fikirlerle beslenmiş bir versiyonudur.  Leibnitz'in planı şu pratik amaçla yazılmıştı:

Osmanlı tehdidi karşısında geleneksel Avrupa Hıristiyan birliğinin sağlanması, Doğu'da savaşın devamı. Aslında bu plan, imparator V. Karl (1519-1558)'ın planıydı. Raporunda Haçlı seferlerine sık sık gönderme yapan Leibnitz, Alman imparatorunun adamlarıyla sıkı temas halindeydi. 

Bu kişilerden şansölye J.P. de Schoenborn, imparatorun, Türkler karşısında elleri serbest kalsın diye Avrupa'da barış ve birlik gerçekleştirmeye çalışıyordu (Onun çabalarıyla, XIV. Louis ile ünlü Ren Ligası imzalanmıştı 1658). 

İmparator Leopold I (1658-1705) için Osmanlı'ya karşı savaş önde geliyordu. Fransız kralının 1670'lerde Ren Nehri doğrultusunda genişleme girişimleri, Alman imparatorluk şansölyesini ziyadesiyle rahatsız ediyordu.(11) Fransa'yı, Osmanlı'yla işbirliği politikasından ayırmak ve Güneş Kral'ın emperyalist iştihası için zengin Mısır'ı taviz vermek Leibnitz planında öngörülüyor; raporda XIV. Louis "Empereur d'Orient" diye anılıyordu.

Osmanlı'ya karşı Saint-Gothard Savaşı (1664)'ından az sonra 1670 tarihini taşıyan ve Avusturya devlet adamlarına sunulan raporlarda Leibnitz, Osmanlı Türklerini dünyada savaş ve istikrarsızlığın başlıca nedeni saymakta, Rusya dahil Avrupa devletleri arasında bir Hıristiyan cephe oluşturmak için bir Avrupa Konfederasyonu önermekteydi.

Dikkate değer bir nokta olarak, Louis XIV Mısır fethine teşvik edilirken Türklerin elinden yalnız Kudüs'ün değil, Hindistan yolunun da Hıristiyanlar (Fransa) için fethedilmiş olacağı belirtiliyordu.

Akdeniz egemenliği, o zaman Leibnitz'e göre, tamamen Hıristiyan donanmalarına aitti. Venedik'in denize hakimiyeti dolayısıyla Osmanlı Devleti Girit'teki ordusuna yardım gönderemiyordu.

Leipnitz'in Haçlı planı kuşkusuz Fransız devlet adamlarının planlarından, özellikle XIV. Louis'nin Osmanlı'ya karşı savaş gösterilerinden ilham almıştır: Fransa Kralı'nın donanması 1669'da Venedik'e yardım için Sakız Adası'nı bombardıman etmişti (1681' de Amiral Duquesne Çanakkale Bağazı'nı geçip İstanbul üzerine yürüme girişiminde bulunacaktır).

Özetle, Leibnitz'in Avrupa Birliği projesi, geleneksel bir fikirden yararlanarak Habsburglu imparatorun pratik diplomasisine hizmet için ortaya atılmıştır. "Arkadan düşmanların saldırısından korkmadan" imparator, "barbar Türklere karşı" müttefikleriyle yürüyecektir. 

Kayda değer ki, Osmanlı'ya karşı bu birliğe, Lehistan ve Ortodoks Rusya dahil ediliyordu. Avrupa'da birlik ve barış sağlandıktan sonra "Barbar Türkler"e karşı harekete geçilmesi ve Avusturya'nın Sırbistan'ı Rusya'nın Kırım' ı alması hedef gösteriliyordu. Leibnitz Planı, 1684'teki Mukaddes Liga'nın bir ön planı sayılabilir.

İmparatorun Doğu'daki savaş planlarını desteklemek için yazılan Leibnitz planı, Paris'te iyi kabul görmedi. Projeye verdiği cevapta (21 Haziran 1672) Fransız Dışişleri Bakanı Arnaud de Pompone, "Biliyorsunuz bu tür projeler Aziz Louis (1226-1270)' den beri moda olmaktan düşmüştür" demektedir ("Je ne vous dis rien sur les projets d'une guerre sainte; mais vous savez qu'ils ont cesse d' etre ala mode depuis Saint Louis"). Leibnitz projesinde Mısır'a ait önerilerin, 1797'de Napoleon'un Mısır Seferi'ne ilham kaynağı olduğu düşünülmektedir.(12)

Viyana Bozgunu'nun ardından imparatorun 1683-1687 döneminde Osmanlı'ya karşı ezici zaferleri, Fransız kralı Louis'yi iki bakımdan kaygılandırıyordu: İmparator, Hıristiyan Avrupa'nın kurtarıcısı sıfatıyla tüm kıtada, özellikle Almanya'da, nüfuz ve otoritesinin doruğuna ulaşmıştı. Bu zaferler, Güneş Kral'ın Avrupa'da şa'şasını gölgeliyordu. 

Türklerin Viyana kuşatması sırasında Avrupa'daki genel korku ve kaygı karşısında Fransa, Padişah'la dayanışma politikasını gizlemeye çalışıyor, Ren Nehri'ne doğru genişleme girişimlerine ara veriyordu. Louis Hıristiyan Avrupa'nın birliğini göstermek için Avusturya ile 20 yıllık bir ateşkes antlaşması imzaladı (15 Ağustos 1684) (Fransa'da birçok gönüllü, Türklere karşı İmparatorun ordusuna katılmıştı). (13) 

Fransız diplomasisi bir çıkmazdaydı: Fransa, bir yandan I.François zamanından beri Habsburglara karşı Osmanlı'yla gizli işbirliğini devam ettirmek zarureti, öbür yandan Hıristiyan Avrupa karşısında geleneksel Tres-Chretien şöhretini korumak gereği arasında bocalıyordu. 1685-1689 döneminde Louis, yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kendi başına harekete geçmek ve İstanbul'u almak için yapılan planlarla yakından ilgilendi.(14) 

Osmanlı'nın çöküş halinde bulunduğu, Çanakkale Bağazı'nı geçip İstanbul'u zapt etmenin kolay olduğu, o sıralarda Fransa'da yaygın olarak konuşuluyordu. 1686'da Osmanlı'ya karşı savaş ve taksim planı düzenleyen rahip Coppin, çağdaşları gibi Türklere karşı savaşta Avrupa devletlerinin bir koalisyonda birleşmesini ve ortak bir kuvvet (100 bin asker ve 200 yelkenli) oluşturmasını önermekte idi. Coppin planında Garp Ocakları (Cezayir, Tunus, Trablusgarp) deniz kuvvetlerinin imhası gerektiği özellikle belirtilmiştir; çünkü Akdeniz' de deniz ticareti bu denizcilerin devamlı gaza-korsanlık faaliyetinden büyük zararlara uğramaktaydı. 

Coppin'in düşüncelerinde ilginç bir nokta, Osmanlı'dan memnun olmayan Müslüman halkları, Arapları Osmanlı aleyhine yapılacak haçlı seferinde müttefik gibi görmesidir. Konfederasyona dahil Hıristiyan devletlerin her biri, Osmanlı ülkelerinin taksiminde pay sahibi olacaktı.(15) İstanbul, Fransa Kralı'na layık görülüyordu.

Viyana Bozgunu üzerine Kral XIV. Louis'ye Osmanlı ülkesini istila planı sunanlar arasında De La Croix dikkati çeker. (16) Osmanlı üzerinde etraflı bilgi sahibi F. P. de La Croix (İstanbul' da elçi sekreteri, öl. 1704) saldırıda Avrupa devletlerinin ittifakını belirtmekle beraber Kral Louis tek başına Osmanlı'yı yenip İstanbul' da imparatorluk tacını giyecek güçtedir, diyordu. 

Deniz ve kara silahlarında Fransız teknolojik üstünlüğünü belirttikten sonra, iyi bir casus olan bu elçilik sekreteri, Boğaz kalelerinin harap durumuna işaret ediyor; Boğazları kolayca geçebilecek donanmaya İstanbul'un ahşap evlerini ateşe vermeyi tavsiye ediyordu.

Kral, Doğu'yu fethetme ve İstanbul imparatorluğunu kurma projesini, 1685 baharında ciddi biçimde ele aldı ve sonbaharda İstanbul'a gönderdiği yeni ikamet elçisinin yanındaki Gravier
'Ortieres'e, (17) imparatorluğun başlıca limanlarının haritalarıyla, Boğaz kalelerinin planlarını çıkarma ödevi verdi (1386). 

Onun krala sunduğu "Memoire touchant les echelles du Levant" Osmanlı limanlarında ticaret, ithal-ihraç malları, fiyatlar ve ölçüler üzerinde ayrıntıları içeren son derece değerli bir belgedir. (18) Bu belge, Fransız kralının İstanbul'u yakma emrini yerine getirmek için gerekenleri tespit etmektedir.(19) 

G. d'Ortieres, donanmanın doğrudan İstanbul üzerine saidırmasını tavsiye eder. Avusturya orduları İstanbul üzerine gelmeden kralın kuvvetleri İstanbul'u ele geçirmelidir. (20) Osmanlı'ya tabi milletler silahlandırılıp ayaklandırılacak, kadın ve çocuklardan başka Türkler katliamla ortadan kaldırılacaktı,(21) ("La na tion ottoman contrainte s' exiler au-dela de l'Euphrate et Condamnee en errer dans les deserts de I' Arabie"; "Osmanlı milleti Fırat'ın öbür tarafına sürülüp Arabistan çöllerinde dolaşmaya mahkum edilecek").


