Translate

27 Aralık 2014 Cumartesi

DOĞU İLLERİ VE VARTO TARİHİ - ERMENİ ZULMÜ



"....Ermeniler, artık doğu illerimizi tamamen terkederek Kars'a doğru kaçıyorlardı, çünkü Erzurum ve Bitlis üzerinden harekata geçen askeri kıtalarımız karları yararak ilerliyorlardı. 

Ermeniler Erzurum, Erzincan, Bitlis, Muş, Hınıs ve Pülümer'deki mühimmat depo ve ambarlarına ateşe verip kaçıyorlardı.

Bu illerden hududa kadar uğradıkları köy ve bölgelerdeki Türk halkını katliam (yoketme) etmiş, gebe kadınların karnını deşerek reşimlerini yere dökmüş, memedeki çocukları süngülere takmak, kestikleri insanların derilerinden cep yapmak gibi türlü zulüm ve vahşetler yapmış, bir aralık kadın, çocuk ve erkek kafilelerini damlara doldurup gazladıkları bir camuşu ateşleyip bunları camuşun ayakları altında ezdirmiş, ve üstelik dama ateş verip bunların hepsini kül etmiş, ve henüz memede olan çocukların karınlarını yarıp tuzlatmış ve bazan bir süt emerin kellesini keserek annesinin karnına sokmuş....

İnsanlığa ve akla sığmıyacak eziyetlerle doğu illerinde on binden fazla can yakmışlardı...."







***


"....Ermeniler aynı günde Hınıs'ın Mirseyit köylü Hasan ağa ve kabilesini basmış burada hayli insan öldürmüş. Hasan ağa ve kardeşleri silaha sarılarak kurtulmuşlardı.

Varto'daki Ermeniler Bingöl eteklerinde kalan bir avuç Lolan halkı üzerine akmış, bunlar : Kestemert köyünde Lolanlı Hüseyin ağa ve akrabası tarafından püskürtülmüş ise de Karaköy bucağında bulunan Lolan halkından erkek, kadın, çoluk çocuk, bin kişi evlere doldurularak öldürülmüş ve yakılmıştır...."




* * *



"Kürt taali cemiyeti ve hempaları, eskiden beri Anadolumuzun bölünmez bir parçası ve asıl bir Türk yurdu olan Doğu illerimize artık tam manasıyle Kürdistan ve bu illerdeki çeşitli Türk boylarından kopmuş aşiretlere Kürt diye hitabediyor ve bu maksatlarına kavuşmak için, milli hükümetin dini, şeriati, Kur'an'ı, hak ve hürriyeti kaldıracağını iddia ederek ve hocaların taassuplarını körüklüyor ve bunlar vasıtasiyle masum halkı zehirleyip gidiyorlardı. Halbuki bu yanlış duygular, yukarı bölümlerde açıkladığımız gibi, Padişah Yavuz çağından başlıyarak Sultan Hamit devrinde tam kökleşen kara siyasetin, milli birliğ isarsan, milli duyguları din ve hilafete feda eden kötü bir rejimin sonuçalrıydı. Yavuz, Şiiliği ve Şah İsmail'i durdurmak için doğu illerimizdeki "KURT-BABA" dağlı Türklere Kürt ve doğu illerine Kürdistan adlarını takmış, bunları takviye etmek için Anadolu'dan birçok TÜRK AŞİRETLERİNİ kaldırıp doğu illerine göndermişti. Sultan Hamit saltanat ve istibdadını yürütmek için bu yakın çağ Türk aşiretlerine "Kormanco" adını takarak onlardan 36 derebeylik ve Hamidiye alayını kurmuş, kendilerine : '''Siz benim evlatlarım ve Kürtlerimsiniz''' diye yabancı fikirlere sürüklemişti. Doğu aşiretleri arasında kökleşen bu yanlış duygular, Birinci Cihan Savaşının sonlarına kadar süregelmiş ve milli mücadele devrinde Kürt taali cemiyeti ile hempalarının işlerine yaramış, bunlar bu aslı astarı olmıyan bu adlar üzerinde halkı kandırıp isyana sevk etmişlerdi."......



Doğu İlleri ve Varto Tarihi 
M.Şerif Fırat
İkinci Baskı - 1961
Okuyalım, okutalım...




ilgili:













NE DİYELİM; 
AKLINIZI BAŞINIZA TOPLAYIN
SB




Tam Bağımsızlık İş İster, Eylem İster!






"Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı kutsaldır. 
O sonsuza kadar güvenlikte olmalı ve korunmalı." 
Mustafa Kemal Atatürk 



Atatürkçülüğün on ilkesi Bilimcilik, Sosyal Ahlâk, Millî Egemenlik, Tam Bağımsızlık, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik’tir. Bir Atatürkçü bu ilkelerin her birini, amaçlarını ve işlevlerini, aralarındaki ilişkileri en iyi şekilde bilmelidir.

Böyle bir çaba da ilkelerin analizini gerektirir. Örneğin Tam Bağımsızlık ilkesi ve onun analizi deyince karşımıza bazı alt kavramlar çıkar, bazı sorular akla gelir. Öte yandan, Tam Bağımsızlık İlkesi’nin kimi yönleri vardır, biri uygulama yönüdür. Yazımda bu uygulama yönünün içerdiği kavramlarla soruların bazıları üzerinde duracağım.



Önce Tam Bağımsızlık İlkesi’nin “uygulama” yönünü Atatürk’ün dilinden özetlemekte fayda görüyorum:


1) Ey Atatürkçü!… Tam bağımsızlık ülküsü kafandan, yüreğinden taşıp işe dönüşsün, eyleme dönüşsün. Bunun için:

-Ekonomik, malî, siyasal, adlî, askerî ve benzeri hiçbir kapitülasyona hayat hakkı tanıma!

-Geçmiş ve günümüzdeki hükümetlerin bağımsızlığımızı zedeleyen ya da ortadan kaldıran hiçbir karar ve antlaşmasını kabul etme!

-Ulusal sınırlarımız içinde tam bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye için çalış!


2) Halkımızın bağımsızlık ve özgürlüğün mahiyetini, yüksek değerini kavraması için bütün imkânlarını seferber et. Bağımsızlık ve özgürlüklerin güvence altında olması için var gücünle çalış…

Her ne pahasına olursa olsun, bağımsızlık ve özgürlüklerin ihlaline, herhangi bir koşula bağlanmasına izin verme, verdirme. Türk milletini tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin ya da gücün de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı ol.

Eğer bu uğurda halkınla el ele her fedakârlığı yapmaya hazırsan, bütün dünya, bütün insanlık saygıyla eğilecektir önünde.


3)Türk vatanına ve bağımsızlığına göz dikenlere karşı hem askerî bakımdan, hem de onların her ümidini kıracak şekilde ekonomi, siyaset ve idare bakımından kuvvetli olmak lazımdır. Ey Türk genci, işte bir görevin de budur: Ömrün boyunca, devletimizin her bakımdan kuvvetli olması için çalış.


4)Türk Bayrağı kutsaldır, milletimizin bağımsızlık simgesidir çünkü. Onu sev, kimseyi dokundurma ona, gerektiğinde canını ver onun için.



Tam Bağımsızlığın “uygulama” yönü kapsamında karşımıza çıkan temel kavramlardan dördü şunlardır:

Tam bağımsızlık ülküsü, kapitülasyon, imkân seferberliği, her bakımdan kuvvetli olmak. Bu kavramları ne kadar iyi öğrenirsek, anlamlarını ne kadar iyi sindirir ve unutmazsak, Atatürkçülüğü o kadar kolay anlar, anlatır, açıklar, o kadar verimli işleriz, geliştiririz. Ve ancak bu takdirde “Ben Atatürkçüyüm” dediğimiz zaman doğru konuşmuş oluruz.


a) İlk kavram “tam bağımsızlık ülküsü”dür.

Bir Atatürkçü için, Atatürkçülüğün 10 ilkesinin her birinin gerçekleşmesi, uygulanması, hayata geçirilmesi aynı zamanda birer hedeftir, ülküdür. Bilim ülküsü, sosyal ahlak ülküsü, milli egemenlik, cumhuriyetçilik ülküsü gibi… Tam bağımsızlık ilkesi de öyledir, onun gerçekleşmesi, düşünce ve eylem olarak hayatın bir parçası haline gelmesi de bir ülküdür. Çünkü bir ilkenin belirlenmesi, ifade edilmesi, öğrenilmesi tek başına yeterli değildir. Onun kafalara, yüreklere yerleşmesi, ellerde eyleme dönüşmesi, yaşanması, canı pahasına savunulması gerekir. İşte birey düzleminde ve millet olarak böyle bir duruma ulaşma düşüncesi, tam bağımsızlık ülküsüdür.

Tarihî bakımdan bu ülkünün gerçekleştiği tek bir dönemimiz var: Atatürk dönemi (1923-1938)… Ne acıdır ki onun aramızdan ayrılmasından sonra, Türkiye; Tam bağımsız bir devlet olmaktan da, Tam Bağımsızlık ülküsünden de gittikçe hızlanarak uzaklaşmıştır.

Tam bağımsızlık ülküsünün genç beyinlere bugün yeniden işlenmesi gerekmektedir. Gerçek Atatürkçüler dernekler kurarak, platformlar oluşturarak, toplantılar ve yayınlar yaparak, konferanslar düzenleyerek bu görevi yerine getirmek zorundadır. Bir Atatürkçünün vicdanı ancak bu tür görevlerini yerine getirdiği ölçüde rahat olabilir.


b) Kavramlardan ikincisi “kapitülasyon” kavramıdır.

Tam bağımsızlığın ihlali, yabancı bir güce ödün verme, ayrıcalık tanıma şeklinde gerçekleşir. Her ihlal, yabancı oluşum (ülke, ülkeler topluluğu, kuruluş,…) için bir kazançtır, o oluşuma Millet’e ait bir hakkın devredilmesidir. İşte yabancının kazandığı bu hakka “kapitülasyon” diyoruz. Kapitülasyon bağımlılığın ürünüdür, tam bağımsızlığın zedelenmiş olduğunun göstergesi ve kanıtıdır.

