Translate

15 Temmuz 2025 Salı

Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi - Cengiz Özakıncı


Yurttaşlığın Küresel Düşmanları ve Açılımın 50 Yıllık Küresel Tarihi

Cengiz Özakıncı

Bütün Dünya Dergisi, Kasım 2009


1959 Eylül'ünde askeri ataşe olarak İngiltere'ye gönderilen Albay Sadi Koçaş, 1960 yılı başlarında İngilizlerce bir kongreye davet edilir. "Kürt Kongresi" yazılıdır davetiyede. "Bu ne cür'et!" diye haykırır Koçaş; "Dost ve müttefik İngiltere nasıl olup da Londra'da bir 'Kürt Kongresi' toplayabilir! Hangi cür'etle bir Türk askeri ataşesini bu Kürt Kongresi'ne davet edebilir?"

Koçaş kongreye katılmaz ama burada alınan kararları katılanlardan öğrenir: Irak, İran ve Türkiye'de yaşayan Kürtlerin ilk adımda bağlı oldukları devletlerden ayrılmalarına, ikinci adımda kendi devletlerini kurmalarına karar veren İngiltere; Türkiye'den de Irak ve İran'da ayaklandıracağı Kürtlere yardım ve yataklık isteyecektir. Koçaş, bu kongreden sonra İngiliz basınında: "Türkiye'de Kürt Sorunu yoktur; çünkü Türkiye'de Kürtler Cumhurbaşkanı bile olurlar," biçiminde yazılar çıkmasına şaşıyor anılarında. Anlaşılan İngiltere bu gibi yayınlarla hem Türkiye'nin bu Kürt tasarısından kuşkulanmasını önleyip yardımını sağlamak, hem Irak ve İran'da Cumhurbaşkanı bile olamadıklarını o ülke Kürtlerine anımsatıp ayrılıkçı duygularını körüklemeyi amaçlıyordu.

İngiltere'yi 1960 yılında Londra'da bir Kürt Kongresi toplamaya ve Kürt ayrılıkçıları Türkiye'yi kuşkulandırmadan örgütlemeye iten olgu; 1950-1959 arası Mısır, Suriye, İran ve Irak'ta gerçekleşen bir dizi darbe sonucu, İngiliz ve batılı petrol şirketlerinin bu ülkelerden kovulmasıydı. İngiliz petrol şirketlerinin yeniden o ülkelere dönebilmesi, ya o yönetimlerin devrilmesi ya da o toprakların o yönetimlerden ayrılmasıyla mümkün olabilecekti. Bu amaçla petrol bölgelerinde yaşayan Kürtler örgütlenip ayaklandırılacak, bunun sonucunda o yönetimler dize gelip kovdukları İngilizleri geri çağırmayacak olurlarsa bu ayaklanmalarla devrilecekler; devrilmeyecek olurlarsa, bu topraklar o ülkelerden ayrılarak İngiliz petrol şirketlerinin sömürüsüne açılacaktı.

İngiltere'nin Kürt kartı, 1965'te Amerika'nın eline geçecek; Ekim 1965'te yapılan genel seçimi kazanan Süleyman Demirel, Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Amerika'nın "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısını önünde bulacaktı.

Demirel bu tasarıyı Genelkurmay'a bildirecek, tasarıyı irdeleyenler arasında bu konuda ikinci kez burun buruna gelen Sadi Koçaş da bulunacaktı: "Irak, İran ve Türkiye Kürtlerini federe bir Cumhuriyet haline getirelim; bunu Türkiye'ye bağlayalım; hem büyük toprak da kazanmış olursunuz," diyordu Amerika... Irak, İran ve Suriye'den darbelerle kovuldukları petrol bölgelerini yeniden ellerine geçirmek isteyen Anglo-Amerikan petrol şirketleri; petrol bölgelerinde yaşayan Kürtleri ayaklandırıp ilk adımda topraklarıyla birlikte Türkiye'ye katacak; ikinci adımda plebisitle "Türk-Kürt Federasyonu"ndan ayıracak ve sonunda onlara çok az bir pay vererek petrollerini son damlasına dek sorunsuzca sömüreceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti; tek-odaklı ulus-devlet yapısına aykırı düşen ve komşu ülkelerle savaşmasını gerektiren bu "Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının içerdiği tuzakları görmüş; Atatürk'ün "Yurtta barış; dünyada barış" ilkesine ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 2/ı-ıı-ııı-ıv-v. maddelerinde yazılı "üye devletlerinin birbirlerinin içişlerine karışmaması", "toprak bütünlüklerinin dokunulmazlığı", "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve ulusal egemenlik" ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle bu tasarıyı geri çevirmişti.

"Türk-Kürt Federasyonu" tasarısının 1965'te Türkiye tarafından Birleşmiş Milletler Antlaşması'na aykırı bulunarak reddedilmesi üzerine, Amerika: "Madem ki Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın [ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı] ilkesi tasarımızın reddine gerekçe oluyor; öyleyse biz de bu ilkeyi [halkların kendi kaderini tayin hakkı] diye değiştiririz, olur biter" demiş ve bu doğrultuda Birleşmiş Milletler, "ulusal egemenlik ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" yerine etnik "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ifadesini geçirerek - Amerikan isteklerine upuygun, fakat örgütün kurulu ilkelerine aykırı - yeni bir Sözleşme hazırlamıştı.

16 Aralık 1966 gün ve 2200Axıı sayılı "Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi"inde ulus-devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve iç işlerine karışmama ilkelerine kökten ters düşen, "halkların kendi kaderlerini tayin" yani "ayrı etnik" devlet kurma hakkı tanınmıştı. Örgüte üye ulus-devletlerin etnik ve mezhep devletçiklerine parçalanması demek olan ve 10 yıl sonra 1976'da yürürlüğe gireceği maddesini de içeren bu Sözleşme, büyük bir pişkinlikle, üye ulus devletlerin onayına - başka bir deyişle "intiharı"na - sunuldu. Ve "Haydi bakalım," dediler Türkiye'ye, "Türk-Kürt Federasyonu tasarısını reddederken dayandığınız Birleşmiş Milletler ilkesini "ulus" yerine etnik "halklar" sözcüğünü koyarak değiştirdik; yepyeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi koyduk ortaya; tasarıyı reddedecek bahaneniz kalmadı."


Bugün geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda;

* Ermeni örgütleri 1915 olaylarını yeniden ortaya atmak için 1965 yılını beklemişlerse,

* Türkiye'de ilk "Doğu Mitingleri" 1965'ten sonra gerçekleştirilmişse,

* Türk Üniversitelerinde kimi akademisyenler, doktora tezlerini Doğu ve Güneydoğu'ya özgüleyip etnik ayrılıkçılığa bilimsel ve hukuksal dayanak oluşturacak savlar yaymaya, 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Daha önce etnik ayrımcılığın kırıntısı dahi görülmeyen sol kesimde "Türk Solu" - "Kürt Solu" gibi etnik ayırımlar, 1965'ten sonra ortaya atılmışsa,

* Daha önce bütüncül "Türkiye Halkı" kavramıyla düşünen sol aydınlar, Türkiye'de "tek halk" değil "bir çok halklar" bulunduğu yargısını yayan "Türkiye hakları", "Halklara özgürlük" gibi sloganları 1965'ten sonra kullanmaya başlamışlarsa,

* Daha önce etnik köken sorunu yaşanmayan sol örgütlerde kimi üyeler "biz Kürtüz siz Türksünüz" diyerek örgütlerinden ayrılıp DDKD - DDKO vb. gibi adlarla "etnik köken ayırımı gözeten sosyalist" (!) örgütler kurmaya 1965'ten sonra başlamışlarsa,

* Soldaki etnik kökene dayalı ayrışmaya koşut olarak sağda da etnik Türkçülerin yurttaşlığa dayalı sağ partilerden ayrılıp ırkçı partiler kurma çabaları, 1965'ten sonra başlamışsa,

* Daha önce yurttaşlığa dayalı sağ partilerde siyaset yapan birileri, dinlerini ve mezheplerini yeniden keşfedip, din ve mezhep ayırımına dayalı parti kurmak üzere kolları sıvayarak, önce Alevi kökenlilerin Birlik Partisi, sonra Sünni kökenlilerin Milli Nizam Partisi kurma çalışmaları 1965'ten sonra başlamışsa, bütün bu olup bitenlerin, bugüne dek yapıldığı gibi dış dünyayla bağlantısı kurulmayarak yalnızca 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamıyla açıklanması olanaksızdır.


1960-1965 yılları arasında Türkiye'ye dışarıdan, tepeden, kapalı kapılar ardında gizlice dayatılan "devletin etnik ve mezhepsel ayırımlara göre etnik federasyon temelinde yeniden yapılandırılması" tasarılarının, etnik ve mezhep ayrımı güden yeni siyasi örgütler kurularak halka yayıldığı açıktır.

Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 1966'da kabul ettiği etnik ve mezhepsel "halkların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesinin bu siyasal örgütlere uygun bir ortam, güçlü bir dış dayanak ve güvence sağladığı düşünülmelidir.

Birleşmiş Milletler'in 1966 Sözleşmesi'nde yer alan ve ulus-devletleri aşiretlere, kabilelere, mezheplere, cemaatlere bölerek içten çökertmeye yönelik etnik 'halkların kendi kaderlerini tayin hakkı' ilkesi, 1975'te Hellsinki Sonuç Bildirgesi'nin 1(a) - VIII.maddesine sokulduktan sonra, 1978'de Paris'te toplanan UNESCO Genel Konferans kararlarına da girdi ve aynı yıl Türkiye'de etnik ayrımcı terör örgütü PKK kuruldu.

UNESCO 1982'de 40 yıldır benimsediği "kültür" tanımını değiştirerek etnik ayırımları önce çıkaran yeni bir "kültür" tanımı benimsedi. UNESCO News dergisinin 25 Ocak 1988 günlü 222. sayısında,UNESCO'nun 1982 yılında gerçekleştirdiği, yurt kardeşliğini etnik ayrımlarla parçalamaya yol açacak önemde bu tanım değişikliği, şöyle açıklanıyordu:

"Klasik anlamıyla 'kültür' kavramı, edebiyat, müzik, resim, heykel, vb. gibi güzel sanatlarla, bir süreden beridir de görsel-işitsel ifade tarzlarıyla sınırlıdır. Uluslararası Topluluk - 1982 Meksiko Konferansı'ndan beri - 'kültür' kavramını antropologların bakış açısıyla [yani klasik, ulusal değil; etnik, dinsel, mezhepsel anlamıyla] benimsemiştir. Günümüzde 'kültür'e bir topluluğun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran maddi, manevi ayırt edici özelliklerin bütünü gözüyle bakılabilir. Bu tanımlama, [dikkat: bir ulusun değil] 'belli bir grubun (!) kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün ayırt edici özelliklerini öne çıkarmayı gerektirdiğinden, böylelikle kültürel kimlik kavramına da açıklık getirmiş olmaktadır."