G.d'Oriteres, bir tehlikeye dikkati çeker: "Alman imparatoru, bu seferi öğrenir öğrenmez Osmanlı'yla barış yapar, Fransız kuvvetlerini Osmanlı ordusuyla karşı karşıya bırakır," diyor.(22) Kırım Tatarlarına karşı Moskova'yı harekete geçirmeyi öneriyor ve ekliyor: "Il n'ya pas de Chretiens qui souhaiteront avec plus d'empressement la destruction de ces Infideles".(23)

Kırım ülkesi Moskova'ya bırakılacaktır; Osmanlı'nın Hıristiyan tebaası Türklere karşı "gizli düşman" (" ennemis secrets")dır.(24)  Onlar, Osmanlı'ya karşı Fransızlada birleşecektir. İmparatora yalnız Macaristan bırakılacak, Rumeli'nin tümü, Yunanistan ve adalar krala itaat edecekler, Türkler, Rumeli'yi ve İstanbul'u bırakıp Anadolu'ya kaçacaklar, Osmanlı askeri yok olunca bütün tabi milletler, bu arada Araplar ayaklanacaktır (tüm Mısır'da ancak 6000 Türk vardır).(25)

Büyük Kral, rakip Habsburglara karşı İstanbul' da Doğu İmparatorluğu için ciddi bir girişimde bulunurken, aynı zamanda kendi memleketinde Edict of Nante 'ı kaldırıyor, Katolik mezhebi dışında öbür mezhepleri yasaklıyordu. Alman topraklarını işgal girişimleri üzerine Avrupa'da Fransa'ya karşı Alman imparatoru ve Protestan devletleri arasında ittifak kuruluyor (Augusburg Ligası), savaş (1689-1697) Güneş Kral'ı Doğu macerasından alıkoyuyordu.

Fransız planlarında Mısır'ın hedef gösterilmesinin nedenleri arasında, Osmanlı donanmasının Girit Harbi (1645-1664) sırasında Akdeniz'de yok olmuş olması belirtilir. 

Planda, Mısır'ın kolayca alınacağı, İstanbul'un deniz yoluyla gelen beslenme kaynaklarından yoksun bırakılacağı düşüncesi hakimdir. Mısır'da uzun yıllar konsolosluk yapan (1638-1639, 1643-1646) Jean Coppin, 1686' da bütün Avrupa'da Türklere karşı kutsal savaş çabalarının doruğa eriştiği bir zamanda eserini (Bouclier de l'Europe, la guerre sainte, Lyon 1686) yayımladı. Bununla beraber Coppin, kitabında eski haçlı projelerini tekrarlamaktadır. Papa Alexandre VII'ye takdim edilen eserde, Mısır'da Osmanlı egemenliğini temsil edenler, özellikle sayısı 6000'i geçmeyen Osmanlı askeriyle yerli Arap halk arasında anlaşmazlık ve çatışmaları belirtilmekte; genellikle Osmanlı idaresinin sakat ve zayıf tarafları işaretlenmektedir.





AVRUPA KONFEDERASYONU PROJELERİ VE TÜRKLER: 
WILLIAM PENN'İN DÜNYA BARIŞI İÇİN AVRUPA KONFEDERASYONU


Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak ve mirasına konmak için Ortaçağ haçlı projelerini izleyen emperyalist Avrupa hükümdarları (XIV. Louis, Habsburg ve Rusya hükümdarları, Petro I, özellikle Büyük Catherina) karşısında XVIII. yüzyılda özellikle İngiltere'de dünya barışı adına "humanitaire" proje sahipleri ortaya çıkmıştır.

1693'te yüz yıl sona yaklaşırken William Penn, Avrupa'da genel barış için bir Avrupa Djet'i Devletler Parlamentosu (An European Dyet, Par-liament or Estates) tasarısı ileri sürmüş ve Turkey'in (Osmanlı Devleti) bu birliğin bir üyesi olma imkanını ortaya atmıştır.(26) Penn, yalnız Batı Avrupa'da değil, Macaristan'da da Türklerle Habsburglar arasında "kanlı trajedilere" son vermek kaygısıyla bu tasarıyı öne sürdüğünü ifade etmektedir. 

Girişte Penn, "Tüm tarihi anlatımları gözden geçirirsek saldırganların haktan ziyade genellikle açgözlülükle fetih ve ülkeyi genişletme hırs ve gururu ile harekete geçtiğini görürüz" diyor ve karşılıklı elçilerin gidip gelişi, diplomatik görüşmeler, adaletin savaşa karşı avantajlarını ortaya koyarak çok kez savaşı önlemeyi başarmışlardır diye ekliyor. İngiltere' de adalet iç savaşı nasıl önlemişse devletler arasında da savaşı önleyebilir diye ekliyor. 

Penn'e göre devletler arasındaki savaş, sıradan halk için bir haksızlıktır. "Adalet, barışın aracıdır". Hükümetler, kargaşayı gidermek, dengeyi ve adaleti yerine getirmek için var olmuştur. Toplumda güvenlik, bireylerin güvenliği demektir. Avrupa'da barışın gerçekleştirilmesi de aynı amacı gerçekleştirecektir. Bir "egemen" veya "emperical Diet, Parliament or States ofEurope", egemen hükümdarların barış ve düzen içinde yaşamaları için gerekli "Adalet kurallari"nı tespit edecektir.

Diet, her yıl ya da iki veya üç yılda bir toplanmalıdır. Devletler, aralarında elçilik yoluyla çözemedikleri ayrılıkları Diet' e getirirler. Eğer bir devlet, iddialarını belli bir zaman içinde buraya getirmez ve silaha sarılırsa, öteki devletler birleşip onu baş eğmeye zorlarlar. Böylece Avrupa' da barış kurulur, ahali de barıştan nasibini alır.

Penn, bu devletler birliğine European League or Confederacy adını verir. Devletlerin delegelerinden oluşan Diet nasıl meydana gelecektir ve oyların nasıl belirleneceği sorularını yanıtlar: 

Diet'te delege sayısı ve oy hakkı, her ülkenin gelirine göre belirlenebilir, hükmüne varıyor. Almanya İmparatorluğu 12, Fransa 10, Portekiz 3, İsveç 4, Danimarka 3, Polonya 4, Venedik 3, Hollanda 4 delegeyle temsil edilebilir deniyor. Türkler ve Moskoflar bu Diet' e dahil olacaksa, ki bu da "uygun ve adilanedir" ("as seems but fit and just"), her biri 10 veya daha çok delege gönderebilir. 

Özetle, Diet 96 delegeden oluşabilir ve bilinen dünyanın "en iyi ve en zengin kısmını" temsil eder. Oylamada her delege bir oy sahibi olacaktır. Diet ne kadar kapsamlı olursa o kadar tam ve saygın (solemn) olur. Görüşmeler serbest olmalıdır; kararlar böylece daha büyük bir etkinlik kazanır. Toplanma yeri merkezibir yerde olmalıdır. Kararlar dörtte üç çoğunlukla alınmalıdır. Görüşmelerde dil Latince veya Fransızca olmalıdır. Böylece en güçlü ve zengin devlet yolsuzluğa sapamaz; çünkü kalan devletler grubu ondan güçlüdür.

Egemen devletler, kendi egemenliğinden fedakarlık yapmış olmazlar. Kendi memleketlerinde halk üzerinde eskisi gibi egemen kalırlar; savaşa harcanan gelir ellerinde kalacağından bunu halkın yararına kullanırlar. Güçlü devletlerin otoritesinin azaldığı noktasına gelince, bu, artık büyük balık küçük balığı yutar kuralının işlemeyeceğini gösterir.

Böylece artık masum insanların ve Hıristiyanların kanı dökülmez. Hükümetler halkın hayatı için daha şefkatli, Tanrı'ya karşı daha sorumlu olurlar. O kadar dul kadın ve ana-babanın feryatları dinmiş olur.

Öte yandan genel barış sağlanırsa, Hıristiyanlık dışında olanlar gözünde Hıristiyanlığın nam u şanı yükselir, "Hıristiyanların yalnız onlara karşı değil, kendi aralarında haksız o kadar kanlı savaşı büyük ölçüde önlenmiş olur" (sh. 45). 

Penn, kuşkusuz Habsburglarla Osmanlı Türkleri arasında 1683'ten beri sürmekte olan kanlı savaşları kastetmektedir. İngiltere, o zaman XIV. Louis'nin Fransa'yı büyütmek için giriştiği genişleme politikasına karşıdır; aynı zamanda Habsburgları Avrupa' da egemen bir yere getirecek doğudaki başarılarından kaygı duymaktadır. Penn, bu barış planıyla, kuşkusuz, o zaman İngiltere' de hakim genel duygulara tercüman olmakta ve İngiliz ticaretinin geliştiği Osmanlı ülkesini bu barış planı içine almaktadır. 

1699' da Karlofça' da, Osmanlıların çok muhtaç oldukları barışın gerçekleşmesinde İngiliz ve Hollandalı elçilerin büyük yararı olmuştur. Osmanlı Padişahı, bu hizmeti takdir ettiğini yeni kapitülasyon imtiyazlarıyla göstermiştir (Osmanlı Arşivi: Name Defteri).

İnsaniyetçi Penn, Macaristan'daki savaşın sebep olduğu yağma ve sefaletiere özellikle işaret eder. Konfederasyondan beklenen başka önemli bir sonuç da, seyahatlerin kolay ve güvenlik içinde cereyan etmesi, Avrupa'nın Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden beri kaybettiği genel barışa kavuşmasıdır. Avrupa, özellikle Almanya, birçok devlete bölünmüş olduğundan bu projeyle sınırlarda duraklama ve kontroller son bulacaktır. Penn'in sıraladığı yararlar listesinde, Türklerin Hıristiyan ülkelerine akınlarının son bulmasının getireceği faydalar da anılmaktadır. Bazı Hıristiyan hükümdarların ihmal veya göz yumması sonucu, Osmanlıların Hıristiyan ülkelere yaptıkları istilalar böylece imkansızlaşacaktır (s.53)

Hıristiyan hükümdarlar birliğe karşı çıkmadığı takdirde, Osmanlı Padişahı da, bütün gücüne rağmen karşısında baş edemeyeceği bir güç olduğunu görecek, Avrupa'da sahip olduğu toprakların güvenliği için bu barışa uymaya mecbur olacaktır. Biliyoruz ki, Yakınçağ'da ticareti ve Avrupa' da denge politikasını devam ettirmek için İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü savunacaktır. Penn, tasarısının uygulanabilirliğini belirtmek için Hollanda'daki Birleşik Eyaletleri örnek gösterir.

XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağı (Enlightenment) düşünürleri, Türkiye'ye karşı Ortaçağ Haçlı geleneğinden kısmen kurtulmuş, Türkiye'yi tasarladıkları barış planları içine almayı kabul etmiş görünmektedirler.