Osmanlı Devleti, bu şekilde, Avrupa devletlerine ödün vere vere, sonunda ekonomik, malî ve politik bağımsızlığını yitirmiş, Avrupa devletleri önünde kapitülasyon zincirleri ile diz çökmüş bir devlet haline gelmişti.


Atatürk’ten dinleyelim:

-Bir devlet düşünün ki kendi uyruğuna koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük işlemlerini, resimlerini ülkenin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemesi engellenmiştir; bir devlet ki bunların da ötesinde yabancılar üzerinde yargı yetkisini uygulamaktan men edilmiştir. işte böyledir bağımsızlığından yoksun olan bir devlet!…

-Osmanlı’da devletin ve milletin yaşamına yapılan müdahaleler bu saydıklarımdan ibaret değildi, daha fazla idi. Doğrudan doğruya milletin yaşamsal ihtiyaçlarından olan, örneğin demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için devlet serbest değildi; mutlaka dış müdahale vardı. Bu şekilde hayatını teminden menettirilen bir devlet bağımsız olabilir mi? Gerçekte Osmanlı Devleti bağımsızlığını çoktan kaybetmişti. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi; Osmanlı içindeki Türk milleti de tamamen tutsak durumuna getirilmişti. Bu sonuç milletin kendi iradesine ve kendi egemenliğine sahip bulunamamasından, bu irade ve egemenliğin şunun bunun elinde kullanılagelmiş olmasından kaynaklanıyordu.

-Ben bu haksızlığa karşı çıktım. Milletimin başına geçerek İstiklal Savaşımızı başlattım. Milletimin gasp edilmiş haklarını geri aldım. Ülkemi tam bağımsız kıldım.


c) Üçüncü kavram “imkân seferberliği”dir.

“İmkân seferberliği” birey, bir topluluk veya millet için söz konusu olabilir. Şöyle tanımlayabilirim: Bir ideal uğruna, o idealin, ülkünün gerçekleşmesi için bütün benliğiyle, her türlü kaynağı ile çalışma, gayret gösterme, mücadele etme azmidir.

Atatürk ilkeleri, örneğin Bağımsızlık İlkesi uğrunda imkân seferberliğinin şekillerine şu örnekleri verebilirim:

-Çalışmak, gece gündüz demeden On İlke’yi öğrenmek, bu alanda derinleşmek, öğrendiklerini başkalarına aktarmak, onları da bu yola teşvik etmek, mümkün olduğu kadar insanımızı Atatürkçülüğe, onun ilkelerine kazandırmaya çalışmak;

-Bilgisini, yeteneklerini ve her türlü kaynağını Atatürkçülük için kullanmak.

Atatürk’ün hayatının özellikle 1919-1938 dönemi “imkân seferberliği”ne görkemli bir örnektir. Onun dava arkadaşlarının çalışma ve fedakârlıklarını da örnekler arasına katabiliriz.


d) Son kavram “her bakımdan kuvvetli olmak”tır.

Sadece fizikî güç ve sayı bakımından değil bilim, teknik, ahlak, ekonomi, kültür, sanat, siyaset, örgütlenme,… bakımlarından güçlü olmak…

Bu durum hem birey, hem bir topluluk ve Millet bakımından söz konusudur.

Birey ve toplum olarak yukarda saydığım alanlarda olabildiğince birikimli olmayı, olabildiğince ilerlemeyi, zirveye ulaşmayı hedeflemeliyiz. Bunu ne ölçüde başarırsak, bağımsızlığımızı da o ölçüde güvence altına almış oluruz.

Birey olarak kuvvetli olmak örneğin şunların gerçekleşmesine bağlıdır: Sağlıklı bir beden, akıl ve iyi bir muhakeme, bilimsel birikim, geniş kültür, iyi bir tahsil, yüksek ahlak, iyi bir meslek, yiğitlik, sosyallik, örgütlenme yeteneği,…



Şimdi akla gelebilecek bazı soruları yanıtlayalım:


1) Geçmiş ve günümüzdeki hükümetler tam bağımsızlığımızı zedeleyen ya da ortadan kaldıran kararlar almış, antlaşmalar yapmış mıdır?

Yanıtım “evet”tir. Bunlara birkaç örnek vereyim:

-İsmet Paşa döneminde, 1940’ların sonunda ABD ile yapılan İkili Antlaşmalar.

-IMF ile ilişkiler çerçevesinde alınan kararlar.

-1995 Gümrük Birliği Antlaşması,

-Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde kabul edilen bazı yasa ve yönergeler.


2)Halkımızın bağımsızlık ve özgürlüğün mahiyetini, yüksek değerini kavramış olduğuna inanıyor musun, neden?

-Ne yazık ki buna inanmak zor. Temel sebebi, Tam Bağımsızlık bilincinin, halkımıza sürekli ve yeterli şekilde aşılanmamış, bunun bir eğitim konusu olarak görülmemiş olmasıdır. Okumuşlarımızda, aydın olarak nitelediğimiz birçok kimselerde bile Tam Bağımsızlık bilinci ya yoktur, ya da zayıftır. Üstelik bu ihmal giderek artmıştır. Günümüzde ise -ne yazık ki- Tam Bağımsızlık ülküsü unutulma yolundadır. Bunda, küreselleşme propagandasının da etkili olduğu bir gerçektir.


3) Günümüzde Türk milletini tutsak etmek isteyen millet ya da güçler var mıdır? Varsa hangileridir, bu emellerini hangi davranışlarından anlıyoruz?

Dünyada Emperyalizm olduğu sürece Türk milletini tutsak etmek isteyen milletler ve güçler de olacaktır. Öyleyse onlar bugün de vardır ve Türkiye de bu güçlerin etkisi altındadır. Başta ABD gelmektedir, onu İngiltere, Fransa ve Almanya takip ediyor. Bu sömürgeci ülkeler AB şemsiyesi altında ortak hareket ediyor. Ve asıl olarak Derin Merkez’in güdümünde olan ülkelerdir. Demek ki Türk milletini tutsak etmek isteyen, perde arkasında olan güç, Derin Merkez’dir.


4) Dünya, Tam Bağımsızlığı üzerinde titreyen bir milletin önünde neden saygıyla eğilir?

Çünkü o millet başkalarında saygı uyandıran niteliklere sahiptir: Başı diktir, onurludur, özgürdür. Kimseye boyun eğmez, el açmaz. Başkalarına güven verir. Üyeleri tam anlamıyla insan olmanın özelliklerine sahiptir. Ekonomisi güçlüdür, diğer ülkelerle onurlu ilişkiler kurmuştur. Bu sebeple gıpta da edilir.


5) Atatürk’ün, diğer milletlerin bayrağına da saygılı olmamızı istemesinin sebebi ne olabilir? O bu duygusunu, hayatında somut bir örnek vererek de göstermiştir. Bu yaşanmış olayı anlatır mısın?

Bayraklar milletleri simgeler, onların bağımsızlığını temsil eder. Sömürgeciliği, işgalleri yapanlar, savaşları çıkaranlar; milletlerin zenginleri ile yönetici sınıflarıdır. Bunlara bakarak milletleri suçlamak, onları temsil eden simgeleri aşağılamak yanlıştır. Atatürk’ün bayrak saygısı bu sebepten ileri gelebilir. İkinci bir sebep de Atatürk’ün bağımsızlık olgusuna duyduğu engin tutkunluk olabilir.


Atatürk’ün bayrak saygısına bir değil birkaç örnek verilebilir. Bunlardan ikisini aşağı alıyorum.


Birincisi:

“Mustafa Kemal Paşa o sabah savaş meydanını geziyordu. Yerde parçalanmış bir bayrak, bir düşman bayrağı gördü. Birden durdu, yanındakilere seslendi:

“Bu bayrağı kaldırınız” dedi, “mağlup bir düşmanın bayrağı da olsa, o bir milleti, bir orduyu temsil ediyor, yerde kalması doğru değildir.”


İkincisi:

Atatürk Karşıyaka’da İplikçizade Köşkü’nde konaklayacaktı. Şimdilerde Karşıyaka Evlendirme Dairesinin karşısında, Yalı’daki 380 Numaralı Çağlayan Apartmanı’nın olduğu yerde bulunan bu köşkün güzelliği dillere destandı. Girişte kadınlı, erkekli muazzam bir topluluk birikmişti. Atatürk onları selamlayarak köşke yöneldiğinde yüzü asıldı. Kaşlarını çattı. Çünkü geçeceği yere boylu boyunca bir Yunan Bayrağı serilmişti. Karşılayıcılara bunun nedenini sordu. Onlar da, “Yunan Kralı Konstantin’in 1921 yılında İzmir’e geldiğinde bu köşkte ağırlandığını, yere serilen Türk Bayrağını çiğneyerek içeri girdiğini” anlattılar.

Atatürk’ün yanıtı kısa ve kesindi: “Yunan Kralı hata etmiş. Çünkü bayrak bir milletin onurudur. Ben bu hatayı tekrarlamam” diyerek yerdeki bayrağı kaldırttı. Köşkün beyaz mermerlerinde ilerleyerek, içeri girdi.”


6) Türk genci, neden dolayı ömrü boyunca devletimizin her bakımdan kuvvetli olmasının kaygısını duymalıdır?

Çünkü Tam Bağımsızlık devletimizin yalnız askerî veya başka bir bakımdan değil, her bakımdan, -altını çiziyorum- her bakımdan güçlü olmasıyla mümkün olabilir. Eğer tam bağımsızlık istiyorsan, başka güçlerin gözünü yıldıracak derecede güçlü olacaksın.
Yoksul olan, cahil olan, zayıf olan, bağımsız olamaz. Herhangi istisnai bir sebeple bağımsız bile olsa, bunu uzun süre devam ettiremez.

Ne hazindir ki böyle bir ülkeye verilecek örnekler arasına son yılların Türkiye’sini de katmak durumundayız.