Meğer UNESCO'nun 'kültür' tanımı 1982'ye dek 'bulanıkmış', 1982'de Mexico City konferansında 'kültür'ün antropolojik, yani etnik-mezhepsel tanımı kabul edilir edilmez, UNESCO'nun 'kültür' ve 'kültürel kimlik' tanımları da 'kesinliğe' kavuşuvermiş...

Antropoloji, 1800'lerde Batılı sömürgecilerin sömürgelerinde uygulayacakları siyasetleri bilimsel verilere göre belirleme gereksiniminden doğmuş bir bilim dalı. Bir antropoloğun belli bir etnik ya a dinsel topluluk üzerinde, o topluluğun etnik özelliklerini araştırması ayrımcılık, bölücülük değildir kuşkusuz. Bu bilimsel bir çalışmadır. Fakat siz "ulus-toplumlarda alt kimlik olarak kalması gereken etnik ve mezhepsel ayrılıkları saptamakla yetinmeyip bu alt kimlikleri ulusal kimliğin üzerine çıkartan yayınları parayla destekleyeceğiz," derseniz; yaptığınız işin adı "bilimsel antropolojik araştırma" değil, "siyasi ayrılıkçı, etnik-dinsel bölücü kışkırtma" olur.

UNESCO'nun 1982 Mexico City toplantısında "kültür"ün antropolojide kullanılan etik-mezhepsel tanımını benimsemesi; o günlerde "İnsanoğluna yepyeni bir dönemin kapısını açan bir değişiklik" olarak övülmüş; "1789 Fransız Devrimi'nden sonra gerçekleştirilen en büyük devrim" diye alkışlanmış ve Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda; "UNESCO kararlarından sonra artık devletlerin ulusal egemenlik içişlerine karışmama ilkesinin geçersiz olduğu" ve dahası; "yepyeni bir İnsan Hakları Bildirgesi" hazırlanarak buna "etnik kültürel ayrımlara siyasal haklılık - ayrı devlet kurma hakkı - tanıyan bir takım maddeler konması gerektiği" üzerinde durulmuş; anlayacağınız 1982'den sonra dünyada yurtkardeşliğini, ulusal egemenliği savunmak, İnsan Haklarına aykırı bir eylem ve bir insanlık suçuymuş gibi gösterilmeye başlanmıştır. Aydınlar küreselci odakların piyasaya sürdükleri bu yeni "Etnik Mezhepsel Ayırımcı İnsan Hakları" kavramını çözümlemeye davrandıkları sırada; etnik ayırımcı terör örgütü PKK, 1984 yılında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni hedef alan Şemdinli - Eruh Baskını'nı gerçekleştirmiştir. [15 Ağustos 1984 !-SB]

UNESCO 1986'da Birleşmiş Milletler Örgütü'nce onaylanıp 1986-1996 arası on yıl boyunca milyar dolarlık bütçeyle desteklenecek olan bir "On Yıl Süreli Eylem Kılavuzu" hazırlamıştır. UNESCO'nun etnik mezhepsel ayırımları kaşıyan yapıtları milyar dolarlık bütçeyle destekleyeceği duyulur duyulmaz, çoğu aydınımız 40 yıldır hiç değinmedikleri etnik ayırımları öne çıkartan yapıtlar vermeye, dergiler ve kitaplar yayımlamaya başlamış; o ana dek zerinde dikkatle durdukları [ezen, egemen patron] x [ezilen, emekçi kitleler] ayırımını bir yana bırakıp, bunun yerine [ezen egemen ırk] x [ezilen, mazlum ırklar] ve [ezen, egemen mezhep] x [ezilen, mazlum mezhepler] ayırımına dayalı söylemler yaymaya başlamışlardır.

1986 sonrası "Aleviler ilericidir"; "Aleviler laikliğin, demokrasinin bekçisidir"; "Kürtler ezilmişlerdir, dövülmüşlerdir, yoksul bırakılmışlardır"; "Lazlar şöyledir, Çerkezler böyledir, Ermeniler şöyledir, Rumlar, Süryaniler, Yezidiler böyledir," gibi yazılar gazete, dergi köşeleri kaplamış; "Kürtlerin Tarihi", "Lazların Tarihi", "Çerkezlerin Tarihi", "Ermeni Kültürü", gibi kitaplar kitapçı raflarını doldurmuş; aynı anda "Türkler barbardır, Türkler vahşidir, Türkler göçebedir"; "Sünniler bağnazdır, Sünniler karagüçlerdir, demokrasi düşmanıdır bunlar" vb. gibi tersinden ırkçı ve çoğu yurttaşımızı "Türküm", demekten çekinir, utanır; "Sünniyim", demekten sıkılır duruma getiren, "Türk soyunu ve Sünni mezhebini aşağılama akımı" hızla doruğa tırmanmıştır.

Şimdi yaşı 25-30 olanlar bu ülkede sanki seksen yıldır hep böyle etnik mezhepsel ayırımcı yayınlar yapılırmış gibi algılayıp kanıksadılar bu etkinlikleri. Oysa 1980'ler öncesi ayırımcı propaganda yasaktı; gözden kaçıp yasaklanmayanlar da okuyucu bulamazdı. 1980'lerin ortalarındaysa devlet eli kolu bağlı izlemeye başladı kendi kuyusunu kazan bu ayırımcı propaganda fırtınasını; varolan yasaları işletip yasaklamaz oldu yurt kardeşliğini baltalayan çalışmaları... Neden? Çünkü ulus-devletler yurttaşlık birliğini içten parçalayacak bu tür yayınları engellediklerinde, gün gelip borç almak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapısını çaldıkları zaman; "Siz BM ve UNESCO'nun halkların kendi kaderini tayin hakkı kararını hiçe sayıyorsunuz; etnik kültürleri öne çıkartan yayınları engelliyorsunuz; bu nedenle size istediğiniz krediyi vermiyoruz" denilerek geri çevrilmeye başlamıştı. Dış borçla ayakta duran Türkiye, ayırımcı yayınlara karşı kendi Anayasasını ve yasalarını işletirse, bu kuruluşlardan kredi alamaz olmuştu.

Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Kalkınma Ajansı, vb. gibi kurumlar, 1982'lere dek "kültürel gelişme" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ vardır, diyorlardı. Bu kuruluşların "kültür" tanımları, 1982'de UNESCO ile aynı anda değiştirilmiş ve hepsi birden "kültür"ün "antropolojik" etnik tanımını benimsemişlerdi. Bu değişikliğe uygun olarak, 1982'den sonra "ekonomik kalkınma" için borç almaya gelen devletlere; önce "kültür" ile "ekonomik kalkınma" arasında doğrudan bağ bulunduğu söylevini çekiyor; ardından 1982'de "kültür"ün etnik tanımını benimsediklerini anımsatıyor; son olarak da ülkelerinde etnik kültürleri geliştirici girişimlerde bulunmadıkları sürece, ekonomik kalkınma için tek kuruş borç veremeyeceklerini bildiriyorlardı. Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) için bu kuruluşlara 80'li yıllarda yaptığı kredi başvuruları, daha başka nedenlerin yanı sıra, etnik ve mezhepsel kültürleri geliştirici bir yönü bulunmaması; tersine, Türkiye'de yurt kardeşliğini pekiştirici, uluslaşmayı hızlandırıcı nitelikleri taşıması nedeniyle geri çevrilmişti.

1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle "askeri ambargo"ya uğrayan Türkiye, "Etnik Federasyoncu 1966 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"ni, yürürlüğe girdiği 1976'da imzalamadığından dolayı bir de "ekonomik ambargo"ya uğramış; Dünya Bankası, IMF gibi kurumlardan kredi sağlayamaz olmuş; 1979 yılında Başbakan, "tek-odaklı yurt kardeşliğini bırakıp çok-odaklı eyalet düzenine geçmedikçe, dışarıdan tek kuruş dahi kredi alınamayacağını" açıklamış; 12 Eylül 1980 yönetimince, kapalı kapılar ardında, dış borcun önkoşulu olan çok-odaklı eyalet düzenine geçiş tasarıları hazırlanmış; eyalet tasarısı 1986'da TBMM'nde görüşülmüş, olmamış; 1992'de Dışişleri Bakanı'nca yeniden TBMM'ne sunulmuş, reddedilmiş; 1999'da Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, Türkiye'nin kredi alabilmesi için herşeyden önce "Etnik Federasyoncu BM Sözleşmesi"ni imzalaması gerektiğini bildirmiş; sonunda Türkiye'nin 34 yıllık direnci kırılmış; "Sözleşme", 15 Ağustos 2000 tarihinde Bakanlar Kurulu'nca kimselere duyurulmadan onaylanmış; BM temsilcimiz tarafından sessizce imzalanmış; yetmemiş; Kemal Derviş, Mart 2001'de Dünya Bankası'ndan getirilip Devlet Bakanı yapılmış; derken, dış borç alabilmenin önkoşulu olan "Etnik Federasyoncu Sözleşme", 4 Haziran 2003'de TBMM'de görüşülüp kabul edilmiş; 18 Haziran 2003'de Cumhurbaşkanı'nca imzalanmış ve sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, BM, Dünya Bankası, UNESCO vesairenin "Kredinin Önkoşulu = Etnik Federasyon" dayatmalarına teslim olarak; yurtkardeşliğine dayalı tek-odaklı ulus-devlet düzenini, kendi yurttaşlarını alıştıra alıştıra, "hazmede hazmede, hazmettire hazmettire", adım adım, "Çok-Odaklı Etnik Federasyon"a dönüştürmeyi, devlet olarak resmen kabul etmiştir ve bugün "açılım süreci" olarak sunulan yıllar önce Türkiye'nin "devlet politikası" olmuştur; tıpkı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı" (Otopsi y, 19.basım) adlı kitabımda anlattığım, Osmanlı Devleti'nin dışarıdan borç bulabilmek için dayatılan siyasi önkoşulları onaylamak zorunda kalıp "açılım süreci"ne girerek dağıldığı gibi...