Avrupa düşüncesinde Osmanlı hakkında değişen görüşleri etraflı biçimde Dr. Aslı Çırakman incelemiştir.(27) Çırakman'a göre Aydınlanma Çağı'ndan önce Avrupa, Osmanlı Devleti'ni tiran (müstebid) devletler arasında sayıyordu. 

Bu görüş sahiplerinden F. Osborne' a göre, Osmanlı tiranlığı (istibdad rejimi) Avrupa devletlerinkinden pek farklı değildir. Osmanlı dahil Avrupa'da tiran rejimi, keyfi ve zor kullanan zalim bir rejim olarak görülse de, istikrar için gerekli sayılıyor. (28) Tiranlık kavramı, Aristo'nun politika üzerindeki kitabından alınmıştır. Birçoğu Osmanlı rejimini tipik bir tyranny olarak görmüştür. Hükümdara karşı duracak irsi toprak sahibi bir asil sınıfın yokluğu, Osmanlı tiranlığının gerçek nedeni sayılır.(29) 

Fransız siyaset yazarı La Noue, Osmanlı'ya karşı savaşı gerekli göstermek için Osmanlı rejiminin tiranlık karakteri üzerinde durur.(30) Çırakman'a göre,(31) Osmanlı rejimi hakkında Avrupa' da zamanla görüş değişti, bu rejim keyfi ve zalim tiranlık değil, Doğu'ya has despotik bir rejim olarak tanımlanmaya başladı.

Despotizm,XVI.-XVII. yüzyılda "haklı bir savaş sonunda elde edilen fetih hakkı sonucu mutlak hükümet" olarak anlaşılıyordu. Ancak Montesquieu tarafından bir Doğu hükümet biçimi olarak tanımlandıktan sonra despotizm, Osmanlı rejimini ifade eden bir kavram olarak yerleşmiş görünmektedir. Despotizm' den anlaşılan, Doğu'ya özgü geri bir kulluk rejimi, kulluğa alışmış bir tebaa üzerinde keyfi ve zalim hükümdarların idaresinde geri ve kokuşmuş bir rejim olarak tanımlanıyor.

Bu tanımlanma onu genel tiranlık tanımından ayırır. Fransa' da Louis XIV. zamanındaki rejim de, bazılarına göre despotik bir rejim olarak algılanıyordu. Montesquieu ise despotizmi gevşetici sıcak iklimiyle Doğu'ya özgü bir toplum tipi olarak tanımlamıştır. Orada yaşayan insanlar, tabiat icabı böyle bir kulluk rejimine boyun eğmektedirler. Böylece Montesquieu, önceki tiranlık kavramını, coğrafya ve özel bir teolojinin belirlediği objektif bir toplum tipi kavramına dönüştürüyordu. Montesquieu teorisi, XVIIl. yüzyılda moda oldu.(32) Tipleştirme çabasını biz, zamanımızda, Sultanizm, Oriental Despotism teorisiyle Max Weber, K. Wittfogel, F. Braudel ve S. N. Eisenstadt'ta bulacağız.(33)

Montesquieu'den beri Doğu toplum ve siyasi rejimleri üzerinde yerleşmiş bu deterministik bakış biçimi, Avrupa'nın kaçınılmaz üstünlüğü iddialarının temel taşı olmuştur. Son olarak Samuel Huntington'un rasyonel Batı'yı dindar Doğu'dan (ve Türkiye'den) keskin çizgilerle ayıran ve Batı'nın üstünlüğünü tabii ve gerekli gören teorisi, Montesquieu'den beri gelişen Batı düşüncesinin yeni bir görüntüsünden başka bir şey değildir. 

Osmanlılar üzerinde Avrupa'da yayımlanmış belli başlı literatürü gözden geçiren Çırakman' a göre (34) XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa' da Osmanlılarla savaşlar artık haçlı savaşları gibi düşünülmüyor, onun yerine Osmanlı sadece politik bir güç ("a mere political force") olarak kabul ediliyor. Ancak genelde, siyaset yazarları Hıristiyan-İslam mücadelesi görüşü ve Türk tehdidinden hala söz ediyorlardı. Bu yüzyılda gerginleşen ilişkiler sonucu sempati, hayranlık ve aşağılama gibi daha farklı imgeler görülmektedir. 

Academie Française üyesi ünlü Abbe de Saint-Pierre (1658-1743) 1713'te Fransa kralına takdim ettiği "Supplement a Abrege du Projet de Paix Perpetuelle" adlı raporda, Osmanlı Türklerine bakışta yenilik getirmektedir. William Penn gibi genel barış adına pratik "humanitaire" saydığı bu projede Türkler hakkında şöyle diyor: "Les Turcs ne songeront plus a faire la guerre ni a I'empereur, ni aux Venitiennes, ni a la Pologne, ni a la Tsarine, des qu'ils sauront La Ligue generale defensive, signee entre les chiretiens" (Hıristiyanlar arasında imzalanan genel savunma birliği karşısında Türkler, artık ne imparatora, ne Venediklilere, ne Polonya, ne de Çariçe'ye karşı savaşmayı düşünmeyeceklerdir).




AVRUPA YARIMADASININ DOGU SINIRI


Modern dünyayı jeopolitik bakımdan şekillendiren önemli değişme dönemi, kuşkusuz XVI. yüzyıldır. XVI. yüzyılda Avrupa, uluslararası korporasyonları (Büyük Ticaret Kumpanyaları), ateşli silahları ve okyanusları fetheden donanmalarıyla dünyaya hakim olmuştu. Bu süreç, I. ve II. Dünya Savaşları akabinde Büyük Britanya' dan sonra ABD'nin galebesiyle daha da güçlü bir şekilde devam etmektedir.

Avrupa, büyük Asya kıtasının batıda Atlantik Okyanusu'na uzanmış bir yarımadası durumundadır. Tarih boyunca bu yarımada, Asya kıtasındaki büyük değişmelerin etkisi altında kalmıştır. Rus tarihçiliğinin ortaya attığı Avrasya kavramı, Rus siyasi pragmatizmi bir tarafa, coğrafi-tarihi bir gerçeği ifade etmektedir.

Avrasya düşüncesini, kuzey Asya ve Avrupa'yı içeren bir kavram gibi düşüne biliriz. Kadim devirlerde Avrupalı kavimler, Avrupa ve Orta Asya' dan Hindistan' a kadar yayılmışlardır. Yukarı Ortaçağ' da Asya kavimlerinin (Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar, Uzlar, Kıpçaklar, Cengiz Han Mogolları) aksi doğrultuda Avrupa'nın göbeğine kadar yayıldığını görmekteyiz. 

Güneyde ise Akdeniz, Ortadoğu'yla Avrupa'yı bütünleştirmiştir. Yeni çağlarda Avrupa, doğusunda evvela Osmanlı-Türk imparatorluğunun, sonra Rusya'nın yükselmesiyle, yine Avrasya'nın jeopolitik sınırları içine girmiştir.

Roma egemenliği zamanından beri, Tuna ve Drava nehirlerinin güneyindeki Balkan yarımadası ve Anadolu, Avrupa'nın güneydoğusunda ortak tarihe sahip bir tarihi bölge durumunu korumuştur. Bölge, Doğu-Roma İmparatorluğu (Bizans) (395-1453) ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında (1352-1912) bu birliği sürdüregelmiştir.

II. Murad (1421-1451), Macar Krallığı'yla yaptığı antlaşmada (1428) Tuna nehrinin güneyindeki yarımadanın Osmanlı ülkesi olduğu gerçeğini kabul ettirmişti. Bir kelimeyle, üç yüzyıl Avrupa'nın güneydoğu sınırı, Tuna-Drava üzerinde kalmıştır. Böylece, Boğazlar-İstanbul ekseni etrafında Balkan yarımadasıyla Anadolu, on beş yüzyıl, iki imparatorluğun idaresinde sürekli bir ünite, bir tarihi bölge olarak yaşamıştır. 

Bölgenin temel sosyal yapısı, tüm istilalara rağmen aynı kalmıştır. Kırsal sektör, köylü aile çiftliklerinden oluşuyordu (Oiko, baştina, çift-hane). Bizans ve Osmanlı imparatorluk idareleri, bu temel yapıyı dikkatle korumaya çalışıyorlardı.(35) Michel Lheritier, bu jeopolitik üniteyi "sürekli bir tarihf bölge" (region historique) saymaktadır. 

Boğazlar, Anadolu'yu Balkan'dan, Akdeniz'i Karadeniz'den ayıran bir engel değildir. Son zamanlarda Boğazların Avrupa'nın sınırı olduğu iddiası (AB çevrelerinde), Türkiye'yi Avrupa' dan dışlamak için bazı küçük devletlerin ortaya attığı siyası maksatlı bir iddiadır.

Günümüzde on milyonu aşan nüfusuyla İstanbul, yalnız Balkanlar ve Anadolu için değil, Avrupa için de en önemli metropollerden biri haline gelmiş; Boğazlar, Karadeniz kuzey veTuna memleketleriyle Akdeniz arasında gittikçe yoğunlaşan bir trafiğin işlek kanalı durumunu almıştır.

XVI. yüzyıl başlarında Ortaçağ Avrupa'sı hala bir bütün, Respublica Christiana olarak düşünülüyor, Papalık ve imparator, rafızi hareketlere ve Türklere karşı korunması mantığıyla, tüm Avrupa'yı kendi otoriteleri altında tutmak iddiasında bulunuyorlardı. V. Karl (1519-1554) ve Papalar diplomasisi, Avrupa'yı Türklere karşı haçlı ittifakı etrafında toplama çabalarına dayanıyordu. 

Fakat XVI. yüzyılda respublica Christiana sarsılmaya başladı. Fransa, İngiltere gibi güçlü milli monarşiler ortaya çıktı ve imparatora ve papalığa karşı koymaya başladılar. Birleşik Hıristiyan Avrupa yerine, bağımsız devletlerin denge politikası ve sonuçta bir devletler sistemi ve diplomasisi ortaya çıktı; Fransa, François I (1515-1547), İngiltere Elizabeth I (1558-1603), Hollanda Prens Maurice (1584-1609) zamanında tam ve mutlak bağımsızlık siyaseti gütmeye başladılar. 