Cihan DURA - 02 Ocak 2012
kendi sitesi















Bağımsızlık ve Özgürlük Benim Karakterimdir...MKA






“..devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygı gösterilmesi ilkesi..” 
günümüzde de mazlum ülkelerin emperyalistler karşısında
dayanabileceği bir uluslararası hukuk kanıtı olarak görülmektedir. 
Türkiye, uluslararası diplomaside ısrarla, 
kendisine insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkışan, 
elleri kanlı ve beyinleri-yürekleri kapkara kirli emperyalistlere karşı bu meşru belgeleri 
başı dik olarak ileri sürmelidir..



Lozan Barış Antlaşması'nın önsözü













Yazın bi kenara...






Çocuk cehennemi

Bakan çocuklarının yatak odalarından kasaların fışkırdığı, paraların sıfırladığı gün… Konya’da henüz nüfusa kaydedilmemiş bir bebek, camları kırık, naylon örtülü, tek odalı kerpiç evde, donarak can verdi. Ayaz bebek 40 günlüktü.



Asrın lideriyiz, stratejik derinliğiz filan diye ortalıkta gezinen arkadaşlar, o kadar hazırlıksız, o kadar dünyadan bi haberdi ki… Musul konsolosluğundan kelle kesenler tarafından kaçırıldığında, Ela bebek 1 yaşındaydı.



Ankara’nın hataları yüzünden Reyhanlı havaya uçtu. 52 canımız gitti. Fatmanur’un sadece kolu bulunabildi. Elleri kınalıydı. Bileğinde bileziği vardı. Anca öyle teşhis edilebildi. Anneler Günü’ydü. Fatmanur 2 yaşındaydı.



Duble yollarla övünüyorlar, sağlık reformu yaptık falan diye atıp tutuyorlar. Van’ın Çeli mezrası beyaz örtüyle kaplanmıştı, Muharrem’in ateşi çıkmıştı, sayıklıyordu, hastaneye götürmek istediler, yollar kapalı, telefonla yardım çağırdılar, gelen olmadı, Muharrem öldü. Κarayolları, sağlık ekipleri, karakol hakkında suç duyurusunda bulunmak istediler. Kolay mı? “Otоpsi yapmamız lazım, cenazeyi getir” dediler. Babası, evladının cansız bedenini çuvala koydu, sırtladı, köye kadar 16 kilоmetre yürüdü. Muharrem 3 yaşındaydı.



Kuş gribi salgına dönüşmüştü, hala üstünü örtmeye çalışıyоrlardı, hayatını kaybeden çocuklara “kuş gribi değil, zatürree” raporu verilmişti. Kim vermişti bu skandal raporu? Ankara Refik Saydam Hıfzısıhha Entsitüsü Başkanı vermişti. Basın рeşine düştü. Aradılar taradılar, bu skandal raporu verdiği gün, hacca gittiği tespit edildi. Mekke’de beş yıldızlı Ümmül Kurra otelinde kalıyordu. Gazeteсiler ısrarla telefon ediyor, başkan bey telefona çıkmıyor, eşi açıyor, “bizi rahat bırakın, buraya ibadetimizi yaрmaya geldik” deyip, kapatıyordu. Zatürree diye toprağa verilenlerden biri, Şahide’ydi, 4 yaşındaydı.



Güneşli, pırıl pırıl bir İstanbul günüydü, kız çocuğu o sabah pek neşeliydi, annesiyle el ele tutuşmuş, hоplaya zıplaya yürüyordu, adımını attı, yok oldu… Evet, aniden yok oldu. Çünkü, karton bisküvi kutusunu ezmişler, düzleştirmişler, rögar kaрağı olmayan kanalizasyon çukurunun üstüne örtmüşlerdi. Basan, içine düşüyordu. Mahmutbey’den düştü, kanalizasyonda sürüklendi, cesedini dört kilometre ötede, teee Ataköy’de yüzeye çıkan derede buldular. Yandaş-taşerоn müteahhit faciasıydı. Senelik 15 milyar dоlar bütçesi olan, rögar kapağı olmayan, bir de vicdanı olmayan şehrin kurbanı olmuştu. Dilara 5 yaşındaydı.



İstanbul’da anaokulu öğrencisiydi, tuvalete gitti, elini yıkamaya çalışırken, lavabo yerinden söküldü, üstüne düşerken kırıldı, boğazını kesti. Oracıkta can verdi. Tuvaletler taşerona yaptırılmıştı, lavabo iki vidayla tutturulmuştu, taşıyıcı destek yoktu, nasıl olsa devlet okulu diye kakalanmıştı. Denetimsizliğe, ihmalkarlığa, sorumsuzluğa şah damarından yakalanan Efe, henüz 6 yaşındaydı.



Mardin’in Bilge köyünde “törerizm” yaşandı. Herifin biri, namus adı altında kalaşnikofla taradı, 6’sı çoсuk, 16’sı kadın, 44 kişiyi katletti. Bu ilkel ülkede doğmaktan başka suçu olmayan çocuklardan biri Yasemin’di, 7 yaşındaydı.



Van’da deprem olmuştu, üç ay geçmişti, hala çadırda kalıyorlardı. Annesi dışardayken, ablası sobaya odun atmak istedi, kıvılcım sıçradı, çadır bi anda alev topuna döndü. Bahar uyuyordu, Mikail uyumuyordu ama kaçamadı. İki küçük kardeşini kurtarmaya çalışırken, onlarla birlikte can veren İsmail, 8 yaşındaydı.



2013 senesinde 59 çocuk işçi, çeşitli iş kazalarında hayatını kaybetti. Kimisi pres makinesine sıkıştı, kimisi elektriğe kapıldı, kimisi kaynak yaparken tutuştu. Νazar’ın babası işsizdi, mecburen eline bir bez parçası alıyor, kırmızı ışıklarda otomobil camı silerek, evine üç beş kuruş götürmeye çalışıyordu. Kontrolden çıkan tır’ın tekerlekleri altında ezilerek son nefesini verdi. Nazar 9 yaşındaydı.



Soma’da…
432 çocuk yetim kaldı.
Yaş ortalamaları 10’du.



Konya’nın Balcılar beldesinde kaçak Kuran kursu yurdunda gaz sızıntısından patlama oldu. 17’si kız çocuğu, biri kadın hoca, 18 insanımız can verdi. Ne milli eğitimin izni vardı, ne diyanetin izni vardı, ne deprem raporu vardı, ne itfaiye raporu vardı, ne denetleyen vardı, ne hesap soran vardı… Takdiri ilahi deyip geçtiler. Beyza, Rukiye, Teslime, Hatice, Zehra, Huriye, Ümmünur 11 yaşındaydı.



Siirt Pervari’de 13 yaşında anne оlan çocuk gelin, 14 yaşında av tüfeğiyle canına kıydı. İsmi Kader’di. Evlendirildiğinde 12 yaşındaydı.



Kız çocuğunu, babası yaşındaki, dedesi yaşındaki heriflere satıyоrlardı. Para karşılığında 26 erkeğin koynuna sokmuşlardı. Aralarında subay vardı, astsubay vardı, öğretmen vardı, muhtar vardı, kaymakamlık memuru vardı, zabıta vardı, banka veznedarı vardı, esnaf vardı, korucu vardı. Yargılandılar. Çоcuk suçlu bulundu… Mahkemeden resmen “kızın rızası vardı, isteseydi karşı kоyabilirdi” kararı çıktı. Devlet tarafından ırzına geçilen kız, 13 yaşındaydı.



Sigarayı yasakladığını zanneden Türkiye’de uyuşturucu kullanımı, ilkokul seviyesine indi. En son geçen ay, İstanbul Ağaçlı Rehabilitasyon Merkezi’nde bir çocuk bonzai’den öldü, 14 yaşındaydı.



Babalar Günü’ydü. Εkmek almak için evinden çıktı, polis tarafından bibergazı kapsülüyle kafasından vuruldu. Komaya girdi. 269 gün direndi. 16 kilоya düştü. Vebali en ağır 16 kiloydu. Ömrünün son beş gününde, epilepsi krizi geçirdi, kalbi durdu, makineye bağlandı, akciğerinde delik oluştu, beyin fonksiyonları çalışamaz hale geldi, kaybettik. Κaşı kara, gözü kara, o yiğit çocuk 15 yaşındaydı.



Devrim şehidi Kubilay’ı anma töreninde konuştu, vay efendim padişahımız efendimize laf söyledi dediler, оkulunu bastılar, mahkemeye götürüp, tutukladılar. Hapse tıkılan lise öğrencisi Mehmet Emin, 16 yaşında.



Çocuklarımıza “bayram” armağan eden Mustafa Kemal vizyonunu… Çocuklarımız için “kabus”a çevirdiler.



O nedenle, çocuklar direniyor.
Bakın, AKP iktidara geldiğinde, Ali İsmail Korkmaz 8 yaşındaydı, Mehmet Ayvalıtaş 10 yaşındaydı, Abdullah Cömert 11 yaşındaydı, Ahmet Αtakan 11 yaşındaydı, Ethem Sarısülük tıpkı Μehmet Εmin gibi 16 yaşındaydı.

Özgürlük bayrağı elden ele taşınıyor.



Yazın bi kenara.
Büyükler kıçından kоrkuyоr ama…
Çocuklar götürecek bunları.



Yılmaz Özdil
Sözcü 26 Aralık 2014























"- Bir şey mi yapacaksın Kemal?

- Evet Paşam, bir şey yapacağım.

- Allah muvaffak etsin.

- Mutlaka muvaffak olacağız."



MAYIS 1919
























26 Aralık 2014 Cuma

INDEPENDENCE WAR; AFTER WWI AND GALLIPOLI (ÇANAKKALE)




14 MARTYRS  :
14 children from Gaziantep between 12-14 years, their hands tied behind, on their knees, an shot to dead by French soldiers. 
and ŞAHİNBEY :


After the Armistice of Mondoros, the countries that had signed the agreement did not consider it necessary to abide by its terms. Under various pretexts the navies and the armies of the Entente (France, Britain and Italy ) occupied Istanbul, while the province of Adana was occupied by the French, and the British occupied Urfa and Maraş. In addition, British soldiers were in Merzifon and Samsun, and Italian soldiers were in Antalya and Konya. On the 15th of May 1919 the Greek Army landed in Izmir in accordance with the Allied powers. 