Ülkelerin yurt kardeşliğiyle tek ulus oluşturarak tek-odaklı yönetimle yabancı sömürünün karşısına tek yumruk olarak dikilmesi, küreselci emperyalistleri korkutur. Emperyalizmin yurttaşlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılık tohumları atarak yurt kardeşliğini bozmak ve tek odaklı ulus devletleri küçük etnik devletçiklere bölmekten başka bir çaresi yoktur. Küreselci emperyalistlerin isteklerini barışçıl yoldan, ikna yoluyla benimsetmekle görevli Birleşmiş Milletler ve ona bağlı UNESCO'nun "kültürün klasik tanımı yerine antropolojik (etnik) tanımını benimsedik", "artık ulusların değil etnik halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyoruz," gibi görünen kararlarının, özellikle 1980'lerden bu yana etnik ve mezhepsel ayırımcılığa hız vererek, yurt kardeşliği bağlarımızı aşındırdığını; siyasal ayrılıkçılara ideolojik ve hukuksal dayanaklar sağladığını çok iyi bilmemiz gerekiyor.

"Efendim, hiç Birleşmiş Milletler ve UNESCO böyle şeyler yapar mı? Ülkemiz de bu kurumların üyesidir. UNESCO eğitimi, bilimi, kültürü destekler; siz o UNESCO kararlarını yanlış anlamışsınız, yanlış yorumluyorsunuz," diyorsanız; benimle bu konuda düşünce birliği içerisinde olan İngiliz Kraliyet Topluluğu Royal Society üyesi Philip Schlesinger'in konuya ilişkin görüşünü sizlerle paylaşmak isterim:

- "UNESCO'nun 1982 yılında Mexico City'de gerçekleştirdiği konferansta 'kültürel kimlik' kavramı 'anahtar sözcük' haline geldi. Yerel ve etnik dillerin geliştirilmesine önem verilmesi, ulus devlet içerisinde çeşitli dilsel öbekler ayrıştıracağından dolayı, UNESCO'nun 1982'de benimsediği bu yeni "etnik kültürel kimlik" anlayışı, "ulusal kimlik"le çatışır. UNESCO'ya 1982'de egemen olan bu "kültürel özerklikçi" görüş, "ulusal bütünleşmeci" görüşe karşıttır ve "ulusal üst kimlik" anlayışının reddini gerektirir."

Evet, işte böyle diyor İngiliz Kraliyet Cemiyeti, Royal Society üyesi Philip Schlesinger...

Öyleyse siz istediğiniz kadar "Türkiye Cumhuriyeti"nde Türk, bir etnik topluluğun adı olmayıp, hangi etnik köken ve mezhepten olursa olsun, yurttaşların ortak adıdır," deyin; sizin devlet olarak üyesi olduğunuz Birleşmiş Milletler ve yine devlet olarak üyesi olduğunuz UNESCO karşınıza geçip; "Hayır," diyor; "ana diller resmi dilden başka olan yurt kardeşlerinize ben ilk adımda kültürel özerklik, sonra siyasal özerklik, ardından yurt içinde ayrı yurt kurduracağım. Neden mi? Eh, çünkü benim küresel çıkarlarım büyük yurtları daha küçük yurtlara bölüp kolay lokma olarak yutmak istiyor!"

Şimdi; "Benim canım öyle istiyor"; yok...

"Küreselci odakların canı öyle istedi", yok...


Gelin canlar bir olalım.

Atatürk'ün kurduğu "yurtkardeşliği" bağlarımıza sımsıkı sarılalım.

Dünyayı ve ülkeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan küreselci odaklar, etnik köken ve mezhep ayrılıklarını öne çıkartarak bizi birbirimizde düşman edip istediklerini yaptırtamasınlar.

Cengiz Özakıncı, 2009

_____

İlgili

Casus Arkeologlar 9



5 Temmuz 2025 Cumartesi

İşgal Örgütleri: CIA-NATO-AB

 

II. Dünya Savaşı başladığında William Donovan dönemin ABD Başkanı Roosevelt'e merkezi bir istihbarat örgütü kurulması projesini götürdü. Başkan projeyi 1941 yılında onayladı. ABD; 1942'de yani, Stratejik Hizmetler Bürosu (Office Strategic Services-OSS-) kuruluşundan hemen sonra Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti. (...) OSS, savaş boyunca yapılanmasını örnek aldığı İngiliz Gizli Servisi ile birlikte çalıştı. (...)

Savaştan kahramanlaşarak çıkan OSS, bu defa ABD devlet örgütlenmesi için sorun oldu. Çünkü Pentagon, OSS'nin ABD Başkanının doğrudan kullandığı bir araç olmasını değil, kendi denetimi altına girmesini istiyordu. Çatışma kimi zaman General Douglas Mc Arthur'un Pasifik bölgesinde yaptığı gibi OSS kadrolarını bölge dışına atmak noktasına bile vardı. Gizli Servis'in artan gücü, FBI ve Dışişleri Bakanlığı'yla da çatışmalara neden oluyordu. Yeni Başkan Harry S. Truman, 1 Ekim 1945'te OSS'yi kapattı. Gizli Servis'in birimleri çeşitli hükümet organlarına dağıtıldı. Ancak II. Dünya Savaşı'nın ardından merkezi bir istihbarat örgütü ihtiyacı Başkan Truman'a yeniden dayatıldı. Bu defa Donovan Başkan Truman'ı yeni bir istihbarat örgütü kurmaya ikna etti. Truman'da, 1946 yılı Ocak ayında talimat vererek Birleşik Devletler'in yeni barış zamanı gizli servisi, Merkezi İstihbarat Grubunu (Central Intelligence Group-CIG) kurdu ve Amiral Sidney Souers'ın 'CIG' Direktörü olduğunu ilan etti.


Merkezi İstihbarat Grubu geçici ve zayıf bir teşkilat oldu. Kısa süre sonra Başkan Truman Beyaz Saray'ın elinin güçlendirilmesinin gerekliliğini hissetti ve bir Merkezi İstihbarat Örgütü'nün kurulmasına yönelik kapsamlı bir çalışma başlattı. Bunlardan çok etkili bir banker olan Ferdinand Eberstadt'ın hazırlattığı raporu benimsedi. Rapor doğrudan ABD Başkanına bağlı, uluslararası alanda etkili bir Merkezi İstihbarat Örgütü (National Inteligence Agency-NIA) oluşturulmasını öngörüyordu. Truman, CIG'yi kapattı ve CIG Direktörü Amiral Sidney Souers'i NIA'ya ilk başkan olarak atadı. NIA başlangıçta ABD'nin mevcut istihbarat kuruluşları olan Askeri İstihbarat, Dışişleri Bakanlığı İstihbaratı, FBI vb. arasında koordinasyonu sağlamakla görevlendirilmişti. 

OSS, 1945'te kapatılınca onun Örtülü Operasyonlardan Sorumlu Yakındoğu ve Kuzey Afrika'daki 7 istasyon Stratejik Servisler Birimi (Strategic Services Unit-SSU-) Ağustos 1946'da Savaş Bakanlığından alınıp CIG'e bağlanmıştı. Böylece CIG, koordinasyon görevini aşıp bir icra organı haline dönüştürülmüştü. Bu konuma gelir gelmez SSU'u Özel

Operasyonlar Dairesi (Offical of Special Operations-OSO-) haline dönüştürülmüştü. Temmuz 1947'de devlet bürokrasisini ABD'nin yeni yönetimine uyarlamak için hem Merkezi İstihbarat Ajansı'nın (CIA) hem de Ulusal Güvenlik Konseyi'nin (NSC) oluşumunu sağlayan, "Ulusal Güvenlik Yasası" (National Security Act) çıkarıldı. ABD'nin örtülü operasyonları konusunda en önemli belgesi olan 1947 tarihli Ulusal Güvenlik yasasıyla ABD'nin dünya jandarmalığı misyonu için devlet güçleri merkezileştirilerek Beyaz Saray'ın komutası altında toplandı. Ulusal Güvenlik Yasası, CIA'ya "Ulusal Güvenlik Konseyi'nin (NSC) zaman zaman yönetebileceği ve ulusal güvenliğe etki eden istihbarat ile ilgili faaliyet ve görevleri yerine getirme" görevini vererek, dış ülkelere yönelik örtülü faaliyetlere ve gizli savaşlara zemin oluşturdu.

Beyaz Saray'ın yeniden yarattığı CIA örtülü faaliyet enstrümanıyla hedef aldığı ilk ülke İtalya oldu. İtalya'daki operasyonlar, komünistleri zayıflatarak bir başarıya imza attı.

Başkan Truman, örtülü faaliyetlerin devlet idaresinin bir aracı olarak kullanılmasına kendini kaptırdı ve bu alandaki gücünün İtalya'nın ötesine taşınması üzerinde durmaya başladı. Bu nedenle, 18 Haziran 1948'de NSC'ye dünyanın tüm ülkelerinde örtülü operasyonları yürütme yetkisi veren ve CIA içinde Özel Projeler Bürosu adı altında bir özel faaliyetler dalı oluşturan, dillere destan NSC 10/2 yönergesini kabul etti. Bu yeni oluşumun adı sonraki günlerde daha az dikkat çeken "Politik Koordinasyon Bürosu (Office of Politic Coordination-OPC) ile değiştirilecekti. NSC 10/2, OPC'ye "Örtülü Operasyonlar Planlama ve Yürütme" yetkisi veriyordu.

NSC 10/2'deki "Örtülü Faaliyetler" ibaresiyle "Bu hükümet tarafından, düşman yabancı ülkeler ya da gruplara karşı veya dost yabancı ülkeler ya da gruplara destek amacıyla idare veya finanse edilen, ancak yetkisi olmayan insanlar için, ABD Hükümeti'nin bununla ilgili bir sorumluluğunu rahatlıkla inkâr edebileceği "faaliyetleri" tanımlanıyordu.(3) Truman Yönetimi'nin Dışişleri Bakanlığı Politika Planlamasının başındaki azgın antikomünist George F. Kennan'da NSC 10/2'nin Kongre'den geçmesini ve CIA'nın İtalya ve ötesinde örtülü faaliyetlerde bulunması düşüncesinin en büyük destekçilerinden biriydi.


Kennan tabi ki yalnız değildi. Aynı ekipte OSS'nın başı William Donovan, OSS Casusluk Servisi Uluslararası İlişkiler Müdürü Thomas W. Braden, CIA'dan Genaral Walter Bedel Smith, Hollanda Prensi Bernhard'ın işbirlikçisi Maxililan Kohnstamm, Amerikan İstihbarat Servisi'nin Organizatörü Ailen Dulles, kardeşi John Foster Dulles, CIA için mafyayı çok uluslu bir devlet şirketine çeviren Meyer Lansky ve mafya lideri Luciano'nun avukatı, Hitler'in gizli istihbarat örgütünün eski başkanı General Gehlen'ın daimi koruyucusu Nazi Casusluk Örgütü Eski Şefi, "Yeni Alman Karşı Casusluk Örgütü'nün kurucusu, mafyanın avukatı ve adamı, New-York eski valisi ve Temsilciler Meclisi eski milletvekili.