İmparator ve Papalığa karşı mücadelelerinde, Avrupa'nın doğusunda yükselen bir süper güce, Osmanlı İmparatorluğu'na başvurmaktan başka çare bulamadılar. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa Devletler Sistemi'nin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. François I'in Muhteşem Süleyman'la ittifakı (1526), Avrupa'da fiilen respublica Christiana'nın sonunu getirmiştir. 

Modern Avrupa'nın yalnız siyası çehresi değil, dini haritasının yerleşmesinde de bugün tarihçi, Osmanlı faktörüne önemli bir yer vermektedir. Almanya' da protestanlığın yerleşmesinde Osmanlı tehdidi, kuşkusuz en önemli faktörlerden biridir. (36) Ancak 1750-1878 döneminde; endüstrileşen, nüfusu ve hammadde ihtiyacı artan kapitalist bir Avrupa, Balkan yarımadasını kendi nüfuz alanına sokacak, burada uydu devletçikler yaratacaktır.




AVRUPA VE DOGU'DAN GELEN TEHDİT


Modern Çağlara gelindiğinde, Avrupa, zaman zaman Doğu'dan gelen iki hayati tehlike altında birleşmek, birleşik bir cephe halinde teşkilatlanmak ihtiyacını duymuştur. 1350-1690 döneminde bu tehdit güneydoğu'dan Osmanlı Türklerinden geliyordu.1699'dan sonra tehdit, Rus İmparatorluğu'ndan, Çarlık Rusya'sından ve Komünist Rusya'dan geldi.

1350-1690 döneminde Osmanlı'ya karşı birleşme, Ortaçağların haçlı ideolojisinin devamı olarak algılanabilir. Avrupa artık, Kudüs'te İsa'nın mezarını Müslümanların elinden kurtarmak için değil, İstanbul ve güneydoğu Avrupa'da yerleşen Osmanlı'ya karşı Levant'ta Latin milletlerin (Venedik, Ceneviz, Fransız, Katalan, vb.) kurdukları kolonileri savunmak için birleşiyordu. 

Akdeniz' de İtalya ve adalar, Orta Avrupa'da Macaristan ve Avusturya tehdit allındaydı. 1529'dan başlayarak Türk akınları karşısında Almanya'da Türk Korkusu dolayısıyla kiliselerde muntazaman çanlar çalınıyordu.

Roma papaları bu dönemde de, Avrupa Hıristiyan Ülkesi (republica christiana)'nın temsilcisi rolünü üstlendi (1572 Kutsal Ligası, 1684 Kutsal Ligası). Avrupa'da üstünlük kurmak isteyen her hükümdar, Türklere karşı birleşik Hıristiyan Avrupa'nın koruyucusu rolünü benimsiyordu (Roma-Cermen imparatoru V. Karl; İspanya Kralı II. Philip, Leopold I, Fransa Kralı XIV. Louis).

1350-1690 döneminde Osmanlı'ya karşı Avrupa'da devlet adamları onlarca Birleşik Avrupa Projesi önermiştir. (37) Proje sahipleri, Hıristiyan Avrupa'sını, pek azı Avrupa medeniyetini koruma davasını ileri sürmüştür.

1683-1699'da Batı Avrupa dışında birleşik Avrupa Osmanlı'ya karşı son kesin karşılaşmasında galip geldi. 1684 Kutsal Ligası'nın (Roma-Cermen imparatoru, Lehistan Kralı ve Venedik, 1686' da Rusya) mücadelesini, tüm Avrupa nefesi kesilmiş izliyordu (günlük haber alma ihtiyacıyla ilk günlük gazete o zaman görüldü). 

XIV. Louis, Alman İmparatorluğu'na karşı genişleme planiarına o zaman ara vermek zorunda kaldı. İmparator Leopold I (1658-1705), Avrupa'nın kurtarıcısı olarak tüm kıtada büyük bir hükümdar olarak selamlandı. XVIII. yüzyılda da Avusturya, Rusya'yla birlikte Türk İmparatorluğu'na karşı emperyalist tasarılarını "haçlı" Avrupa'yı koruma kılıfı altında sürdürecektir.




RUSYA


1699'dan sonra yarımada Avrupa'sını Doğu'dan tehdit eden büyük güç, Osmanlı değil, Rusya'dır. Rusya, I. Petro (1689-1725) ile batılılaşarak kendisini Avrupa'nın bir parçası, "öteki Avrupa" yapmayı başarmıştır. Gerçek dönüm noktası 1686 yılıdır. 

1684'te Osmanlı saldırısı karşısında Avrupa birleşti; Osmanlı'ya karşı bir Kutsal Liga kurdu ve kuzeyde yeni bir cephe açma düşüncesiyle, o zamana kadar "barbar" saydığı Rusya'yı ittifaka davet etti. Rusya, Karadeniz kuzey steplerini ve Kırım yarımadasım istila ederek geleneksel birleşik "Doğu-Avrupa" imparatorluğunu kurmak için, bu daveti kaçınılmaz bir fırsat kabul etti. Liga'ya katıldı (1686). Bu, Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. 

Rusya, Hıristiyanlığın ve Batı Medeniyeti'nin savunucusu sıfatını benimseyerek, Habsburglarla birlikte Osmanlı'ya karşı savaş dönemini başlattı. Özellikle Büyük Catherina (1762-1796) zamanında, 1768-1774 Savaşı ve onun akabinde Kırım Hanlığı ve Karadeniz kuzey ülkelerinin işgaliyle Rusya, Avrupa' da büyük devlet durumuna yükseldi. 

XIX. yüzyılda Rusya, bir yandan Batı'da Baltık ve Lehistan'a doğru genişleme, öte yandan kapitalist Batı'nın büyük Osmanlı pazarını istila etme tehdidinde bulununca, Avrupa, Rusya'yı doğudaki büyük tehlike olarak görmeye başladı. Rusya XIX. yüzyılda sıcak denizlere inme politikasıyla Avrupa çıkarlarını aynı zamanda Kafkaslar'da, Ortadoğu'da, Afganistan-Hindistan'da tehdit ediyordu.




AVRUPA BİRLİGİ VE MODERN TÜRKİYE


Modern Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti veya onun devamı değildir. Osmanlı Devleti Batı'da, Turkish Empire, l'empire turc diye adlandırılmıştır; Atatürk inkılabıyla kurulmuş olan modern Türkiye Cumhuriyeti bütünüyle farklı bir devlettir. 

Anayasa Türkiye Cumhuriyeti'ni, demokratik, laik, sosyal bir devlet olarak tanımlar; Türkiye hükümetleri, muntazam aralıklarla tüm vatandaşların oy kullandığı seçimlerle iktidara gelir. İslam dünyasında Türkiye bu vasıflarıyla, yegane gerçek demokrasiyi temsil eden bir devlet olarak tanınmıştır ve Avrupa Birliği'ne katılmak için tüm koşulları yerine getirmiştir. 

Fakat AB'ye üyelik konusu ortaya çıktığından beri Avrupa'nın ileri sürdüğü koşullar, XIX. yüzyıl Şark Meselesi yaklaşımını hatırlatmaktadır. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda tüm dünya geleneksel medeniyetlerini, ya doğrudan koloni-sömürgeleri haline getiren, yahut Osmanlı misalinde olduğu gibi, kendi ekonomik ihtiyaçlarına göre reform adı altında birtakım yapı değişikliklerini kabul ettiren (Osmanlı Tanzimat 1839-1877 reformları) bir Avrupa karşısındayız. 

Bugün, Türkiye'yi kendi bünyesine almak vaadiyle Avrupa Birliği, zorunlu kriterler denilen birtakım yapı değişikliklerini ileri sürmektedir. Tanzimat döneminde olduğu gibi, bu yapı değişikliklerinin, bürokratlar ve devlet adamları tarafından halka daha sağlıklı, daha modern bir idare, ileri medeni hayat koşulları getirmek için kabul edildiği ilan ediledursun, karamsar gözlemciler XIX. yüzyıldaki gibi kapitalist Avrupa normlarının yine Avrupa çıkarları için empoze edildiğini ileri sürmektedir. 

Türkiye'nin Avrupa Gümrük Birliği'ne girmesini Avrupa tereddütsüz kabul etmiş, fakat Türkiye tam üyelik için dayatınca, katılımın ancak "imtiyazlı ortaklık" rejimiyle mümkün olduğu ileri sürülmüştür. 

Kendi işçisinin hayat düzeyi, tüm Avrupa devlet adamlarının başta gelen kaygısıdır. Böylece, Türkiye'ye ortaklık ile, ancak XIX. yüzyılda olduğu gibi yarı-sömürge statüsü reva görülmektedir. Gümrük Birliği, Türk ekonomisini her an çökme tehlikesi altında bulunduran muazzam bir dış ticaret açığı getirmiştir. 

Bazı gözlemcilere göre, Avrupa'nın gelişen memleketlere ekonomik kalkınma yardımları dahi bencilcedir; çünkü fakir bir memleket iyi bir pazar değildir. Avrupa kapitalist sömürü politikasının süregeldiğini iddia edenlerin tepkisi bu gözlemlerden kaynaklanmaktadır. 

XVIII. yüzyılda Hindistan'dan ve Türkiye'den dünya pazarlarına büyük ölçüde pamuklu ihraç edilirken, XIX. yüzyılda bu hareket tersine dönmüş, Türkiye ve Hindistan Batı pamuklularının pazarı olmuş, bu iki ülke Avrupa fabrikalarına yalnız ham pamuk ihraç eder duruma düşmüştür. 

Samuel Huntington, içine kapanık bir Avrupa'nın üstünlüğünü her çeşit araçla, gerektiğinde silahla korumayı salık verirken, tam da XIX. yüzyıl sömürgeci Avrupa'sını savunmakta, Türkiye'yi Avrupa dışında bırakmaktadır.

Son kez, Batı rnedeniyeti ile öteki dünya medeniyetleri, bu arada İslam ile Avrupa arasında çatışmayı, tarihin kaçınılmaz bir gelişme aşaması olarak gören siyaset bilimci Huntington'un görüşleri Batı' da hayli rağbet görmektedir.




ÖZETLE


Yukarıda, tarihte Türkiye'nin komşularıyla ve bugün kader birliği yapmaya hazırlandığı Avrupa ile ilişkileri konusunda, stratejik koşullar ve gelişmeler üzerinde genel bir tablo çizmeye çalıştık. Bugün dış tehlikeler gittikçe daha belirli hale gelmektedir.