The Turkish War of Independence began under these difficult conditions on the 19th of May 1919 when Mustafa Kemal landed in Samsun. It is after this date, which marks the beginning of the Turkish War of Independence, that a national resistance arose across Anatolia. Mustafa Kemal  became the leader of the national struggle movement which quickly grew in strength. Once the congresses in Erzurum and Sivas were held in the summer of 1919, the objectives of the national pact were declared.


When foreign armies occupied Istanbul on the 23rd of April 1920, Mustafa Kemal inaugurated the Turkish Grand National Assembly and established a provisional new government whose center was Ankara. On the same day, Mustafa Kemal was elected President of the Grand National Assembly. The Greeks started to advance towards Bursa and Eskişehir. On the 10th of January 1921, the enemy forces were heavily defeated by the Commander of the Western Front, Colonel Ismet and his troops. On the 10th of July 1921, the Greeks launched a frontal attack with five divisions on Sakarya. 


After the great battle of Sakarya, from the 23rd of August to the 13th of September, the Greek Army was defeated. After the battle, the Grand National Assembly gave Mustafa Kemal the titles of Ghazi and Marshal. Mustafa Kemal, who was determined to drive the foreign occupiers out, ordered a decisive attack which was launched on the 26th of August 1922.  Enemy forces were surrounded, killed or captured on the 30th of August at Dumlupınar, and by the 9th of September 1922 the fleeing enemy forces were defeated in Izmir.


On the 24th of July 1923, with the signing of the Treaty of Lausanne (Lozan Antlaşması ) the independence of the new Turkish state was internationally recognized. On the 29th of October 1923, Atatürk declared the new Turkish state a Republic.


Turkish Serie "Karayılan", is about the invasion of Antep (Today Gaziantep), first  by British, one year later by French military...So began the defense of Antep....

6000 Turkish citizens, mostly civilians, were killed....
Turkish Grand National Assembly gave in 1921 March "Gazi-Veterans" title to Antep - Gazi-Antep.
After a treaty has taken , French military left Gaziantep on 25 December 1921.
This is a small part of the Independence war of Turkish people during the war......




We remember our Martyrs....
SB



DEFENCE OF ANTEP



30 Ekim 1918´de imzalanan Mondros Mütarekesi ile İtilaf Devletleri paylaştıkları topraklara sahip olmak amacıyla harekete geçerken, 17 Aralık 1918´de İngilizler Antep´e girmiştir. Bir yıl süren bu işgale Fransızlar tepki göstermiş, 1918 Eylül´ünde yapılan İngilizlerin Musul üzerindeki “Nezaret Hakkı” ndan vazgeçmeleri ile önce Suriye daha sonra Antep, Urfa ve Maraş boşaltılmıştır.


Bunun ardından Fransızlar 29 Ekim 1919´da Kilis´i, 5 Kasım 1919´da Antep´i işgal ettiler. 1920 yılının başında ise ünlü Antep Savunması başlamış oldu. 1 Nisan 1920´de başlayan Gaziantep savunması 11 ay sürdükten sonra açlık yüzünden sona ermiştir. Savunma süresince Fransızlar şehre 70.000 mermi atmış, 6.000 Antepli şehit olmuştur. 


Bu olağanüstü savunma sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi 6 Şubat 1921 tarihli toplantısında Antep´e "Gazi" ünvanını vermiştir. 15 Mart 1921 tarihinde Londra´da Türk Dışişleri Bakanı ve Fransız delegasyonu Antep, Adana ve çevrelerinin Türklere geri verilmesi hususunda mutabakat sağlamıştır. Nitekim bu antlaşma Ankara Antlaşması ile son şeklini almış ve 25 Aralık 1921´de son Fransız askeri Antep´ten ayrılmıştır.




ŞAHİNBEY (Mehmet Sait)

Şahinbey, 1877 yılında Gaziantep’te, Bostancı Mahallesi 55 numaralı evde dünyaya gelmiştir. Milli Mücadele yıllarında büyük yararlılıklar gösteren ve etrafına adeta ışık olmuş bir kahramandır. Asıl adı Mehmet Sait’tir. ‘Şahinbey’, yöre insanının kendinse verdiği takma adıdır.


Şahinbey, Sina cephesinde çarpışmış, gösterdiği başarılardan ötürü terfi ettirilmiş ve döndüğünde Memleketi olan Gaziantep’in Nizip ilçesine Askerlik Şube Başkanı olarak atanmıştır. Gaziantep’in işgal edilmek istenmesi üzerine, Ayıntap Heyet-i Merkeziye’ye müracaat eden Şahinbey, düşmanın şehre giriş istikametinde bulunan cephelerde görevlendirilmiştir.


Şahinbey, Gaziantep’i işgal etmek isteyen Fransızlara engel olabilmek amacıyla, düşmanın şehre geliş istikameti olan Kilis yönünde üç müdafaa hattı kurmuştur. Yanına, yerel Kuvay-ı Milliye Teşkilatı’ndan aldığı yaklaşık 200 kişilik birlikle, direnişi örgütlemiş ve Fransız Kuvvetlerinin, şehre girmesini uzun süre engelleyebilmiştir.


Fransız Kuvvetleri Birliği, yaklaşık olarak 8000 piyade, 200 süvari, 4 tank, 1 batarya top, 16 ağır makineli tüfek ve çok sayıda otomatik tüfekten oluşmasına karşın, Şahinbey ve arkadaşlarından oluşan yaklaşık 200 kişilik Kuvay-ı Milliye kahramanları karşısında, bir adım bile ilerleyemeden, çakılıp kalmıştır.


Ancak, Fransızlar güçlerini bir şekilde aldıkları takviyelerle artırarak yüklendikçe, çetin çarpışmalar meydana gelmiştir. Çarpışmalar neticesinde, büyük kayıplar veren Şahinbey ve arkadaşları, sonunda 87 kişi kalmışlardır. Bu durumda bile, çarpışmalardan vazgeçmeyen Şahinbey, o dönemde Gaziantep için son müdafaa hattı olan Kilis tarafından girişte bulunan Elmalı köyü civarındaki çarpışmalarda 86 arkadaşını daha yitirmiş ve tek başına kalmıştır.


Şehit olmadan önce;

‘Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şehit kanı karışmıştır. Bize; Namus, Din ve Bağımsızlık için ölüme atılmak, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Bir an evvel topraklarımızdan defolup gidin. Yoksa kıyarız canınıza. Eğer, düşman buradan geçerse; Ben Antep’e ne yüzle dönerim, düşman ancak benim cesedimi çiğner de öyle girer Şehir'e’ ifadelerini söylediği dilden dile dolaşır.

Gerçekten de öyle olmuştur. Tek başına kalan ve cephanesi biten Şahinbey, Elmalı köprüsünü terk etmemiş, çarpışmaya yumruklarıyla devam etmiştir. Fransız Kuvvetleri, savaş adap ve ahlakına yakışmayan insanlık dışı hareketlerde bulunarak; Şahinbey’in üzerine adeta çullanmışlardır.


Şahinbey, yüzlerce süngü ile delik deşik edilerek, köprü başında şehitlik mertebesine yücelmiştir. Acı haber şehre tez zamanda ulaşmıştır. Şahinbey’in naaşını, yörenin diğer bir kahramanı olan Karayılan, kucağında şehre kadar taşımıştır. Bu hüzünlü olay, yöre halkını çok etkilemiş, Şahinbey üzerine ağıtlar yakılmıştır.


Şahin'i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında.
Uyan Şahin uyan gör neler oldu.
Sevgili Ayıntab'a Fransızlar doldu.




KARAYILAN (Kürt Mulla)
Karayılan, Atmalı** aşiretinden olup, 1888 yılında Maraş’ın Pazarcık ilçesi, Höcüklü Köyü, Elifler mezrasında doğmuştur. Babası Ermeniler tarafından şehit edilmiş, kendi kendine okuyup yazma öğrenmiş, köyünde imamlık yapmış çok zeki bir yurtseverdir.

I. Dünya Savaşı esnasında, Rus Cephesi’nde savaşmış ve yaralanmıştır. Bu cepheden köyüne dönen Karayılan, yaralarının iyileşmesinin ardından bir müddet sonra, hükümet kuvvetleri ile birlikte katıldığı bir çatışma neticesinde, halkı kırıp geçiren Balyan’lı eşkiya Bozan ağayı vurmuş ve adamlarını darmadağın etmiştir.


Karayılan, Gaziantep’in zor günlerinde, etrafında topladığı arkadaşlarıyla, Karabıyıklı diye bilinen mevkiide, Fransız Kuvvetlerine çok büyük darbeler indirmiştir. Böylelikle de Kuvay-ı Milliye saflarına katılmış, Şahinbey’in de dava ve silah arkadaşlarından birisi olmuştur.


Fransızlara karşı bir çok mücadeleden başarıyla çıkmış olan Karayılan, Elmalı Köyü köprüsünde şehit düşen Şahinbey’in haberini aldıktan sonra büyük bir sarsıntı geçirmiş olmasına karşın, Şahinbey’in cesedini şehrin merkezine kadar kucağında taşımıştır.


Ancak, zaman durma ve Şehitlere ağlama zamanı değildir. Mücadele tüm hızıyla sürdürülmüştür. Karayılan ve silah arkadaşları, amansızca saldıran düşmana karşı bir çok çarpışmaya katılmış, kimisinde yaralanmış, kimisinde ise ölümden döndüğü olmuştur. Ama, hiçbirinde mücadele etmekten yılmamış, çekinmemiştir.


Böylesi mücadelelerden birinde, kendisine verilen Şıhın Dağı (Sarımsak Tepe)’ndaki Fransız Kuvvetlerini geri püskürtme görevini yaparken, şehitlik mertebesine ulaşmıştır.