Allen Dulles ile birlikte Başkan Ersenhower'ın Başkan Yardımcısı olacak Richard Nixon'ın yaratıcısı Thomas Dewen yer almaktaydı. Aynı ekibin Avrupa kanadında Belçika Başbakanı Paul-Henry Spaak ve daha niceleri bulunuyordu. (s.31-33)

Casusuluk ve OSS ve CIA darbelerinin vahşi adamı "Vahşi (Bili) William Donovan" Birleşik Devletler Başkanı Roosevelt ve Truman'ın bu alandaki beyniydi. II. Dünya Savaşı sırasında 1944'te daha OSS'yi kurmadan önce casusluk çabalarına başlayacaktı. OSS kurulup ilk başkanlığına atanan William Donovan, Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu gezilerinde, Almanların gizli operasyon ve propagandasının temel rol oynadığı bir tür savaş yürüttüğünü görmüştü. Balkanların, Almanların yumuşak karnı olabileceğini de öğrenmişti. Donovan, tam anlamıyla sıfırdan başlayarak amatör de olsa, casusları değerlendirme uzmanları ve gerilla savaşçılarından oluşan etkileyici bir grup kurdu.

Türkiye'deki OSS operasyonlarının temelinin oluşturulmasında ilk adım Betty Corp adındaki ufak toparlak kadının 9 Ocak 1942'de eski dostu ve sevgilisi Allen Dules tarafından OSS'ya çalışması için Washington'a çağrılmasıydı. Allen Dules, İstanbul'da Dışişleri Bakanlığı memuru olarak görev yapmıştı ve Corp'ın hayranlarındandı. OSS'in kurucularından biri olarak Balkanlar ve Türkiye'de operasyon başlatılması için Corp'ın görevlendirilmesini önerdi. Corp'ın yeteneklerinden çok etkilenen Dulles, savaş sonunda Corp'ın İsviçre'de kendisine katılmasını istedi. Corp'ın Amerikan vatandaşlığına geçme isteğini belirten belgeyi OSS Başkanı William Donovan imzaladı.

OSS'un Oluşturulmasında Kilit Rol Oynayan Tek Dünya'cı CIA'cılar Şunlardır:

-Harry S. Truman: ABD Başkanı

-William Donovan: Stratejik Hizmetler Bürosu ilk başkanı

-Amiral Sidney Souers: Merkezi İstihbarat Grubu (Central Intelligence Group CIG), Merkezi İstihbarat Ajansı-NIA Başkanı.

-George F. Kennan: Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Bölümü Başkanı, CIA'nın örtülü faaliyetlerde bulunmasının en büyük destekçisi, bu konudaki NSC 10/2 yönergesinin hazırlayıcılarından.

-Thomas W. Braden: Stratejik Hizmetler Bürosu Uluslararası İlişkiler Müdürü.

-General Walter Bedel Smith: CIA çalışmaları katılımcısı, sonrasının CIA Başkanı.

-John Foster Dulles: ABD Dışişleri Bakanı, CIA Başkanı Allen Dulles'ın kardeşi, David Rockefeller'in akrabası.

-Allen Dulles: CIA'Başkanı, CIA kurucusu, Lansky, Luciano ve mafyanın avukatı, General Gehlen'in koruyucusu, ABD Temsilciler Üyesi, New York eski Valisi, mafyanın avukatı ve adamı, Thomas Dewen'in koruyucusu, David Rockefeller'in akrabası.

-Paul Henry-Spaak: Belçika Başbakanı, İngiliz Dış İstihbaratı MI6 Şefi, Stevvart Menzies ve CIA işbirlikçisi (s.34-35)


Erol Bilbilik


İlgili

Casus Arkeologlar 1. Bölümden

Casus Arkeologlar 9. Bölüme kadar 

OSS arkeologlarını okuyacaksınız...




Sivil Örümceğin Ağında - 5


"Örtülü operasyonlara dönmeye gerek yok. Örtülü operasyonla uygulanmış birçok program (artık şimdi) oldukça açık biçimde ve sonuç olarak, itirazsız gerçekleştirilmektedir."

William Colby, CIA Direktörü (s.147)


* Amerika'dan işleme konulan 'demokrasi projesi' operasyonunun dibindeki düşünce şudur:

Başka ülkelerin içişlerine, siyasal ortamına, Birleşik Devletler’in resmi organlarınca, örneğin merkezi haber alma örgütü CIA ile doğrudan karışılması sakıncalıdır. “Anti-komünizm” ve “hürriyet-demokrasi cephesi” adı altında, hem ABD içinde, hem de dış ülkelerde, yönlendirme, örgütleme, dolaylı yönetme, kamplara bölme ve çatıştırma uygulamaları için dünyaya yayılan örgütlerin etkinlikleri, ileri sürüldüğü oranda “hür" ve tüm dünyaya ilân edildiği oranda “temiz” olmadığından, işlerin karışması elbette kaçınılmazdı. Ayrıca bu işlerin parasal kaynaklarının altından CIA’in ve CIA bağlantılı şirketlerin kirli işler bankerlerinin ortaya çıkması devleti zora sokmaktaydı.

Örtülü operasyondan açık operasyona geçişin ilk ciddi adımları 1967’de atılmıştı. CIA'nın dış ülkelerde çok-kültürlülüğü pekiştirmek için Amerikan üniversitelerinde yoğun bir çalışma başlatmasıyla birlikte kurulan CCF (Congress for Cultural Freedom - Kültürel Özgürlük Kongresi), CIA’nın oluşturduğu yayın ve konferans örtüsü altında ülkelerde bağlantılar ağı kurmaktaydı. Söz konusu örtü, CIA tarafından yönlendirilen Amerikan akademik dünyasında, yarı gizli araştırmalar ve raporlarla dokunmaktaydı.

Bu durum, ABD üniversitelerinde rahatsızlığa yol açınca, 1967’de soruşturma başlatıldı. (11) Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü. Tüm dünyada yürütülecek operasyonun finansmanı için özel kuruluşların devreye sokulması programlandı. Aslında bu sözde özel kuruluşlar, 1947’lerden başlayarak Harvard, MIT ve Columbia üniversitelerinde çok özel projelerin para kaynağını yaratmaktaydı. Ortalıkta görünenler, CIA elemanları ya da devletin memurları değil Ford Vakfı, Carnegie Vakfı ve Rockefeller Vakfı gibi, çok uluslu şirket örgütleriydi. (s.26/7)

* Fulbright ve Carnegie Endowment ve benzerlerinin aktardığı paralarla gençler üzerine yapılan yatırımlar.... (s.75)

(Dipnot 11) Akademik dünyadaki CIA bağlantıları Rampart Magazine tarafndan açıklanınca, Başkan Ford, 1967'de Nicholas Katzenbach (Ford Foundation eski yöneticisi), John Gardner (OSS eski elemanı, Carnegie eski başkanı, 1955-1965), Richard Helms (CIA Yönetmen)'den oluşan bir komisyon oluşturdu. Komisyon "açık-özel bir mekanizma" kurulmasını önerdi.


EK: ABD'nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz Carnegie Vakfı'nın başkanı, NED yönetim kurulu üyesi ve Century Foundation (Yüzyıl Vakfı) yöneticisiydi.

NED - National Endowment for Democracy / Ulusal Demokrasi Vakfı


* İkinci eleman kaynağıysa, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir. (s.51)

* ABD'de akademik görünüşlü 'Institute' ile ideolojik görünüşlü Heritage Foundation gibi tutucuların örgütlediği vakıflar ile CFR, Carnegie Endowment, Woodrow Wilson Center gibi dış siyaseti tepeden yönlendirici seçkinler kulüplerinin yanı sıra, devlet tarafından kurulmuş CSIS gibi raporcu şirketler, IRFC gibi doğrudan Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bürolar, Middle East Forum, Washington Instıtute, Freedom House, CMCU ve USIP gibi yarı resmi merkezler de 'think-thank' olarak niteleniyorlar. 

Hatta bunlara, Unification Church (Birleştirme Kilisesi), PWPA (Profesörler Dünya Barış Akademisi) ve RYS (Dindar Gençlik Hizmetleri) gibi Sun Myung Moon'un tarikatı örgütleriyle, ISNA (Kuzey Amerika İslam Topluluğu), CAIR (Amerikan İslam İlişkileri Konseyi), Minaret Özgürlük Enstitüsü gibi, İslam dünyasını yönlendirerek ABD'nin ekonomik egemenliğine uygun politikaları destekleyecek ve toplum üstünde baskı kuracak olan dinsel örgütler de katılıyor.

ABD'de bu tanıma uyan binden fazla 'think-thank' örgütü bulunuyor. Bu örgütler, emekli dışişleri ve istihbarat elemanları, Amerika'ya yerleşmiş Üçüncü Dünya elemanları, operasyonlarda deneyimli CIA eski istasyon şefleri ve akademisyenler için önemli bir ekmek kapısıdır.

'Think-thank' örgütlerinin en önemli yararı, ABD yönetimini sorumluluktan kurtarmalarıdır. ABD resmi organlarının başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması, o ülkelerce şimdilerde pek kullanılmayan eski deyimle casusluk etkinliği olarak değerlendirilebilir ve devletlerarası anlaşmazlıklara neden olabilir. Teslim edilen raporlar, ABD resmi belgeleri olarak ele alınıp, casusluk suçlamlarına yol açabilir.

İnsanlık yararına çalışır görünen vakıfların, derneklerin hazırladıkları 'entelektüel' ürün görünümlü proje raporları, ABD ya da Avrupa devletlerinin yönetimlerini bağlamayacaktır. Üstelik 'think-thank' örgütlerinin masrafları da ilgili şirket ve vakıflarca karşılanırsa, devlet bütçelerine fasıllar eklemek, ABD Kongresi'nden onay almak gibi güçlükler de kolayca aşılmış olacaktır. Daha da önemlisi, dış ülkelerin akademisyenlerine, eski diplomatlarına hazırlatılacak raporlara kaynak aktarılırken akademik bir görünüm verilmekte kalınmayıp, işbirlikçi ya da kökü dışarda gibi rahatsız edici ulusal suçlamalara, karalamalara karşı bir koruma örtüsü de sağlanmış olacaktır. (s.52)


CSIS: Center for Strategic and International Studies.

CMCU: Center Muslim Christian Understanding Georgetown University.

CFR: Council on Foreign Relations.

IRFC: International Religious Freedom Committee.

USIP: Unite States Institute for Peace.