Avrupa'da Türklere karşı tarihi haçlı geleneğinin canlandığını (Papalık açıkça AB meselesinde Katolik dünyasını Türkiye aleyhine çevirme çabasındadır ve Ortodoks Kilisesi'yle bin yıllık Şizma'ya son vermekte) ve Türk aleyhtarı Hellenist romantizmin kaybolmadığını gösteren açık kanıtlar vardır (AB içinde Yunan lobisinin başarılı baskısı, Kıbrıs'ın AB'ye kabulü). 

Dünyada, özellikle Ortadoğu'da kendi çizgisinde bir düzen yaratmaya uğraşan bir süper gücün Ortadoğu' da kendi planlarını zorla uygulama kararı, bölge milletlerinin, özellikle Türkiye'nin hayati menfaatleriyle çelişki halinde. Durum, Batı ittifak sisteminin bir üyesi olan Türkiye ile ABD arasında son zamanda örtbas edilemeyen bir anlaşmazlık aşamasında.

Ege' de tam egemenlik politikası Ethniki Etheria'nın tarihi hakları Bizans'ı ihya davasının ilk aşaması olarak gündemde. İkiyüz yıldır Avrupa bu amaca hizmet ediyor ve bugün Avrupa Birliği içinde tarihi koşullar Yunanlıları her zamankinden daha güçlü olduklarına ve er geç amaçlarına erişeceklerine inandırıyor. 

Avrupa Birliği'nce Maastricht Antlaşması yapıldığında bütün Yunanlılar bayram yaptı. Türkiye, Yunanistan karşısında bir şey yapamaz ve Yunanlı Avrupa'nın kalkanı arkasında her istediğini elde eder inancına vardılar.


Öbür yandan Cumhuriyet Türkiye'si; 1950'den beri askeri darbeler, ekonomik krizler, nüfus patlaması, köyden şehre hızlı göç sonucu sosyal ve ekonomik dengesizlik, yaygın işsizlik ve fakirlik, etnik ve siyasi istikrarsızlık sonucu milli devletin bünyesinde derin sarsıntılarla karşı karşıya gelmiştir. Türkiye bir taraftan da 1999 büyük deprem felaketi gibi doğal bir afetle sarsılmıştır. 

Modern Türkiye'ye eski hasta adam deyimini layık gören birilerinin hayret dolu gözleri önünde, son yirmi yıllık dönemde Türkiye halkı öyle bir dinamizm, öyle bir gelişme örneği göstermiştir ki, AB' ye üyeliği gündeme geldiğinde, tarafsız gözlemciler bu güçlü ülkenin katılımıyla dünya denge sisteminde esaslı bir değişiklikten söz etmeye başlamıştır. Türkiye'nin demografik ve ekonomik dinamizmi korkutacak bir düzeye erişmiştir.

Unutmayalım, enflasyon Türkiye'ye genel bir siyası, sosyal, ekonomik bünye hastalığı getirmiştir. Dar gelirli katmanda işçi, memur sürekli fakirleşirken, çeşme başındakilerin, bürokratların ve sermaye sahiplerinin (çoğu kendini kurtarma çabasıyla) saptıkları yolsuzlukların açıklanması (lüks göstermeciliği, çifter çifter yatlar, İsviçre' de gizli hesaplar) halk arasında şok etkisi yapmıştır.

Bünye hastalığının öbür yüzü, fakirleşen kitlelerin devlet hizmetine yönelmesidir. Devlet işletmelerine gereksiz yere işçi ve memur alınarak bu işletmelerin ekonomik verimliliğini kaybetmesi, özelleştirme halinde ekmeğini kaybetme kaygısı içindeki personelin direnci, yeni idarenin rasyonelleştirme çabaları önünde ciddi bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. 

Unutmayalım, Sovyetlerin ekonomik çöküşünde en önemli faktör, yalnız memur ordusu değil, işçi köylü tüm halkın devlet bütçesinden geçinme alışkanlığıydı. Bugün Türkiye'de, enflasyon ve ekonomik krizle fakirleşen, açlık sınırında yaşayan milyonlar, ister istemez, geçimini, bakımını devletten bekler duruma gelmiştir. 

Hükümet için bunun altından çıkmak adeta imkansız bir hale gelmektedir. Bütçeyi yutan dış, iç borçlanma, fiyat zamlarıyla duruma çare bulmaya çabalayan idare, ister istemez bir kısır döngü içine girmiştir. IMF'ye faiz ödemekten kurtulacağız derken, bunu yapamayacağımız anlaşılmıştır.

En büyük tehlike, 1994'teki gibi bir ekonomik krizin patlak vermesidir. Bu takdirde Türkiye, dev gibi iç ve dış sorunlar karşısında çaresiz kalabilir, işsizlik ve sefalet görülmemiş biçimde halkı vurur, devlet dünyada saygınlığını kaybeder, dış sorunlarda düşman daha cüretli girişimlere kalkar; AB'ye katılma şansı zayıflar. 

Görebildiğimiz kadar, ekonomik krize yol açabilecek olumsuz gelişmeleri önlemek, hükümetin ve halkın en başta gelen ödevidir. TBMM, devlet adamlarımız bu tehlikenin farkındadır. Roosevelt'in New Deal politikasında uyguladığı biçimde yeni iş alanları açılmasına önem verilmektedir (özellikle toplu konut projesi, geri kalmış bölgeler için teşvik yasası, orman niteliğini kaybetmiş alanların satışı ve işletilmesi, turizmi teşvik önlemleri, vb.). 

Fakat iktidarı kaybetmemek kaygısıyla işbaşındakilerin, evvelki hükümetler gibi popülist bir siyasete kendini kaptırmaması çok önemlidir. IMF idarecileriyle teşvikler üzerinde son tartışma böyle bir kaygıdan kaynaklanmaktadır.

Uzun vadede problemlerin genel kaynağı, her çeşit gelişmeyi geride bırakan hızlı nüfus artışıdır. Son yıllarda nüfus artışı yavaşlamaya başladıysa da, Doğu'da yıllık yüksek düzeyi korumaktadır (2000 yılında Türkiye nüfus artış hızı, 1.4 ile dünya ortalaması üstündedir: bkz. Serdar Sayan, Doğu Batı, sayı 17).

Bütün sorun, geçmişteki gibi milletçe ağır fedakarlıklara katlanmaya meydan bırakmadan problemleri milletçe çözme bilincine erişmektedir. Son iki yılda enflasyonun düşmesi, hızlı sanayileşme, turizm ve ticarette hızlı gelişme, ekonomik büyümenin yüzde 5' in üstüne çıkmış olması ümit vermektedir.

Türkiye, içeride beraberlik ve gelişmeyi tehdit eder görünen iki temel problem karşısındadır: 

Birincisi Atatürkçülük ve İslamiyet, başka deyimle mutlak laik devlet idealiyle dindar bir çoğunluğun ihtiyaçlarını ahenkleştirme problemi, türban sorusunda sembolleşmiş derin bir problem (Samuel Huntington, bu nedenle Türkiye'yi modern dünyada kültürce parçalanmış toplumlar sırasında görüyor); ikincisi, hızla artan bir nüfusun ekonomik dengelere ters düşen gittikçe artan ihtiyaçları. Bir katman halkın aşırı tüketimciliği.

Durum, hükümeti radikal önlemler almaya iten bir ağırlık kazanmaktadır. Özellikle, uzun enflasyon sürecinin sıkıntıları devam etmekte, sosyal çatışmayı keskinleştiren muhalif sosyalist akımlar güçlenmektedir.

Gelişen Türkiye ekonomik bakımdan olsun (ticaret hacmi 100 milyarı aşıyor), Avrupa'nın savunması bakımından olsun (Türkiye NATO üyesi olarak yarım yüzyıl Avrupa'yı korumak için ön cephede göğsünü germiştir) Avrupa için vazgeçilmez bir müttefiktir.

1760 km uzunlukta Bakü-Ceyhan petrol boru hath yapımına başlandı. Borunun geçeceği şehirler Tiflis-Erzurum-Erzincan-SivasKayseri-K. Maraş-Adana' dır. Yılda 50 milyon ton petrol nakledecek. Maliyeti 2.9 milyar dolar. Kerkük-Yumurtalık hattı 70 milyon ton kapasitelidir. Böylece Türkiye, Avrupa enerji ihtiyacı için başlıca enerji hattı üzerinde bir ülke durumuna gelecektir. 

Papalık, Katolik dünyasına hitapla Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne alınmaması gerektiğini ilan etti. Papa, Patrik'i kabul ederek 1054'ten beri süregelen Şizma'ya son verme kararı aldı. 

Öcalan'ın Yunanistan'a yasadışı getirilmesi davasında tüm sanıklar beraat etti. PKK'lılar oturumlarda hazır idiler (Radikal, 30 Haziran 2003).

AB'nin sunduğu "imtiyazlı ortaklık" projesi Avrupa için Türkiye' den tüm bu avantajları saklamak, fakat karşılığında bir şey vermemek gibi bir simsarlık politikasını ifade eder. Türkiye' nin AB üyesi olmakla çok şey kazanacağı inancına karşı olanlar var. Bir köşe yazarı Avrupa' nın, sorunlarımız karşısında tutumuna bakılırsa Türkiye'nin Yugoslavya gibi parçalama planlarına yabancı olmadığına işaret ediyor (Yiğit Bulut, Radikal, 30.03.2003).

Tarihi gelenek, politikada belki coğrafi koşullardan daha önemli bir rol oynar, görünüyor. 2500 yıl sonra bir Yahudi devletinin kurulması bir tarihi geleneğe dayanır. Doğu Anadolu üzerinde Ermeni iddiaları bir tarihi geleneğe dayandırılmak istenmektedir.

Tarihf koşulların elverişli bir hal aldığı zaman bu tarihi hak iddiaları gerçekleşebiliyor. Chicago Üniversitesi'nde Ermenilerin örgütlediği bir konferansta bir Ermeni ayağa kalkıp aynen şu iddiada bulunmuştur: "Yahudiler Amerikan desteğiyle binlerce yıl sonra kendi devletlerini kurdular, biz Ermeniler Büyük Ermeni devletini, vatandaşı olduğumuz Büyük Amerikan devleti yardımıyla neden kurmuyoruz?"