Karayılan der ki Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
Nerde düşman varsa orada bitirek,
Vurun ha yiğitler namus günüdür
Nazım Hikmet


CENGİZ ÖNAL



**ATMA / ATMALI AŞİRETİ: 
TÜRKMEN ve 12 oymaklı Kürt boyuna ayrılan Atmalar, Sünnî ve Alevî'dirler... 
İlk kez 1560 yılına ait Malatya tahrir defterinde rastlanmaktadır. Buna göre, birkaç neferden oluşan “Atmalu” cemaati, bir başka cemaatle birlikte, 1560 yılında Malatya’nın ‘Keder Beyt’ nahiyesinde meskundu. En eski ikinci kayıt ise, 1563 yılında Maraş topraklarında Alma Kuşağı Mezraı’nda başkalarıyla birlikte tarımla uğraştıklarını göstermektedir. Üçüncü olarak, Arapgir sancağına ait 1643 tarihli avârız-hâne defterinde Atma adlı köyün, Arapgir sancağının en büyük ya da kalabalık köyü olduğu görülmektedir. 

Boylar topluluğundan mürekkep bir konfederasyon olduğu anlaşılan Rişvav kabîlesine bağlı olan Atmalar Kurmançca konuşurlar. Harran Ovası'na yerleştirilenlerin Karakeçililer'le akrabalık kurdukları ve onların nesillerinden gelenlerin Atman olarak adlandırıldıkları da bilinmektedir. Atmalılar’ın Osmanlı tahrir defterlerinde bazen Türkmen Ekradı (Türkmen Kürtleri), bazen de Ekrad (Kürtler! - konar-göçer anlamındaki "Ekrad Taifesi" ifadesini "Kürt Ulusu" olarak tahrif etmişlerdir.) olarak anılmalarının, Bozok Türkleri’nin Beydili/Begdili boyunun “Kürtler” cemaatinden/aşiretinden olmalarından kaynaklanıyor olması muhtemeldir. 

Nitekim arşivlerde Beydililer için “Kürt Beğdilisu cemaati” tabirinin kullanıldığı da görülmektedir. (Bilindiği gibi Oğuzlar 12’si Bozok, 12’si de Üçok olmak üzere 24 boydan teşekkül etmekte olup, Beydili Boyu, Kayı Boyu gibi Bozoklar’dandır. Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları gibi beylikler Beydililer tarafından kurulmuştur.) 

Karayılan’ın Atmalılar’dan oluşan çetesi ile Antep’in kurtuluşunda oynadığı rolün yanı sıra, Pazarcıklı Atmalılar’ın reisi Yakup Paşa (Paşo Ağa / Yakup Hamdi Bey) da Maraş’ın savunulması ve kurtuluşu olayında 350 kişi ile yer almıştır. Turgut Özal'da bu aşirettendir....


Yani, Kürtlerin büyük bir kısmı TÜRK boylarındandır. Kürt ırkı ya da Milleti yoktur, zamanla Arap, Ermeni, Yahudi ve Farsilerle karıştıklarından öz-kimliklerini kaybetmişlerdir.




bununla ilgili makaleler/kaynaklar:

SEYYİD AHMET ARVASİ VE DOĞU ANADOLU GERÇEĞİ
DOĞU İLLERİ VE VARTO TARİHİ
TÜRKİYE’DE ETNİK MOZAİKTEN BAHSEDİLEMEZ…
KÜRTÇÜLÜK VE TARİHSEL GELİŞİMİ 1-3






EMPERYALİSTLERE VE BÖLÜCÜLERE ALET OLMAYIN!

ATALARINIZA LAİK OLUN!
KENDİNİ BU VATANIN BİR EVLADI OLARAK GÖREN VE 
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'Nİ KORUYUP KOLLAYAN HERKES BİZDENDİR!
DUY EY BATI...
SB.









14 ŞEHİT ANITI

Şehirdeki Ermeniler, Fransız askerlerine hem yiyecek temin ediyorlar hem çeşitli yalanlarla şehirdeki insanlara saldırtıyorlardı. Beğendikleri evlerin, dükkanların, bağ ve bahçelerin kendilerine ait olduğunu söylüyorlar ve Fransız askerlerinin de desteğini alarak Türklere ait olan bu yerlere sahip olmaya çalışıyorlardı.


Ermeniler o kadar çok ileriye gitmişlerdi ki çocukların silah taşıdıklarını, muhbirlik yaptıklarını ileri sürüyorlardı. Fransız askerleri, yaşları 12-14 arasında değişen 14 çocuğu önce ellerini arkalarından bağlayarak diz çöktürürler ve kurşuna dizerler. Daha sonra hırslarını alamayarak çocuk şehitlerin vücutlarını süngüleyerek delik deşik ederler.


Yapılan bu anıt Fransızlara ve onların işbirlikçilerine bir ders olacak niteliktedir.

link



6 bölümlük Belgesel (Türkçe): 
Kefen Bayraklı Kale - Gaziantep
Şahinbey ve diğer kahramanlarımız....



‘Ben Gazianteplilerin nasıl gözlerinden öpmem ki;
Onlar Gaziantep'i kurtardıkları gibi, Türkiye'yi de kurtardılar’ 

Mustafa Kemal ATATÜRK


Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. 
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 
Kükremiş Sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. 
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. 

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. 
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar...


ilgili kitap
İstiklanin Bedeli - Necdet Sevinç




19 Aralık 2014 Cuma

NECİP HABLEMİTOĞLU



"Türküm ve başka Türkiye yok!”



“O, bir fırtına kuşuydu, en ağır rüzgarda bile, rüzgara karşı uçtu…”

18 Aralık 2002…Başkent Ankara…
Portakal Çiçeği Sokağındaki evine girmek üzere olan Necip Hablemitoğlu, gözüne sıkılan kurşunlarla katledildi. 

O Kurşunlar cesur bir Cumhuriyet aydınının bedeninde Türkiye Cumhuriyet’inin laik ve üniter yapısına sıkılmıştı…


Devamı İlkkurşun 





 "Devletin gücünü (polis, adalet, maliye..., ellerinden gelse ordu...) devlet savunucularına karşı kullanma aşamasına gelmiş olan fetullahçıların, operasyonel anlamda kayda değer başarıları olmuştur. Operasyonlarında, amaca ulaşmada her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz Fırsatçılık, Ahlaksızlık, Takiye unsurlarını içeren bir konsept çerçevesinde hareket eden fetullahçı istihbaratçıların kullandıkları yöntemler şöyledir: Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi ve montaj,çarpıtılmış bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık, şantaj amaçlı kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt kullanımı (böcek, gizli kamera vb) rüşvet, gasp, darp, bilgisayar sahtekarlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suistimal, "hakim kiralama" ve diğerleri...." ...... Köstebek, 5.8.2002.






Türkiye’deki Alman Vakıfları gerçeği



- Türkiye’de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren; yerel basında-yerel yönetimlerde-üniversitelerde-sendikalarda-kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan –deyim uygunsa- bir avuç Alman istihbaratçısıdır.

devamı linkte





" Beni de çevirmezler seni de...
bizim gibi vatansever yazarların hiçbirini çevirmezler....
Batılıların çevirdiği Türk yazarlarının çoğunluğu 
ya haindir, satılmıştır ya da casustur." 

Atilla İlhan














18 Aralık 2014 Perşembe

KAYAKÖY RUM DEĞİL TÜRK KÖYÜDÜR








KAYAKÖY, RUM KÖYÜ DEĞİL 
GERÇEK BİR OSMANLI KÖYÜ


Fethiye’nin Kayaköy köyüne Rumların Osmanlı döneminde yerleştiği Kayaköy’ün bir Rum köyü değil Osmanlı döneminde Kayı boyundan gelen Türklerin yaşadığı bir Türk köyü olduğu ifade edildi.

Fethiye’de Rum köyü olarak bilinen Kayaköy’ün Osmanlı arşivlerinde "Kayı" isminde Türk köyü olduğu tespit edildi. 

Fethiye Yörük Türkmen Derneği başkanı Ramazan Kıvrak ve Bağlıağaç Şehit Nizamaettin Akan Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni Eren Fehmi Eroğlu’nun yaptığı araştırmalar neticesinde Kayaköy’ün 1424 yılında Osmanlı’ya bağlı Kayı ve Karakeçili yörüklerinin yurdu olduğu ortaya çıktı.

Köyün çevresindeki ev, medrese ve cami kalıntıları ile mezar taşlarında "Kayı" damgasına rastlayan araştırmacılar, bölgede Rumlardan önce Türklerin yaşadığını belgeledi. 

Bölgeye 1530 yılında Türkler tarafından 66 hane olarak kurulan Elviz (Kayaköy Ören yerine), 1850 yıllarında adalarda yaşayan Rumların Osmanlı’ya sığınmak ve ticaret yapmak için göç ettikleri belgelerde yer alıyor.

Atalarının izini araştıran Eroğlu, gazetecilere yaptığı açıklamada, 2. Bayezıt dönemi Tahlil Defteri,1530 yılına ait 166. Muhasebe-i Vilayeti Anadolu Defteri, 1583 yılına ait 110. nolu Tahlil Defteri, 1600, 1700 ve 1800 yıllarına ait Osmanlı belgeleri ile Menteşe Sancağı Nüfus Sayımlarında bölgede çoğunlukla Türklerin yaşadığına dair belgeler bulduklarını söyledi.

Bölgeye 1850 yıllarında adalardan Osmanlı’ya sığınmak ve ticaret yapmak amacıyla Rumların göç ettiğini belirten Eroğlu, "1860 yılında yaklaşık 400 olan Rum nüfusunun 1914 yılında Elviz’te 6 bin 626’ya ulaşmış. Osmanlı belgelerinden elde ettiğimiz veriler, bölgeye Rumların yoğun şekilde göç ettiğini kanıtlıyor. Ama bu bölgede her zaman Türkler yaşamış" dedi.