* Bu örgütlerin kendi anavatanlarında (ABD-Batı Avrupa) siyasal çalışma yapmaları yasaktır. (s.53)


Stratejik Araştırmalar Vakfı (SAV), NED'in desteğini alarak, Türk toplumunun değişik kesimlerini, demokrasi ve kimlik konularını tartışmak üzere toplanmış ve bu iş, Türkiye'nin patlamaya en 'hazır' sorununa demokratik çözüm bulmak için ilk adımı atmıştır. Burada sözü edilen 'kimlik' ne mene bir şeydi ki patlamaya hazır bir sorun oluyor, diye meraka gerek yoktur. İşin içinde CIA eski şeflerinden Graham Edmund Fuller olunca, projenin kimliği de bellidir, çözümü de! (s. 148)


Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında


***


Küreselcilere;

Yolumuz ATATÜRK YOLU'dur



Amerika'nın Türkiye'yi İmha Planı


"Kürdistan’ı Türklere kurduracağım."

Barack Obama (ABD Başkanı)



ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. 


AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…

11.8.2013

Prof.Dr. Cihan Dura - link





Eski CHP Milletvekili ve emekli Büyükelçi Onur Öymen: Kılıçdaroğlu özerkliğe zımnî değil, açık destek veriyor. Hiç ‘teröristlerle müzakere edilmez, sen nasıl masaya oturursun?’ dediğini duydunuz mu? Bunu biz yönetimde olduğumuz zaman söylüyorduk. Kılıçdaroğlu daha önce de “Avrupa Özerklik Şartı’ndan çekinceleri kaldıracağız” sözünü verdi. Oysa Avrupa Özerklik Şartı dediği metni iyi okumak lazım. Orada ne yazıyor? Ne gibi seçenekler bırakıyor ülkelere. Bizden başka hangi ülke tamamını rezervsiz kabul ederim demiş? - Zihni Erdem, Aydınlık, (25.3.2014)

TÜRKİYE BÖLÜNME NOKTASINA KİMLERİN ELİYLE NASIL GETİRİLDİ? (ARALIK 2013-MART 2014)

9.2.2015

Prof.Dr. Cihan Dura / link


!!!!


Masum isteklerin ve projelerin sınırı yok!

Mustafa Yıldırım - Sivil Örümceğin Ağında






Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

 


CFR, 2000 yılı itibariyle toplan 2433 üyesinden 470'si ile üniversiteleri, 313'ü ile medyayı, 312'si ile Think-Thank'ları, 177'si ile uluslararası sanayi şirketleri ve 160'ı ile de uluslararası hukuk şirketlerini kontrol altında tutmaktadır.

CFR; Think-Thank'lara özel önem vermiş ve bu örgütler için, neredeyse uluslararası sanayi ve hukuk işlerine ayırdığı kadar üye görevlendirmiştir. Think-Thank'lara verilen önemin nedeni, ABD hükümeti aracılığıyla 1983'te uygulamaya sokulan ve adına "Demokrasi Program" denilen emperyalist politikadır. Burada sözü edilen demokrasi, halkın siyasete katılımı değil; küresel egemenliğe boyun eğmesini sağlayan, baskı ve şiddete dayalı saldırgan bir siyasi programın adıdır. Program: Yeni Dünya Düzeni stratejisinin en önemli uygulama planlarından biri olarak düşünülmüştür.

Demokrasi Programı, beş temel alanı kapsamaktadır. Birinci alan, günümüz ve geleceğin liderlerinin demokrasi ve uygulanması konusunda eğitimleri ve demokrasi karşıtlarına karşı güçlendirilmelerine yönelik alandır. İkinci alan; kitap yayını, burs dağıtımı, İngilizce öğretimi ve diğer eğitim araçlarıyla demokrasinin uygulanması konusuna toplumun eğitilmesine yönelik alandır.

Üçüncü alan: Demokrasi konusunda toplumun inanç ve ufkunun genişletilmesi amacıyla, siyasi partiler, sanayi, ticaret odaları, işçi sendikaları, medya üniversiteleri hukuk kurumları ve dinsel gruplarla birlikte çalışma yapılmasına yönelik alandır. Dördüncü alan demokratik, toplum değerlerinin, üniversite, medya, özel program, toplantı kitap, dergi yayın ve dağıtımıyla iletişim sağlanmasına yönelik olanıdır. Beşinci alan: Toplumun Amerikan vatandaşları ve kurumları arasında doğrudan ilişki kurma, moral destek, entelektüel teşvik, teknik ve pratik yardım almalarına yönelik alandır.

Demokrasi Programının uygulamaya sokulmasıyla birlikte Think-Thanklar; programın 5 alanında çok daha geniş boyutlu görev almaya soyundurulmuşlardır.

Bu bağlamda, Tavistock, Brookings Enstitüsü, Hudson Enstitüsü, Politik Araştırmalar Enstitüsü, Standord Araştırma Enstitüsü, Rand Corporation, Gelecek İçin Araştırmalar Enstitüsü ve Washington Yakındoğu Politikalar Enstitüsü, ağırlıklı olarak görev üstlenmişlerdir.


Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü (Tavistock Institute Of Human Relations)

Tavistock; 1921 yılında Londra'da İngiliz Ordusu Psikolojik Savaş Bürosu Başkanı Sir John Rawlings-Reese tarafından kurulmuştur. 1. ve 2. Dünya Savaşı yıllarında psikolojik savaş örgütü olarak çalışan Tavistock Grubu, Rockefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanı genişletilerek yeniden yapılandırılmıştır. Rockefeller; Tavistock'a daha geniş çaplı savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. Enstitü ve gerçekleştirmekle olduğu çalışmaları ABD'nin en iyi korunan sırrı olmaya devam etmektedir.

Enstitü bugün; Sussex Üniversitesinden, Standord Araştırma Enstitüsü, Esalen, Massachusetts Institute of Technology (MIT), Hudson Enstitüsü, Heritage Vakfı, Georgetown Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi (CSİS), ABD Dışişleri kadrolarının eğitildiği Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Rand Corporation, Mitre Corporation, Şirket Kadrolarının Doktinasyonu, The Mont Pelerin Topluluğu, Tülakteral Komisyon, Ditchley Vakfı ve Roma Kulübü gibi gizli gruplara kadar uzanan bir ilişkiler ağı geliştirmiştir. Tüm OSS (Stratejik Hizmetler) (Casusluk Bürosu) ve CIA Programları Tavistock'un rehberliğinde oluşturulmuştur. (s.49-50)


Erol Bilbilik - Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler




Sivil Örümceğin Ağında - 4


 "Çevre" ve "tarih mirası"nın anlamı, eylemlere parasal yardımda bulunanların çıkarına göre değişmektedir.


* Rockefeller'in dolarıyla 'geniş kafalılık'

ARI yayınlarında 'profesyonel' olarak tanıtılan görevli, belki de, önemli bir gerçeği ortaya koymaktaydı. Onun sözlerinden şu anlam çıkarılabilir. Bugüne dek para hep dışarıdan geldiğinden, yabancı (Batılı) örgütlerin lehine bir durum var, yani denge yok denmek isteniyor olabilir. Bu açıklamalar için düşünce ayrımlarını gösteren kanıtlardır denilip geçilebilir, ama 'Tarih' genel sekreteri buna izin vermiyor:

"... başka devletlerle veya o devletler adına faaliyet gösteren kuruluşlarla ilişkide gardımızı indirirsek duyarlılığımızı, dikkatimizi bırakırsak yarın kamuoyu önünde -ben bundan çok korkarım- 'STK aslında yabancıların kullandığı bir alettir' diye birkaç örnek ortaya konur, bu kötü örnekler dar kafalılığın, yabancı düşmanlığının aracı haline getirebilir."

Yanıt işte bu denli kısa ve özlüdür. Buraya dek yazılanlar, biraz akla uygun geldiyse ve dolarlı proje işleri biraz şaşkınlık yarattıysa, hatta biraz da öfke oluşturduysa, günaha da ortak oldunuz demektir. 'Günah' nitelenmesi az gelir. Genel sekreterin yorumuyla 'dar kafalılığın yabancı düşmanlığının' tipik örneğini sergilemiş olacaksınız.

Ne ki bu açıklamaları izleyen aylarda, atölye çalışmalarını içeren bir kitabın iç kapağına "Heinrich Böll Vakfı'nın katkılarıyla yayınlanmıştır" diye yazılacağı hesap edilmemiş olmalı. Hatta, bu işler, 'Zeugma'yı kurtarmak' diye başladıktan sonra, ne denli baraj varsa o denli çetin bir tarih kurtarma projesine girişip, 'barajlara evet ama tarihsel mirası da koruyalım" diye sürdürülen ve sonunda nerede olursa olsun tüm 'barajlara hayır' kampanyası gibi, belki de hiç istenmeyen sonuçlara yol açılmıştır. Kurtarma kampanyasına adanan kitabın ilk sayfalarında 'Rockefeller Vakfı'nın katkılarıyla yayınlanmıştır' diye yazılmış.

Bu özgün sivil yaklaşım için, 'workshop' ilişkilerinde hiçbir ek açıklamaya gerek yoktur. Görüldüğü üzere, 'katkılarıyla' denilip geçilmektedir. Petrol kartellerinin sahibi Rockefeller'in Türkiye'nin barajlarıyla neyi alıp veremediği ve enerji üretilecek bu barajların 'tarihsel mirasa' ve o olmazsa börtü böceğe, o olmazsa herhangi bir doğal canlı ya da cansızca, binlerce kilometrekarelik bir alanda küçük bir oran tutan bir ortamda vereceği zararı sergileyecek çalışmalara para bastırmasının nedenini anlamak o denli zor olmasa gerek. Anlaşılması asıl zor ola; doğaya ve tarihe bu denli tutkun olan yerli 'sivil' eylemcinin kitap yayınlamak için, dışardan para ya da onların sıkça kullandıkları deyişle 'proje desteği' almaya gereksinmesidir. Türkiye'yi oltadaki balık olarak gören ve 'Oltadaki balığın yeme ihtiyacı yoktur' diyen Rockefeller sülalesinin kurduğu sivil örgütün yardımlar listesinde şu satırlar yer alıyor:

"Economic and Social History Foundation of Turkey)

İstanbul, Turkey- November 17, 2000 / $ 150.100

Toward the costs of the 'Local History Initiatives' and museum projects. Program: Creativity & Culture Benefit Regions: Turkey"


Sivil yöneticinin de açıklıkla belirttiği gibi, şimdi 'geri kafalının biri' durduk yerde, şu sorularla ortalığı bulandırabilir: Başka devletlerle ilişkiye girmek, hep öyle doğrudan doğruya olmayabilir; o başka devletleri ve dünyayı yönlendiren, kaynaklarını emen şirketlerle dolaylı da olsa kurulan ilişkilerde indirilme olasılığı bulunan 'gard' hangisidir?