OSMANLlLAR
Fütühat, imparatorluk, Avrupa ile iliskiler
Halil İnalcık



1) Delaville le Roulx, La France en Orient au XIV. Siecle, 1350-1420, Paris 1886.
2) Faruk Bilici, XIV. Louis ve İstanbul'u Fetih Projesi (Louis XIV et son Projet de Conquete d'İstanbul), Ankara TTK, 2004,53-60.
3) Bilici, 63.
4) Albert Vandal, Les voyages du marquis de Nointel (1670-1680), Paris 1900.
5) P. Masson, Histoire du commerce français dans le Levant au XVII siecle, Paris 1896; K. Fukasawa, Toilerie et commerce du Levant, Paris 1987.
6) Bilici, Giriş, 3.
7) T. G. Djuvara, Cent projects departage de la Turquie (7287-7973), Paris 1914,163-171; Silici, 63-65.
8) Djuvara, 5.
9) Osmanlı Sultanı 1604 kapitülasyonunda, Capucinlere Türkiye'de misyonerlik müsaadesi vermişti.
10) Djuvara, 190-198; Bi li ci, 65-68.
11) XIV. Louis'nin genişleme politikasına karşı ingiltere ve Hollanda, Alman imparatorunun doğuda barış yapıp batı Avrupa işleriyle uğraşmasınıdaima temel bir politika olarak benimsemişler; Karlofça görüşmelerinde Osmanlı ile barışı imzalaması için Avusturya'ya baskı yapmışlardır.
12) Bilici, 89.
13) Bilici, 120-121
14) Djuvara, ibid., 230-236.
15) Bilici, 99-ıoo
16) Bilici, 103-108.
17) G. d'Ortieres'le beraber gönderilen eksperlere 1685'ten itibaren verilen emirler Bilici tarafından yayımlanmıştır, ibid., 129-165.
18) Belge, Bilici tarafından notlarla yayımlanmıştır. Bu belgeyle kıyaslanacak başka bir belge Fransız konsolosu Charles de Peyssonel'in eseri, Traite de commerce dans La MerNoire, I-II, Paris 1787, Karadeniz kuzey memleketleri üzerinde zengin ayrıntılar içerir.
19) "Les forces necessaire pour bruler Constantinople suivant les instructions de sa Majeste" (Bilici, 175); G. d'Ortieres, istanbul'a ait bilgileri Grelot, Relation nouvel/e d' un voyage de Constantinople, Paris 1680'den aktarmıştır.
20) Bilici, 184.
21) "il faudroit tout tailler en pieces'; s. 185. Esir alınacak 12 bin kişi Fransız donanmasında forsa olarak Fransa'ya gönderilecek.
22) Bilici, 204.
23) Bilici, s. 295.
24) Bilici, s. 296.
25) Bilici, s. 308.
26) William Penn, An Essay towards the Present and Future Peace of Europe by the Establishment of an European Dyet, Parliament or Estates, London 1693; W. Penn (1644-1718) o zaman İngiltere'de takibata uğrayan Quaker mezhebine girmiş, hapse atılmıştır. Papa aleyhtarı; barışı, vicdan özgürlüğünü ve demokrasiyi savunan bir düşünür olarak bu alanda çeşitli risaleler yazdı. Bu düşüncelerle Amerika'da Pennsylvania kolanisini örgütledi. Dostu Kral James ll sayesinde, John Locke gibi siyasi tutukluları hapisten kurtardı. Penn, ilk kez Amerikan kolonilerinin Birlik halinde birleşmeleri hakkında bir planın yazarıdır (1696). 1701 'de Pennsylvania için yazdığı Anayasa, 1776'ya kadar yürürlükte kalmıştır.
27) A. Çırakman, "From Tyranny to Despotism: The Enlightenment's Unlightened Image of the Turks IJMES, no. 33 (2001), 49-68.
28) lbid.
29) lbid. 51-52; krş. H. İnalcık, "Comments on 'Sultanism': Max Weber's Typifıcation of the Ottoman Polity'; Princeton Papers, 1.
30) La No u e için bkz. Djuvara; öteki XVII. yüzyıl gözlemcilerinin Osmanlı tiranlık
rejimi pzerinde görüşleri için Çırakman, 53-54; A. Çırakman, From
the "Terror of the World" to the "Sick Man" of Europe, New York 2001 35-105.
31) "From Tyranny'; 56c64.
32) Çırakman, 56-57.
33) Bkz. H. inalcık, "Comments on Sultanism':
34) Bkz. From the 'Terror of the World".
35) Bkz., H. inalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994, 143-155.
36) C. M. Kortepeter, Ottoman lmperialism During the Reformation, New York 1972.
37) Bkz. yukarıda: "Yeni Çağ'da Türklere Karşı Haçlı Projeleri':


____











Cengiz Özakıncı









Göktürk , yani Türk Kağanlığı Arması ile



"Orhun Anıtlarının dikildiği çağda, 
Alman veya Fransız diye bir millet oluşmamıştı"
Prof.Dr.Ahmet Taşağıl







__________



















Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi




Yurttaşlığın Küresel Düşmanları 
ve 
Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi




1959 Eylül'ünde askeri ataşe olarak İngiltere'ye gönderilen Albay Sadi Koçaş, 1960 yılı başlarında İngilizlerce bir kongreye davet edilir. "Kürt Kongresi" yazılıdır davetiyede. "Bu ne cür'et!" diye haykırır Koçaş; "Dost ve müttefik İngiltere nasıl olup da Londra'da bir 'Kürt Kongresi' toplayabilir! Hangi cür'etle bir Türk askeri ataşesini bu Kürt Kongresi'ne davet edebilir?"

Koçaş kongreye katılmaz ama burada alınan kararları katılanlardan öğrenir: Irak, İran ve Türkiye'de yaşayan Kürtlerin ilk adımda bağlı oldukları devletlerden ayrılmalarına, ikinci adımda kendi devletlerini kurmalarına karar veren İngiltere; Türkiye'den de Irak ve İran'da ayaklandıracağı Kürtlere yardım ve yataklık isteyecektir. Koçaş, bu kongreden sonra İngiliz basınında: "Türkiye'de Kürt Sorunu yoktur; çünkü Türkiye'de Kürtler Cumhurbaşkanı bile olurlar" biçiminde yazılar çıkmasına şaşıyor anılarında.

Anlaşılan İngiltere bu gibi yayınlarla hem Türkiye'nin bu Kürt tasarısından kuşkulanmasını önleyip yardımını sağlamak, hem Irak ve İran'da Cumhurbaşkanı bile olamadıklarını o ülke Kürtlerine anımsatıp ayrılıkçı duygularını körüklemeyi amaçlıyordu. 

İngiltere'yi 1960 yılında Londra'da bir Kürt Kongresi toplamaya ve Kürt ayrılıkçıları Türkiye'yi kuşkulandırmadan örgütlemeye iten olgu; 1950-1959 arası Mısır, Suriye, İran ve Irak'ta gerçekleşen bir dizi darbe sunucu, İngiliz ve batılı petrol şirketlerinin bu ülkelerden kovulmasıydı. İngiliz petrol şirketlerinin yeniden o ülkelere dönebilmesi, ya o yönetimlerin devrilmesi ya da o toprakların o yönetimlerden ayrılmasıyla mümkün olabilecekti. 

Bu amaçla petrol bölgelerinde yaşayan Kürtler örgütlenip ayaklandırılacak, bunun sonucunda o yönetimler dize gelip kovdukları İngilizleri geri çağırmayacak olurlarsa bu ayaklanmalarla devrilecekler; devrilmeyecek olurlarsa, bu topraklar o ülkelerden ayrılarak İngiliz petrol şirketlerinin sömürüsüne açılacaktı. 


İngiltere'nin Kürt kartı, 1965'te Amerika'nın eline geçecek; Ekim 1965'te yapılan genel seçimi kazanan Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Amerika'nın "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısını önünde bulacaktı.

Demirel bu tasarıyı Genelkurmay'a bildirecek, tasarıyı irdeleyenler arasında bu konuyla ikinci kez burun buruna gelen Sadi Koçaş da bulunacaktı: "Irak, İran ve Türkiye Kürtleri'ni federe bir Cumhuriyet haline getirelim; bunu Türkiye'ye bağlayalım; hem büyük toprak da kazanmış olursunuz" diyordu Amerika... 

Irak, İran ve Suriye'den darbelerle kovuldukları petrol bölgelerini yeniden ellerine geçirmek isteyen Anglo-Amerikan petrol şirketleri; petrol bölgelerinde yaşayan Kürtleri ayaklandırıp ilk adımda topraklarıyla birlikte Türkiye'ye katacak; ikinci adımda plebisitle (Halk Oylaması-GM) "Türk-Kürt Federasyonu"ndan ayıracak ve sonunda onlara çok az bir pay vererek petrollerini son damlasına dek sorunsuzca sömüreceklerdi. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tek-odaklı ulus-devlet yapısına aykırı düşen ve komşu ülkelerle savaşmasını gerektiren bu "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının içerdiği tuzakları görmüş; ATATÜRK'ün "Yurtta barış; dünyada barış" ilkesine ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 2 /1-ıı-ııı-ıv-v. maddelerinde yazılı "üye devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaması", "toprak bütünlüklerinin dokunulmazlığı", "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal egemenlik" ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bu tasarıyı geri çevirmişti. 

"Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının 1965'te Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler Antlaşması'na aykırı bulunarak reddedilmesi üzerine, Amerika: "Madem ki Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın [ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı] ilkesi tasarımızın reddine gerekçe oluyor; öyleyse biz de bu ilkeyi [halkların kendi kaderini tayin hakkı] diye değiştiririz, olur biter" demiş ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, "ulusal egemenlik ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" yerine etnik "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ifadesini geçirerek - Amerikan isteklerine upuygun, fakat örgütün kuruluş ilkelerine aykırı - yeni bir Sözleşme hazırlamıştı. 

16 Aralık 1966 gün ve 2200A-XII sayılı "Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi"nde ulus-devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkelerine kökten ters düşen,"halkların kendi kaderlerini tayin" yani "ayrı etnik devlet kurma hakkı" tanınmıştı. 