Eroğlu, 1843 yılında Osmanlı belgelerinde bölgedeki köylerin isminin, "Kayı Köy", "Taş Kayı Köy", "Elviz" ve ilerleyen dönem de Karakeçililer mevkisi olarak kayıtlı olduğunu anlattı.
2. Beyazıt döneminde Kayı ve Taş Kayı köylerinde Türklere ait 343 hanenin kayıtlı olduğuna değinen Eroğlu, yakın dönemde Rum nüfusunun artması nedeniyle bölgenin Rum köyü olarak gösterilmeye çalışıldığını belirtti.

Eroğlu, belgelerde Rumların yaşadığı yerin Elviz olarak ayrıldığını, atalarına ait olan ve Kayı köy olarak belgelenen köyü Rum köyü olarak ilan etmenin tarihe ve gerçekliğe aykırı olduğunu ifade etti.
2. Beyazıt döneminden itibaren bu yörenin tamamen Kayı ve Karakeçili cemaatin yurdu haline geldiğine dikkati çeken Eroğlu, şöyle konuştu: 

"Köyde üzerinde Kayı damgası olan mezar taşları çalınmış. Ama unutulan bir şey var Kayılar gittikleri her yere damgalar atıyordu. Köyün çevresinde yaptığımız araştırmalarda bu damgalara rastladık. Menteşe bölgesinde müslüman ilk mezar taşları bu bölgedeydi. Yaklaşık 7 yıl önce yaptığımız araştırmada 1000 ile 1100 yıllarına ait 3 mezar taşı bulmuştuk yani Türkler 1071’den önce buradaydı ancak bugün o mezar taşları çalındı"

Eren Fehmi Eroğlu, Kayı köyde 1530 yılına ait 166. nolu Tahlil Defterinde bahsedilen bir medrese olduğunu, 1851 yılında meydana gelen büyük depremde bu binanın büyük hasar gördüğünü ancak medresenin namaz odasının günümüze kadar nispeten ayakta kalmayı başardığını anlattı.

2. Beyazıt döneminden sonra gelen 343 hanelik Kayı cemaatinin bölgede yerleşik hayata geçtiğini ve evler oluşturduğunu vurgulayan Eroğlu, "Binaların çoğu depremlerde yıkılmış ama evlerin kalıntılarında sonra ki yıllarda binayı güçlendirmek amacıyla duvarların genişletildiğini görüyoruz. Ayrıca bu evlerde kayı damgaları yer alıyor. Bunları da yaptığımız araştırmalarda bulup, belgeledik" diye konuştu.

"DEVLET ÇALINAN MEZAR TAŞLARINI BULSUN"
Fethiye Yörük Türkmen Derneği Başkanı Ramazan Kıvrak ise 15 yıl önce bölgedeki mezarlıkta kayı boyuna ait damgalar bulunan mezar taşlarını belgelediklerini ancak bu taşların geçen zaman içinde kaybolduğunu söyledi.

Mezar taşlarının bir milletin tapusu olduğuna dikkati çeken Kıvrak, "Bir köyün ne zaman yerleştiğini, orada kimlerin yaşadığını ancak mezar taşlarından öğrenebilirsiniz. Kayı köyünün tapuları çalınmıştır. Burada devletimize görev düşüyor. Kayı köyünün adını belgeleyen mezar taşlarını kim çaldıysa bulunmasını istiyoruz. Kayı köylülerde dedelerinin mezar taşlarını korusunlar. Bir tapu kaydı olan mezar taşlarını yok ederek buranın Türk yurdu olmadığını göstermeye çalışıyorlar" ifadelerini kullandı.

basın , 30 Kasım 2014










Bir zamanlar, Fethiye'de yaşayan Rum hayranları na duyurulur...
Kayanın adı Osmanlı döneminde Kayı idi. Küçük bir mahallesinde Rumlar yaşamış ve başka başka ülkelerin topraklarında zorluk gören Rumlar , Osmanlıya sığınıp Kayı'ya yerleşmişler. Nüfusları biraz artmış, bu 200 yıl sürmüş, kadim Türk yurdunda 600 yıllık, Oğuz soyu Türk olan Kayı Köylüsü Rumlara iyi davranmışlar, dört mahallesi olan Kayı'nın bir mahallesinde yaşayan Rumlara hep yardım etmişler, özgürce ticaret, tarım, sanatkarlık yapmaları sağlamışlar ve Rumlar sonunda gene azmışlar. 
Tanıyın, bilin, görün, araştırın, gerçeklere ulaşın......bu fotoğrafı Anıtkabir'de Mondros bölümünden izinle çektim......
Ramazan Kıvrak






1530 Yılı defterindeki gizli ayrıntı : Kayı Köy ve Taş Kayı Köy...Kayı Cemaati ve Taş Kayı Cemaati...
Basit bir anlatımla Oğuzlarda Üç Oklar kolunu oluşturanlar İç Oğuz, Bozok kolunu oluşturanlar Dış (TAŞ) Oğuz sayılırdı. Bu durum Dede Korkut Masallarındaki Bamsı Beyrek'in Öldürülmesinde o günkü Türkçe ile TAŞ OĞUZ olarak detaylı işlenir...
Taş Kayı olarak ifade edilen köy, bugünkü Gökçeburun'dan başlayan Keçilerin sol kısmı (Karakeçililer) ve Kınalı hattı olmalı. Kayıköy ise bugünkü bugünkü rum evlerine dek olan Kayaköy sınırları desek yeridir.

ENTERESAN OLAN İSE 1530 YILINDA TAŞ KAYI OLARAK ADLANDIRILAN CEMAATİN OĞUZ GELENEĞİ İLE DIŞ OĞUZ SAYILMASI DURUMUDUR. ASLINDA KARAKEÇİLİLER OLAN VE KAYILARIN BİR ALT KOLU OLAN BU CEMAATİN, OSMANLI'NIN YÖRÜK-TÜRKMENLERİ ASİMİLE ETME AMACI GÜDEN POLİTİKASINA VE OSMANLI'YA RAĞMEN, OĞUZ GELENEĞİ İLE TAŞ YANİ DIŞ OLARAK İSİMLENDİRİLMESİ GEREK KAYI CEMAATİ'NİN GEREKSE TAŞ KAYI CEMAATİ'NİN 1530'DAN ÖNCE ORTA ASYA'DA YAŞADIĞINI ORTAYA KOYAR...









Osmanlı Arşivleri ve Belgeler Işığında Kayı Köyü 
(Kaya Köyü) Tarihi Paneli

Tarih: 24 Ocak Cumartesi 2015
Saat: 19.00
Yer: Fethiye Belediyesi Kültür Merkezi (F.B.K.M.)

Açıklama:
Oğuz tarihine genel bir bakış ve Kayı boyunun önemi, 16. yüzyılda Beşkaza'daki Yörük-Türkmen topluluklar, 
gerçek adı Kayı Köyü olan Kaya Köyü'nün kuruluşu ve 
Oğuz tarihi, köyde kayıtlı aileler ve durumları, köyde yaşamış 
Kayı boyu mensuplarından kalan damgalar ve meskenleri,
meskenlerin özellikleri, köyde ikâmet eden Karakeçililer aşiretinin geçmişi ve durumu, Osmanlı belgelerinde kayıtlı olan cami,
kervensaray, vakıfların günümüzdeki durumları, 
gerçek adı Elviz olan Levissi'ye Rumların 19. yüzyılın ortalarından
itibaren başlayan yoğun göçü ve Osmanlı'dan günümüze dek 
Kayı Ovasında mevcut 3 Türkmen yerleşimi yıl yıl, 
Osmanlı arşivleri ve somut belgeleriyle anlatılacaktır.

Oturum Başkanı:
Av. Ömer Karayumak

Konuşmacılar:
Doç. Dr. Ahmet Yiğit
Doç. Dr. Behset Karaca
Doç. Dr. Mustafa Gökçe
Sos. Bil. Öğrt. Eren Fehmi Eroğlu


ilgili kitap/makale:
Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni - Georgios Nakracas
Milli Destanlarımızda Dede Korkut (ve Taş Oğuzlar) - Fahrettin Kırzıoğlu








15 Aralık 2014 Pazartesi

TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİNDE TARİHİ GERÇEKLER






Psikolojik Operasyon



Ayda petrol bulunduğuna dair bir haber okursanız, bunun derhal yalan olduğunu düşünebilirsiniz ki doğru düşünüyorsunuz demektir. Çünkü petrolün oluşması için bitkilerin fosilleşmesi gerekir. Ayda ise bitki yoktur ve olmamıştır. Öyle ise ayda petrol olmaz. 

Bu çok açık bir gerçekten siz eğer insanların "ayda petrol olduğuna" inanmalarını sağlamak isterseniz, yine de bunu yapabilirsiniz. Bunun için gereken doğru teklifleri kullanmanız yeter. Önce bazı uzmanları ay hakkında bildiklerimizin yeterli olmadığını, aydaki doğal kaynakların dünyadaki doğal kaynakları sıkıntı için bir çare olabileceği konusunda bir makaleler yazarlar.

Bu makaleler gazetelerde haber yapılır. Sonra aydaki doğal kaynaklarla ilgili sempozyumlar düzenlenir ve böylece kamuoyunun kafasında ay doğal kaynaklar ikilisi konusunda bir zihinsel hazırlık bir aşamaya taşınmış olur. Bu döneme "ön propaganda dönemi" diyebiliriz. 

Bu dönem gerçekleştirdikten sonra ikinci aşamaya geçilir ve ikinci aşamada sanayideki gelişmenin dünyanın her yerine yayılması sonucunda petrol kaynaklarının küresel talebi karşılamadığı doğrultusunda yayınlar ve televizyon konuşmaları yapılırken, makaleler yapılır, yazılır, röportajlar yapılırken ayda petrol bulunması ihtimali olduğu tartışmaları kamuoyuna yoğun bir şekilde taşınmaya başlanır. 

Bu süreçte özellikle "ayda petrol olamaz" diyen bilim adamları ve politikacıların görüşlerinin yetersiz, bilimsel değil ve ilerlemenin karşısında olduğu şeklinde kamuoyuna bir intiba verilmesi gerekir.