Hatta daha da ileri gidip, "Bir ülkenin enerjisiz bırakılması kimlerin işine geliyor?" gibi sorularla tartışmalara kapı açılamaz mı? "Komşu ülkelerde, örneğin Ermenistan'da köhnemiş nükleer santrallar insanlığın ortak tarihsel mirasına ve yalnız vadilerdeki 'nebatata' değil, insanoğlunun kendisine de zarar vermez mi?" gibi sorular eklenmesinin yolu açılmış olmaz mı?

Görüldüğü gibi, 'katkılarıyla' denilip geçilmesi, soru üstüne soru çıkarabiliyor. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki kendi çıkarları için yüzlerce yıldır insan yaşamını hiçe sayan, daha yakın geçmişte salt petrol-gaz çıkarları için komplolar kurmaktan, kan dökmekten geri kalmamış olan bir yönetimin ve o yönetimi güdüleyen kartellerin çevre korumacısı olduklarına bilerek ya da bilmeyerek inanmak, inananları ilgilendirir, deyip geçemeyiz. Çünkü bu tür girişimlerin dünya egemeni olmanın önemli bir aracı olduğunu unutmak, yeni sömürgeciliğin ve çağdaş sömürgeciliğin arkasına halk desteği yığmak anlamına gelebilir.

'Çevrecilik' ya da 'tarihsel mirasçılık' imajının en usta oyuncusu Clintonlar olmuştu ve Türkiye'ye geldiklerinde bu imajdan bolca yararlanmışlardı. Bu işler salt geziyle kalsa iyi, ama ABD yönetimi ipin ucunu asla bırakmaz. Şimdi, çevre ve uygarlık koruyucusu Mimar Sayın Oktay Ekinci'nin, o Türkiye gezisindeki Clinton imajı tazeleme günlerinden, çok değil yalnızca iki yıl sonra "Hillary, Neredesin?.." başlığını atarak yazdıklarına bakalım:

"18 Kasım 1999'da antik sahneye kurulan kürsüde bir konuşma yapan Hillary'nin söyledikleri ise yerli ve yabancı medyadan dünyaya özetle şöyle duyurulmuştu: 'ABD, insanlığın ortak mirasına sahip çıkıyor... Bayan Clinton, tarihsel zenginliklerin dünya değeri olduğunu vurgulayarak, korunmalarının da uluslararası görevleri olduğunu belirtti. Ben de aynı konuşmadaki özellikle 'Anadolu ve Mezopotamya' için söylediklerine dikkat çekmiş, çarpıcı sözleri arasındaki şu vurgulamasının ise 'Ortadoğu'da barışın da güvencesi' olması gerektiğini yazmıştım: 'Amerika'dan binlerce yıl önce yazı yazmasını bilenlerin yaşadığı bu topraklardaki tarihten, insanlığın öğreneceği çok şey var." Cumhuriyet, 20 Ocak 2000.

Mimar Oktay Ekinci, yazısının sonraki satırlarında, ABD'nin çevre alanıyla ilgisinin ne denli içten olduğunu düşündürecek açıklamalarda bulunuyordu.

"... 13 Ocak 2000'de, Tepebaşı'ndaki binada, ABD'nin aynı konudaki uzmanlarıyla 'uydu' iletişiminde kurulmuş bir 'ekranı' kullanıp 'birbirimiz görerek' karşılıklı konuştuk... (...) her söz aldıklarında, hep şu tür bir girişle başlıyorlardı: 'Bayan Clinton, çok önemli bir hareketin öncüsü oldu... ABD, insanlığa karşı bir görevi daha yapmaya hazırlanıyor ve buna, Türkiye gibi dünya tarihinin merkezi olan bir ülkede başlanması çok anlamlı... ABD silahlı güçleri, önceki First Lady'lerinin 'bizden binlerce yıl önce yazıyı kullananların ülkesi' dediği Mezopotamya'yı, üstelik 'insanlık adına koruma' sözünü verdiği Anadolu topraklarını da çiğneyerek bir kez daha 'tahrip etmeye' hazırlanıyor... Acaba, ABD elçiliği, bu kısa mesajımı da aynı şekilde Washington'a iletir mi: "Hillary, neredesin; gel Aspendos'ta bir konuşma daha yap..." (Cumhuriyet, 15 Ocak 2003, '...' arasındakiler tarafımızca yapıldı, y.n.)


Tarih vakfınca barajlara karşı başlatılan kampanya içinde de, şöyle ya da böyle iyi niyetle yer almış olan birçok kişi gibi, korumacılık konusunda içtenliğinden kuşku duyulmayacak olan Mimar Oktay Ekinci, 2003 başında bile iyi niyetini yitirmeden, Clinton'dan tarihsel kalıtın kurtarılması için yardım istiyor.

Oysa Hillary Rodham Clinton, kartellerin, vakıfların verdikleri milyon dolarlık destekle artık senatör olmuş ve hemen teşekkür etmek üzere İsrail'e koşmuştu. Hillary, İsrail'de yeni bir ABD'li 'imajı' oluştururken İsrail tankları da Filistin'i yerle bir etmekte, soykırıma varan katliamlara girişmekte, İnsanlığın binlerce yıllık canlı ve cansız tarihini yok etmekteydi.

Aslına bakarsanız, çevreyi ve tarihsel mirası korumasından medet umulan Clintonlar döneminde de o Mezopotamya haftada en az bir ya da iki kez, İncirlik'ten ve Katar'dan kalkan uçaklar tarafından bombalanmaktaydı. Clinton ya da Bush! Politika aynı; ABD yönetimi elli yıldır izinden gittiği bir projeyi yaşama geçiriyor ve Ortadoğu'yu işgale başlıyordu.

"Çevre" ve "tarih mirası"nın anlamı, eylemlere parasal yardımda bulunanların çıkarına göre değişmektedir.

Bağdat'ta kütüphanelerin yakılmasıyla kül olan miras petrol kartellerini pek ilgilendirmezken Türkiye'deki birkaç bin kilometrekarelik bir alandaki bitki ve böceklerin baraj suyu altında kalması ilgilendiriyor; barajlarda birikecek su ile yeşerecek olan geniş bölgelerdeki yeni bitkiler ve yaşam alanında doğacak yeni böcekler ve öteki hayvanlar çok ilgilendirmiyordu. Güneydoğu Anadolu'da, Kuzeydoğu Anadolu'da ya da Mezopotamya'da olunca "çevre" ve "tarihsel miras" olacak, Filistin'de olunca kim bilir ne olacak?!

Bu ilginç örnekten sonra konumuza dönersek, Tarih Vakfı Sekreterinin de belirttiği gibi, "başka devletler adına faaliyet gösteren kuruluşlarla ilişkide gardımızı(n) indirilmesinin" nereye varacağı belli olmamaktadır. Hem de bir kitap yayını uğruna. Adı "vakıf", simgesi "STK" olan "sivil" örgütün gardının indirilmesiyle Genel Sekreter'in, haklı olarak, "korktuğu başına" gelmiştir. Nedenini, başka devletler adına etkinlikte bulunan kuruluşlarla ilgili bir iki örnekle anlayacağız: "STK aslında yabancıların kullandığı bir alet" midir, değil midir? (s.66-69)


Mustafa Yıldırım

Sivil Örümceğin Ağında


***

ilgili:

Casus Arkeologlar 1'den - 9'a


Sivil Örümceğin Ağında - 3

 

Soros der ki,

“milliyetçilik sadece düşmanlığa, tahribe, ırkçılığa ve savaşa neden olur." 


Ona göre, milliyetçiliğin yapıcı bir yöne sahip olması bile olanaksızdır. Öyleyse ulus devlet yıkılmalıdır ve yerini tüm dünyaya egemen olacak bir güce bırakmalıdır.

Mustafa Yıldırım - Sivil Örümceğin Ağında



Liberal Enternasyonal

Adı "liberal" kendisi muhafazakâr hareketin dünya odağında, İngiltere'de Mont Pelerin Society (MPS) ile ona bağlı olarak ABD'de kurulan Atlas Foundation (Atlas Vakfı) ve IFP (Uluslararası Özgürlük Projesi) adlı örgütler görülüyor.

MPS, dünyaya dağılmış 500'e yakın seçkinden oluşan üyeleriyle ilginç bir örgüte benzemektedir. 'Serbest Pazar' ekonomisine tapınan bir tarikat benzeri MPS, Avusturyalı Friedrich Hayek tarafından 1947'de İsviçre'nin Mont Pelerin kenti yakınlarında yapılan bir toplantıyla kuruldu. MPS, kuralsız finansal düzen, sonsuz özelleştirme ve serbest ticaret politikalarını tasarımladı. Kurucuların kökleri, Avusturya Macaristan İmparatorluğu kurucusu Habsburg Hanedanı ve 16.yüzyıldan başlayarak imparatorluğun istihbarat ve posta hizmetlerini gören 'Thurn und Taxis' gibi, Avrupa'nın eski ailelerine dayanır. Bu hanedanın üyeleri, 1920 ve 1930'larda Hitler'i desteklemişlerdir.

MPS, 'muhafazakâr devrim' çağrısıyla, ulus devletlerin ortadan kaldırılmasını ve 1920-1930'larda Avrupalı faşist hareketlerin isteklerini karakterize ede, çağdaş görünümlü feodalizme dönüş amacını güden bir düşünceye dayanır. Her ne denli 'liberal' bir söylem tuttursa da sonunda ulusal devletlerin yıkılmasını amaçladığından, dünyayı sermayedarların diledikleri gibi sahiplendikleri eski feodal mülklere çevirmektir niyetleri.

Bu düşüncenin dünyaya bilim adı altında ihraç edildiği merkez London School of Economics (LSE)'dir. Bu okulun en ünlü öğrencisi para piyasalarının 'vur-kaç' işlemlerini temsil eden ve ulusal piyasaları içerden yıkan George Soros'tur. Soros, ulusal devletlerin zararlı olduğunu, dünyaya düzen verecek bir yeni imparatorluk kurulmasını savunur; hanedanların, Büyük İsrail destekçilerinin, Hollanda Antilleri'nde posta kutusundan ibaret Quantum'un parasını işletir.

MPS'nin ideologları, Friedrich Hayek, Ernard De Mandeville (Hell Fire Clubs of Walpoles England) ve 'monetarist' politikanın mucidi Milton Firedman'dır. 1970'lerde dünya turuna çıkan MPS kurucuları, birçok ülkede kendilerine bağlı 'think-thank' kulüpleri örgütlediler. Sözde liberal, ekonomik alanda kartellere tapınan örgütün uygulamadaki hedefleri kısa başlıklarla şunlardır:


- Finansal serbestlik.
- Yol, su gibi altyapı yatırımlarının kısıtlanması.
- Sosyal hizmet ve sağlık yardımlarının kaldırılması.
- Kırsal sanayide ve tarım üretimindeki korumaların sıfırlanması.
- Merkezi adil ücretlendirme sisteminin tümüyle bozulması.
- Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi.
- Devlet varlıkları yok edilerek devletin küçültmesi.
- Ulaştırma ve iletişimde mikro-ekonomik reformlar yapılması.
- Sendikaların etkisizleştirilmesi.
- Enerji sektörünün kurumsal yapısının parçalanmasının ardından enerji denetim ve yönetimin çokuluslu şirketlere verilmesi....