Örgüte üye ulus devletlerin etnik ve mezhep devletçiklerine parçalanması demek olan ve 10 yıl sonra 1976'da yürürlüğe gireceği maddesini de içeren bu Sözleşme, büyük bir pişkinlikle, üye ulus devletlerin onayına -başka bir deyişle "intiharı"na sunuldu. Ve "Haydi bakalım" dediler Türkiye'ye, "Türk-Kürt Federasyonu tasarısını reddederken dayandığınız Birleşmiş Milletler ilkesini 'ulus' yerine etnik 'halklar' sözcüğünü koyarak değiştirdik; yepyeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi koyduk ortaya; tasarıyı reddedecek bahaneniz kalmadı."


Bugün geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda; 

* Ermeni örgütleri 1915 olaylarını yeniden ortaya atmak için 1965 yılını beklemişlerse, 

* Türkiye'de ilk "Doğu Mitingleri" 1965'ten sonra gerçekleştirilmişse, 

* Türk Üniversitelerinde kimi akademisyenler, doktora tezlerim Doğu ve Güneydoğu'ya özgüleyip etnik ayrılıkçılığa bilimsel ve hukuksal dayanak oluşturacak savlar yaymaya 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Daha önce etnik ayrımcılığın kırıntısı dahi görülmeyen sol kesimde "Türk Solu" - "Kürt Solu" gibi etnik ayırımlar, 1965'ten sonra ortaya atılmışsa, 

* Daha önce bütüncül "Türkiye Halkı" kavramıyla düşünen sol aydınlar, Türkiye'de "tek halk" değil "bir çok halklar" bulunduğu yargısını yayan "Türkiye halkları", "Halklara özgürlük" gibi sloganları 1965'ten sonra kullanmaya başlamışlarsa, 

* Daha önce etnik köken sorunu yaşanmayan sol örgütlerde kimi üyeler "biz Kürtüz siz Türksünüz" diyerek örgütlerinden ayrılıp DDKD - DDKO vb. gibi adlarla "etnik köken ayırımı gözeten sosyalist"(!) örgütler kurmaya 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Soldaki etnik kökene dayalı ayrışmaya koşut olarak sağda da etnik Türkçülerin yurttaşlığa dayalı sağ partilerden ayrılıp ırkçı partiler kurma çabaları, 1965'ten sonra başlamışsa, 

* Daha önce yurttaşlığa dayalı sağ partilerde siyaset yapan birileri, dinlerini ve mezheplerini yeniden keşfedip, din ve mezhep ayırımına dayalı parti kurmak üzere kolları sıvayarak, önce Alevi kökenlilerin Birlik Partisi, sonra Sünni kökenlilerin Milli Nizam Partisi kurma çalışmaları 1965'ten sonra başlamışsa, bütün bu olup bitenlerin, bugüne dek yapıldığı gibi dış dünyayla bağlantısı kurutmayarak yalnızca 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamıyla açıklanması olanaksızdır. 

1960-1965 yılları arasında Türkiye'ye dışarıdan, tepeden, kapalı kapılar ardında gizlice dayatılan "devletin etnik ve mezhepsel ayırımlara göre etnik federasyon temelinde yeniden yapılandırılması" tasarılarının, etnik ve mezhep ayrımı güden yeni siyasi örgütler kurularak halka yayıldığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 1966'da kabul ettiği etnik ve mezhepsel "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesinin bu siyasal örgütlere uygun bir ortam, güçlü bir dış dayanak ve güvence sağladığı düşünülmelidir. 

Birleşmiş Milletler'in 1966 Sözleşmesi'nde yer alan ve ulus-devletleri aşiretlere, kabilelere, mezheplere, cemaatlere bölerek içten çökertmeye yönelik etnik "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesi, 1975'te Helsinki Sonuç Bildirgesi'nin 1(a) - vııı. maddesine sokulduktan sonra, 1978'de Paris'te toplanan UNESCO Genel Konferans kararlarına da girdi ve aynı yıl Türkiye'de etnik ayırımcı terör örgütü PKK kuruldu. 

UNESCO 1982'de 40 yıldır benimsediği "kültür" tanımını değiştirerek etnik ayırımları öne çıkaran yeni bir "kültür" tanımı benimsedi. UNESCO News dergisinin 25 Ocak 1988 günlü 222. sayısında, UNESCO'nun 1982 yılında gerçekleştirdiği, yurt kardeşliğini etnik ayırımlarla parçalamaya yol açacak önemde bu tanım değişikliği, şöyle açıklanıyordu: 

"Klasik anlamıyla 'kültür' kavramı, edebiyat, müzik, resim, heykel, vb. gibi güzel sanatlarla, bir süreden beridir de görsel-işitsel ifade tarzlarıyla sınırlıdır. Uluslararası Topluluk - 1982 Meksiko Konferansı'ndan beri 'kültür' kavramını antropologların bakış açısıyla [yani klasik, ulusal değil; etnik, dinsel, mezhepsel anlamıyla] benimsemiştir. 

Günümüzde 'kültür'e bir topluluğun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran maddi, manevi ayırt edici özelliklerin bütünü gözüyle bakılabilir. Bu tanımlama, [dikkat: bir ulusun değil] 'belli bir grubun'(!) kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün ayırt edici özelliklerini öne çıkarmayı gerektirdiğinden, böylelikle kültürel kimlik kavramına da açıklık getirmiş olmaktadır."


Meğer UNESCO'nun "kültür" tanımı 1982'ye dek "bulanıkmış", 1982'de Mexico City konferansında "kültür"ün antropolojik, yani etnik-mezhepsel tanımı kabul edilir edilmez, UNESCO'nun "kültür" ve "kültürel kimlik" tanımları da "kesinliğe" kavuşuvermiş...

Antropoloji, 1800'lerde Batılı sömürgecilerin sömürgelerinde uygulayacakları siyasetleri bilimsel verilere göre belirleme gereksiniminden doğmuş bir bilim dalı. Bir antropologun belli bir etnik ya da dinsel topluluk üzerinde, o topluluğun etnik özelliklerini araştırması ayrımcılık, bölücülük değildir kuşkusuz. Bu bilimsel bir çalışmadır. 

Fakat siz "ulus-toplumlarda alt kimlik olarak kalması gereken etnik ve mezhepsel ayrılıkları saptamakla yetinmeyip bu alt kimlikleri ulusal kimliğin üzerine çıkartan yayınları parayla destekleyeceğiz" derseniz; yaptığınız işin adı "bilimsel antropolojik araştırma" değil, "siyasi ayrılıkçı, etnik-dinsel bölücü kışkırtma" olur. 

UNESCO'nun 1982 Mexico City toplantısında "kültür"ün antropolojide kullanılan etnik-mezhepsel tanımını benimsemesi; o günlerde "İnsanoğluna yepyeni bir dönemin kapısını açan bir değişiklik" olarak övülmüş; "1789 Fransız Devrimi'nden sonra gerçekleştirilen en büyük devrim" diye alkışlanmış ve Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda; "UNESCO kararlarından sonra artık devletlerin ulusal egemenlik ve içişlerine kanşmama ilkesinin geçersiz olduğu" ve dahası; "yepyeni" bir İnsan Hakları Bildirgesi hazırlanarak buna "etnik kültürel ayrımlara siyasal haklılık -ayrı devlet kurma hakkı- tanıyan birtakım maddeler konması gerektiği" üzerinde durulmuş; anlayacağınız 1982'den sonra dünyada yurtkardeşliğini, ulusal egemenliği savunmak, İnsan Haklarına aykırı bir eylem ve bir insanlık suçuymuş gibi gösterilmeye başlanmıştır. 

Aydınlar küreselci odakların piyasaya sürdükleri bu yeni "Etnik Mezhepsel Ayırımcı İnsan Hakları" kavramını çözümlemeye davrandıkları sırada; etnik ayırımcı terör örgütü PKK, 1984 yılında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni hedef alan Şemdinli - Eruh Baskını'nı gerçekleştirmiştir. 

UNESCO 1986'da Birleşmiş Milletler Örgütü'nce onaylanıp 1986-1996 arası on yıl boyunca milyar dolarlık bütçeyle desteklenecek olan bir "On Yıl Süreli Eylem Kılavuzu" hazırlamıştır. 

UNESCO'nun etnik mezhepsel ayırımları kaşıyan yapıtları milyar dolarlık bütçeyle destekleyeceği duyulur duyulmaz, çoğu aydınımız 40 yıldır hiç değinmedikleri etnik ayırımları öne çıkartan yapıtlar vermeye, dergiler ve kitaplar yayımlamaya başlamış; 


o ana dek üzerinde dikkatle durdukları 
[ezen, egemen patron] x [ezilen, emekçi kitleler] 
ayırımını bir yana bırakıp, bunun yerine 
[ezen, egemen ırk] x [ezilen, mazlum ırklar] 
ve 
[ezen, egemen mezhep] x [ezilen, mazlum mezhepler] 
ayırımına dayalı söylemler yaymaya başlamışlardır. 


1986 sonrası "Aleviler ilericidir"; "Aleviler laikliğin, demokrasinin bekçisidir"; "Kürtler ezilmişlerdir, dövülmüşlerdir, yoksul bırakılmışlardır"; "Lazlar şöyledir, Çerkezler böyledir, Ermeniler şöyledir, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler böyledir" gibi yazılar gazete, dergi köşeleri kaplamış; "Kürtlerin Tarihi", "Lazların Tarihi", "Çerkezlerin Tarihi", "Ermeni Kültürü" gibi kitaplar kitapçı raflarını doldurmuş; aynı anda "Türkler barbardır, Türkler vahşidir, Türkler göçebedir"; "Sünniler bağnazdır, Sünniler kara güçlerdir, demokrasi düşmanıdır bunlar" vb. gibi tersinden ırkçı ve çoğu yurttaşımızı "Türküm" demekten çekinir, utanır; "Sünniyim" demekten sıkılır duruma getiren, "Türk soyunu ve Sünni mezhebini aşağılama akımı" hızla doruğa tırmanmıştır. 