Aynı süreçte değişik basın, yayın organlarında ay yüzeyinde petrol benzeri bir maddenin bulunduğuna dair düzenli olarak da haberler yayınlanmasında fayda vardır. Kamuoyu bu süre içerisinde ayda petrol görüşüne daha fazla alışacaktır. Bu süreçte yine bazı bilim adamlarına aydaki petrolü araştırmaları için geniş mali kaynaklar oluşturulur. 

Bu bilim adamlarının yaptıkları ayda petrol olduğuna dair ihtiyatlı ve ihtiyatsız açıklamalar başında abartılı şekilde yer almalıdır. Hatta "Ayda Petrolü Sevenler Derneği" diye bir dernek kurulabilir, tişörtler yapılabilir, sevilen bazı markalar ile "ayda petrol var" görüşü bir araya getirilebilir. "Ayda petrol olduğu" görüşünün ders kitaplarına konulması içinde artık baskıların yapılmasına başlanılabilir.

Bu arada "ayda petrol olduğu" görüşünü savunanlar başında birbirlerine atıfta bulunarak tezlerinin doğruluğunu kanıtlamaya başlarlar. Yani "ayda petrol var" görüşünü savunan Mehmet aynı görüşü savunan Ahmet'i tezinin doğruluk kaynağı olarak gösterebilir ve ayda bulunan petrolün dünya ekonomisinin yapacağı katkıların hayatı nasıl ucuzlatacağı, üretimin ucuzlamasıyla gelirlerin nasıl artacağı, küresel bir refah döneminin nasıl başlayacağına dair ekonomik araştırmalar artık yayınlanır ve televizyon programlarında tartışmaya açılır.

Kuracağımız psikolojik baskı ile "ayda petrol olduğu" na inanmayanları dahi bu görüşleri açıklamaktan korkar hale getirmeliyiz. Hatta bir kısmı "Tamam ayda petrol var, ancak arayacak isek de bunu onurumuzla arayalım" demeli, bu noktaya gelmelidirler. 

Artık zafer bizimdir, çünkü doğru dürüst karşımızda kimse kalmamıştır. Enerji sektöründen emekli olan ve ayda petrol olduğunu savunanların desteğinin alınması önemlidir.

Ancak inanmayanların görüşlerinin kamuoyu ile inanmayanların ayda petrol olduğuna görüşlerini kamuoyu ile paylaşmaları rahatsızlık vericidir. Onların mümkün olduğu kadar az bu görüşlerini dile getirmeleri sağlanmalı.

"Yazık işte böyleleri de var. Ne yapalım? Onlarda sonunda gerçeği görecekler" şekilde onlara acıyarak bakılmalı ve bunların ayda petrol bulunmamasından çıkarı olan çevrelere mensup olduğu sürekli ve sürekli tekrarlanmalıdır. Halkın ayda petrol olup olmadığı konusunda ne düşündüğünü de ilgili olarak kamuoyu araştırmaları yapılmalı, bu araştırmalarda derneklerde "ayda petrol bulunursa iyi olur mu?" sorusu sorulmalı, "evet, olurdu" diyenlerin "ayda petrol bulunduğuna" inandıkları tekrar ve tekrar başında açıklanmalıdır.

Üniversitelere verilecek fonlarla üniversite öğrencilerinin bu konuda yazacakları makalelerle ilgili yarışmaları düzenlenmelidir. "Ayda petrol olduğunu" ileri sürenler mali olarak ödüllendirilmelidir. Onlar, bu görüşlerinde samimi olmasalar dahi, bir süre sonra bu görüşe inanmak ve hatta ayda petrol olduğunun kesin savunucuları olmak zorunda kalacaklardır. Aksi halde vicdanları kendilerini rahatsız eder. Böylece tezimizin en güçlü savunucularının da zaman içerisinde ortaya çıktığını göreceğiz. 

Aslında halkın çoğunluğu bütün çabamıza rağmen bize inanmayacaktır. Ama kimse bize karşı örgütlü bir direnci temsil edemeyecektir. Aydınların büyük bir kısmı ayda petrol olduğuna inanmayacaktır ama toplum içinde yaptıkları açıklamalarda "ayda petrol bulunursa çok iyi olur" diyeceklerdir. Artık sonuca vardığımızı söyleyebiliriz". "Ayda petrol var" oyunu gerçekçi olmaktan uzak mı?

Şimdi Ermeni meselesinde, AB meselesinde olduğu gibi, "ayda petrol var" oyunu oynanıyor.

"Ayda petrol var" oyununu ben yazmadım. CIA nın bir ders kitabından aldım, internetten. Nasıl?

Bu konuda bu oyun kapsamlı, uzun vadeli, ısrarcı ve bilimsel yöntemler kullanılarak uygulamaya konulan bir psikolojik operasyondur. Karşınızda olanlar bilim ve hakikat aşığı bir kaç bilim adamı değil, yabancı istihbarat servislerine değişik nedenlerle çalışan emperyalizmin kiralık ajanlarıdır. Meselenin bir demokrasi ve fikir özgürlüğü meselesi olarak sunulması büyük bir soytarılıktır.

Düşman karargahlarının hazırladığı ve finansmanı sağladığı yıkıcı faaliyetler fikir özgürlüğü ve demokrasi kapsamında formel (biçimsel) olarak alınsa dahi gerçek niteliği asla gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye'ye karşı başlatılan ermeni soykırımı psikolojik operasyonu AB süresince Türkiye'nin federalleşmesi projesinin bir parçası olan kültürel savaşın alt kompetanıdır. Bu kültürel savaşın diğer parçasını ise Fener Rum Patriğinin Ekümenik konuma oturtulması çalışmaları oluşturuyor ki, bugün bunun üzerinde durmuyoruz. 

Operasyonun psikolojik hedefi Türk milletini tarihinden koparmak ve özgüvenini sarsmaktır. Orta ve uzun vadede ise Ermenistan ve dünya Ermenilerinin tazminat ve toprak taleplerine zemin hazırlamaktır.

Bu çerçevede sözde Ermeni soykırımı tezini Türk toplumuna kabul ettirmek için çalışmalar başlamıştır. Türklerin Ermenileri soykırım ile yok etmek için planlı bir süreci 1915'te yürürlüğe koyduklarının propagandası Türk toplumuna bir psikolojik harekât kapsamında kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. 

Önümüzdeki aylarda ve yıllarda Türkiye'nin gündeminde Ermeni meselesi değişik boyutlarda yer alacaktır. Türk devlet ve toplumu sözde soykırımı kabul edecek şekilde olgunlaştırılmaya çalıştırılacaktır. Annelerimizin ve eşlerimizin çok kullandığı bir kelime vardır, mutfakta, "kulak memesi kıvamına getirmek". Beyinlerimiz "kulak memesi kıvamına" getirilmeye çalışılıyor efendim şimdi.

Birinci adım: 

Her şey kitabına uygun olarak yapılıyor. Psikolojik operasyonları yönetmeliklerinin mutlak anlamda uygulandığını görüyoruz. Önce Ermeni tezini savunan kitapevleri kuruldu Türkiye"de. Bir kaç yıl içince birinci hamlede 70'in üzerinde ermeni tezini dolaylı ve dolaysız destekleyen kitap çıkarıldı. Son bir sene içinde bu kitap sayısının adedi 100'ü aştı. Sonra AB "Ermeni soykırımını kabul etmeniz tam üye olmak için şart değil ama kabul ederseniz iyi olur" açıklamasını yaptı. 

Fransa ise "benim için ermeni sorununun kabul edilmesi ön şarttır" dedi. Şimdi AB üyesi ülkeleri tek tek Fransa"nın Ermeni meselesine benimsediği tutumunu kabul ettirme sürecine girdiler. Böylece sorun AB dışında AB ülkelerinde Türkiye'nin aleyhine çözülecek bir zemin oluşturuyor. 

Bu arada Almanya iyi polis görevini üslendi, oysa Almanya AB içinde ermeni tezinin gizli motoru olmak durumunda. AB süresince Türkiye'ye gelen batılı operasyoncular ermeni meselesiyle ilgili tespitlerini Türk toplumuyla paylaşmaya başladılar. 

Cüneyt Ülsever bunlardan bir tanesini 19 Mart tarihli yazısında özetledi ve tezler şunlardı:

1. Ne yapmış olurlarsa olsun, mağdur taraf Ermenilerdir.

2. Ermenilerin Ruslarla iş birliği yapmış olduklarını kabul etsek dahi masum Ermenilerin öldürüldüğü şüphe götürülmez.

3. Mesele Türkiye'nin iddia ettiği gibi tarihçilerin değil, siyasetçilerin işidir. 17 Aralık sonrasında AB - Türkiye ilişiklerinde yeni bir şart haline gelmiştir.

4. Ermeni diasporası ve Türkiye'deki istemeyizciler suçlular bir rant ekonomisi oluşturmuşlardır. Çözüm istemiyorlar. Oysa Türkiye'de bir rant ekonomisi yok Ermeni meselesinde. Olsaydı, ben bilirdim. Türkiye'deki ilk ermeni enstitüsünü kuran benim. Ve Türkiye'de ermeni konusunu çalışan insan sayısı çok az devlet bu işin arkasında değil, özel sektör ise ermeni meselesiyle ilgili en ufak bir çalışmayı dahi desteklemiyor. Bu konuda kapısını çaldığım işadamları "bizi ermeni teröristleriyle karşı karşıya getirmeyin Ümit Bey" diye nazik bir cevap verdiler bana....

5. Ermenistan'ın ekonomisinin kurtuluşu Türkiye'nin kapılarını açmasına bağlıdır.

6. Türkiye büyük devlet olarak bu jesti yapmalıdır.

Hep bize söylenen şey

7. Kars ve Iğdır halkı ermeni sınır kapısının açılmasını istemektedir.


Bunlar AB temsilcilerinin Türkiye'nin önüne koyduğu argümanlar.


Bu argümanlar birlikte üçüncü adımın atıldığını görüyoruz. İçerden ve dışarıdan müdahalelerle psikolojik operasyonun alt yapısının oluşturulmasından sonra aniden AB ermeni meselesini tartışın dedi ve sanki bütün televizyonlarımızda ermeni meselesi tartışılmaya başlandı.