MPS, ABD'de muhafazakârlara bağlanmıştır. En koyu muhafazakâr örgüt olan ve 'project democracy' operasyonunun babası Reagan'ın büyük destekçisi 'Heritage Foundation'ın Başkanı Edwin J.Feulner, MPS'de hem ikinci başkan hem de mütevelli heyeti üyesidir. Türkiye'de 'liberal' denince 'özgürlük' ve 'ilericilik' anlayan solcu sivil elemanlar, Heritage'in geçmişindeki NAZİ ilişkilerine bir baksalar, liberalliğin eski hanedanlıkların çağcıl araçlarla donatılmış finans-kartel işi olduğunu göreceklerdir.

'Think-Thank' örgütleri partilerin ideologlarıyla ve bürokratik ağıyla devletleri yönlendirmeyi başardılar. (s.138-139)

Mustafa Yıldırım
Sivil Örümceğin Ağında



***

EK:

MPS (Mont Pelerin Society), Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı tarafından fonlanan Think-Thank'larla sıkı bağları var:

- Foundation for Economic Education (Ekonomi Eğitim Vakfı), State Policy Network (Eyalet Politak Ağı)'nın bir üyesidir. Bu Network'un kurucusu Thomas A Roe 'The Heritage Foundation (Miras Vakfı)'ın mütevelli heyetindeydi. 1947'deki ilk konferanslarına William Volker Fonu, Alfred Suenson-Taylor yardımıyla İngiltere Bankası ve Credit Swiss finans sağlamıştır.

- William Volker Fonu 1978'de feshedildi ve varlıkları Kansas hayır kurumlarıyla Stanford Üniversitesi'ndeki Hoover Enstitüsü'ne dağıtıldı.
- İngiltere Bankası, merkez bankasıdır.
- Alfred Suenson-Taylor Gelibolu'da bize karşı savaşmış binbaşı, politikacı, banker.
- Credit Swiss - İsviçre küresel yatırım bankası.

Atlas Network'un bağışçıları:
- Charles Koch Vakfı ve Charles Koch Enstitüsü.
- Donors Trust : Siyasi sağın 'karanlık para ATM'si' olarak görülür. The Heritage Foundation gibi vakıflara, enstitülere bağış yapar. Sahipleri arasında John M. Olin Vakfı, Castle Rock Vakfı, Searle Freedon Trust ve Bradley Vakfı görülür. Robert - Rebekah Mercer Vakfı, Marble Freedom Trust ve Barre Seid büyük bağışçılarındandır.
- Lynde ve Harry Bradley Vakfı (muhafazkâr hayır kurumu. Misyonu anayasal düzen, eğitim, sivil toplum ve sanat-kültür)
- John Templeton Vakfı (Bilimsel araştırma ve Dini çalışmalar). 2025'te ödül verdikleri kişi ki kendi ifadeleriyle; "Doğu Ortodoks Hristiyanının ruhani lideri olan Konstantinopolis Ekümenik Patriği Bartholomeos"tur .
- Lilly Vakfı (Din, eğitim, topluluk geliştirme) Bu vakıftan yararlanan İlahiyat Okulları Derneği aynı zamanda Rockefeller tarafından da finanse edilir.

State Policy Network'un 'bağışçıları;
- Lovett ve Ruth Peters Vakfı (önceliği anaokuldan ortaokula eğitim),
- Castle Rock Vakfı (misyonu geleneksel Amerikan değerlerini koruma),
- Bradley Vakfı (anayasal düzen, eğitim, sivil toplum ve sanat-kültür alanı),
- Koch Kardeşler/Ağı/Endüstrisi (IHS-Institure for Humane Studies/İnsanlık Çalışmaları Enstitüsü ile birlikte genç liberalleri yetiştiriyor, akademisyenleri destekliyor),
- Philip Morris (1994 yılında CEO William Campbell, sigaraların tüketicilerde olumsuz sağlık etkileri yarattığını bilmesine rağmen, nikotinin bağımlılık yapıcı özellikleri hakkında Kongre'ye yemin altında yalan söyledi),
- Kraft Foods (gıda ve içecek sektöründe dünya 5.incisi)
- GlaxoSmithKline (GSK plc) ilaç ve biyoteknoloji şirketi. Onaylanmamış ilaç tanıtımı, güvenlik verilerini bildirmeme ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki doktorlara rüşvet verme suçlarını kabul etti ve 3 milyar ABD doları (1,9 milyar £) tutarında bir anlaşma ödemeyi kabul etti.  Bill & Melinda Gates Vakfı tarafından finanse edilen Küresel İlaçlara Erişim Endeksi listesinde birkaç kez birinci sırada yer aldı.
- Facebook (Mark Zuckerberg-Harvard Koleji. Sözde salgında sansür uyguladığını ve sosyal ağdaki verileri devlete verdiğini kabul etti)
- Microsoft (Bill Gates)
- AT&T (American Telephone and Telegraph Company)
- Time Warner Cable (Telekomünikasyon, Kitle iletişim araçları)
- Verizon (Telekomünikasyon)
- Comcast (Telekomünikasyon, medya, eğlence)



Bu kitabı okumamış olan yeni kuşakların okuması dileğiyle.... SB


Sivil Örümceğin Ağında - 2

 

"Türkiye yapaydır."

Udo Steinbach, 1998 / Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye Danışmanı



Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı eski asker Udo Steinbach, 15 Eylül 1998'deki konuşması:

"Türkiye yapaydır. Gerçekte varolan Türkiye, bir adamın önemli bir adamın, tarihsel öneme (sahip) bir adamın dikte ettirmesiyle yaratılmış bir yapay oluşumdur. Bunu (yapan kişinin) adı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu adam, tek (başına) bir devlet yaratmıştır. Türkiye'nin bugünkü sorunu işte budur. Bu adam (Mustafa Kemal), yapay olan bir devlet yaratmıştır. Bugün, Türk cumhuriyetinin temeli olarak, Kemalizm'in iki unsuru, laiklik, dinin ve siyasetin (birbirinden) ayrılması ve Türk ulusalcılığı, gerçekle bağdaşmamaktadır."

ABD Kongresinin "Lozan Raporu"ndaki görüşlerle Steinbach'ın görüşleri örtüşmektedir:

" Türk devleti yeniden yapılanmaya zorlandı. Mustafa Kemal Atatürk, İslam'ı bir kalemde silebilirdi (silebileceğini düşündü). Yirmi yılın sonunda (Kemalizm'in) ikilisi (bu süreç) öldü. Böylece bu olay hallolmuştu; ama bu (Kemalizm) hiçbir şeyi değiştiremedi. Çünkü Anadolu, bin yıl içinde İslamileşmişti. Bu bir şey değiştirmedi; çünkü Türkiye, Kemalistlerin büyük Osmanlı geçmişinin bir devamıydı. Ve öteki, iyi ve güzel Türk milliyetçiliği, Ermenileri kovdu, öldürdü ve katletti. Yunanlıları mübadele etti. Fakat birçok halk grubu (etnik) ve kültürler (Anadolu'da) kaldı. Örneğin Kürtler, her nasılsa (hâlâ) yok edilemediler."

Stiftung [vakıf] elemanına göre her şey çok açıktır. Türkiye'de ulus yapaydır. Zorlamalayla bir devlet kurulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin "yapay bir ulus" yani gerçekte olmayan bir ulusa dayanılarak kurulduğu savıyla yola çıkanlar, Türkiye'yi olabildiğince gruplaştırmaya çalışırlarken, ipin ucunu iyice kaçırmışlardır.

Alman vakıflarında "Alevi-Sünni-Kemalist-Kürt-Türk" kimlik çatışmalarına uzanan tezler üretilmektedir. (...)

Bu tür incelemeyi ciddiye alacak bilim oltası peşinde koşanların, oralara dek uzanıp, kimin etnik azınlık, kimin çoğunluk olduğuna ve devletin egemenliğini güvence altına alan ceza yasalarına bir bakmalıdırlar. Demokrasi ve azınlık hakları pazarlayıcısı vakıflarla, "think-thank" denenlerle "işbirliği" yapan Türk Demokrasi Vakfı'na 1991 yılında, CIPE adlı Amerikan işadamları örgütü aracılığıyla NED fonundan 80.000 dolar destek verildi.... (s.184-188)


Alman CDU'nun uzantısı Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şubesi 1984'te açıldı. Bu vakfın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi projelerine ilgisi yüksektir. Alman sosyal demokratların partisi SPD'ye bağlı Friedrich Ebert Vakfı 1988'de İstanbul'da şube açtı. Öncelikle CHP'yle birlikte çalışt. FES, CHP gençlerine kurs düzenledi. CHP üst yönetiminin uçak paralarını karşılayarak Almanya'ya konferanslara çağırdı. Alman FDP'nin liberal vakfı Friedrich Naumann Stiftung ise 1991'de İstanbul'a yerleşti. Liberallerle, ARI-TDV gibi "siviller" ile ortak çalışmalar yürütüyor. Alman Yeşiller Partisi'nin örgütü Heinrich Böll Stiftung da 1995/96'da İstanbul'da çalışmaya başladı. Robert Bosch Stiftung ise 2000 yılında İstanbul'a yerleşti... Bu vakıfların tümü, Alman devletinin Politik Eğitim Fonu'ndan para almaktadır. Alman Dışişleri'nin yayınlarında, ülkelerin iç siyasetlerine göze batmadan, karışmanın uygulanabilir yöntemleri verilmekte ve "diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları" açıklanmaktadır.


** 2.Dünya Savaşı sonrası kurulan Konrad vakfı Türkiye'de şu kuruluşlarla işbirliği içindedir: Türk Demokrasi Vakfı (TDV), Türkiye Orta Ölçekli Sanayici ve Serbest Meslek Mensupları ve Yöneticileri Vakfı (TOSYÖV), Türk Belediyeler Birliği Derneği (TBBD), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Karadeniz Ekonomik İşbirliği Daimi Sekreteryası (KEİB).

Ortakları; Bahçeşehir Üniversitesi Finans Merkezi (BFRC + BAU Financial Research Center) , Türk-Alman Dayanışma ve Entegrasyon Derneği (TANDEM), Türk-Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi (TAGU).


Alman siyasal partileri, dış ülkelere yönelik çalışmalarını yönlendirebilmek üzere kendilerine bağlı vakıflar örgütlediler. 1984'te Ankara'da şube açtılar. Şubenin yöneticileri Max George Meier ve Lars Peter Schmidt (1995-2001 Türkiye) idi.