Şimdi yaşı 25-30 olanlar, bu ülkede sanki seksen yıldır hep böyle etnik mezhepsel ayırımcı yayınlar yapılırmış gibi algılayıp kanıksadılar bu etkinlikleri. 

Oysa 1980'ler öncesi ayırımcı propaganda yasaktı; gözden kaçıp yasaklanmayanlar da okuyucu bulamazdı. 1980'lerin ortalarındaysa devlet eli kolu bağlı izlemeye başladı kendi kuyusunu kazan bu ayırımcı propaganda fırtınasını; varolan yasaları işletip yasaklamaz oldu yurt kardeşliğini baltalayan çalışmaları... 

Neden? Çünkü ulus-devletler yurttaşlık birliğini içten parçalayacak bu tür yayınlan engellediklerinde, gün gelip borç almak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapısını çaldıklan zaman; "Siz BM ve UNESCO'nun halkların kendi kaderini tayin hakkı kararını hiçe sayıyorsunuz; etnik kültürleri öne çıkartan yayınları engelliyorsunuz; bu nedenle size istediğiniz krediyi vermiyoruz" denilerek geri çevrilmeye başlamıştı. Dış borçla ayakta duran Türkiye, ayırımcı yayınlara karşı kendi Anayasasını ve yasalarını işletirse, bu kuruluşlardan kredi alamaz olmuştu. 






Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Kalkınma Ajansı, vb. gibi kurumlar, 1982'lere dek "kültürel gelişme" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ vardır, diyorlardı. Bu kuruluşların "kültür" tanımları, 1982'de UNESCO ile aynı anda değiştirilmiş ve hepsi birden "kültür"ün "antropolojik" etnik tanımını benimsemişlerdi. 

Bu değişikliğe uygun olarak, 1982'den sonra "ekonomik kalkınma" için borç almaya gelen devletlere; önce "kültür" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ bulunduğu söylevini çekiyor; ardından 1982'de "kültür"ün etnik tanımını benimsediklerini anımsatıyor; son olarak da ülkelerinde etnik kültürleri geliştirici girişimlerde bulunmadıkları sürece, ekonomik kalkınma için tek kuruş borç veremeyeceklerini bildiriyorlardı. 

Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) için bu kuruluşlara 80'li yıllarda yaptığı kredi başvuruları, daha başka nedenlerin yanı sıra, etnik ve mezhepsel kültürleri geliştirici bir yönü bulunmaması; tersine, Türkiye'de yurt kardeşliğini pekiştirici, uluslaşmayı hızlandıncı nitelikler taşıması nedeniyle geri çevrilmişti. 

1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle "askeri ambargo"ya uğrayan Türkiye, "Etnik Federasyoncu 1966 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"ni, yürürlüğe girdiği 1976'da imzalamadığından dolayı bir de "ekonomik ambargo"ya uğramış; Dünya Bankası, IMF gibi kurumlardan kredi sağlayamaz olmuş; 

1979 yılında Başbakan, "tek-odaklı yurt kardeşliğini bırakıp çok-odaklı eyalet düzenine geçmedikçe, dışarıdan tek kuruş dahi kredi alınamayacağını" açıklamış; 

12 Eylül 1980 yönetimince, kapalı kapılar ardında, dış borcun önkoşulu olan çok-odaklı eyalet düzenine geçiş tasarıları hazırlanmış; eyalet tasarısı 1986'da TBMM'de görüşülmüş, olmamış; 

1992'de Dışişleri Bakanı'nca yeniden TBMM'ye sunulmuş, reddedilmiş; 1999'da Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, Türkiye'nin kredi alabilmesi için herşeyden önce "Etnik Federasyoncu BM Sözleşmesi"ni imzalaması gerektiğini bildirmiş; sonunda Türkiye'nin 34 yıllık direnci kırılmış; "Sözleşme", 15 Ağustos 2000 tarihinde Bakanlar Kurulu'nca kimselere duyurulmadan onaylanmış; BM temsilcimiz tarafından sessizce imzalanmış; yetmemiş; Kemal Derviş, Mart 2001'de Dünya Bankası'ndan getirilip Devlet Bakanı yapılmış; derken, dış borç alabilmenin önkoşulu olan "Etnik Federasyoncu Sözleşme", 4 Haziran 2003'de TBMM'de görüşülüp kabul edilmiş; 18 Haziran 2003'de Cumhurbaşkanı'nca imzalanmış ve sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, BM, Dünya Bankası, UNESCO vesairenin "Kredinin Önkoşulu = Etnik Federasyon" dayatmalarına teslim olarak; yurtkardeşliğine dayalı tek-odaklı ulus-devlet düzenini, kendi yurttaşlarını alıştıra alıştıra, "hazmede hazmede, hazmettire hazmettire", adım adım, "Çok-Odaklı Etnik Federasyon"a dönüştürmeyi, devlet olarak resmen kabul etmiştir ve bugün "açılım süreci" olarak sunulan, yıllar önce Türkiye'nin "devlet politikası" olmuştur; 

tıpkı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı" (Otopsi y, 19. basım) adlı kitabımda anlattığım, Osmanlı Devleti'nin dışarıdan borç bulabilmek için dayatılan siyasi önkoşulları onaylamak zorunda kalıp "açılım süreci"ne girerek dağıldığı gibi... 

Ülkelerin yurt kardeşliğiyle tek ulus oluşturarak tek-odaklı yönetimle yabancı sömürünün karşısına tek yumruk olarak dikilmesi, küreselci emperyalistleri korkutur. Emperyalizmin yurttaşlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılık tohumları atarak yurt kardeşliğini bozmak ve tek odaklı ulus devletleri küçük etnik devletçiklere bölmekten başka bir çaresi yoktur.

Küreselci emperyalistlerin isteklerini barışçıl yoldan, ikna yoluyla benimsetmekle görevli Birleşmiş Milletler ve ona bağlı UNESCO'nun "kültürün klasik tanımı yerine antropolojik (etnik) tanımımnı benimsedik", "artık ulusların değil etnik halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz" gibi ilk bakışta sakıncasızmış gibi görünen kararlarının, özellikle 1980'lerden bu yana etnik ve mezhepsel ayırımcılığa hız vererek, yurt kardeşliği bağlarımızı aşındırdığını; siyasal ayrılıkçılara ideolojik ve hukuksal dayanaklar sağladığını çok iyi bilmemiz gerekiyor. 

"Efendim, hiç Birleşmiş Milletler ve UNESCO böyle şeyler yapar mı? Ülkemiz de bu kurumların üyesidir. UNESCO eğitimi, bilimi, kültürü destekler; siz o UNESCO kararlarını yanlış anlamışsınız, yanlış yorumluyorsunuz" diyorsanız; benimle bu konuda düşünce birliği içerisinde olan İngiliz Kraliyet Topluluğu Royal Society üyesi Philip Schlesinger'in konuya ilişkin görüşünü sizlerle paylaşmak isterim: 

"UNESCO'nun 1982 yılında Mexico City'de gerçekleştirdiği konferansta 'kültürel kimlik' kavramı 'anahtar sözcük' haline geldi. Yerel ve etnik dillerin geliştirilmesine önem verilmesi, ulus devlet içerisinde çeşitli dilsel öbekler ayrıştıracağından dolayı, UNESCO'nun 1982'de benimsediği bu yeni 'etnik kültürel kimlik' anlayışı, 'ulusal kimlik'le çatışır. UNESCO'ya 1982'de egemen olan bu 'kültürel özerklikçi' görüş, 'ulusal bütünleşmeci' görüşe karşıttır ve 'ulusal üst kimlik' anlayışının reddini gerektirir."



Evet, işte böyle diyor İngiliz Kraliyet Cemiyeti, Royal Society üyesi Philip Schlesinger... 

Öyleyse siz istediğiniz kadar "Türkiye Cumhuriyeti'nde Türk, bir etnik topluluğun adı olmayıp, hangi etnik köken ve mezhepten olursa olsun, yurttaşların ortak adıdır" deyin; sizin devlet olarak üyesi olduğunuz Birleşmiş Milletler ve yine devlet olarak üyesi olduğunuz UNESCO karşınıza geçip; "Hayır" diyor; "ana dilleri resmi dilden başka olan yurt kardeşlerinize ben ilk adımda kültürel özerklik, sonra siyasal özerklik ardından yurt içinde ayrı yurt kurduracağım. Neden mi? Eh, çünkü benim küresel çıkarlarım büyük yurtları daha küçük yurtlara bölüp kolay lokma olarak yutmak istiyor!

Şimdi; "Benim canım öyle istiyor"; yok... "Küreselci odakların canı öyle istedi"; yok... 

Gelin canlar bir olalım. ATATÜRK'ün kurduğu "yurtkardeşliği" bağlarımıza sımsıkı sarılalım. Dünyayı ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan küreselci odaklar, etnik köken ve mezhep ayrılıklarını öne çıkartarak bizi birbirimize düşman edip istediklerini yaptırtamasınlar.

















Cengiz Özakıncı
Bütün Dünya Dergisi PDF- Kasım 2009





* * * 




Buna en güzel örnek; LAVAŞ ekmeğinin kelimesiyle birlikte Ermeni Kültürü olarak Unesco tarafından tastiklenerek Dünyaya duyurulmasıdır. Bugünkü Ermenistan bulunan eski Türklere ait Taşkoçlar, mezartaşları ve diğer kültürel mirasın Ermenilere aitmiş gibi yazılıp çizilmesi. Nevruz kutlamaların eski Türk kültürü olmasıyla birlikte, bugün için kullanılan o üç renk'in bile Türk kültürüne ait olmasına rağmen Kürtlere aitmiş gibi sunulmasıdır....




Turkish Culture and Armenia Falsifications/video


UNESCO "Somut Olmayan Kültürel Miras" içinde Türklere ait olanları Ermeni Kültürü olarak tescilliyor..... 
Azerbaycan çalışıyor, ya bizimkiler ?

So don't trust UNESCO, he is lying too..!

LAVAŞ VE DÜDÜK
Düdük 1.bölüm:

Düdük 2.bölüm:

Lavaş 1.bölüm:

Lavaş 2.bölüm:

Lavaş 3.bölüm:






ilgili diğer yazılar






Ali Rıza Özdemir,  'Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri' adlı  araştırmasını okumak gerek.







Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. 
Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. 
Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, 
Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. 
Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. 

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!