Sanki ermeni televizyonunda Türk tezi anlatılıyormuş gibi objektiflik adına ermeni soykırımını, sözde soykırımı, savunan bilim, yani operasyon adamları ortada dolaşmaya başladı. Boğaziçi Üniversitesinde alternatif ermeni konferansı düzenleme kararı alındı ve toplantı, bildiğimiz gibi, bir süre sonra Bilgi üniversitesinde gerçekleştirildi. "Evet, biz yaptık. Biz Türkler çok kötüyüz. Ermenileri kestik" hezeyanlarıyla bilimsel toplantı görünümünde bir toplu ayinin sergilendiği bütün Türk toplumu gördü.

Konferansın davet metninde şu satırları okumakta hiç şaşırtıcı değildir. Konferans düzenleyicileri bu yeni oluşumun ortak faydasını vicdanı bir sorumluluğun idraki olarak ifade ediyorlar. Bu yalnız bilimsel gerçeklikte açısından veya dünya vatandaşlığı nezdinde bir sorumluluk değil, ülkemize, toplumumuza ve demokrasimize karşıda bir sorumluluktur deniliyordu. 

Ancak toplantı toplumdan gelen tepki üzerine iptal edilince toplantıyı düzenleyen profesörlerden bir tanesi şu açıklamayı yaptı: "Biz amacımıza ulaştık". Demek ki, amaç konferans değilmiş. Çünkü şu ana kadar ben dünya tarihinde, hiç düzenlenmeden amaca ulaşan profesör, bilimsel konferans hatırlamıyorum. 

Bu ancak psikolojik operasyon sonucu.

Bu arada konferansın amacına karşı olanların büyük bir kısmı yanlış bir demokrasi algılaması ve kompleksi içindeler. Kusura bakmayın. "Her şeye rağmen yapılsaydı iyi olurdu" görüşünü savundular. Evet, bir düğün salonunda yapılsaydı, kabul edilebilirdi. Ancak bir üniversitede asla.

Demokrasi başkalarının görüşlerine ve eylemlerine saygı duymamızı gerektirir muhakkak. Ancak tecavüze uğrayan bir insan saldırgana saygı duymaz ve ona gereken cevabı vermek durumundadır. 
Ben kişisel olarak kendimi Türkiye'nin ve Türk milletinin milli varlık ve menfaatlerine karşı saldırgan ve işbirlikçi bir tavır alan hiç kimsenin ve bu arada bizim Ermenicilerin görüşlerine en ufak bir şekilde saygı duymak zorunda hissetmiyorum.

Kıbrıs’ta yapılan, şimdi Ermeni meselesinde karşımıza konulmaya çalışılmaktadır. Sonunda Ermeni sözde soykırımının kabulü Türkiye için ön şart haline gelecektir. Dışarıda bu çalışmalar devam ederken, içeride de süreç devam edecektir.

Türk siyasetçileri, asker ve sivil bürokratlar buna hazırlanmak, halkı ise tepkisiz hale getirmek için bir süre daha yanlış çalışılması gerektiriyor. Bu amaçta önümüzdeki dönemde Türk tarihine yönelik kapsamlı bir karalama kampanyasının başlayacağına emin olabilirsiniz.

Bu kampanyanın en azından iki ayağı olacaktır. 
Birincisi tarihsel planda içimizde şüphe uyandırmak ve "galiba biz bu işi yapmışız" dedirtmek. 
İkinci ayağı ise AB tam üyeliği olmaz isek kaybedecek çok şey var. Üye olmak için kabul etmek gerekiyorsa kabul edelim gitsin düşüncesi. 

Türk devleti ne yazık ki, bir bilim olan psikolojik savaş ve propaganda konusunda olağanüstü geri kalmıştır. Daha açık bir ifadeyle nasıl yapacağını bilmez, önemini de anlamamıştır. Türk devleti içinde bu konunun uzmanlarının ise kendilerini siyasal seçkinleri anlatamadıkları veya anlaşılmadıkları PKK ve Kıbrıs meselesinde çok açık ortaya çıkmıştır. 

Düşman psikolojik ve propaganda savaş ve propaganda merkezlerinin kapsamlı operasyonları ve gelişmiş teknik uygulamaları karşısında ülkemiz ne yazık ki savunmasızdır. Ermeni meselesinde savunmayı devlet değil, artık örgütlenmiş Türk aydını omuzlarına almak zorundadır.

Bu noktada bize yol gösterecek olan aziz Atatürk'ün , "bu iddialar kesinlikle doğru değildir, iftiradır. Bunu yalnızca Batı'ya değil kendi yurttaşlarımıza da önemle ihtar etmek gereğini duyuruyoruz. Zira seyrek olmakla birlikte üzüntüyle işitiyoruz ki, milletimizin tarihini okumamış ya da milli hissiyattan mahrum kalmış olması gereken kimi kişiler yabancıların bize karşı ortaya attıkları suçlamaları ret etmekten başka bir de vatanlarını milletlerini özürlü göstermekten çekinmiyorlar. Hala salonlarını bize karşı konferans verdirtmek için yabancılara açık tutanlar var ve bu gibilere lanet" diyor Mustafa Kemal.

Ermenicilerin gerçek niteliği ortaya konulmalı ve onlara öyle davranılmalıdır. Bu davranış aşağılama, küçük görme, görmemezlikten gelme, küçümseme, tiksinti ve gerekirse en ağır şekilde milli zeminde hakaret etme olmalıdır. Esasen Türk hukuk sistemi bu davranışın bütününü emretmektedir.

Yargıtay 4’uncu Hukuk Dairesi 92 - 1200 361 ve 150015375 no’lu kararıyla bu konuda ortaya bir hukuk şaheseri koyuyor. 

Hüküm şöyle: Anayasanın 176.ncı maddesi uyarınca onun başlangıç kısmı da metne dâhildir. Başlangıç bölümünün 7.nci fıkrası gereği olarak Türklüğün manevi değerlerine, ulusal çıkarlarına aykırı hiç bir düşünce koruma göremez".

Son fıkrayla değer ve çıkarlar Türk milleti tarafından Türk evladının vatan ve millet sevgisine emanet olmuştur. Milletime küfredene gereken en hakareti yaparım ve bu ülkede, bu anayasa çerçevesinde kimse bizi sorumlu tutamaz. 

Türk milletinin çıkarlarının savunmanın yolu Ermeni meselesinde Türk halkını aydınlatacak televizyon programları, kitaplar, makaleler yayınlamak, sempozyumlar düzenlemektir. Tartışmalı, tartışmayı fikri zeminlerde deliller ve esasında gerçekleştirmeliyiz. 

Ancak bu tartışmalar yapılırken Batı'nın soykırım suçlarını ortaya koyarak 1821 - 1920 arasında Kafkaslar ve Balkanlarda nasıl 5 milyon Türk'ün katledildiğini, 5.4 milyon Türk"ün sürüldüğünü artık tartışmalıyız. Kirli projelerin parçası olanlarına bedel ödetmeliyiz. Milli demokratik tepkiyle tarihimize hakaret edenlerle uğraşmak gerekiyor.


Ve son söz olarak:

50 Türk anası tecavüz edilmek üzere Akdamar adasına götürülürken Ermeni çeteciler tarafından, kendilerini Van gölüne atmışlar ve boğularak ölmüşlerdir. Benim teklifim, bu anaların isimleri elimizde var, Akdamar adasına bir anıt dikelim ve bu 50 asıl Türk kadınının adlarını oraya yazalım. Van şehri Ermeni çeteciler tarafından yok edilmiştir. Bu anlamda TBMM, Gaziantep ve Kahramanmaraş gibi, Van şehrine de bir isim vermeli ve bu isim "Şehit Van" olmalıdır ki, tarihsel bilincimizde Van'a ne yapıldığını tekrar ve tekrar hatırlayalım.



Hepinizi saygıyla selamlıyorum. 
Prof. Dr. Ümit Özdağ.






İlber Ortaylı ile başlayan konferans video 1: 
İlber Ortaylı video 2: 
İlber Ortaylı video 3: 
Ümit Özdağ video 4:
Ümit Özdağ video 5:
Ümit Özdağ video 6:
Cüneyt Ülsever'in makalesi: 
ve
THE CUT
BEYAZ PERDEDEN SIKILAN TAŞNAK KURŞUNU




Pontus için resme bakın , anlarsınız. 
Avustralyadaki Yunan işyerleri bu resmi asıyor.
"Özgürce düşünenler soykırımı unutmalı mı ? ASLA
Milyonlarca Pontoslu Yunanlılar, zalimler tarafından kıyıma uğradı, aynen Ermeniler ve Anzaklılar gibi...Soykırımı Unutmayalım " diyorlar. 
GREEK GENOCIDE-FALSIFICATIONS AND LIES.....
THERE IS A TURKISH GENOCIDE-THE FACTS.

Bu da ;başka bir "Ay'da Petrol Var" ; 
Pontus ayağı: link
Baybars Öğün,2011
Yunanistan'da Pontus Törenleri
Yeliz Karadaş,2011 - link





"Birinci Dünya Savaşı sonunda ilan edilen Brest Litovsk anlaşmasından sonra Rusların yöreden çekilmesinin ardından meydanı boş bulan Ermeniler, Arpaçay’ın batısında ki birçok köyde katliam yaptıkları biliniyor. Yöre halkından yaşlı insanların anlattıklarına göre Ermeniler, diğer köylerde olduğu gibi 24 Nisan 1918’de Subatan Köyüne de girerek halkı bir araya topluyor. Köylülerin önce kıymetli takı ve eşyalarını ellerinden alan Ermeniler, daha sonra 570 kişiyi samanlıklara doldurduktan sonra üzerlerine gaz yağı döküp yakıyor ve bu kişilerin tamamı o gün hayatını kaybediyor. Katliamın ardından 570 kişinin can verdiği bu samanlık da toplu mezar haline getiriliyor. " basın 2012



183 Türk toplu mezar Kars Arpaçay - basın 2010







 UYURSAN ÖLÜRSÜN!!!