[1990 yılında İller ve Belediyeler Dergisi'nde yayımlanan "Sosyo-Ekonomik Sorun Olarak Bölgesel ve Yerleşimsel Gelişim Eğilimleri" başlıklı makalenin yazarı Max George Meier]


Necip Hablemitoğlu*, Alman vakıfları ve benzeri yabancı kuruluşların Türkiye'de kitleleri içerden yönlendirmek üzere çalıştıklarını söylemiştir. Bergama Ovacık'ta altın madeni işletilmesine karşı oluşturulan hareketin ardında Alman vakıflarının varlığını ortaya çıkarmıştı.

* Alman vakıfları hakkında açılan davaya bir hafta kala, 2002'de evinin önünde öldürüldü...! Bergama Altın Dosyası kitabı nedeniyle Konrad Adenauer Vakfı'nın açtığı dava 8 Ekim 2002'de, Friedrich Ebert Vakfı'nın açtığı dava 1 Mayıs 2003'te, Heinrich Böll Vakfı2nın açtığı dava 4 Aralık 2003'te karara bağlanmış ve Necip Hablemitoğlu lehinde sonuçlanmıştır. Liberal Düşünce Topluluğu Derneği aleyhinde Necip Hablemitoğlu varisleri tarafından "hapıyutmuşoğlu" gibi hakaret yayınları nedeniyle açılan dava ise Liberal Düşünce Topluluğu Derneği'nin suçlu bulunmasıyla sonuçlandı.


/


TDV ve ARI Derneği ile Konrad Adenauer Vakfı'nın ortaklaşa kotardıkları "Anayasa Konferansı".... (...)

Türkiye'nin anayasası öyle bir değişmeli ki Türkiye durup dururken o bağımsızlık ilkesini ihraca kalkmasın! ARI Derneği başkanı bu isteği şöyle açıklıyordu:

" Türkiye sadece rejimiyle değil, anayasasında yer vereceği bu değerler itibariyle de bölge ülkelerine örnek olmalıdır." (...)


Alman'dan "Atatürk'e dur" dersi

Türkiye Cumhuriyeti'nde yıllar etnik ayrıştırma ve dinsel azınlık yaratma işini, Alevi kimliği altında TC yurttaşlarını devletle çelişkisi bulunan topluluk konumuna indirgemenin her çeşit manevrasının, Almanya'da hazırlanmış olduğunu unutmak ne mümkün?

Unutmak ne mümkün ki Almanya'da yasaklı bir hareketin, oluşumun değil pankartını ya da bayrağını, o oluşumun simgesi renkleri üstünde başında bulundurmak bile yasaktır. Almanya'da şu ya da bu eyaletin ayrılması için savaşan bir örgütü beğenen sözler etmek bir yana, ayrılmayı çağrıştıracak herhangi bir şey söylemek bile ceza konusudur. Türkiye sivilleriyse yabancıya salonları açıp, ulusa ders verdirtmeyi bir başka sivil iş olarak görmektedirler. (...)

Türkiye'nin anayasasının değiştirilmesiyle ilgili konferansa katılan TC yöneticileri, Dr.Christian Rumpf'un konferans üstüne yaptığı değerlendirmeleri beğenirler mi bilinmez. Dr.Rumpf, 'ulusal egemenliği' bireyin egemenliğine dönüştüren anayasa toplantısına yüksek düzeyde katılımın önemini şu sözlerle belirtiyor:

"Adalet Bakanı'nın yanı sıra, Cumhurbaşkanı'nın da vakit ayırıp ilk yarım gün katılmaları, kongrenin organizasyonunun siyasal iktidar tarafından ne derece önemsendiğini göstergesidir."

Alman Profesör, konferanstan o denli mutludur ki Mustafa Kemal ile bağların koparılmasını isteyebilmekte ve bu bağın Avrupa Birliği'ne girişin önündeki en önemli engel olduğunu ileri sürmektedir. Bununla kalsa iyi; kendi kendine 'Kemalist milliyetçiliği' deyip, bu ilkenin 'çağın gerisinde' kaldığını a söyleyebilmektedir:

"Konuşmalarda ve tartışmalarda buna karşılık devlet ideolojisine değinilmemiştir. (...) Buna karşın Kemalist prensiplerin ideolojiden koparılması talep edilmelidir. Burada kesinlikle Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün liyakatlarını temelde sorgulamak söz konusu olmamakla beraber, kendisini ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa'nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur.(...) özellikle Kemalist milliyetçiliğin çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB'ye entegrasyonun beraberinde getirdiği(,) milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arzetmektedir."

Dr.Rumpf'un toplantı katılımcılarının bir türlü açıkça söyleyemediklerini yazıvermesi, asıl amacı dışa vurmaktadır... Atatürk'e saygımız ve hayranlığımız sonsuz; ama kendisinin çağı geçmiştir, demeye getiriyor. 'Kemalist milliyetçiliğin' hangi yorumunun 'çağın gereksinimlerine aykırı' olduğunu açıkça belirtmiyor. İçerdekiler, Batı'nın söylem bulanıklığına 'diplomatik nezaket' deyip geçiyorlar.

Anayasa reformu toplantısının amacı, Rumpf'un "AB'ye entegrasyonun" gereği olarak "milliyetçi strüktürlerin (kurumların) bir kısmının tasfiyesi" olarak değerlendirmesinden daha açık anlatılamazdı. Çok düşünülerek kurulduğu belli olan tümcenin anlamı aslında kısa ve yalın: AB ile bütünleşmenin yolu "Kemalist milliyetçiliğin" tasfiyesinden geçer. Anayasa işte bu nedenle değiştirilmelidir. (...)

IRI ve TDV'nin ortağımız dedikleri Almanlar "Siyasal parti kurma özgürlüğü" derken, dinsel ve etnik temele dayalı partileri kolluyorlar ve dil konusunda gerçeği açıkca tersyüz ediyorlar. ...

Rumpf, daha sonra "azınlık hakları" konusunda konuşmacılardan Zafer Gören'in sözlerine destek verirken de açık sözlü davranmıyor:

"Gören, Kopenhagen kriterlerinin 'azınlık haklarının' değil azınlıkların korunmasının garantisini istediği hususuyla önemli bir konuya değinmiştir... Türk Anayasa Teorisi açısından da azınlıkların korunması, azınlık statüsüne bağlanan haklarının sağlanması sorunudur. Bu doktrine göre, Kürtçenin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi gerektiği hususu ya siyasal takdire ya da eşitlik prensibinin yorumuna bağlıdır. Schönbohm tarafından birkaç kez altı çizilerek dile getirilen Kürtçe yayın yapan televizyonlar hakkında sorun buna göre sadece kanuni platformda tanımlanan düşünce özgürlüğünün çerçevesi ve sınırını ilgilendiren bir sorundur."

Toplantıyı düzenleyen dernekçilerin ve vakıfçıların, Rumpf'un bu sözleri karşısında sustukları kesin. Lozan anlaşmasındaki "azınlıklar" tanımının "Müslüman azınlıklar" tanımına evirilmesine kalkıp da itiraz etseler, Almanlar karşısında ayıp etmiş olacaklar; o da olmadı, ağızlarındakini yutup gidecekler.

Öyle olmasaydı, "Dr. Rumpf! Biz bilimsel bir hukuk konferansı düzenlediğimizi sanıyorduk. Oysa siz, Lozan anlaşmasındaki tanımıyla, Türkiye'de azınlık haklarının garantisi olmadığını öğretmeye çalışıyorsunuz. Bu bilimsel bir çalışma değil, olsa olsa 'manipülasyon' yani kurcalayıp, yönetmedir. Kusura bakmayın, bunları konuşacağınız yer Berlin ya da Brüksel olabilir; ama Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik alanı olamaz! derler ve eklerlerdi; 'Kürtçe'nin anadil olarak öğrenilip öğretilmesi yasak mı ki?"

Bunları sormayacaklardı; çünkü onlar Rumpf'tan, Türkiye'de ordunun kışlasına itilmesi gerektiğini açıkça belirten NDI (National Democracy Institute) ile işbirliği yapmayı çağın gereği saymaktadırlar. (...)

Yabancıların bu girişimleri, ulusal güvenliğe karışmadır, diyecekler olabilir. Anımsamalıdır ki ülkelerin başkentlerine dışarıdan gelip yerleşenlerin ulusal savunma kurumlarını açıktan eleştirme özgürlüğü, ABD'de ve Batı Avrupa'da Kopenhag kıstasları kapsamında değil, ulusal güvenlik kapsamında değerlendirilir. (s. 174-181)


Mustafa Yıldırım


***

Asıl yapay olan Almandır, Almanya'dır!

1- German kelimesi "Germanca" değil ki ilk kez MÖ 2.yy'da karşımıza çıkar. Kendilerine Germani dediklerine dair bir kanıt da yoktur. Sözcüğün ne kökenini ne de anlamını bilmiyorlar. Heredot'ta geçen Germanii, yani Kirman (İran) bölgesindeki Saka/İskit Türkleri Avrupa'ya taşınır ve geldikleri bölgeye istinaden bu adla anılırlar. Öyle ki Krali Oğuz İskitlerin yaşadığı Odessa eyaletinde toponim olarak karşımıza çıkar; Antik şehir Tyras (Tur-As), sonradan Ak-Kirman adını alır. Avrupa'daki topluluklarla karışırlar, ancak Roma döneminde hepsine German demişlerdir.

2- Alamani ilk kez MS 2.yy'da Cassius Dio eserinde görülür ki kendi tarihlerini Charlemagne ile başlatsalar da adları "Kutsal Roma İmparatorluğu (MS 800-900'ler)" idi, Almanya değil! Almanya'nın Almanya olması ise 19.yy'da gerçekleşir. Üstelik onlar da saf "Alamani" değillerdir; İçlerinde Kelt ve İskandinav unsurları görüldüğü gibi İskit, Hun, Avar ve Hazar Türklerinin izleri vardır.

3 - Türkler Turukki ve Turki olarak ilk kez MÖ 2300'lerde Şartamhari metninin 15.satırındaki Kral İl-Şu Nail Turki’de görülür. Yani, İl-Şu Nail Turuk(ki) Beyliği’nin kralıdır ve beyliğin adındaki bu Tur kökünde Türk sözünü görürüz. Avesta’da Sakaların bir diğer adı da Tur’dur ki Deniz Kavimleri (MÖ 1200’ler) arasındaki Etrüsklere de Tur-Saka (Tursha) denilir ki Turova (Troya) da öyledir.

Turuk, Türk, Türkoman varken "Alamani" neredeymiş? Kim yapaymış?...


SB